7-)Beşinci risâle îmân ile ölmek için kardeşim ehl-i beyt ile eshâbı sevmelisin

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Allahın arslanı hazret-i Alîyi islâm düşmanı olanlar sevmez. Onu hakîkî müslimânlar, ya’nî (Ehl-i sünnet) sever. Ehl-i sünnetin her birinin kalbi, hazret-i Alînin sevgisi ile doludur. Ehl-i beytin sevgisi, son nefesde îmân ile gitmenin alâmeti olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. O hâlde (Alevî) ismi, Ehl-i sünnete yakışır. Bu mubârek ism, Ehl-i sünnetin ismidir. Ehl-i sünnetin malıdır. İslâm düşmanı olan zındıklar, bu mubârek Alevî ismini Ehl-i sünnetden çalıyorlar. Kendilerini, bu kıymetli ismin altında gizlemek istiyorlar.
Ey Alevî denilen yurddaşlarımız! İsminizin kıymetini biliniz. Bu ismi samîmî seven, bu ismin ne demek olduğunu, şerefinin yüksekliğini anlıyan, bu ismin hakîkî, öz sâhibi olan Ehl-i sünneti de sever! Hazret-i Alîyi samîmî ve tam, doğru seven ve yüce imâmın yolunda giden, yalnız Ehl-i sünnet âlimleridir. O hâlde, Alevî olmak istiyenin, Ehl-i sünnet kitâblarını okuyarak, hazret-i Alînin yolunu öğrenmesi lâzımdır. Hazret-i Alînin yolunu iyi öğrenen bir müslimân, Alevî ismi altında yazılmakda olan ba’zı kitâbların, mecmû’aların sapık ve bozuk olduklarını kolayca görür.
38 — (Mu’âviyenin ve evlâd ve ahfâdının, akrabâ ve te’allukâtının, me’mur ve tarafdârlarının fitne ve fesâdı kendi zemânlarına münhasır kalmamış, asrlarca temâdî edip gitmişlerdir. Ve hele Mu’âviye, oğlu (Yezîd gibi) bir ayyaş, sefîh ve ahmağı, hayâtında (Bu hâl ve sıfatlarını bile bile) velîahd yaparak müslimânların başına musallat etmişdir) diyor.
Cevdet Pâşa da “rahmetullahi aleyh”, bu sözlerin te’sîri altında kalarak, (Hazret-i Mu’âviyenin en büyük hatâlarından biri budur) demekdedir. Hâlbuki, kendisi bunu Kısas-ı Enbiyâda tarafsız olarak anlatmakda ve şöyle yazmakdadır:
(Hazret-i Muâviye, Mugîreyi Kûfe vâlîliğinden azl etmeği düşünüyordu. Mugîre bunu işitince, Şâma geldi. Yezîdi görüp, (Eshâbın ve Kureyşin büyükleri öldü. Oğulları kaldı. Sen onların en üstünü ve sünneti, siyâseti bilenisin. Senin halîfe olmanı emîrülmü’minîn istemez mi?) dedi. Yezîd bunu babasına söyledi. Hazret-i Mu’âviye, Mugîreyi çağırıp sordu. Mugîre, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ağaç altında bî’at edenlerden idi. Mugîre, (Yâ Emîr-el-mü’minîn! Hazret-i Osmândan sonra ne karışıklıklar olduğunu, ne kadar kanlar döküldüğünü gördün. Yezîdi halîfe yap! İnsanların sığınağı olur. Hayrlı bir iş olur. Fitneyi önlemiş olursun) dedi. Mugîre Kûfeden on kişiyi seçip, oğlu ile Şâma gönderdi. Bunlar, halîfeyi iknâ’ etdiler. Ziyâd bunu haber alınca, Yezîde nasîhat verdi. Yezîd ahvâlini ve etvârını düzeltdi ve ıslâh eyledi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hazret-i Mu’âviye, birçok vâlîlerini Şâma topladı. Onlarla meşveret etdi. İçlerinden Dahhâk söz alıp, (Yâ Emîr-el-mü’minîn! Senden sonra müslimânları koruyacak bir zât lâzımdır. Böylece müslimânların kanı dökülmez. Râhatları ve huzûrları sağlanır. Yezîd çok akllıdır. Bilgisi ve yumuşaklığı hepimizden çokdur. Onu halîfe yap!) dedi. Şâmın ileri gelenlerinden birkaç kişi dahî böyle konuşdular. Şâmlılar ve Iraklılar Yezîdi kabûl etdiler. Hazret-i Mu’âviye, bu sözleri de işitince bu işin hayrlı olacağını düşündü. Mekkeye geldi. Hazret-i Hüseyn ve Abdüllah bin Zübeyr ve Abdüllah bin Ömer ile tatlı sohbetler yapdı. Hacdan sonra, bunları çağırarak, (Sizi ne kadar sevdiğimi görüyorsunuz. Yezîd sizin kardeşinizdir. Amcanızın oğludur. Müslimânların selâmeti için, Onu halîfe yapmanızı istiyorum. Fekat şu şartları da koyacağım: Vâlîlerin ta’yîni, azli ve zekât, uşr ve benzerlerinin toplanması ve gelen malların yerli yerine dağıtılması hep sizin elinizde olacakdır. Yezîd bunlardan hiçbirine karışmıyacak) dedi. [Böyle bir anayasa yapacağını söyledi.] Onlar susdular. Tekrâr cevâb istedi. Yine cevâb vermediler. Bundan sonra, halîfe minbere çıkıp hutbe okudu:(Ümmetin ileri gelenleri, Yezîdi halîfe kabûl etdiler. Siz de kabûl ediniz!) dedi. Onlar da kabûl etdiler. Hazret-i Mu’âviye, sonra Medîneye geldi. Onlara da teklîf etdi. Onlar da kabûl eyledi. Şâma döndü.)

Görülüyor ki, hazret-i Mu’âviye, Yezîdi halîfe yapmağı düşünmemişdi. Güvendiği kimselerin hâtırlatması ve ileri gelenlerin tavsıye etmesi ve nihâyet milletin de kabûl etmesi ile buna karâr verdi. Çünki, hazret-i Osmândan sonra olan karışıklıkları, bu yüzden dökülen müslimân kanını görmüşdü. Şimdi ise, yehûdî emellerine çalışanlar dahâ çoğalmış ve Ehl-i beytin düşmanı olan hâricîler kuvvetlenmiş ve müslimânların başına büyük bir derd olmuşlardı. Bütün bu tehlükeleri önlemek için, bunu düşündü ve milletin oyunu aldı. Eğer düşündüğü anayasayı da destekliyenler olsaydı, tam bir islâm demokrasisi meydâna gelecekdi. Bu hizmetinden dolayı da, kıyâmete kadar, bütün müslimânların hayr düâlarını alacakdı.
Hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” evlâdı, ahfâdı ve fitne, fesâdı asrlarca devâm etdi demek, târîhi inkâr etmekdir. Çünki, torunu olan ikinci Mu’âviyenin aklı, dindarlığı, islâmiyyete bağlılığı ve adâleti dillerde destân oldu. Ne yazık ki, iki ay hilâfet yapabilmiş, vefât etmişdi. Hiç çocuğu da kalmadı. Kendisinden sonra yerine asker kuvveti ile Mervân bin Hakem halîfe oldu. Mervân hazret-i Mu’âviyenin amcası oğlu idi ise de, yakını değildi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bunun ve bundan sonra Emevî hükümdarlarının kabâhatlerini hazret-i Mu’âviyeye yüklemek gibi saçma bir davranış olamaz. Abbâsîler, Ehl-i beyte karşı Emevîlerden kat kat çok işkence ve zulm yapdılar. Târîh okuyanlar, bunu pek iyi bilir. Abbâsîlerin Ehl-i beyte karşı yapdıkları canavarca cinâyetlerden dolayı, Onların büyük dedeleri olan hazret-i Abdüllahı ve Onun babası hazret-i Abbâsı suçlu göstererek, bunlara la’net etmek, nasıl alçak bir iftirâ olur ise, Mervân soyundan olan halîfelerin, Abbâsîlerinkinden dahâ az olan suçlarını hazret-i Mu’âviyeye yüklemenin, dahâ saçma ve pek dahâ alçak bir iftirâ olacağı meydândadır. Hazret-i Mu’âviyenin oğulları, torunları asrlarca kötülük yapdı, diyenlere tekrâr bildirelim ki, o büyük sahâbînin âdil ve müttekî olan torunundan sonra hiçbir yakını işbaşına geçmedi. Hazret-i Mu’âviyenin Hâlid ismindeki oğlu saltanatı istemedi. Babası Onu ilm ve fen adamı olarak yetişdirmişdi. Meşhûr kimyâger Câbir, bu Hâlidin talebesi idi. Kimyâyı hocası Hâlidden öğrenmişdi. Meydânı boş bularak bu ma’sûm halîfeye pervâsızca saldırdılar. Akla ve ilme sığmıyan iftirâlarda bulundular.
Allahü teâlâ, O ma’sûm halîfeyi müdâfe’a etmek için, korumak için ve düşmanlarını rezîl etmek için, binlerle Ehl-i sünnet âlimi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yaratdı. Bu büyük âlimler, çeşidli kitâblarında, hazret-i Mu’âviyenin hakkını, üstünlüğünü, kıymetini bütün dünyâya yaydılar.
39 — (Hazret-i Hüseyne karşı, havsala-i ukûle sığmıyan avâkıb-i fecî’a ve şenî’a ve müdhişeyi, Mu’âviyenin evvelden bilmemesine, hayâtında takdîr ve tertîb etmemesine, hesâblamamış olmasına imkân yokdur) diyor.
Ziyâdın oğlu Ubeydüllahın meydâna getirdiği Kerbelâ fâci’asından dolayı yüreği sızlamıyan bir müslimân düşünülemez. Ehl-i sünnetin her ferdi bu kara günleri düşündükçe kan ağlamakdadır. Kerbelâ fâci’ası için muharremin onuncu günü mâtem yapıyorlar. Onlar senede bir gün mâtem yapıyor. Biz ise, senenin her günü mâtem yapmakdayız. Onlar hazret-i Hüseyn için, yalnız hazret-i Alînin oğlu olduğundan dolayı mâtem yapıyorlar. Biz ise, Resûlullahın, Muhammed aleyhisselâmın torunu olduğundan dolayı mâtem yapıyoruz. Biz sünnîler, hazret-i Alîyi, Resûlullahın dâmâdı olduğu için ve Onun emri ile, kükremiş arslan gibi kâfirlerle döğüşdüğü için çok seviyoruz. Hazret-i Mu’âviyeyi de, Resûlullahın kayınbirâderi olduğu için ve Allah yolunda kâfirlerle cihâd etdiği için çok seviyoruz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eshâbımı seviniz! Onları seven, beni sevdiği için sever. Eshâbıma düşmanlık etmeyiniz! Onlara düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur) buyurdu.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hazret-i Alîyi ve hazret-i Mu’âviyeyi, Eshâb oldukları için çok seviyoruz. Yezîd zemânında hâsıl olan fâci’aları, hazret-i Mu’âviyeye yüklemenin çok çirkin bir iftirâ olduğunu, bundan önceki maddede bildirmişdik. Bu fâci’aları, hazret-i Mu’âviyenin ölmeden önce tertîb etdiğini, hâzırladığını söylemek ise, dahâ çirkin ve dahâ alçak bir iftirâdır. Hazret-i Mu’âviyenin, hazret-i Hasene ve hazret-i Hüseyne olan sevgisini ve saygısını gösteren hareketleri ve Onlara yapdığı ihsânları kitâblarda yazılıdır. Okuyanlar, iyi bilir. Hazret-i Mu’âviye, Resûlullahın Cennet ile müjdelediği sevgili torunlarını incitmeği düşünmüş olsaydı, halîfe iken ve bütün imkânlar elindeyken, bunu kolayca yapabilirdi. Yâhud hiç olmazsa söylerdi. Hâlbuki Onlara hep iyilik yapdı. Hep saygı gösterdi. Heryerde Onların kıymetini, şereflerini bildirdi. Hazret-i Mu’âviyenin vefâtından sonra olayların doğurduğu kanlı fâci’aların, O büyük Sahâbînin gizli tertîbi olduğunu söyliyebilmek için, yâ katı kalbli, azılı bir düşman olmak, yâhud zır deli olmak lâzımdır. Çünki, hazret-i Alî “radıyallahü anh” Mısra, Kays bin Sa’di vâlî ta’yin etdi ve Mısrda beni kabûl etmiyenlerle harb et buyurdu. Hâlbuki, Mısrda hazret-i Alîyi kabûl etmiyenler arasında, Yezîd bin Hâris gibi Eshâb-ı Bedrden ve Mesleme gibi Hazrec kabîlesinin ileri gelenlerinden Sahâbîler de vardı. Kays, hazret-i Alîye cevâb yazıp, (Sana zararı olmıyanlarla harb etmeği emr ediyorsun. Sessiz oturanlara karışmamak dahâ doğrudur) dedi. Halîfe, Kaysı Mısr vâlîliğinden azl edip, Muhammed bin Ebî Bekri ta’yîn etdi. Muhammed, bu tarafsız müslimânlara, (Yâ itâ’at ediniz, yâhud bu memleketden gidiniz!) dedi. (Bize dokunma! İşin sonunu bekliyelim) dediler ise de, Muhammed, bu özrlerini kabûl etmedi. Silâha sarıldılar. Mısr memleketine büyük belâ oldular ve sonunda, Muhammedin öldürülüp yakılmasına kadar iş uzadı. Vaktiyle Mısrda, ibni Sebe’ adamları ile işbirliği yapıp, halîfe hazret-i Osmâna karşı gelen ve komşusunun dıvârından içeri girip elinde yalın kılıç halîfenin üzerine yürüyen ve otuzikinci maddede bildirdiğimiz sebeblerden dolayı geriye çekilerek şehîd etmeği arkadaşlarına bırakan bu Muhammedi, hazret-i Alînin, Kays yerine Mısr vâlîsi ta’yîn etmesini Kısâs-ı Enbiyâ yazarken, (Hazret-i Alîyi bu yanlış yola kardeşi Ca’ferin oğlu sürüklemişdi) diyor. Şimdi insâf edilsin. Hazret-i Osmânın şehîd edilmesinde çok çirkin rol oynıyan birisini Mısra vâlî yapdı, diye yüce imâma, ya’nî Resûlullahın sevgilisi olan hazret-i Alîye karşı dil uzatılabilir mi? Hazret-i Mu’âviyeyi, vefâtından sonra meydâna gelen çirkin olaylardan dolayı, mes’ul göstermeğe kalkışanlara uyarak, hazret-i Alîyi de hesâba çekmek, din bilgisi o yüce Sahâbîlerin bilgilerinden pek az, günâhları ise pek çok olan bizlerin üzerine düşmez.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bizim vazîfemiz O büyüklerin hesâbını görmek değil, Onları sevmek ve saygı göstermekdir. Müslimân olana yakışan da budur. Fekat, islâm düşmanlarının tuzaklarına düşmüş olan, islâmiyyete düşman kesilmiş olan zındıklar, elbette bizim gibi düşünemez. Onlar Eshâb-ı kirâmı kötüliyerek, islâmiyyeti yıkmak yolundadırlar.
40 — (Mülkü iyi idare etmesi, tevsî’ eylemesi, nizâm ve intizâm kurması, zikr edilen ve sayılmakla bitmiyen, tükenmiyen, cinâyetlerini tahfîf eylemez ve afv etdirmez. Ehl-i beyt-i Nebîye ve Onların tarafdârı olan müslimânlara karşı me’mûr, akrabâ ve tarafdârlarının revâ gördükleri en kötü, zâlimâne, şenî’âne mu’âmeleler asrlarca sürmüş, işbu fitne ve fesâdlar, ihânet ve cinâyetler ve hıyânetler yürekleri sızlatacak, tüyleri ürpertecek hâlde devâm eylemişdir) diyor.
Yukarıda bildirdiğimiz gibi, zındıklar, hazret-i Mu’âviyenin her hareketine zâlimâne, câniyâne damgasını basmakdadır. Abbâsîler zemânında, Ehl-i beyte revâ görülen, bitmiyen, tükenmiyen cinâyetleri bile, O mubârek zâta yüklemekden sıkılmamakdadırlar. Yukarıdaki çirkin yazıları meydâna çıkaranların, su katılmamış şerâb gibi köpüren ve bulaşdıkları yerleri kirleten ümmülhabâis oldukları anlaşılmakdadır. Zerre kadar hayâ etmeden, fitne, fesâd, ihânet, cinâyet ve hıyânetler kaynağı damgasını vurdukları, O yüce sahâbînin tertemiz hakîkatini ortaya koyan olayları, islâm âlimlerinin kitâbları uzun uzun anlatmakdadır. Misâl olarak (Mir’ât-i kâinât) kitâbının yazılarını, olduğu gibi aşağıya alıyoruz:
Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh”, Ebû Süfyânın, O da Harb’in, O da Ümeyyenin, O da Abdü-Şemsin ve O da Abdümenâfın oğludur. Abdümenâf Resûlullahın da dördüncü dedesidir. Hazret-i Mu’âviye, Resûlullah otuzdört yaşında iken, dünyâya gelmişdi. Babası Ebû Süfyân ile birlikde, Mekkenin alındığı gün, Resûlullahın önünde ondokuz yaşında iken îmâna geldiler.Îmânları kuvvetli oldu. Uzun boylu, beyâz, güzel yüzlü ve heybetli idi. Resûlullahın kayın birâderi idi ve Kur’ân-ı kerîm yazan kâtiblerinden idi. Resûlullahın birkaç kerre, (Yâ Rabbî! Onu doğru yolda bulundur ve başkalarını da doğru yola götürücü kıl!) ve (Yâ Rabbî! Mu’âviyeye iyi yazmağı ve hesâb yapmağı öğret! Onu azâbından koru! Yâ Rabbî! Onu memleketlere hâkim kıl!) hayrlı düâlarına kavuşmuşdu. Bundan başka, (Yâ Mu’âviye! Melik olduğun zemân, herkese iyilik et!) buyurarak, sultân olacağına işâret ve müjde eylemişdi. Kendisi diyor ki, (Resûlullahdan bu müjdeyi işitdikden sonra, halîfe olacağımı ümmid ediyordum).
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Birgün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hayvana binip, hazret-i Mu’âviyeyi arkasına bindirmişdi. Giderken, (Yâ Mu’âviye! Bana en yakın hangi uzvundur?) buyurdu. Karnım deyince, (Yâ Rabbî! Bunu ilmle doldur ve yumuşak huylu eyle!) diyerek, hayr düâ buyurdu. Hazret-i Alî, hazret-i Mu’âviye için, (Mu’âviyenin hâkimliğini kötülemeyiniz! O giderse, başların kopduğunu görürsünüz) buyurmuşdur. Hazret-i Muâviye, akl, zekâ, afv, ihsân ve tedbîr sâhibi idi. Büyük işleri çevirmekde mâhir ve kâmil idi. Yumuşaklığı ve sabrı atasözü hâline gelmişdi. Afvı ve ihsânı hikâyeler teşkîl etmişdir. Bunları iki kitâb dolusu yazmışlardır. Arabistânda dört dâhî, şöhret yapmışdır. Bunlar, hazret-i Mu’âviye ve hazret-i Amr ibni Âs ve Mugîre tebni Şu’be ve Ziyâd bin Ebîhdir. Büyükler buyuruyor ki, hazret-i Mu’âviye heybetli, cesûr ve güzel idâreli, çalışkan, cömert ve gayretli ve azîmli idi. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmışdı. Hattâ hazret-i Ömer, hazret-i Mu’âviyeye her bakışda, (Bu, ne güzel bir Arab sultânıdır) derdi. İhsânı o kadar çok idi ki, birgün hazret-i Hasen, borçlarının çok olduğunu söyleyince, seksen bin altın ihsân etmişdir. Sıffîn savaşından gâlib çıkdığı için, Amr ibni Âsı Mısra vâlî yapıp, Mısrın altı yıllık gelirlerini Ona bağışlamışdı. Güzel atlara biner, kıymetli elbiseler giyer, saltanat sürmekden lezzet alırdı. Fekat, Resûlullahın sohbetinin bereketi ile islâmiyyetden hiç ayrılmazdı. Birgün Resûlullah, bir iş vermek için hazret-i Mu’âviyeyi çağırdı. Yemek yiyor, dediler. Biraz sonra tekrâr çağırdı. Yine yemek yiyor, dediler. (Allahü teâlâ Onu doyurmasın!) buyurdu. O zemândan beri çok yirdi. Şâmda, hazret-i Ömer zemânında dört sene, hazret-i Osmân zemânında oniki sene, hazret-i Alî zemânında beş sene ve hazret-i Hasen zemânında “radıyallahü anhüm ecma’în” altı ay vâlî olup, hazret-i Hasen hilâfeti bırakdıkdan sonra, bütün islâm memleketlerine meşrû’ halîfe oldu. Ondokuzbuçuk sene hilâfet ve saltanat sürdü.
Kısas-ı Enbiyâda diyor ki, hicretin altmışıncı senesinde hazret-i Mu’âviye hutbe okudukdan sonra, (Ey insanlar! Üzerinizde çok kaldım. Sizi usandırdım. Ben de, sizden usandım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de, benden ayrılmak ister oldunuz. Fekat, benden sonra, size benden dahâ iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden dahâ iyi idiler. Kim, Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da, Ona kavuşmak ister! Yâ Rabbî! Sana kavuşmak istiyorum. Sana kavuşmamı irâde buyur! Beni mubârek ve mes’ûd eyle!) dedi. Birkaç gün sonra hastalandı. Oğlu Yezîdi çağırarak, (Oğlum! Seni harblerde, yollarda yormadım. Düşmanları yumuşatdım. Arabları sana itâ’at etdirdim. Kimseye nasîb olmıyan malları topladım.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hicâz halkını gözet! Onlar, senin aslındır. Sana geleceklerin en kıymetlisi Onlardır. Irakdakileri de gözet! Me’murların azlini isterlerse azl et! Şâmlıları da gözet ki, Onlar senin yardımcılarındır. Senin için kimseden korkum yok. Fekat Hüseyn bin Alî “radıyallahü anhümâ” hafîf bir zâtdır. Kûfeliler Onu senin karşına çıkarabilirler. Ona gâlib geldiğin zemân, afv eyle. İyi karşıla! Onun bize yakınlığı ve büyük hakkı vardır ve Resûlullahın torunudur) dedi. Hastalığı artınca, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretleri bana bir gömlek giydirmişdi. O mubârek gömleği bugüne kadar sakladım. Birgün kesdiği tırnakları da bir şişe içine koyup saklamışdım. Öldüğüm zemân o gömleği bana giydiriniz! O tırnakları da, gözlerime ve ağzıma koyunuz. Belki Onların hurmetine, cenâb-ı Hak beni afv buyurur) dedi. Sonra, (Ben öldükden sonra, cömerdlik ve ihsân da kalmaz. Çok kimselerin gelirleri kesilir. İstiyenler eli boş döner) dedi. Son olarak, (Keşki Zî-tuvâ denilen köyde bir Kureyşli olsaydım da, emîrlik, hâkimlik ile uğraşmasaydım) diyerek bundan üzüldüğünü açıkladı. Receb ayında vefât etdi. Kabr-i şerîfi Şâmdadır “radıyallahü anh”.
İşte hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” böyle mubârek bir sahâbî idi.
41 — (Bu umûru, olduğu gibi bilmek, ders-i ibret almak; aynı zemânda (Eshâbımı kötülemeyiniz) hadîs-i şerîfi mûcibince hareket eylemek, her müslimân için eslem ve ahkem bir yoldur. Yukarda me’hazları ile gösterilen vakâyı’-ı hâinâne ve câniyânenin hakîkî ictihâdla kâbil-i te’lîf olamıyacağı âşikârdır. Bu ve emsâli ef’âl ve harekâtın, mûcib-i ukûbât-ı şedîde-i ilâhiyye olacağına şek yokdur. Şeref-i sohbet-i Peygamberîye nâiliyyetin, muâheze-i ilâhiyyeye mâni’ olacağı düşünülemez) diyor.
Şu hezeyânlara bakınız! Bir yanda, (Eshâbımı söğmeyiniz!) hadîs-i şerîfini yazıyor. Öte yanda da, Eshâb-ı kirâmın büyüklerine, akla sığmıyan kötülükleri yüklüyor. Ağza alınmıyacak küfrleri savuruyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Hazret-i Mu’âviye gibi, Resûlullahın en yakınlarından ve pek sevdiklerinden olan bir islâm mücâhidinin, yukarıda saydığımız iyilikleri ve üstünlükleri karşısında, apışıp kalıyor. Oğlunun hıyânetlerini, cinâyetlerini, O yüce sahâbîye mal etmeğe kalkışıyor. Kendinin bildirdiği hadîs-i şerîfi de, hiçe sayıyor. Hazret-i Alî, Sıffîn muhârebesinde, (Kardeşlerimiz bize ısyân etdi) buyuruyor. Muhârebenin kızışdığı bir zemânda, karşı taraf saflarını yararak, arslan gibi, elinde kılınç, hazret-i Mu’âviyenin çadırına girip, konuşduklarını, Kısas-ı Enbiyâ yazıyor.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hazret-i Alî ile bir ictihâd ayrılığını behâne ederek, bu yüce sahâbîye saldırmak, bir müslimânın yapacağı şey değildir. Bu davranışın altında başka kötü niyyetlerin bulunduğu anlaşılmakdadır. Yezîdin, İbni Ziyâdın ve Sa’d ibni Ebî Vakkâs hazretlerinin oğlu Ömerin cinâyetlerini, acıklı acıklı anlatıp, gönülleri dağladıkdan sonra, vur abalıya diyerek bir yüce sahâbîye saldırmak, ölmüş gitmiş, bunlarla hiç ilgisi olmıyan bir ma’sûmu lekelemek, ancak ve ancak gizli bir plânın uygulanmasından başka ne olabilir? Öyle bir plân ki, aklı gideriyor, gözleri döndürüyor da Resûlullahın hadîs-i şerîfini göremiyor. Yanlış anlaşılmasın! Biz, hazret-i Mu’âviyenin hiç kusûrsuz, Peygamberler gibi ma’sum olduğunu söylemiyoruz. Evet, her sahâbînin ve hazret-i Alînin de kusûrları, hatâları olduğu gibi, hazret-i Mu’âviyenin de kusûrları yok, denilemez. Fekat, Allahü teâlâ, (Eshâb-ı kirâmdan, amel-i sâlih işliyenlerin, Allah yolunda kâfirlerle cihâd edenlerin, geçmiş ve gelecek bütün kusûrlarının afv edildiğini ve o seçilmiş, sevilmişlerin kâfir olmıyacaklarını, Cennete gideceklerini) bildirmekdedir. Bu gözü dönmüşler, âyet-i kerîmelere de karşı geliyor. Sohbet-i Peygamberî Onu kurtaramaz, diyorlar. Sohbet-i Peygamberîye kavuşanlar için, Allahü teâlânın gönderdiği âyet-i kerîmelerden ba’zılarında meâlen;
(Allahü teâlâ Onlardan râzıdır. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar).
(Onlara Cennetleri hâzırladım. Onlar Cennetlerde sonsuz olarak kalacaklardır).
(Benim yolumda sıkıntı çekenlerin ve kâfirlerle cihâd edip ölenlerin ve öldürülenlerin günâhları afv olunacakdır. Elbette Cennetlere sokulacaklardır) buyurulmuşdur. Onaltıncı madde sonundaki hadîs-i şerîfde, sohbet-i Peygamberînin, hazret-i Mu’âviyeyi muâheze-i ilâhiyyeden kurtaracağı müjdelenmekdedir.
Bu âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere birşey diyemedikleri için, hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü teâlâ anh” bu müjdelerin dışında kaldığını söylüyorlar. O hazret-i Alîye eziyyet etdiği için, kâfir oldu, diyorlar. Çünki, (Alîye eziyyet eden, bana eziyyet etmiş olur) ve (Onu kızdıran, beni kızdırmış olur) hadîs-i şerîfleri meydândadır, diyorlar. (Tuhfe) kitâbı, bu sözleri şöyle çürütmekdedir:
Deve ve Sıffîn vak’aları, aslâ hazret-i Alîye düşmanlık ile olmadı. Onu incitmeği aslâ düşünmediler. Bu muhârebelerin hakîkî sebebleri, kelâm kitâblarında ve islâm târîhlerinde doğru olarak yazılıdır. [Bunların özünü, onaltıncı maddede kısaca bildirmişdik.] Şî’î âlimlerinden Nasîreddîn-i Tûsî, Tecrîd kitâbında, (Alîye uymamak fıskdır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Onunla harb etmek küfrdür) dedi. (İmâmetini inkâr eden kâfir olmaz) dedi. Çünki, hazret-i Alînin torunları da birbirlerini inkâr etdiler. Bir oğlu olan Muhammed bin Hanefiyye, imâm-ı Hüseynin oğlu olan Zeynel’âbidînin imâmlığını red eyledi. Muhtârın gönderdiği ganîmetlerden Ona birşey vermedi. İmâmlığını i’lân eden Zeyd-i şehîd, Muhammed Bâkır hazretlerinin imâmlığını kabûl etmedi. Şehîd olunca, çocukları Yahyâ ile Mütevekkil de, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın çocukları ile geçinemediler. Seyyidet Nefîse hazretlerinin amcası olan bu Yahyâ, yüzyirmibeşde [125], Velîdin askerleri ile harb ederken şehîd edildi. İmâm-ı Ca’fer hazretlerinin çocukları da, kendi aralarında imâmlık için çekişdiler. Abdüllah Eftah ile İshak bin Ca’fer arasında üzücü olaylar oldu. İmâm-ı Hasenin oğulları arasında olan imâmet da’vâlarını da yazarsak, ayrı bir kitâb hâsıl olur. (Nefs-i Zekiyye) adı ile anılan Muhammed Mehdî bin Abdüllah bin Hasen Müsennâ, yüzkırkbeş senesinde Medînede imâmetini i’lân etdi. Başka imâmları inkâr eyledi. Mensûrun askeri ile harbde şehîd oldu. İmâmlığı inkâr etmek, Peygamberliği inkâr etmek gibi küfr olsaydı, bu imâmlara da kâfir demek lâzım olurdu. Hazret-i Alînin torunları, birbirlerinin imâmlığını inkâr edince, kâfir olmuyor. Başkaları inkâr edince, kâfir olur, diyemediler. Fekat inkâr etmek, muhârebeye sebeb olur. Muhârebe inkârın netîcesidir. Çünki, imâm-ı meşrû’, haklarını kullanınca, inkâr edenler, bunu beğenmez. Harbe sebeb olur. Buna cevâb veremediler. İnkâr edilen kimse ile harb etmek de, küfr olmaz demek zorunda kaldılar. Fekat hazret-i Alî ile harb edenler böyle değildi, dediler. (Seninle harb, benimle harbdir) hadîs-i şerîfini ileri sürdüler. Hâlbuki bu hadîs-i şerîf, (Seninle harb, benimle harb gibidir) demekdir. Çünki, Emîr hazretleri ile harb, Resûlullah ile harb olmadığı meydândadır. Bu hadîs-i şerîf, hazret-i Alî ile “kerremallahü teâlâ vecheh” harb etmenin çirkin ve kötü olduğunu gösterir. Kâfir olmağı göstermiyor. Birbirlerine benzetilen iki şeyin, her bakımdan birbirlerine benzemeleri lâzım gelmez. Nitekim, bu hadîs-i şerîfi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” başka Sahâbîler için de, hattâ Eslem ve Gıfâr kabîleleri için de söylemişdir. Hâlbuki Onlarla muhârebe etmek, söz birliği ile küfr değildir.
Bu hadîs-i şerîf, (Hiçbir sebeb olmadan, yalnız sana düşmanlık ile harb etmek, benimle harbdir) demek olmakdadır. Hazret-i Osmânın kâtilleri ile harb etmek, onların arasında, hazret-i Alî bulunduğu için, elbette Resûlullah ile harb etmek olmaz. Bir kimse, sevdiğine, senin düşmanın, benim düşmanımdır, dese, onun sevdiğinin bulunduğu bir topluluğa, ortak oldukları bir işden dolayı karşı koyan birisi, o kimsenin düşmanı olmaz.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Deve ve Sıffîn vak’alarında, hazret-i Alînin karşısında bulunan Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri, hazret-i Alî ile harb etmek niyyetinde değildi. Hazret-i Osmânın kâtillerine kısâs yapılmasını istiyorlardı. Kâtiller hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” etrâfında toplandıkları için, Onunla da harb edildi.
(Seninle harb, benimle harbdir) hadîs-i şerîfi, (Sana düşmanlık, bana düşmanlıkdır) demekdir. Deve ve Sıffîn vak’asında bulunanların, hazret-i Alîye düşman olmadıkları meydândadır. Düşmanlıkla harb etmediler. Müslimânlar arasına giren fesâdı kaldırmak ve kısâs vazîfesini yapdırmak istediler. Sonu harbe sürüklendi. İhtiyârî işler, kasd ile, irâde ile yapılır. İşin iyi veyâ kötü olması bu irâdenin iyi veyâ kötü olmasına bağlıdır. Meselâ bir kimse, şu çanağı kıranı döverim dese, biri geçerken, ayağı kayıp kırılsa bunu dövmesi uygun olmaz. Hazret-i Emîr ile “kerremallahü vecheh” harb edenlerin hâlleri de, bunun gibidir.
Hazret-i Alî ile harb, Resûlullah ile harb olacağını kabûl etsek bile, resûl ile harb etmek, her zemân küfr olmaz. Peygamberliğini inkâr ederek yapılırsa, küfr olur. Dünyâlık ve mal ele geçirmek için yapılırsa, küfr olmaz. Çünki, Kur’ân-ı kerîmde, yol kesiciler için, (Allah ile Resûlullah ile harb ediyorlar ve yer yüzünde fesâd çıkarmağa uğraşıyorlar) meâlinde âyet-i kerîme vardır. Hâlbuki, yol kesenlerin kâfir olmadığı sözbirliği ile bildirilmişdir. Fâiz yiyenler için de, böyle âyet-i kerîme vardır. Hâlbuki, fâiz yiyenlerin de kâfir olmadığında sözbirliği vardır. Âyet-i kerîmede, Allahü teâlâya ve Resûle karşı harb denilmekdedir. Bu hadîs-i şerîfde ise, yalnız Resûlüne karşı harb olduğu bildiriliyor. Allaha ve Resûlüne birlikde olan harb, küfr demek olmayınca, yalnız Resûle karşı harbdir demek nasıl küfr olur? Evet, dîni inkâr ve islâmı tahkîr sebebi ile Resûl ile harb, elbet küfrdür. Fekat, böyle olmıyan harbler küfr olmaz. Hazret-i Mûsânın, hazret-i Hârûna öfkelenerek, saçını ve sakalını tutması da, harb demekdir. Harbde de böyle şeyler olur. (Sen bana, Mûsânın yanında Hârûn gibisin) hadîs-i şerîfini bu harbe benzetene ne denecek? Resûlullahın sevgilisi ve mubârek zevcesi, hazret-i Alînin, kâtilleri himâye etdiğini, kısâsın yapılmasında gevşek davrandığını anladı. Ona gücendi. Hazret-i Mûsâ da, hazret-i Hârûnun, buzağıya tapanları koruduğunu, onlara cezâ vermekde gevşek davrandığını anlıyarak, Peygamber olan bu kardeşini incitdi. Peygambere karşı her dürlü harb, küfr olsaydı, hazret-i Mûsâ, o ânda, hâşâ kâfir olurdu. Yûsüf aleyhisselâmın kardeşleri de Ona yapdıkları işle, Ya’kûb aleyhisselâmı incitdiler. Bu da, muhârebeden aşağı bir şey değildir.
 
Üst Alt