7-)Beşinci risâle îmân ile ölmek için kardeşim ehl-i beyt ile eshâbı sevmelisin

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hâlbuki istemek kalbde olur. Bunu, Allahü teâlâdan başka kimse anlıyamaz. Eğer sapıklar, (Yakacağını söylememişdi, yakarım diye korkutmuşdu) demek istiyorsa, hazret-i Ömer, bu sözü ile birkaç kişiyi korkutmuşdur. Bunlar, hazret-i Fâtımanın evinin yanında toplanmışlardı. (Biz burada oldukça kimse bize bir şey yapamaz) demişlerdi. Bunlar, halîfe seçimini karışdırmak, fitne fesâd çıkarmak istiyorlardı. Hazret-i Fâtıma, bunların gürültüsünden çok sıkılmışdı. Fekat, başını çıkarıp oradan kovmağa edebi, hayâsı bırakmıyordu. Ömer-ül-Fârûk, oradan geçerken, bunları gördü ve anladı. Onları korkutmak için, (Evi başınıza yıkarım) dedi. Böyle söylemek, korkutmak için Arabistânda âdet hâlinde idi. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de nemâza gelmiyenleri, imâma uymıyanları irşâd için, (Eğer bu hâlden vazgeçmezlerse, evlerini başlarına yıkarım) buyurmuşdu. Hazret-i Ebû Bekr Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz tarafından nemâz için imâm yapılmışdı. Ba’zı kimseler, Ona uymamağı, cemâ’ate karışmamağı düşünmüşlerdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Onları böyle korkutmuşdu. Hazret-i Ömerin de böyle söylemesinde bir incelik vardır. Bundan başka, Mekke feth olunduğu gün, İbni Hatal adındaki bir kâfirin Peygamber efendimizi kötüliyen şi’rler söylediği bildirilmişdi. Kendisinin Kâ’be-i mu’azzamaya sığındığı, perdesinin altında saklandığı haber verildi. (Hiç çekinmeyiniz. Hemen orada öldürünüz!) buyuruldu. Allahü teâlânın dînine karşı gelenlerin, Allahın evine sığınması câiz olmayınca, nasıl olur da, hazret-i Fâtımanın dıvârına sığınabilirler? Hazret-i Fâtıma da, o sapıkların sığınmasından nasıl olur da üzülmez? Çünki, Resûlullahın o temiz kerîmesi “radıyallahü teâlâ anhâ”, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmış idi. Sahîh haberlerden anlaşıldığına göre, hazret-i Fâtıma da, onların dağılmasını emr buyurmuşdu.
Hazret-i Osmân “radıyallahü anh” şehîd edilince, hazret-i Alî halîfe olduğu zemân, birkaç kişi ortalığı karışdırmak için, Mekkeden Medîneye gitdiler. Mü’minlerin annesi olan hazret-i Âişenin evine sığınarak, hazret-i Osmânın kâtillerine kısâs yapılmasını istediler. Muhârebeye hâzır olduklarını bildirdiler. Bunların içinde Eshâb-ı kirâmdan kimse yokdu. Hazret-i Alî haber alınca, bunları orada öldürtdü. Bu işi yaparken, Resûlullahın muhterem zevcesine saygısızlık olacağını düşünmedi. Bu işde, Resûlullahın mubârek zevcesine olan saygısızlık yanında, hazret-i Ömerin korkutmak için söylediği söz, pek küçük kalmakdadır. Evet hazret-i Alî, yerinde bir iş yapmışdı. Bütün müslimânlara yayılacak fitne ve fesâdı önlerken, böyle küçük ve ince şeyleri gözetmesi lâzım olmazdı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bunu gözetmek için fitneyi başlangıçda ezmeseydi, din ve dünyâ işleri karmakarışık olurdu. Hazret-i Fâtımanın evine saygı göstermek lâzım olduğu gibi, Resûlullahın muhterem zevcesine de saygı göstermek lâzım idi. Hazret-i Ömer, yalnız korkutmak için söylemişdi. Bir şey yapmamışdı. Hazret-i Alî ise, işlerin en ağırını yapdı. Hazret-i Ömerin sözü, hazret-i Alînin yapdığı işden çok hafîf olduğu hâlde, bu sözü için Onu kötülemek, te’assub ve inâddan başka bir şey olamaz. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri, hazret-i Alînin halîfe olduğunu ve milletin selâmeti için, hazret-i Âişenin hâtırını ve hurmetini gözetmediğini söylüyor. Ona dil uzatmağa izn vermiyor. Hurûfî yalanlarına göre ise, hazret-i Ebû Bekrin hilâfeti haksız olduğundan, Onu korumak için hazret-i Fâtımanın evine karşı saygıyı gözetmemek pek büyük günâh imiş. Bu sözleri, çok câhilce ve ahmakça bir düşünüşün ifâdesidir. Çünki, Ehl-i sünnete göre, iki hilâfet de hak üzeredir. Hem de, hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekrin hilâfetini haklı biliyordu ve ortada hilâfeti kabûl etmiyen yokdu. İslâmın başlangıcında, din ve îmân fidanının henüz sürmeğe başladığı zemânda, bu haklı hilâfetin düzenini bozanların, fitne ve fesâd çıkarmak istiyenlerin öldürülmesi lâzım iken, hazret-i Ömerin söz ile korkutması niçin kötülenecek birşey olsun? Şuna da şaşılır ki, şî’î âlimlerinden birkaçı, Resûlullahın halasının oğlu Zübeyr bin Avvâm, hazret-i Ömerin korkutduğu gençler arasında idi diyor. Bunlar hiç düşünmiyorlar mı ki, hazret-i Ebû Bekrin hilâfetinde, Zübeyr bin Avvâmın fesâdcılar arasında bulunması, hiç kusûr olmuyor da, yine bu Zübeyrin hazret-i Osmânın kısâsını istediği zemân sert konuşması, öldürülmesine sebeb oluyor. Hazret-i Fâtımanın evinde fesâd hâzırlamak, fitneye kalkışmak hoş görülüyor da, Resûlullahın muhterem zevcesinin yanında hazret-i Osmânın kâtillerinden şikâyet etmek veyâ kısâslarını istemek niçin büyük suç sayılıyor? “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”. Bu farklar, hep bozuk inanışlardan ileri gelmekdedir.
Nemâzı cemâ’at ile kılmanın fâidesi, insanın kendinedir. Cemâ’ati terk edenin hiçbir müslimâna zararı olmaz. Böyle olduğu hâlde, cemâ’ati terk edenleri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, evlerini yıkmakla korkutdu. Hazret-i Ömerin, zararı bütün müslimânlara, hattâ başdan başa, bütün islâmiyyete yayılacak olan bir fitne ve fesâdı çıkaranların evlerini yakmakla korkutması niçin câiz olmasın? Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz, hazret-i Fâtımanın evindeki perdelerden canlı resmleri çıkarılıncaya kadar içeri teşrîf etmedi. Hattâ, Kâ’be-i mu’azzama içindeki hazret-i İbrâhîmin ve hazret-i İsmâ’îlin olduğu söylenilen heykeller çıkarılmadıkça içeri girmedi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hazret-i Fâtımanın muhterem ve mubârek evi yanında fesâd çıkarıldığını görünce,(Evi başınıza yıkarım) diye hazret-i Ömerin fesâdcıları korkutması neden suç olsun? Edebi gözeterek bu tehdîdi yapmamalı idi denilirse, mühim işler ve büyük tehlükeler karşısında, kimse edebi gözetemez. Çünki, hazret-i Alî “radıyallahü anh” da, hurmet edilmesi vâcib olan hazret-i Âişe-i Sıddîkaya karşı lâzım olan edebi gözetmemişdi. Görülüyor ki, hazret-i Ömeri, ma’sûm olan imâmın yapdığı işe uygun bir hareketinden dolayı kötülemek, Ona dil uzatmak, şî’î mezhebine göre de uygun olmamakdadır.
5— (Zâlimler zulmüne devâm ediyorlar. Diğeri Resûlullahın yüzüne tüküren ağzı köpüklenmiş cibilliyetsiz üvey kardeşi Ukbe bin Velîdi vâlîlikle mükâfatlandırıyor. Bir tarafdan da, Resûlullahın sürgün eylediği kimseleri hilâfetin ikinci adamı mesâbesine çıkarıyor. Bütün bunların intikâmını hazret-i Hasen-i Müctebânın tabutuna ok atmak ve atdırmakla alıyor) diyor.
Burada da, Osmân-ı Zinnûreyne “radıyallahü anh” saldırmakdadır. Fekat, Ehl-i sünnetin boğazına geçirmek istediği ip, ayaklarına takılmakda, helâk olmakdadır. Şöyle ki, Resûlullahın yüzüne tüküren üvey kardeşi Ukbe bin Velîdi vâlî yapdı diye üçüncü halîfeye saldırırken, câhilliğini ortaya koymakdadır. Çünki, Resûlullahın mubârek yüzüne murdar salyasını fırlatan, Ebû Lehebin oğlu Uteybedir. Hazret-i Alînin amcası olan Ebû Leheb, Resûlullahın azılı düşmanı idi. (Tebbet yedâ) sûresi gelerek, kendisinin ve Resûlullahın kapısına dikenleri yığan karısı Ümmi Cemîlin Cehenneme gidecekleri bildirilince, büsbütün kudurdu. Oğulları Utbe ve Uteybeyi çağırdı. Resûlullahın kızlarını boşamalarını emr eyledi. Bu iki hâin, müşrik olduklarından, Resûlullahın dâmâdlığı gibi bir şerefi ellerinden çıkardılar. Uteybe, yalnız Ümm-i Gülsümü “radıyallahü anhâ” boşamakla kalmadı. Resûlullahın huzûruna gelip, (Sana inanmıyorum. Seni sevmiyorum. Sen de beni sevmezsin. Onun için kızını boşadım) dedi. Resûlullahın üzerine saldırdı. Mubârek yakasından tutdu. Gömleğini yırtdı. Murdar salyasını akıtarak def’ oldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, (Yâ Rabbî! Bunun üzerine canavarlarından birini gönder!) buyurdu. Cenâb-ı Hak, Peygamberinin düâsını kabûl buyurdu. Habîs, Şâma giderken (Zerka) denilen bir yerde, bir gece, bir arslan gelip, kâfile içinde, koklıyarak bunu buldu. Yalnız bunu parçaladı. Bu alçaklar, o iki dilberi boşadıkları zemân dahâ düğünleri olmamış idi. Böylece Resûlullahı geçim sıkıntısına sokmak istemişlerdi. Fekat, hazret-i Osmân “radıyallahü anh”, bu fırsatdan istifâde edip, Utbenin boşadığı hazret-i Rukayyeyi kız olarak nikâh etmekle, Resûlullahın dâmâdı olmak şerefine kavuşdu.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hazret-i Osmân, çok güzeldi. Sarışın beyâzdı. Ebû Lehebin veledlerinden katkat dahâ zengin idi. Resûlullaha çok eziyyet edenlerden biri, Ukbe bin Ebî Muayt idi. Resûlullah mescid-i harâmda nemâz kılarken, bu habîs gelip, mubârek başına işkembeler koymuşdu. Bir kerre de hücûm ederek mubârek gömleği ile mubârek boğazını sıkmışdı. Oradan geçen hazret-i Ebû Bekr, (Benim Rabbim Allah diyeni mi öldürüyorsun?) diyerek, Resûlullaha yardım eyledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” orada bulunan kâfirlerin ismlerini sayarak, (Yâ Rabbî! Bunları azâb çukuruna doldur) buyurdu. Abdüllah ibni Mes’ûd buyuruyor ki, (Bedr gazâsında, bunların hepsi katl edilip, bir çukura doldurulduğunu gördüm. Yalnız Ukbe bin Ebî Muayt, o gazveden dönüşünde yolda katl edildi). Görülüyor ki, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çok işkence eden Uteybe ve Ukbe kâfirleri, halîfeler zemânlarına yetişmemişlerdi. Önceden Cehenneme gitmişlerdi. Bunları vâlî yapdı demek, büyük câhilliğin ifâdesidir.
Evet, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh”, kardeşi Utbenin oğlunu Medîneye vâlî yapmışdı. Fekat, Onun adı Velîd bin Utbe idi. Velîd, elliyedi senesinde vâlî olunca, hazret-i Hüseyne ve başka Sahâbîye çok saygı gösterdi. Hattâ, Yezîd, halîfe olunca, Medînede kendine bî’at edilmesini sıkı emr etdiği hâlde, bunu sağlıyamadığı ve hazret-i Hüseyni serbest bırakdığı için, Velîdi azl etmişdi.
Sonbehâr mecmû’asındaki bu yazının, hazret-i Osmâna “radıyallahü teâlâ anh” atılan bir taş olduğu meydândadır. Çünki, hazret-i Osmân, üvey kardeşi, ya’nî ana bir kardeşi olan Velîdi Kûfe emîri yapmışdı. Fekat bu yazarın dediği gibi, Ukbe bin Velîd değildir. Velîd bin Ukbe idi. Ya’nî Ukbe kâfirinin oğlu idi. Bunun adını tersine yazmakdadır. Bu Velîd, Mekkenin fethinde îmâna geldi. Alçak işi yapan, bu değildi. Resûlullah, dokuzuncu yılda, bunu Benî Mustalık zekâtını toplamağa me’mûr etmişdi. Yazarın, ismleri karışdırdığını kabûl ederek, buna da cevâb verelim.
Sâ’d ibni Ebî Vakkâs “radıyallahü anh” Beytülmâl me’mûru olan Abdüllah ibni Mes’ûddan “radıyallahü anh” ödünç mal almışdı. Bunu ödiyemedi. Bu iş, Küfe şehrinde ağızdan ağıza yayıldı. Halîfe Osmân “radıyallahü anh”, bunu işitince, Sâ’d hazretlerini emîrlikden azl etdi. Yerine, güvendiği Velîdi getirdi. Velîd, iyi bir idâreci idi. Küfedeki dedikodulara son verdi. Kendini halka sevdirdi. Azerbaycân halkı isyân etdi. Velîd, asker topladı. Birliklere kuvvetli emîrler ta’yîn etdi. Askerin içinde, Medayn emîri olan Huzeyfe-i Yemânî hazretleri de vardı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Velîd, kendisi idâre ederek isyânı basdırdı. Kâfirlerle de gazâ edip, çok ganîmet aldı. Büyük bir rum ordusunun Sivas ve Malatyaya doğru geldiği işitildi. Velîd, Şâm askerine Irakdan yardım gönderdi. Anadoluda çok yerler feth olundu. Hicretin otuzuncu yılında, Velîdi çekemiyenler, şerâb içiyor diye, Abdüllah ibni Mes’ûd hazretlerine şikâyet etdiler. O da, (Biz günâhı açık olmıyan kimse ile uğraşmayız) buyurdu. Halîfeye de şikâyet etdiler. Hazret-i Osmân Velîdi Medîneye çağırdı. Araşdırdı. Şerâb içdiği anlaşıldı. Had cezâsı vuruldu. Yerine Sa’îd bin Âs ta’yîn edildi. Velîdi, hazret-i Ömer de vaktîle Cezîrede me’mûr yapmışdı. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” vâlîleri üzerinde aşağıda geniş bilgi vereceğiz. Hazret-i Hasenin tabutuna ok atdırdılar, iftirâsı ise, Ehl-i sünnet düşmanı olan hurûfîlerin kuyruklu yalanlarındandır. Bunun doğrusunu, (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbı şöyle anlatıyor:

Hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh”, hicretin kırkdokuzuncu senesinde, büyük kardeşi hazret-i Haseni, Hucre-i se’âdete defn etmeğe hâzırlanırken, işinden atılmış olup Medînede bulunan Mervan, biz buraya kimseyi defn etdirmeyiz, dedi. Medînede bulunan Emevîleri topladı. Hâşim oğulları da silâhlanıp, bunlara karşı koymağa hâzırlandı. Ebû Hureyre, hazret-i Hüseyne “radıyallahü anhümâ” nasîhat verip, O da, kardeşini (Bakî’) kabristânına götürdü. Böylece, bir karışıklığın önü alınmış oldu. Emevîlerden, Medîne vâlîsi olan Sa’îd bin Âs, cenâzede bulundu. Âdet üzere, cenâze nemâzını bu kıldırdı.
Mısrlı Seyyid Kutb adındaki bir yazarın da, hazret-i Osmâna “radıyallahü anh” dil uzatması da, kendisinin hurûfî kitâblarına aldanmış olduğunu gösteriyor. Belirli birkaç kişi tarafından islâm âlimi, hattâ müctehid olarak tanıtılmağa çalışılan ve kitâbları türkçeye terceme edilip gençlerin önüne sürülen bu adam, 1377 (m. 1958) senesinde basılmış olan (El adâletül İctimâ’iyyetü fil-islâm) kitâbının yüzseksenaltıncı ve sonraki sahîfelerinde, müslimânların gözbebeği olan bu mubârek halîfeye karşı çok çirkin ve saygısızca kelimelerle iftirâlar etmekdedir. Hepsini yazmağa islâmî hayâmız mâni’ olduğu için, birkaç sahîfesinden birkaç satırını terceme etmekle iktifâ ediyoruz:
(Çok yaşlı olan Osmânın hilâfete geçmesi, tâli’in kötülüğü oldu. Müslimânların işlerini idâre etmekden âciz idi. Mervanın ve Emevîlerin aldatmalarına karşı za’îf idi. Müslimânların mallarını gelişigüzel harc ediyordu. Bu hâli çok zemân dedikodu konusu oluyordu. Akrabâsını milletin başına geçiriyordu. Bunların arasında, Resûlullahın tard etmiş olduğu Hakem de vardı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bunun oğlu Hârisin kızını kendi oğluna aldığı zemân Beytülmâldan ikiyüzbin dirhem ihsânda bulundu. Beytülmâl hâzini olan Zeyd bin Erkam, ertesi sabâh ağlıyarak geldi. İşinden afv edilmesini diledi. Müslimânların malını akrabâsına dağıtdığı için isti’fâ etdiğini anlayınca, akrabâma iyilik etdiğim için mi ağlıyorsun, dedi. Hayır, onun için değil. Fekat bu malları Resûlullah hayâtda iken, Allah yolunda verdiğin mallara karşılık olarak aldığını düşünerek ağlıyorum, dedi. Osmân, bu söze kızıp, Beytülmâlın anahtarlarını bırak git! Başkasını bulurum dedi. Osmânın isrâflarını gösteren, böyle dahâ nice misâller vardır. Zübeyre altıyüzbin, Talhaya ikiyüzbin ve Mervana Afrikıyye harâcının beşde birini verdi. Eshâb ve öncelikle Alî bin ebî Tâlib bunları işitince onu azarladılar.

Mu’âviyenin mülkünü genişletip Filistini de Ona verdi. Hakemi ve süt kardeşi Abdüllah bin Sa’d ve başka akrabâsını vâlî yapdı. İslâmın rûhundan bu ayrılığını gören Eshâb, Medîneye toplandılar. Halîfe pek yaşlı ve gücü tükenmiş olup, işler Mervanın elinde kaldı. Halk, Osmâna nasîhat vermek için Alî bin ebî Tâlibi gönderdiler. Uzun konuşdular. Bu arada: Şimdi vâlî olan Mugîre, Ömer zemânında da vâlî değil mi idi? Evet vâlî idi, dedi. Osmân yine sordu: Ömer, bütün hilâfeti müddetince, Mu’âviyeyi vâlî yapmadı mı? Evet yapdı. Fekat Mu’âviye Ömerden çok korkardı. Şimdi o, senin haberin olmadan işler çeviriyor. Millete de, Osmân böyle emr etdi, diyor. Sen bunları işitiyorsun da Mu’âviyeye birşey diyemiyorsun, dedi. Osmân zemânında, hak ile bâtıl, hayr ile şer karışdı. Osmân dahâ önce halîfe olsaydı, genç olurdu. Dahâ sonra halîfe olsaydı, ya’nî Alî Onun yerine olsaydı, Emevîler işe karışmazdı. İyi olurdu) gibi şeyler yazıyor. Bundan sonra da, islâm halîfelerine, en çok hazret-i Mu’âviyeye çatıyor... Beytülmâlı keyfleri, zevkleri için harc etdiler. Bütün bu yolsuzluklara Osmân sebeb oldu, diyor.
Seyyid Kutbun bu yazılarının yalan ve yanlış oldukları, (Tuhfe) kitâbında vesîkalarla isbât edilmekdedir: Hazret-i Osmân “radıyallahü anh”, Eshâb-ı kirâmın sözbirliği ile halîfe seçildi. Onu seçenler arasında hazret-i Alî de vardı. Seyyid Kutb, hazret-i Osmâna dil uzatmakla, Eshâb-ı kirâmın sözbirliğine ve hattâ, (Ümmetim yanlış bir iş üzerinde sözbirliği yapmaz) hadîs-i şerîfine karşı gelmekdedir.
(Mir’ât-ı kâinât)da diyor ki: Üçüncü halîfe olan hazret-i Osmân bin Affân bin Ebil’âs bin Ümeyye bin Abdi Şems bin Abdi Menâf bin Kusey, Resûlullaha ilk îmân eden erkeklerin dördüncüsüdür. Amcası Hakem bin Ebil’âs, hazret-i Osmânı bağlayıp, dedelerinin dînine dönmezsen seni çözmem, dedikde, ölürüm de dînimi aslâ terk etmem, dedi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Amcası ümmidini kesip bağlarını çözdü. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vahy kâtibi idi. Resûl “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın emri ile kızı Rukayyeyi buna verdi. Rukayye, Bedr gazâsı yapılırken, Medînede vefât edince, ikinci kızı Ümm-i Gülsümü verdi. O da, hicretin dokuzuncu senesinde vefât edince, (Dahâ kızlarım olsaydı, onları da Osmâna verirdim!) buyurdu. Ümm-i Gülsümü verince, (Kızım! Zevcin Osmân, ceddin İbrâhîm Peygambere ve baban Muhammede “aleyhisselâm” herkesden dahâ çok benzemekdedir) buyurmuşdu. Bir Peygamberin iki kızını nikâhlamak, hazret-i Osmândan başka hiçbir insana nasîb olmamışdır. Resûl aleyhisselâmın yanına hazret-i Osmân gelince, Resûl aleyhisselâm, etekleri ile mubârek ayaklarını örtdü. Hazret-i Âişe bunun sebebini sordukda, (Ondan melekler hayâ ediyor. Ben hayâ etmez miyim?) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Osmân Cennetde benim kardeşimdir ve hep yanımdadır) buyurdu. Tebük gazvesinde islâm askeri pek çokdu. Gıdâ maddesi ve harb vâsıtası azdı. Sıkıntı çekilecekdi. Hazret-i Osmân “radıyallahü anh”, öz ticâret malından üçbin deve, yetmiş at, onbin altın getirdi. Resûlullah, bunları askere dağıtıp, (Bugünden sonra, Osmâna günâh yazılmaz) buyurdu. İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin (Câmi’ussagîr) kitâbındaki hadîs-i şerîfde, (Cehenneme girmesi lâzım gelen yetmişbin günâhkâr müsliman, Osmânın şefâ’ati ile, süâlsiz, hesâbsız Cennete girecekdir) buyuruldu. Hazret-i Osmânın din bilgisi pekçokdu. Din bilgileri üzerinde hazret-i Ömer ile öyle konuşmalar yapardı ki, işitenler kavga ediyorlar, sanırlardı.
(Tuhfe) kitâbında diyor ki, hazret-i Osmân “radıyallahü anh”, halîfe iken, herkese lâyık olduğu vazîfeyi verirdi. Herkesi yapabileceği işde kullanırdı. Halîfenin gaybı bilmesi lâzım değildir. Hazret-i Osmân da, güvendiklerini, iş adamı olarak bildiklerini ve emîn, âdil olarak tanıdıklarını ve emrlerine karşı gelmez zan etdiklerini iş başına getirmişdir. Bundan dolayı kimsenin Ona dil uzatmağa hakkı yokdur. Ona karşı olanlar, Onun bu haklı hareketlerini de kötü gösteriyorlar. Hazret-i Osmânın vâlîleri, emîrleri, Onu sevmekde ve emrlerini yapmakda, askerlikde, memleketler feth etmekde ve çalışkanlıkda, en seçme kimselerdi. Onun zemânında, islâm memleketlerini garbda İspanyaya kadar, şarkda Kâbil ve Belhe kadar, bunlar genişletdi. İslâm ordularını denizde ve karada zaferden zafere ulaşdırdılar. İkinci halîfe zemânında, fitne, fesâd ocağı olan Irak ve Horasanı o kadar temizlediler ki, kıpırdanmalarına meydân bırakmadılar. Eğer bu vâlîlerden birkaçında, hazret-i Osmânın umduğu gibi çıkmıyan işler görüldü ise, Ona niçin kusûr sayılsın? Böyle işleri görünce, hiç susmazdı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Yâhud çekemiyenlerin iftirâları olunca, işin doğrusunu araşdırırdı. Çünki hükûmet adamlarının düşmanı ve çekemiyenleri çok olur. Herkesin şikâyeti ile me’mûr değişdirilirse, memleketin idâresi altüst olur. Araşdırırdı. Şikâyetler doğru çıkarsa, hemen azl ederdi. Böylece, Velîdi azl etdi. Hazret-i Mu’âviye, Ona ısyân etmedi. Şâmda, herkese kendini sevdirmişdi. Bunun emrinde bulunanlardan hiç kimsenin burnu kanamıyordu. Müslimânları adâlet ile idâre ediyor, kâfirlerle de cihâd ediyordu. Böyle bir kahramanı kim azl eder? Mısr vâlîsi olan Abdüllah bin Sa’di de niçin azl etsin? O, hazret-i Osmândan sonra, bir yana çekildi. Karışıklıklardan uzak kaldı. Mısrdan Medîneye, Onun için gelen şikâyetler, hep İbni Sebe’ yehûdîsinin başı altından çıkıyordu. Sözün kısası, hazret-i Osmân, vazîfesini tâm yapdı. Fekat, takdîr, tedbîrine uygun olmadığından, yehûdîlerin çıkardığı fitne ateşi söndürülemedi.
Hazret-i Osmânın hâli, her bakımdan, hazret-i Alîye benzemekdedir. Hazret-i Alînin de çeşidli tedbîrleri fâidesiz kaldı. Yalnız, hazret-i Osmânın vâlîleri, kendisini seviyorlar, emrlerini hep yapıyorlardı. Ganîmetleri halîfeye muntazam gönderiyorlardı. Bütün müslimânlar, mal sâhibi, râhat ve huzûr içinde idi. Hattâ, fitne çıkmasına bu zenginlik de yardım etdi. Hazret-i Alînin vâlîleri ise, kendisine ısyân etdi. Vazîfelerini yapmadılar. Devlet işleri aksadı. Hazret-i Alînin akrabâsı, amcasının çocukları da böyle yapdı. Hazret-i Osmânı lekelemeğe kalkışanlar, Ehl-i sünnet âlimlerine inanmazlarsa, şî’î kitâblarını okusunlar. O zemân anlarlar. Şî’îlerin en kıymetli kitâblarından olan (Nehc-ül-belâga) kitâbında, hazret-i Alînin amcasının oğluna yazdığı mektûb var. Burada, o münâfıka olan güvenini bildiriyor. Nehc-ül-belâga, sonra bunun hıyânetlerini uzun yazıyor. Hazret-i Alînin vâlîlerinden Münzir bin Cârut da hâin çıkdı. Halîfenin ona yazdığı tehdîd mektûbu, şî’î kitâblarının çoğunda vardır. Hazret-i Alî de, bu vâlîleri için lekelenemez. Peygamberler bile münâfıkların tatlı dillerine aldanmışdı. Fekat, Onlara vahy gelerek, münâfıkların çoğunun yüzkarası meydâna çıkarıldı. Şî’îler, imâmların gaybı bilmesi lâzımdır, diyorlar. Hazret-i Osmâna bunun için dil uzatıyorlar. Bu inançları ile, hazret-i Alîyi “kerremallahü vecheh” de lekelemiş oluyorlar. Bunlara göre hazret-i Alî, önceden bildiği hâlde, hâinleri müslimânların başına getirmiş oluyor. Meşhûr Ziyâd bin Ebîh hâinini de hazret-i Alî vâlî yapmışdı.
Mervânın babası olan Hakem bin Âsı Medîneye kabûl etdiği için de, hazret-i Osmâna çatıyorlar.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Hakemi münâfıklarla dost olduğu için ve müslimânlar arasında fitne çıkardığı için, Medîneden sürmüşdü. İki halîfe zemânında kâfirler temizlendi. Münâfıklar kalmadı. Hakemin sürgünde kalması sebebi ortadan kalkmış oldu. İki halîfe, onun geri gelmesine izn vermemişlerdi. Çünki, fitne ve fesâd, yine çıkabilirdi. Hakem, Benî Ümeyyeden idi. İki halîfe, Temîm ve Adiy kabîlelerinden idiler. Câhiliyyet zemânındaki düşmanlıklar hâtırlara gelebilirdi. Hazret-i Osmân ise, Hakemin erkek kardeşinin oğlu idi. Bu korku aradan kalkmış oldu. Bunun için, (Onu Medîneye getirmek için Resûlullahdan izn almışdım. Halîfe Ebû Bekre söylemişdim, izn aldığıma şâhid istedi. Şâhid olmadığı için susmuşdum. Halîfe Ömer, belki benim sözümü kabûl eder, demişdim. O da şâhid istemişdi. Ben halîfe olunca, bildiğime göre izn verdim) buyurdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hasta iken, (Bana sâlih biri gelse de, ona birşey söylesem) buyurmuşdu. Ebû Bekri çağıralım, dediler. (Hayır) buyurdu. Ömeri çağıralım, dediler. (Olmaz) buyurdu. Alîyi çağıralım, dediler. Yine (Olmaz) buyurdu. Osmânı çağıralım, dediler. (Evet) buyurdu. Hazret-i Osmân gelince, Ona birşeyler söyledi. Bu arada, belki Hakem için de şefâ’at dilemiş ve kabûl buyurulmuşdur. Hakemin son zemânlarında nifak ve fesâddan tevbe etdiği de bilinmekdedir. Zâten, Medîneye geldiği zemân çok ihtiyâr idi. Birşey yapacak hâlde değildi.
Akrabâsına verdiği ihsânlar da, hurûfî kitâblarının ve Seyyid Kutbun iddi’â etdikleri gibi, beytülmâldan değildi. Kendi öz malından idi. Abdülganî Nablüsî hazretleri (Hadîka) kitâbında, ikinci cild, yediyüzondokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (Dört halîfeden üçü, beytülmâldan, ya’nî devlet hazînesinden maâş alırlardı. Yalnız hazret-i Osmân maâş almazdı. Çünki, çok zengindi. Maâşa ihtiyâcı yokdu). (Berîka) kitâbında da, bindörtyüzotuzbirinci sahîfede, böyle yazdıkdan sonra, (Osmân “radıyallahü anh” şehîd olduğu gün hizmetçisinde, kendi malı olarak, yüzellibin dînâr altın ve bir milyon dirhem gümüş ve ikiyüzbin altın değerinde elbise bulundu) diyor. Kendisi kumaş tüccârı idi. İhsânları, yalnız akrabâsına değildi. Herkese ikrâmı boldu. Allah rızâsı için, çok hayr yapardı. Her Cum’a günü, bir köle âzâd ederdi. Hergün Eshâb-ı kirâma ziyâfet verirdi. Allah rızâsı için verilen mallara isrâf diyen kimse yokdur. Akrabâya yapılan sadakaya ise, iki kat sevâb olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Hazret-i Osmân, Eshâb-ı kirâmı topladı. İçlerinde Ammâr bin Yâser de vardı. (Şâhid olunuz ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, ihsân edilecekler arasında Kureyşi ve Benî Hâşimi öne almışdır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Eğer Cennetin anahtarlarını bana verseler, Benî Ümeyyeyi Cennete doldururum. Dışarda kimseyi bırakmam) buyurdu. Hazret-i Osmânın bu sözüne karşı, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birşey demedi. Bütün ihsânlarını beytülmâldan veriyor sanmak, te’assub ve inâddır. Ona düşman olmanın alâmetidir. Kendisine sorduklarında, (Adâlete ve takvâya sığmayan bir hareketi bana yüklemeyiniz) buyurmuşdu. Hazret-i Osmân, oğlunu Mervânın kardeşi Hârisin kızına nikâh ederken, kendi malından bin dirhem gümüş gönderdi. Kızı Rumânı Mervâna nikâh ederken de, bin dirhem verdi. Bunların hiçbiri beytülmâldan değildi.
Seyyid Kutbun hurûfî kitâblarından ve Abbâsî târîhlerinden alarak yazdığı (Afrikıyyeden gelen ganîmetin beşde birini Mervâna bağışladı) sözü de iftirâdır. Hazret-i Osmân, yirmidokuz târîhinde, Abdüllah bin Sa’di, bin suvârî ve piyâde ile Afrikaya göndermişdi. O zemân, Tûnusun başşehri olan Afrikıyye şehrinde kanlı muhârebeler oldu. Müslimânlar gâlib geldi. Çok ganîmet ele geçdi. Abdüllah, bunun beşde birini Mervân ile halîfeye gönderdi. Yalnız para olarak beş bin altından ziyâde idi. Arada birkaç aylık yol olduğu için, bunları Medîneye getirmek çok güç ve tehlükeli idi. Bunun bin dirhemini Mervân satdı. Geri kalanını Medîneye getirdi. Müjde haberlerini de verdi. Çok düâlar aldı. Halîfe onun bu zahmetine ve müjdesine karşılık olarak, satılan kısmın parasından noksan kalanı Mervâna bağışladı. Bunu yapmak halîfenin hakkı idi. Hem de, Sahâbenin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yanında vâkı’ olmuşdu. Bir kimseye bin altın getirseler bunun birini veyâ dahâ çok mikdârını getirene bahşiş olarak verse, buna kimse isrâf demez. Nitekim, zekât toplıyan âmile de, ihtiyâcı kadar verilmesini, Allahü teâlâ emr etmekdedir. Abdüllah bin Hâlid için bin dirhem verdi, sözü de iftirâdır. Ona ödünç verilmesini emr eylemişdi. Abdüllah da borcunu ödemişdi. Dâmâdı Hârisin, Medînedeki tâcirlerden zekât toplarken haksızlık yapdığını işitince, Onu işden çıkardı ve cezâ verdi.
Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh”, Hicâzdaki ve Irakdaki bakımsız yerleri, güvendiği kimselere, yakınlarına verir, zirâat âletleri de te’mîn ederek çalışdırır, millete çok toprak kazandırırdı. Zirâati gelişdirdi. Bağlar, meyve bağçeleri yetişdirdi. Kuyular kazdırdı. Kanallar açdırdı. Arabistânın kuru toprakları Onun zemânında en bereketli yerler gibi olmuşdu. Emniyyet ve huzûr da böylece, kendiliğinden hâsıl olmuşdu. Hırsızlık ve yırtıcı hayvanlar târîhe karışmışdı. Bunların yuvaları yerine, hanlar, müsâfirhâneler yapılmışdı. Ticâret ve nakliyyâtda kolaylık da, bunlara bağlı olarak, gelişmişdi. Bunlar, Arabistân için, acâyip ve hârika sayılacak şeylerdi.
 
Üst Alt