4-)ÜÇÜNCÜ RİSÂLE TEZKİYE-İ EHL-İ BEYT (1.ci kısm)

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bunlar gibi, tevbenin kabûl olunacağını bildiren otuz kadar âyet-i kerîme vardır. Herhangi bir kul, fısk, fücûr, günâh işleyip, sonra tevbe edince, afv-ı ilâhîye kavuşuyor da, Resûlullahın Eshâbı “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hilâfet işinde yanılsalar bile, tevbe etmeyip afva kavuşmadıkları biliniyor mu, dedim. Yine hiç cevâb veremedi.
Bağdâd müftîsi Arûs zâde efendi, Kerbelâda, hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” efendimizin türbedârından işitdiği aşağıdaki vak’ayı bu fakîre bildirmişdi:
Hazret-i Hüseyn “radıyallahü anh” bir gece rü’yâda türbedâra görünerek, yarın Îrândan bir cenâze getirilecekdir. Onu, sakın bana yakın defn etdirme, dedi. Ertesi gün Îrândan bir cenâze getirildi. Türbe yanına defn etmek istediler. Önce izn vermemiş ise de, çok zengin olduklarından çok para vermişler. O da, izn vermiş. İki bin adım kadar uzak bir yere defn etmişler. O gece, imâm-ı Hüseyn “radıyallahü anh”, rü’yâda görünerek, türbedâra darılır, bağırır. Pişmân olduğunu, afv buyurmasını yalvarır. Ertesi gece, yine görünüp, yine darılır, paylar. Türbedâr, ertesi gün, meyyiti oradan çıkaracağını, uzaklaşdıracağını söyler. Resûlullahın gözbebeği “radıyallahü anh”, (Bizim yanımızda iki gece yatan afv olunur. O, afv olundu. Lâkin, ben çok sıkıldım) buyurdu. Mevtânın da, türbedârın da afv olunduğuna işâret buyurdular. Türbedâr, bunları Arûs zâdeye anlatınca, kıymetli müftî, türbedâra karşılık (İmâmın kötü dediği bir fâsık, türbesinden iki bin adım uzakda, iki gece kalmakla afva kavuşuyor da, Şeyhayn [ya’nî Ebû Bekr ile Ömer] “radıyallahü anhümâ” binikiyüzaltmış seneden beri, hücre-i mu’attara-i Nebeviyyede yanyana yatdığı hâlde afva kavuşamadılar mı?) diye sorar. Türbedâr, şaşırıp birşey diyemez. Âciz, câhil olduğu açığa çıkar. Ne güzel bir susduruş, ne büyük bir mahcûbiyyet!..
Şeyhaynden Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, Allahın dînini, Resûlullahın şânını dünyâya yaymak için, şehrleri, memleketleri ele geçirdi. Arabistân yarım adasında ve doğunun, batının en uzak yerlerinde, orduları kahramanca yayılarak küfr, ahlâksızlık karanlıklarını yok edip, islâmın ışığını parlatdı. İslâmiyyete bu kadar hizmet etdiği için, acabâ hazret-i Alî onu afv etmez mi? Suçu varsa, bağışlamaz mı?
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hele, kendisi Kudüs-i şerîfi almağa giderken yerine halîfe olarak hazret-i Alîyi vekîl etmiş, bu da, halîfe geri gelinceye kadar, halîfe vekîlliği yaparak, idâreyi eline almış, dönüşünde yine, idâreyi hazret-i Ömere bırakmış olması, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini göstermiyor mu? Aralarında ufak bir ayrılık, çatışma olsaydı hazret-i Ömer, Onu vekîl eder mi idi? Hazret-i Alî de, hilâfeti eline geçirmiş iken, isteği ile, Ona geri verir mi idi? Eğer denirse ki, sonraları, hilâfeti istemekden vazgeçmişdi. Eski arzûsu olsaydı, Ömere vermezdi. Böyle denirse, vekîli olduğu kimse ile aralarında ayrılık, soğukluk da, kalmamış olur. Böyle olunca da, buna dil uzatmak câiz olmaz.
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halîfe iken, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” kızı Ümm-i Gülsümü, hicretin onyedinci yılında, halîfeye kırkbin akça gümüş mehr ile nikâh etdi. Hazret-i Ömerin Ümm-i Gülsümden Zeyd adında oğlu ile Rukayye adında kızı oldu. Hazret-i Ömer, hazret-i Alî ile hazret-i Fâtımatüz-Zehrânın dâmâdı oldu “radıyallahü teâlâ anhüm”. Böylece aralarında eskiden beri bulunan sevgi birkat dahâ artdı. Gece gündüz bir arada bulunup, müslimânların işlerine yardım yolunu birlikde ararlardı. Bu kadar yaklaşdılar da, hazret-i Alînin kini, düşmanlığı yine gitmedi mi? Böyle söylemek, yüce imâma karşı ne büyük iftirâdır.
Pâşa olmuş, vezir olmuş bir zât bektâşîlik ismi altında gizlenen hurûfîlik yoluna sapmışdı. Sonra, aklı başına gelip, tevbe etdi. Niçin ve nasıl tevbe etdiğini sordum. Fakîre dedi ki, bu sahte Bektâşîlerin çok kıymet verdikleri bir kitâbda, hazret-i Ömere kâfir deniliyor. Hazret-i Alî, nasıl oluyor da, bir kâfire kızını veriyor diye sorulmasını önlemek için de diyor ki, birgün halîfe Ömer, hazret-i Abbâsı çağırır. Hazret-i Alînin kızını almak istediğini söyler. Sen yaşlısın, kız ise, çok gençdir. Bu iş nasıl olur derse de halîfe hemen, bu düşüncemi Alîye de söyledim. O da senin dediğin gibi cevâb verdi. Git kendisine söyle! Eğer, kızını bana vermezse, iki yalancı şâhid bulup, Ona karşı bir da’vâ açarım. Onun hırsız olduğuna karâr vererek, elini keserim der. O da, korkusundan, kızını Ömere verir. Kitâbda bunu okuyunca, kendi kendime sordum. Bir zâlim, beni sıkışdırıp, kızını bir kâfire vereceksin. Eğer, ona vermezsen seni öldürürüm dese, öldüreceğini iyi bildiğim hâlde ve günâhı çok, yüzü kara bir kimse olduğum hâlde, ölümü göze alır, kızımı kâfire veremem, dedim. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”, Allahın arslanı, Resûlullahın sevgilisi olduğu ve günâhdan, aybdan tertemiz olduğu hâlde, böyle şübheli bir sıkıntı çekmek korkusu ile Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” torunu olan sevgili kızını, islâmiyyetin yasak etdiği, habîs, pis yere atamıyacağını anladım. Aklım başıma gelerek, temiz bir tevbe etdim.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hurûfîlikden kurtuldum, dedi.
Bağdâd vâlîliğinde bulunmuş vezîrlerden biri, hazret-i Ömerin bu evlenme işini, bir acemden sorar. O da, sıkılmadan, hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” kerîmesi için, kötü iftirâ ve kirli sözler söyleyip, oradan sıvışıp gider.
Yukarıdaki uzun yazılardan anlaşılıyor ki, büyük velî Abdülkâdir-i Geylânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretlerinin, hurûfîlerin onbeş işde yehûdîlere benzediklerini bildirmesi pek yerindedir. Hurûfîliği Abdüllah bin Sebe’ adında bir yehûdînin, islâmiyyeti parçalamak için ortaya çıkardığı meydândadır. Bu yehûdî, müslimânları birbirlerine düşman etmek için, yüzyirmidörtbin sahâbîye, halîfeliği hazret-i Alînin elinden zor ile aldıklarını söyliyerek, kâfir dedirmişdir.
[Yehûdîler, Ya’kûb “aleyhisselâm”ın oniki oğlundan türemişlerdir. Ya’kûb “aleyhisselâm”ın adı İsrâîl olduğu için, bunlara (Benî İsrâîl), ya’nî İsrâîl oğulları denildi. İsrâîl, Abdüllah demekdir. Mûsâ “aleyhisselâm” Tûr dağına gidince, bunlar dinden çıkdı. Buzağıya tapdı. Sonra pişmân olup tevbe etdikleri için, yehûdî denildi. Yehûdî, hidâyeti, doğru yolu bulucu demekdir. Yehûdîler, Mûsâ “aleyhisselâm”a çok eziyyet etdi. Sonra gelenleri, bin Peygamberi şehîd etdi. Îsâ “aleyhisselâm”ı babasız çocuk diye kötülediler. Annesi hazret-i Meryeme kötü kadın dediler. Bunları öldürmeğe saldırdılar. Âhır zemân Peygamberi Muhammed “aleyhisselâm”ı zehrlediler. Hazret-i Osmân zemânında, fitne çıkararak, halîfenin şehîd edilmesine sebeb oldular. Hurûfîliği meydâna çıkarıp, müslimânları parçaladılar, birbirine düşman etdiler. Asrlarca, Allahın gönderdiği dinleri, Peygamberleri yok etmeğe uğraşdılar. Dinleri yok etmek için masonluğu kurdular. 1336 [m. 1918] de biten Birinci cihan harbinden sonra, ırz, nâmus ve din düşmanı olan komünist devletler kurdular. Bir yandan da, önce İstanbul, sonra Mısr hahambaşısı olan Hayım Naum, dünyânın biricik İslâm devleti (Osmânlı) imperatorluğunu yıkmak için, kapitalist ve emperyalist devletler arasında fırıldaklar çevirdi. Netîcede, İslâm âleminin liderliğini yapan koca imperatorluk parçalandı. Müslimânlara gerici denildi. İslâmiyyet kuvvetsiz kaldı. Yok olmağa yüz tutdu.]
Din kitâbları ve târîhler söz birliği ile bildiriyor ki, hazret-i Ebû Bekr pazartesi günü halîfe seçildi. Ertesi salı günü, hazret-i Alî, birkaç kişi ile mescide gelip, Ebû Bekre, seve seve bî’at etdi. Halîfe vefât edinciye kadar, her emrini yapdı. Dîn-i islâmı yükseltmek için, elinden gelen yardımı esirgemedi. Böyle olduğu hâlde, hazret-i Alîde, Kur’ân-ı kerîmin yasak etdiği kötü huyların bulunduğunu söylüyorlar.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bu büyük imâma çok büyük iftirâ ediyorlar. Hazret-i Alîye bu yolda iftirâ etmek, îmânı olanların tüylerini ürpertmez mi? Hazret-i Ebû Bekr, Ömer ve Osmân “radıyallahü anhüm” halîfe seçilirlerken, kendilerinden dahâ üstün bulunduğunu söyleyip, herbiri kendini, halîfeliğe lâyık görmemişdi. Allahü teâlânın emr etdiği tevâzu’ sıfatını takınmışlardı. Ertesi gün, hazret-i Alînin gelerek, en büyük günâhlardan olan kibr sıfatı ile ortaya çıkması, içinizde benden dahâ üstün, dahâ kahramân, dahâ âlim var mı diye, üstünlük göstermesi, bir müslimânın söyleyeceği söz müdür? Tesavvuf yollarının çoğu hazret-i Alîden gelmekdedir. Tesavvuf büyükleri, talebesini hazret-i Alînin verdiği emre göre yetişdiriyor. Bunun için de, önce tevâzu’ etmeği öğretiyorlar. Din kardeşlerinin kusûrlarını afv ile ihsân etmek, birçok âyet-i kerîme ile bildirildiği hâlde, birşeyi otuz seneye kadar afv etmeyip, bunu yapana kıyâmete kadar la’net edilmesini vasıyyet etmeği, değil hazret-i Alîye, bir fâsıka bile yakışdırmak, hiç câiz olur mu? Tesavvuf büyükleri, herşeyin Hakdan bilinip, kazâya rızâ lâzım geleceğini gösteren âyet-i kerîmeleri okuyarak, talebeyi terbiye ediyorlar. Bunu emr eden zâtın, bir talebesi kadar, kazâya râzı olmadığına hiç inanılır mı? Böyle söylemek, çirkin bir iftirâ değil midir? Belâlara sabr etmeği gösteren âyet-i kerîmeler varken, hazret-i Alînin belâya sabr etmediği, nasıl söylenebilir? Sonu çabuk gelen dünyâ mevkı’ine düşkün olmağı kötüliyen âyet-i kerîmeleri unutarak, hazret-i Alî, mevkı’ düşkünlüğünden geçimsizlik çıkararak, ümmet-i Muhammediyye arasına fesâd, ayrılık tohumu atar mı? Herbir sözü hikmet, fazîlet örneği olarak, müslimânların dilinden düşmiyen o yüksek imâm için böyle şeyler söylemek câiz midir?
Üç halîfe, Resûlullahın Eshâbının sözbirliği etmesi ve halîfeliği kendilerine vermeleri üzerine halîfe olmak kendilerine farz olduğu için, istemiyerek kabûl etdiler. Kendilerinden sonra, oğullarının da halîfe olmasını vasıyyet etmemeleri, bu sözümüzün yerinde olduğunu göstermiyor mu? Hele Eshâb-ı kirâm söz birliği yaparak hilâfeti hazret-i Alîye verince, istemiyerek kabûl buyurduğunu ve hazret-i Mu’âviyenin ictihâdında yanılması üzerine, islâmiyyetin emri ile, hazret-i Mu’âviyeyi itâ’ate getirmek için ne kadar çok sıkıntı çekdiğini bilmiyen yok gibidir. Bunlardan başka, müslimânlara, hattâ yer yüzündeki bütün mahlûklara şefkat ve merhamet olunmasını emr eden nice âyet ve hadîs-i şerîfler varken ve iyi ahlâkın kaynağı olan hazret-i Alînin “kerremallahü teâlâ vecheh” keremi ve merhameti pek fazla olduğunu gösteren vak’a ve haberler meşhûr iken, hattâ kıyâmet günü mü’minlere Kevser şerâbı dağıtacağı için, Cenâb-ı Hak, bunun şefkatini ve merhametini orada kullarına göstereceğini müjdelemiş iken, milyonlarca mü’minin, onun yüzünden Cehennemde sonsuz kalacağını söylemek, değil hazret-i Alîye, alçak bir fâsıka bile yakışdırılamaz.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Çünki insanlara şefkat, merhamet demek, onların âhıretlerini kurtarmağa çalışmak ve Cehennem ateşinden korumak demekdir. Dünyâ işlerinde yardım etmek, âhıretlerine yardım yanında hiç kalır. Yehûdîlerin yapdığı iftirâlara bakılırsa, milyon, belki milyarlarca mü’minin, hazret-i Alî yüzünden Cehennemde sonsuz yanması lâzım gelmekdedir.
Müslimânları gıybet etmemek, kötülememek ve alay etmemek hakkında bunca âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler varken, Eshâb-ı kirâmın hepsini ve hazret-i Peygamberin emrine uyan bütün Ehl-i sünneti “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gece gündüz kötülemek, hattâ kâfir demek, nasıl doğru bir yol olur? Buna sebeb olarak, Eshâb-ı kirâm, hazret-i Alîye hilâfeti uygun görmedikleri için, bu hâlleri kendisine pek ağır gelerek, bu çirkin işi yapmağı emr etdiğini söylemek bir müslimâna yakışır mı? Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” ve bu ümmetin ileride olanları, kendi nefsleri ile uğraşmağı, birinci vazîfe bildikleri hâlde, hazret-i Alînin “kerremallahü vecheh” kendi mubârek nefsine dokunulsa bile, bu kadar büyük bir günâh işlemiyeceği şübhesizdir. Hele mubârek nefslerine dokunulmayınca, bu günâhı işlemiyeceği güneşden dahâ meydândadır.
İnsâf etmelidir ki, sonsuz olarak düşman bildikleri Eshâb-ı kirâmın içinde, hazret-i Alînin teyzesi ve amcası oğlu ve dahâ nice yakın akrabâsı da vardır. Akrabâya iyilik ve ihsânın ve ziyâretin vâcib olduğunu bildiren âyet-i kerîmeler varken, o büyük zâtın, bunlara düşmanlık edilsin diye vasıyyet etmiş olduğunu söylemek, îmânı olanın yapacağı bir iş midir? Resûlullahın zevcelerinin, mü’minlerin anneleri olduğu, âyet-i kerîme ile bildirilmiş iken ve analara, babalara itâ’at ve saygı göstermek emr edilmiş iken, hazret-i Alînin bu mubârek zevcelere, Ebû Bekre bî’at etdikleri için, düşmanlık etdiğini ve kâfir dediğini, kalbinde îmân ışığı parlayan kimse nasıl kabûl edebilir?
Hadîs-i şerîfler, fitne çıkarana la’net etdiğine göre, hazret-i Alînin “kerremallahü teâlâ vecheh” ümmet-i Muhammed içine fitne düşürdüğü söylenebilir mi?
Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” (Bana bir belâ gelirse, üç dürlü sevinirim. Birincisi, belâyı Allahü teâlâ göndermişdir. Sevgilinin gönderdiği herşey tatlı olur. İkincisi, Allahü teâlâya, bundan dahâ büyük belâ göndermediği için şükr ederim.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Üçüncüsü, Allahü teâlâ, insanlara boş yere, fâidesiz birşey göndermez. Belâya karşılık, âhıretde ni’metler ihsân eder. Dünyâ belâları az, âhıretin ni’metleri ise, sonsuz olduğundan, gelen belâlara sevinirim) demişdir. Zemânımızda bile, hazret-i Alînin yolunda bulunarak kalbi temizlenen Ehl-i sünnetden birçoğu, derdlerden, belâlardan lezzet almakda iken, hazret-i Alînin belâdan lezzet almadığına, yıllarca sıkıntısını çekdiğine, ölürken de, bunun için milyonlarca müslimâna ve Eshâb-ı kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” düşmanlık edilmesini vasıyyet etmiş olduğuna, inanılabilir mi?
Hubb-i fillah ve buğd-i fillah için, ya’nî müslimânları, müslimân oldukları için sevmek lâzım geldiğini ve kâfirleri, İslâm düşmanı olanları da sevmemek lâzım geldiğini emr eden çeşidli âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler varken ve Eshâb-ı kirâmın hepsi, (Allah Onların hepsinden râzıdır. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdırlar) meâlindeki âyet-i kerîme ile müjdelenmiş iken ve Muhâcirîn-i kirâmı ve Ensâr-ı izâmı “rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecma’în” medh ve senâ eden sayısız hadîs-i şerîfler var iken ve bunlardan on danesi Cennet ile müjdelendikleri için (Aşere-i mübeşşere) adı ile şereflenmiş iken ve bunlara düşmanlık edilmemesi, çeşidli hadîs-i şerîfler ile bildirilmiş iken, Ehl-i beytin en üstünü ve ilm şehrinin kapısı olan hazret-i Alînin “radıyallahü anh” beni halîfe yapmadılar diye bunlara düşmanlık etmesi mümkin midir? Böyle çok çirkin bir işi yapdığını söylemek, O koca imâma dostluk mu olur, yoksa düşmanlık mı olur?
Cum’a nemâzına ve beş vakt nemâzın cemâ’atine gitmemenin suç olduğu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle bildirilmişdir. Medîne-i münevverede farzların, Mescid-i Nebevîde kılındığı ve halîfenin imâm olduğu herkesce bilinmekdedir. Hazret-i Alî, bu üç halîfeye uyarak, nemâzlarını kıldığı için, kâfir dediği kimseye uymuş olur. Küfrünü bildiği kimsenin arkasında nemâz kılan kâfir olur. Bunların arkasında nemâz kılmadı ise, Cum’a ve cemâ’ati terk etmiş olur ki, bu da günâhdır. Hazret-i Alînin böyle suçları yapması imkânsızdır.
Hazret-i Alî, hazret-i Ömere “radıyallahü anhümâ” kerîmesini vermişdir. Kâfir olduğunu bildiği bir adama, kızını veren de kâfir olur. Bu ise, hazret-i Alîye hiç yakışır mı?
Buraya kadar, şî’îlerin ba’zısına yehûdîlerin uydurduğu hurûfî inanç ve yalanlarının bulaşmış olduğunu iyice anlatmış oluyoruz. Biraz da, bunun başlangıcını ve sebebini açıklıyalım. Hurûfîliği ortaya çıkaran, Abdüllah bin Sebe’ adında, Yemenli bir yehûdîdir. Muhammed “aleyhisselâm”ın ümmetini şaşırtmak, sapdırmak ve parçalamak için, bunu yapmışdır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İslâm ışığının kaynağı olan Ehl-i beytden intikâm almak için yapmışdır. Maksadının anlaşılmaması için, hazret-i Alîyi çok seviyor görünmüş, hilâfet bunun elinden alındı diyerek, üç halîfenin ve Eshâb-ı kirâmın kâfir olduklarını söylemişdir. Hazret-i Alîye düşmanlığını, Onu aşırı sevmek perdesi altında gizlemişdir. Yalnız islâmiyyete değil, akla da uymıyan yalanlar, düzmeler ortaya koymuşdur. Îmândan ve ilmden haberi olmıyan, yarasa kuşu gibi ışığı göremiyen düşüncesizler, aklsızlar, bu münâfık yehûdînin kurduğu tuzağa düşerek, hazret-i Alî için, Onun şânına lâyık olmıyan iftirâlara inanmışlar, Onu lekelemeğe uğraşmışlardır. [Ehl-i sünnet âlimlerinin derin ilmlerinden ve kuvvetli kalemlerinden meydâna gelen kıymetli kitâblar, her asrda müslimânları uyandırmış, İbni Sebe’in sapık sözleri unutulmak üzere iken, Fadl-ullahı hurûfî ismindeki bir acem yehûdîsi, bu fitneyi alevlendirmiş, 796 [m. 1393] senesinde ölmüşdür. (Se’âdet-i Ebediyye), ikinci kısm yirmiikinci maddeye bakınız!]
Hurûfîlerin bu yüce imâma bulaşdırdıkları kötülükler, Tevrâtda ve İncîlde de yazılıdır. Bunun içindir ki, yehûdîlerden ve hıristiyanlardan bu hakîkati anlıyanlar, bu iftirâların, hazret-i Alîye dostluk değil, büyük düşmanlık olduğunu bildiriyorlar.
Se’âdete kavuşmak için, üç şey lâzımdır:
1– Müslimân olmak lâzımdır. Bir kerre (LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDÜN RESÛLULLAH) diyen müslimân olur.
2– Müslimân olduğunu tanıdıklara ve meleklere bildirmek için, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) denir.
3– Kalbi temizlemek ve dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmak ve derdlerden, belâlardan, hastalıkdan, düşman şerrinden ve sihr, büyü ve cin çarpmasından kurtulmak, ni’metlere kavuşmak için, her müslimânın, her gün kalb ile tevbe etmesi ve bu tevbeyi söylemesi lâzımdır. Bunu söylemeğe (İstigfâr) denir. Çok istigfâr okumalıdır. İstigfâr, (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) veyâ kısaca (Estagfirullah) demekdir. 400.cü sahîfeye bakınız!
Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın düâları muhakkak kabûl olur. İstigfârı ve istigfâr düâsını bütün gece okuyup, uykusuz kalmamalıdır. İstigfârı ve bütün düâları, ma’nâsını düşünmeden, temiz kalb ile söylemezse, yalnız ağız ile söylerse, hiç fâidesi olmaz. İstigfârı ağız ile üç kerre söyleyince, temiz kalb ile de söylemeğe başlar. Günâh işlemekle kararmış olan kalbin söylemesi için, ağız ile çok söylemek lâzımdır. Harâm lokma yiyenin ve nemâz kılmayanın kalbi simsiyâh olur.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Böyle kalblerin söylemeğe başlaması için, istigfâr düâsını üç kerre okumak ve sonra 67 kerre istigfâr söylemek, ya’nî (Estagfirullah) demek lâzımdır. Allahü teâlâ, (tevbe ve istigfâr edeni severim ve günâhını afv ederim) buyuruyor. Tevbe, günâhı işlediğine pişmân olmak, günâh işlemekden hemen vaz geçmek ve bir dahâ yapmamağa karâr vermek ve afv etmesi için Allahü teâlâya yalvarmakdır. Bu dört şeyden biri noksan olan tevbe kabûl olmaz ve günâhı afv edilmez. Tevbeden sonra günâhı tekrâr yaparsa, tevbesi bozulmaz, yeniden günâha girer. Bunun için, ayrıca tevbe etmesi lâzım olur. Hakîkî tevbesi yapılan günâh, muhakkak afv olur. Tevbe yapılmıyan günâh için, Allahü teâlâ, dilerse afv eder, dilerse azâb eder.
 
Üst Alt