TEFSİR HADÎD Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
HADÎD SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

HADÎD Suresi 5. Ayet
HADÎD Suresi 5. Ayet
Hadid Sûresi Konusu

Sûre Allah Teâlâ’nın azametini, ilim ve kudretinin büyüklüğünü tanıtarak insanları Allah ve Rasûlü’ne imana; İslâm yolunda vermeye ve cihada davet eder. Ömrünü Allah’a kulluk ve O’nun dinini tebliğ uğrunda değerlendirenlerin âhirette erişecekleri nimetleri hatırlatırken, buna mukâbil kalbinde nifak hastalığı taşıyanların öte dünyadaki çaresiz hallerini gözler önüne serer. Gönlü sadece Cenâb-ı Hakk’a bağlamak ve sadece O’na kulluğun derdinde olabilmek için hem dünya hayatının fâniliğini idrakin, hem de kadere teslimiyetin ehemmiyetine dikkat çeker. Ayrıca iyi bir kul olabilmek için hıristiyanların ihdas ettiği gibi ruhbanlığa gerek olmadığını; iman edip Peygambere ve ona inen Kur’an’ın talimatlarına uymanın insanı kemâle erdireceğini bildirir.

Hadid Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli yedinci, iniş sırasına göre doksan dördüncü sûredir. Zilzâl sûresinden sonra, Muhammed sûresinden önce nâzil olmuş ve genellikle Medine’de inen sûreler arasına yerleştirilmiştir. İbn Âşûr bunun, Mekkî mi Medenî mi olduğu hususu en tartışmalı sûre olduğunu ifade eder. Fakat hemen bütün âlimler hem Mekkî hem Medenî âyetler ihtiva ettiğini kabul ederler (bk. İbn Atıyye, V, 256; İbn Âşûr, XXVII, 353-354).

Hadid Sûresi Faziletleri

Bu sûrelerin fazileti hakkında Hadîs-i Şerif vardır. Ir- bâd Bin Sâriye (r.a.)dan rivâyete göre şöyle demiştir:

Mânâsı: “Hz. Peygamber (a.s.) uyumadan önce, El'Müsebbihâti (Teşbihle başlayan Sûreleri) okurdu ve bu sûreler içinde bin âyetten hayırlı bir âyet nardır.” buyururlardı.

Not: Hadîs-i Şerîfde "bin âyetten hayırlı” olan âyetin açıklaması yapılmamıştır. Tâki bu sûrelerin tamamı okunsun ve sevâbı alınsın, faziletine erilsin diye. Nasıl ki Kadir Gecesi’nin hangi gece olduğu belirtilmediği gibi. Kadir Gecesi Ramazanın 20’sinden sonra tek gecelerde aranır. Hikmeti budur.

Yine rivâyete göre, Hz. Peygambere (a.s.) bir ihtiyâr geldi:

“-Ya Resûlullâh! Bana okumam için Kur’ân'dan bir yer öğret" dedi. Yalnız bu gelen adam, ihtiyarlığını ve zayıflığını, hâlsizliğini öne sürüyordu. Sonunda Efendimiz (a.s.), ihtiyâr adama:

“- Müsebbihât Sûrelerinden üçünü oku” buyurdu.

Ey Dost! Bir kimsenin işe karşı gücü yetmiyorsa, Hadîd Sûresi’ni okumalıdır. Bu sûreyi okuması sebebiyle işe karşı istek ve gücü artar. Hadîd Sûresi'ni 70 kere okuyan kimsenin işleri yolunda gider, işleri açılır.

Hadid Sûresi Hakkında

Hadîd sûresi Medine’de nâzil olmuştur. 29 âyettir. İsmini, 25. âyette geçen ve “demir” mânasına gelen اَلْحَد۪يدُ (hadîd) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 57, iniş sırasına göre 112. sûredir.

HADÎD SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih eder. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

2. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti yalnızca O’nundur. O, diriltir ve öldürür. O’nun her şeye gücü yeter.

3. O Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O her şeyi hakkiyle bilir.


Tesbih; Allah Teâlâ’nın zâtını ve sıfatlarını her türlü noksan sıfatlardan pak ve uzak tutmaktır. Göklerde ve yerde canlı cansız, akıllı akılsız ne kadar varlık varsa kendilerine has dilleriyle ve halleriyle Yüce Allah’ı tesbih ederler. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yedi gök, yer ve bunlar içinde bulunan herkes Allah’ı tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. Şüphesiz ki O, ceza vermekte hiç acele etmeyen ve çok bağışlayandır.” (İsrâ 17/44)

Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri mükemmeldir. Yaratılış ve yarattıklarının idaresiyle alakalı emirlerinin tümü, her türlü kusur, zaaf ve noksandan beridir. Tüm kâinatın mülkiyeti, hâkimiyeti ve hükümranlığı O’nun elindedir. Gerçek tek ilâh O’dur. Canlılara hayat verip yaşatması, vakti gelince öldürmesi ve istediği her şeyi yapmaya güç yetirmesi, bu gerçeğin açık tezâhürleridir. Bunlarla birlikte O’nun ulûhiyet ve rubûbiyetini kanıtlayan dört mühim vasfı daha vardır: Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın.

اَلْاَوَّلُ (Evvel): Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir; varlığının başlangıcı yoktur; O, her şeyin başlangıcı ve başlatıcısıdır. Kendi kudretiyle kâinatı yoktan var etmiştir

اَلْاٰخِرُ (Âhir): Allah Teâlâ bakîdir, ebedîdir, varlığının sonu yoktur, O her zaman var olacaktır. O’nun dışındaki her şey sonludur ve sonunda O’na ulaşmak üzere vardır. Âyet-i kerîmede: “O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır” (Kasas 28/88) buyrulur.

اَلظَّاهِرُ (Zâhir): Allah Teâlâ’nın varlığı ve varlığının delilleri, kudretinin eserleri açıktır. Kâinattaki her şey O’nun varlığını göstermektedir. O üstündür, yücedir, hikmet sahibidir.

اَلْبَاطِنُ (Bâtın): O’nun zâtının mâhiyeti gizlidir, yaratılmışlar tarafından bilinemez; gözler O’nu göremez, akıllar O’nu idrak edemez, hayaller O’nu kuşatamaz. O ise bütün gizlilikleri bilir, her şeye nüfuz eder.

Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.), istirahattan önce yaptığı duasında Rabbimizin bu isimlerini zikreder ve şöyle buyururdu:

“Allahım! Ey göklerin, yerin, büyük arşın Rabbi, bizim de Rabbimiz, her şeyin Rabbi! Ey Tevrat’ı, İncil’i, Furkan’ı indiren, dâneyi ve çekirdeği yarıp filizi çıkaran! Senden başka ilâh yoktur. Her şerlinin ve perçeminden yakalamış olduğun her canlının şerrinden sana sığınırım. Sen Evvelsin; senden önce bir şey yoktur. Sen Âhirsin; senden sonra bir şey yoktur.

Sen Zâhirsin; senin üstünde bir şey yoktur. Sen Bâtınsın; senden öte bir şey yoktur. Borcumuzu öde, bizi fakirlikten kurtarıp zengin eyle!”
(Müslim, Zikir 17)

Önceki üç âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk’ın bazı sıfatları belirtildikten sonra gelen âyetlerde de O’nun bir kısım fiillerine işaret edilir:

4. Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arşa istivâ eden O’dur. O yere gireni de, ondan çıkanı da, gökten ineni de, göğe yükseleni de bilir. Nerede olursanız olun, O dâimâ sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkiyle görmektedir.

5. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti O’na aittir. Bütün işler Allah’a döndürülür; her konuda nihâî kararı O verir.

6. O geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar. O, göğüslerde saklanan bütün gizlilikleri bilir.


Bunlar:

Yüce Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yaratması ve arşa istivâ etmesi. (bk. A‘râf 7/54);
Yağmur ve ölüler gibi yeryüzüne giren, bitki ve madenler gibi oradan çıkan; rahmet, azap, melekler gibi gökten inen ve ameller, dualar, melekler, buharlar gibi oraya yükselen her şeyi bilmesi (bk. Sebe 34/2) tarzındaki kudret ve azamet tecellileridir.
Sonsuz yücelik sahibi olan Rabbimiz, aynı zamanda, nerede olursa olsunlar kullarıyla beraberdir. İlim ve kudretiyle onların yanındadır. Her bir nefsin nerede olduğunu ve ne yaptığını bilir. İnsanlar sonunda Allah’ın huzuruna döndürülüp O’na hesap vereceklerdir.
Cenâb-ı Hakk’ın bahsedilen bu muazzam sıfatlarının mânalarını anlayıp kalbimize sindirmenin muşahhas bir örneği olarak koyun güden bir çobanın şu hâli çok ibretlidir:
Abdullâh b. Ömer (r.a.), arkadaşlarıyla birlikte Medine civârında bir yere çıkmıştı. Onun için bir sofra kurdular. Bu sırada yanlarına bir koyun çobanı uğradı ve selâm verdi.

İbn Ömer:

“–Gel ey çoban, sofraya buyur” dedi. Çoban:
“–Ben oruçluyum” cevâbını verdi. İbn Ömer:
“–Bu şiddetli ve boğucu sıcakta oruç mu tutuyorsun, bir de bu hâlde koyun güdüyorsun?” dedi. Daha sonra çobanın verâ ve takvâ duygusunu denemek için:
“–Şu süründen bize bir koyun satsan, parasını sana ödesek, etinden de iftar edeceğin kadarını sana versek olmaz mı?” teklîfinde bulundu. Çoban:
“–Benim sürüm yok, bu koyunlar efendimindir” cevâbını verdi. İbn Ömer (r.a.):
“–Kayboldu, dersin, efendin nereden bilecek ki?” dedi. Çoban ondan yüzünü çevirdi ve parmağını göğe kaldırarak:
“–Allah nerede?” dedi.

İbn Ömer (r.a.), çobanın bu ihsân ve murâkabe hâlinden çok duygulandı. Bu düşünceler içinde çobanın sözünü kendi kendine tekrar ederek; “Çoban dedi ki: Allah nerede?

Çoban dedi ki: Allah nerede?” deyip durdu.

Medine’ye geldiğinde, çobanın efendisine bir elçi göndererek sürüyü ve çobanı satın aldı. Çobanı âzâd ettikten sonra sürüyü de kendisine bağışladı. (İbn Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 341)

Öyle ya, gece ve gündüz üzerinde tasarruf eden, birini diğerine katıp kısaltan ve uzatan Allah olduğundan dolayı (bk. Âl-i İmrân 3/27), insanları gece ve gündüz yaptıkları işleri de görür ve bilir. Hatta yarattıklarının sadece görünen şeylerini değil, içlerinden geçen düşünceleri de bilir. Öyle ise ilmi ve kudreti her şeyi en ince noktalarına kadar kuşatmış bulunan Allah Teâlâ’ya iman ve O’nun emrine teslim olmak gerekir:

7. Allah ve Rasûlü’ne iman edin; O’nun geçici olarak yönetimini size bıraktığı servet, akıl ve istidat gibi şeylerden Allah yolunda harcayın. Sizden iman edip Allah yolunda harcayanlara büyük bir mükâfat vardır.

Âyet-i kerîmeler, kelime-i şehâdeti getirip müslüman olan, fakat henüz iman kalplerine tam olarak sinmediği için İslâm’ın istediği Allah yolunda infak ve cihad gibi mükellefiyetleri yerine getirmekten kaçınan kimselere hitap eder. Onları gerçek mânada inanmaya ve imanlarındaki sadakatlerini göstermek üzere de imkânlarını dinin yücelmesi için harcamaya çağırır. Bu çağrıyı yaparken de, harcanacak malın gerçekte kime ait olduğunu ve kulun ondaki yetkisinin sınırlarını şöyle belirtir:

Tasarrufumuz altında bulunan mallar ve servetler, bizim kendi mülkümüz değil, Allah Teâlâ’nın sadece bize bir emanetidir. Mülkün asıl sahibi Allah’tır ve bizler elimizde sadece emanet olarak bulunan bu malı O’nun yolunda sarf etmekten kaçınıyoruz. Oysa bir vekil, malın gerçek sahibinin isteği doğrultusunda sarf etmekten kaçınamaz. Çünkü onun vazifesi, sahibinin emrini yerine getirmektir.
Bu mallar daha önce bizim elimizde değildi ve sürekli elimizde de kalmayacaktır. Dolayısıyla bu mal nasıl bizden önce başkalarının elinde bulunduysa, gelecekte de başkalarının elinde olacaktır.

Yûnus Emre (r.h.)’in dediği gibi:

Mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan var biraz da sen oyalan!

O halde kulların vazifesi, bu geçici vekâletleri esnasında kendilerine tevdi edilen malı Allah yolunda sarf ederek âhiretteki ebedi mükâfatı almaya hak kazanabilmektir.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Sizi çokluk mahvetti. İnsanoğlu «malım, malım» der durur. Halbuki yiyip tükettiğinden veya giyip eskittiğinden yahut sadaka verdiğinden başka senin malın mı var.” (Müslim, Zühd 3,4; Tirmizî, Zühd 31).

Bu sebepledir ki Efendimiz (s.a.s.), birgün koyun kesmiş ve etinin fakir fukarâya dağıtılmasını istemişti. Bir ara âilesine:

“– Ondan geriye ne kaldı?” diye sordu. Âişe (r.a.):
“– Sadece bir kürek kemiği kaldı dedi. Buna mukâbil Resûl-i Ekrem Efendimiz Allah için îsârda bulunmanın zirvesini gösteren:
“– Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâmet 33) şeklinde ibretli bir cevap vermişti.

Bu vesileyle gelen âyetlerde Allah Teâlâ’ya imanın gerekliliği vurgulanır. Kulu buna yönlendiren sebepler hatırlatılır:

8. Peygamber sizi Rabbinize inanmaya çağırdığı halde size ne oluyor ki Allah’a iman etmiyor, imanın gerektirdiği itaat ve davranışta bulunmuyorsunuz? Üstelik Allah, sizden bu hususta kesin söz de almıştı. Eğer gerçekten inanmak istiyorsanız sözünüzü tutun!

9. O Allah ki, sizi inkâr ve cehâlet karanlıklarından kurtarıp iman ve ilim aydınlığına çıkarmak için kuluna bu apaçık âyetleri indirmektedir. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatlidir, sonsuz merhamet sahibidir.


Buna göre;

Her türlü ahlâk, hal ve davranışlarıyla örnek ve güvenilir bir insan olan Peygamber (s.a.s.) onları Allah’a imana davet etmektedir. Sıradan bir insan olsa belki sözüne itimat edilmeyebilir. Fakat o kişi, sözüne itibar edilecek en doğru insandır; Allah’ın elçisidir.
Allah Teâlâ kullardan Elest bezminde kulluk sözü almış, fıtratlarına Allah’a inanma duygusunu yerleştirmiş, insana aklını kullanıp doğruyu bulma imkânı vermiş, tüm kâinatı da varlığını ve birliğini gösteren açık delillerle doldurmuştur. Ayrıca Resûlullah (s.a.s.) de kendine inanan insanlardan Allah yolunda infak ve cihad için bey’at almıştır. Hudeybiye’de ağaç altında aldığı bey’at buna misaldir.
Kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Rabbimiz, onları küfür, şirk ve günahların karanlıklarından kurtarıp iman, hidâyet ve sâlih amel aydınlığına çıkarmak için de seçkin kulu Hz. Muhammed (s.a.s.)’e doğru yolu açıklayıcı, hakkı bâtıldan ayırıcı ayetler indirmiştir.
Cenâb-ı Hakk’ın bu büyük lutuflarına “inkâr ve nankörlük”le mukabele etmek, hiç şüphesiz yerinde ve doğru bir davranış olamaz. Aksine kulun bu büyük nimetlere nasıl şükredeceğinin korkusu, endişesi ve gayreti içinde olması beklenir. Yapılacak şükrün başında ise Allah yolunda infak ve cihad gelir:

10. Size ne oluyor ki servet ve imkânlarınızı Allah yolunda harcamıyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. İçinizden fetihten önce harcayıp savaşan kimse ile böyle yapmayan eşit değildir. Onların derecesi, fetihten sonra harcayıp savaşanlardan daha üstündür. Bununla beraber Allah, hepsine de cenneti va‘detmiştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır.
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
11. Kim Allah’a güzel bir borç verecek olursa, Allah onu, veren için kat kat artırır. Ayrıca onun için bol, pek değerli ve hiç eksilmeyecek bir mükâfat vardır.

Kul, sahip olduğu malların gerçekte kendinin değil bunların tamamen Allah’a ait olduğunu ve kendisinin sadece bir emanetçi, veznedâr mevkiinde bulunduğunu bilmelidir. Bunu tam olarak anladığında malı Allah yolunda harcaması kolaylaşacaktır. Çünkü “benim malım, benim mülküm” dediği ve kendini malın gerçek sahibi vehmettiği sürece onu vermek zor gelir. Şunu da dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, Allah yolunda infak, cihad ve savaş her zaman aynı değerde değildir. Öyle zaman, zemin ve şartlar var ki burada gösterilen fedakârlık başka zamanlardakine nispetle belki mukayese kabul etmez bir kıymet kazanabilir. Bu sebepledir ki âyet-i kerîmede fetihten önce yapılan infak ve savaş, fetihten sonra yapılandan net çizgilerle ayrılmış; fetihten önce yapılanın diğerinde derecelerce üstün olduğu vurgulanmıştır.

Bir defasında Resûlullah (s.a.s.):

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçti” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:

“–Ey Allah’ın Resûlü, bu nasıl olur?” diye sordular. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şu cevabı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardır, bunlardan birini sadaka olarak verir. Diğerinin ise çok malı vardır, malının kenarından yüz bin dirhem alır ve sadaka olarak dağıtır. İşte elindekinin yarısını veren, ötekini geçmiş olur.” (Nesâî, Zekât, 49/2526)

Yapılan harcamaların ve verilen sadakaların zaman ve zemine göre önem kazandığını göstermesi açısından Peygamberimiz (s.a.s.)’in şu hadis-i şerifi çok dikkat çekicidir:

“Ashâbıma sövmeyin. Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, biriniz Allah rızâsı için Uhud dağı kadar altın verse, onlardan birinin verdiği iki avuç, hatta yarım avuç sadakasına yetişmez.” (Buhârî, Fazâilü ashâbi’n-nebî 5; Müslim, Fazailü’s-sahâbe 221, 222)

Âyette bahsedilen “fetih”ten maksat, Mekke’nin fethi veya Hudeybiye musâlahası olabilir. Ancak âyetin hükmü umûmî olup, kıyamete kadar aynı şartların gerçekleştiği tüm zamanlar ve mekanlar için geçerlidir. İnsanlık ve iman ile küfür arasındaki mücâdele devam ettiği müddetçe, aynen Hudeybiye ve Mekke’nin fethi öncesi gibi İslâm’ın hem zor zamanları, hem de Mekke’nin fethi sonrası gibi İslâm’ın rahat zamanları olacaktır. Âyetin hitabı bunlar için de geçerli olup zor zamanlarda infak ve cihad edenler diğerlerinden daha fazla sevap ve üstün dereceler elde edeceklerdir. Çünkü Rabbimiz, İslâm yolunda yapılan harcamaları kendisine verilmiş karz-ı hasen: güzel bir borç gibi kabul buyurmakta; onu on kattan yedi yüz katına katlayacağını, hatta daha fazlasını vereceğini (bk. En‘âm 6/160; Bakara 2/261), yine o borç sahiplerine çok değerli, şerefli, ebedi bir mükâfat ihsan edeceğini müjdelemektedir.

Abdullah b. Mesud’un rivayet ettiğine göre Ensar’dan Ebu Dehdah, 11. âyet nâzil olduğunda Resûlullah’a:

“- Ya Resûlallah! Allah bizden borç mu istiyor?” diye sordu. Resûlullah:

“- Evet, ya Ebu Dehdah, Allah borç istiyor” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Dehdah Peygamberimiz (s.a.s.)’den elini uzatmasını istedi ve elini tutarak:

“- Ben bağımı Allah’a güzel bir borç olarak veriyorum” dedi. İbn Mesud, Ebu Dehdah’ın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve bağı içindeki evde ailesiyle birlikte oturduğunu söyler. Bu hadiseden sonra Ebu Dehdah evine gelir ve hanımına:

“- Ey Dehdah’ın annesi! Bu bağı ve evi boşaltacağız. Çünkü ben bu bağı Allah’a borç verdim” der. Hanımı da ona:

“- Ey Ebu Dehdah, çok kârlı bir alış veriş yaptın” diye cevap verir. Daha sonra da eşyalarını ve çocuklarını alarak bağdaki evi boşaltırlar. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, IV, 307)

Efendimiz (s.a.s.) şöyle haber verir:

“İnsanlara borç para veren bir adam vardı. O, hizmetçisine şöyle derdi:
«–Darda kalmış bir fakire vardığında onu affediver; umulur ki Allah da bizim günahlarımızı affeder.»

Nihâyet o kişi Allah’a kavuştu ve Allah Teâlâ onu affetti.”
(Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Müsâkât 31)

Verilen borcun “karz-ı hasen” olması için şu on vasfı taşıması gerekir:

Sarf edilecek mal, helâl maldan olmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ temizdir, temiz olmayanı sevmez.
Kişinin sahip olduğu malın en iyisinden olmalıdır.
Karz-ı hasen sahibi sıhhatli, yaşama ümidi besleyen, fakirlik korkusu içinde tutumlu hareket eden birisi olmalıdır.
Malı, en muhtaç ve en uygun olana vermelidir.
Verdiği malı, gizlemeli, açığa vurmamalıdır.
Arkasından başa kakmamalı, eziyet etmemelidir.
Maksadı, sırf Allah rızâsı olmalıdır.
Verdiği çok olsa da az ve ehemmiyetsiz görmelidir.
En sevdiği malından vermelidir.
Malı, fakire evine götürerek vermek suretiyle onu en fazla memnun edecek yöntemi seçmelidir.

Çünkü âhiret hayatında sonsuz nimetlere erebilmenin yolu canı, malı ve bütün imkânları Allah’ın istediği doğrultuda kullanmaktan geçmektedir:

12. Kıyâmet günü mü’min erkekleri ve mü’min kadınları görürsün ki, iman ve sâlih amellerinin nurları önlerinde ve sağ taraflarında onları aydınlatmaktadır. Melekler onlara: “Bugün sizin müjdeniz, içlerinde ırmaklar akan cennetlerdir; orada ebedî kalacaksınız. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur!” derler.

Resûlullah (s.a.s.) bir defasında:

“- Ben kıyamet günü secdeye izin verileceklerin ilkiyim, izin verilip de başını kaldıracakların da ilkiyim. Başımı kaldırıp önüme, arkama, sağıma ve soluma bakarım; bakınca bütün ümmetlerin arasında ümmetimi tanırım” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:

“- Yâ Rasûlellah! Nûh (a.s.)’dan ümmetine kadar bütün ümmetleri nasıl tanırsın” diye sorduklarında şöyle cevap verdi:

“- Onları abdestin tesiriyle alınları, elleri ve ayaklarının parıldamasıyla tanırım. Bu durum başka ümmetlerde yoktur. Kitapları sağ taraflarında verilir, onunla tanırım, yüzlerinde secde izlerinden işaretleri vardır, onunla tanırım. Önlerinden, sağ ve sol taraflarından koşan nurlarıyla tanırım.” (Buhârî, Vudû’ 3; Müslim, Tahâret 34, 39)

O gün mü’minlerin önlerinden ve sağlarından koşacak olan nûr hakkında İbn Mes’ud (r.a.) şu açıklamayı yapar: “Onlara amellerine göre nûr verilir ve sıratı geçerler. İçlerinden kimisinin nûru dağ gibi, kimisinin nûru hurma gibidir, kimisinin nûru ayakta duran bir adam gibidir. Nûrları en az olanı ise nûru başparmağının ucunda olanıdır ki bir yanar bir söner.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVII, 290)

Bu nûr, dünyada iken Allah’ı tanımaktan kaynaklanan mârifet nûru da olabilir. Buna göre kıyamet günündeki nûrların miktarı, dünyadaki mârifetullah ölçüsünde olacaktır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIX, 194)

Bu izahlar, âhiret günü mü’minlere verilecek nûrun ışık mânasında olduğunu; kâfir ve münafık herkes karanlıklar içinde iken, mü’minlerin bu nûr sayesinde önlerini görerek yürüyüp sıratı geçeceklerini bildirir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…O gün Allah Peygamber’i ve onunla beraberindeki mü’minleri utandırmayacak, hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Onların nurları önlerinde ve sağlarında koşturup yollarını aydınlatır. Onlar da: “Rabbimiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla! Şüphesiz senin her şeye gücün yeter!” diye dua ederler. (Tahrîm 66/8)

O gün mü’minler önlerinde ve sağlarında koşan nurların ışığında ilerleyip cennete doğru giderken bakalım münafıklar ne durumda:

13. O gün münafık erkekler ve münafık kadınlar, mü’minlere: “Ne olur, bizi bekleyin, bizden tarafa bakın da nûrunuzdan istifade edelim” derler. Onlara: “Başarabilirseniz dünyaya geri dönün de, orada bir nûr edinin!” denilir. Derken, mü’minlerle aralarına bir duvar çekilir. Bu duvarın aralığından münafıkların pişmanlık içinde mü’minleri izleyecekleri bir kapısı vardır; o kapının mü’minlerin bulunduğu iç tarafında rahmet, münafıklara bakan dış tarafında ise azap vardır.

Mahşer günü münafıklar, mü’minlerin aksine karanlıklar içinde kalacaklardır. Mü’minlerden nur talebinde bulunacaklar; “Ne olur, bizi bekleyin, bizim tarafa şöyle bir yönelin de nurunuzdan istifade edelim” diye yalvaracaklar. Fakat bu istekleri sonuçsuz kalacak. Hatta pişmanlıklarını daha da artırmak için ya melekler veya mü’minler tarafından, alayvârî ve azarlayıcı bir edayla, kendilerine tekrar dünyaya dönmeleri, eğer mümkünse gidip orada nur aramaları söylenecektir. Yahut, yine onlarla eğlenmek maksadıyla, arkalarını kuşatmış olan karanlıktan medet ummaları tavsiye edilecektir. Geriye döndüklerinde ise mü’minlerle kendi aralarına bir set çekilecek. Bu setin sadece bir kapısı olacak. Mü’minler bu kapıdan cennete girecekler, münafıklar ise kapının dışında kalacaklar. Kapının veya setin iç tarafı cennettir. Orada mü’minler için büyük bir rahmet tecellisi vardır. Dış tarafı ise cehennemdir. Orada münafıklara müstahak oldukları azap ulaşacaktır.

Münafıkların böyle fecî bir âkıbete uğramalarının sebepleri şunlardır:

Dünyada zâhiren “inandık” derler, mü’minlerle beraber bulunurlardı. Fakat kalplerinde nifak ve küfür vardı. Münafıklık yaparak kendi başlarını belâya sokmuşlar, fitneye düşürmüşler ve kendi kendilerini helake sürüklemişlerdi.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in ve mü’minlerin başlarına bir musibetin gelmesini beklemişlerdi. Bir taraftan kendi menfaatlerini korumak, bir taraftan da mü’minlere kötülük yapmak için fırsat kollamışlardı.

Peygamber ve Kur’an hakkında hep şüphe içinde olmuşlar, bir türlü iman kalplerine yerleşmemişti.

Peygamber (s.a.s.) tebliğinde muvaffak olamayacak, İslâm yayılıp hâkim duruma gelemeyecek diye boş temenni ve kuruntularla kendilerini aldatıp durmuşlardı. Şeytan onları Allah’ın affı ve merhametiyle aldatmış, sonunda ölüm gibi her şeyi bitiren musibetle karşılaşmışlardı.

Öyleyse mü’minler bütün nifak hallerinden uzak durmalı ve özellikle gelen âyette yer alan uyarıya iyi kulak vermelidirler:

14. Münafıklar mü’minlere: “Biz dünyada sizinle beraber değil miydik?” diye bağırırlar. Mü’minler de: “Evet, beraberdiniz! Fakat siz kendi başınızı belâya soktunuz. Mü’minlerin başına musîbetlerin gelmesini bekleyip menfaatinize uygun fırsatlar kolladınız. Sürekli şüphe ve tereddüt içinde bocaladınız. Allah’ın dîni nasıl olsa bir gün sönecek şeklindeki kuruntularınız sizi oyaladı durdu. Derken, Allah’ın ölüm emri geliverdi; böylece o çok aldatıcı olan şeytan, sizi Allah’ın affı ve rahmetiyle aldattı.”

15. “Bugün ne sizden, ne de kâfirlerden hiçbir kurtuluş fidyesi kabul edilmeyecek! Varacağınız yer ateştir ki, size lâyık olan da budur. Ne kötü bir varış yeridir o ateş!”


Mahşer günü münafıklar, mü’minlerin aksine karanlıklar içinde kalacaklardır. Mü’minlerden nur talebinde bulunacaklar; “Ne olur, bizi bekleyin, bizim tarafa şöyle bir yönelin de nurunuzdan istifade edelim” diye yalvaracaklar. Fakat bu istekleri sonuçsuz kalacak. Hatta pişmanlıklarını daha da artırmak için ya melekler veya mü’minler tarafından, alayvârî ve azarlayıcı bir edayla, kendilerine tekrar dünyaya dönmeleri, eğer mümkünse gidip orada nur aramaları söylenecektir. Yahut, yine onlarla eğlenmek maksadıyla, arkalarını kuşatmış olan karanlıktan medet ummaları tavsiye edilecektir. Geriye döndüklerinde ise mü’minlerle kendi aralarına bir set çekilecek. Bu setin sadece bir kapısı olacak. Mü’minler bu kapıdan cennete girecekler, münafıklar ise kapının dışında kalacaklar. Kapının veya setin iç tarafı cennettir. Orada mü’minler için büyük bir rahmet tecellisi vardır. Dış tarafı ise cehennemdir. Orada münafıklara müstahak oldukları azap ulaşacaktır.

Münafıkların böyle fecî bir âkıbete uğramalarının sebepleri şunlardır:

Dünyada zâhiren “inandık” derler, mü’minlerle beraber bulunurlardı. Fakat kalplerinde nifak ve küfür vardı. Münafıklık yaparak kendi başlarını belâya sokmuşlar, fitneye düşürmüşler ve kendi kendilerini helake sürüklemişlerdi.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in ve mü’minlerin başlarına bir musibetin gelmesini beklemişlerdi. Bir taraftan kendi menfaatlerini korumak, bir taraftan da mü’minlere kötülük yapmak için fırsat kollamışlardı.

Peygamber ve Kur’an hakkında hep şüphe içinde olmuşlar, bir türlü iman kalplerine yerleşmemişti.

Peygamber (s.a.s.) tebliğinde muvaffak olamayacak, İslâm yayılıp hâkim duruma gelemeyecek diye boş temenni ve kuruntularla kendilerini aldatıp durmuşlardı. Şeytan onları Allah’ın affı ve merhametiyle aldatmış, sonunda ölüm gibi her şeyi bitiren musibetle karşılaşmışlardı.

Öyleyse mü’minler bütün nifak hallerinden uzak durmalı ve özellikle gelen âyette yer alan uyarıya iyi kulak vermelidirler:
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
16. İman edenlerin, Allah’ın zikri ve Kur’an’dan inen gerçekler karşısında kalplerinin saygı ve ürpertiyle yumuşayıp Allah’ın emirlerine tam teslim olma vakti hâlâ gelmedi mi? Sakın onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar! Çünkü o kitap verilenler, vahye muhatap olmalarının üzerinden belli bir zaman geçince, artık ona olan saygılarını yitirmişler ve neticede kalpleri kaskatı kesilmişti. Onların pek çoğu Allah’a taatten ve dinin sınırlarından çıkmışlardır.

17. Şunu bilin ki Allah, ölümünden sonra yeryüzünü nasıl tekrar diriltiyorsa, aynı şekilde yer gibi katılaşmış kalplerinizi de zikir ve Kur’an tilâvetiyle yeniden diriltir. Şüphesiz biz, aklınızı kullanmanız için kudretimizi gösteren delilleri böylece açıklamış bulunuyoruz.


“İman edenler” ifadesiyle iki farklı gruba hitap edilmiş olabilir:

Birincisi; müslüman olduklarını söyleyerek İslâm saflarına katılan, fakat İslâm’ın derdiyle dertlenmeyen, onun getirdiği mükellefiyetlere kalplerinde yer vermeyen kimselerdir. O dönemde, İslâm’ı yok etmek için hazırlanmış tüm küfür güçleri, henüz yeni teşekkül etmeye başlayan İslâm toplumunu her yanından kuşatmışlardı. müslümanlar her yerde zulüm altında inliyorlardı. Zulüm altında ezilen müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicret etmişlerdi. Ensar dediğimiz Medine’deki müminler ise bir yandan muhacir kardeşlerine yardım ederlerken, diğer yandan kâfirlerle yapılan savaşlarda onca fedakârlıklarda bulunuyorlardı. İşte âyette bahsedilen kimseler, mevcut içler acısı durumu ve olanları açıkça gördükleri halde müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen, hiç aldırış bile etmiyorlardı. Dolayısıyla söz konusu kimseler “Sizler nasıl müslümansınız” denilerek utandırılmaktadırlar. İslâm’ın en nazik döneminde kalpleri Allah’ın zikri ile yumuşamayan, İslâm için kalplerinde hiç fedakârlık hissi duymayan ve İslâm tehdit altındayken bile hiçbir olumlu kıpırdanma göstermeyen bu kimseler, Allah’tan korkmaya ve imanlarının gereğini yerine getirmeye çağrılmaktadır.

İkincisi; hitap tüm sahâbe-i kirâma ve onların şahsında tüm mü’minleredir. Burada bir kınama söz konusudur. Fakat bu kınama, sahâbîlerin dinî heyecanlarında bir düşüş olduğundan dolayı değildir. Bu kınamanın gayesi, imanın kemâlini gösteren amellere sarılarak artık İslâm’ın tüm yönleriyle faaliyete geçmesi için yükseliş aşk ve heyecanını uyandırmak, gelecekte de o heyecanın sönmemesi için şart olan ruhî bir kanuna işaret etmekle yine mü’minleri bu yönde teşvik etmektir. Mü’minlerin kalpleri daima Allah’ı zikretmeye müsait halde olacak, Allah’ın zikri ile yumuşayıp saygı ile dolacak, Hakk’ın indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri hep hatırda tutulacak, hayatımızı yönlendirici ve şekillendirici müessir bir güç olarak hep hazır bulunacaktır. Fakat zamanın geçmesiyle ve vahyin ilk indiği sıralarda uyandırdığı mânevî sıcaklık ve coşkunun zamanla soğumasıyla, kalplerdeki dinî hissiyâtın seviye kaybetmesi ve manevî duygularda bir düşüşün yaşanması söz konusu olabilir. İşte bu noktada Cenâb-ı Hak mü’minleri ikaz etmekte; dinin yaşanması, yaşatılması ve devam ettirilmesi için çok mühim bir iksir olan bu dinî heyecanın aksamadan devam ettirilmesi ve hatta daha da artırılması için yol göstermektedir. Belki ferdi planda bu heyecanı göstermek nispeten kolaydır, fakat onlardan tüm esaslarıyla teşekkül etmiş bir İslâm toplumu olarak, İslâm’ın her türlü emir ve nehiylerini yerine getirmede aynı yüksek heyecanı gösterme başarısını istemektedir. Bu sebeple, Ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanların durumunu ibretli bir misal olarak verir. Çünkü onlar, kutsal kitaplarının inişi ve peygamberlerinin gönderilişi üzerinden belli bir zaman geçince, artık vahyin sıcaklığını hissedemez olmuşlar, kalpleri katılaşmış ve pek çoğu dinîn emirlerini dikkate almaksızın günahlara dalıp doğru yoldan uzaklaşmışlardı. Aynı tehlike İslâm ümmeti için de geçerlidir. Kıyamete kadar hükmünü icrâ edecek böyle bir rûhî kanun vardır. Dikkat edilmediği takdirde bu ilâhî kanunun hükmüne mahkûm olarak, iman ve İslâm gibi en kıymetli sermayeyi elden kaçırma riski bulunmaktadır. Fakat ümitsiz olmamak da lazımdır. Bizim Allah’a ve Kur’an’a sarılıp dirilmeye niyetimiz olduğu takdirde, her ilkbaharda ölü toprağı yeniden dirilten Allah, bizi de, isteyen herkesi de mânen diriltmeye kadirdir.

Şâir Ziyâ Paşa, ilâhî kudretin akıl ötesi tecellîleri karşısında duyduğu hayreti şöyle dile getirir:

“Yâ Rab bu ne izzet-i a’lâdır!
Yâ Rab ne kemâl-i kibriyâdır!
Bir kabza türâba can verirsin,
Toprağa, taşa lisân verirsin.


Ancak kalplerin dirilmesi, orada İslâm, iman ve ihsan coşkusunun oluşması için Allah yolunda fedakârlık yapmak, malı canı o uğurda harcamak lazımdır:

İzzet-i a’lâ: Yüce güç, kuvvet ve kudret.
Kemâl-i kibriyâ: Sınırsız büyüklükte bir kemâl, olgunluk.
Kabza: Avuç.
Türâb: Toprak.

18. Sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlarla Allah’a güzel bir borç verenlere, harcadıkları şey kat kat fazlasıyla geri ödenir. Üstelik onlar için bitmez tükenmez, pek değerli bir mükâfat vardır.

19. Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, Rableri katında özü sözü doğru, bu konudaki hassasiyetleri sebebiyle doğruluk kendilerinde seciye hâline gelmiş kimseler ve hayatlarıyla gerçeğe şâhitlik edenler olarak yazılacak ve öyle muâmele göreceklerdir. Onlar için, kendilerine has mükâfat ve nûr vardır. Buna karşılık inkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da kızgın alevli cehennemin yoldaşları olacaklardır.


Allah Teâlâ, kendi yolunda yapılan fedakârlıkların mükafatlarını dünya ve âhirette kat kat verecektir. Allah’a ve peygamberlerine gerçekten iman edenler, Allah katında “sıddîk” ve “şehîd” mertebesinde olacaklardır. Sıddîk, samimiyetle tasdik eden, imanında en küçük bir tereddüt bulunmayan, sadâkat ve bağlılıkta ileri giden, özü sözü doğru, dürüst kimsedir. Sıddîk, söylediği doğruların aksine davranmaz. Kabul ettiği bir fikri ihlâsla kabul eder ve ona gerçekten inandığını davranışlarıyla ispatlar.

Nitekim Sırrı-i Sakatî (k.s.) sıddîkların ilk hallerini şöyle izah eder:

Elinde ne varsa onu kardeşleriyle paylaşır.
İnsanların durumu neyse, kendisi için de onu ister.
Allah rızâsı için iki işle karşılaşacak olursa, onların en zorunu seçer; isterse o işte can vermek olsun…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 201)

Âyette söz edilen “şehîd” ise Allah yolunda can vermiş kimsedir. Bunlara, “cennetlik olduklarına şâhitlik edildiğinden” veya “hakikatte ölmüş olmayıp kendilerine mahsus bir hayat içinde bulunduklarına şâhitlik edildiğinden” şehîd denmiştir. Şehîd’in “hakka şâhit olan, hakkı gören ve hayatıyla hakkı gösteren” mânası da vardır. Bu mânaya göre bütün mü’minlere “şehîd” denilebilir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Böylece sizi, bütün insanları kontrol edip gözetim altında tutasınız, Peygamber de sizi gözetim altında tutsun diye ölçülü, dengeli ve örnek bir ümmet kıldık” (Bakara 2/143) buyrulur.

Bu mânayı destekler mâhiyetteki bir diğer âyet şöyledir:

“Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştır! Bu, Allah’ın bahşettiği çok büyük bir lutuftur. Ona kimlerin lâyık olduğunu ve bunların derecesini Allah’ın bilmesi yeter!” (Nisâ 4/69-70)

Zikri geçen âyet-i kerîmelerin ve yapılan izahların bir hülasası ve işin neticesinin açık bir beyânı sadedinde Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“- Cennetlikler, kendilerinden yüksekteki köşklerde oturanları, aralarındaki derece farkı sebebiyle, sizin sabaha karşı doğu veya batı tarafında, gökyüzünün uzak bir noktasında batmak üzere olan parlak ve iri bir yıldızı gördüğünüz gibi göreceklerdir.”

Bunun üzerine ashâb-ı kirâm:

“- Yâ Resûlallah! O yerler, başkalarının ulaşamayacağı sadece peygamberlere âit köşkler olmalı” dediler. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, o yerler, Allah’a iman edip peygamberlere bütün benlikleriyle inanan kimselerin yurtlarıdır.” (Buhârî, Bed‘u’l-halk 8; Müslim, Cennet 11)

Ancak Allah’a ve Resûlü’ne iman, sadakat ve hakka şâhit olmanın yolu, dünyanın mânasını tam olarak kavramak, onun süsüne aldanmayıp eldeki imkânları Allah’a kulluk için haracaktan geçer:
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
20. İyi bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundan, bir eğlenceden, bir süs ve gösterişten, aranızda bir öğünmeden, mal ve evlatta çokluk yarışından ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibi ki, onun bitirdiği ekinler çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kuruyuverir de sen onu sapsarı kesilmiş görürsün. Ardından da çerçöp hâline gelirler. Âhirette kâfirlere şiddetli bir azap, mü’minlere ise Allah’tan bir bağışlama ve rızâ vardır. Evet, dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.

21. O halde tevbe ve sâlih amellerle sizi Rabbinizin bağışlamasına eriştirecek sebeplere ve Allah ile peygamberlerine gerçekten inanmış olanlar için hazırlanmış bulunup, genişliği gökle yerin genişliği gibi olan bir cennete yarışırcasına koşuşun. Bu, Allah’ın bir lutfudur ki onu dilediğine verir. Gerçekten Allah büyük lutuf sahibidir.


Dünya hayatı kısadır, geçicidir. Hem sefâsı hem cefâsı, hem faydası hem de zararı fânîdir. Bunun içinde bir insan ömrü ise zikre değmeyecek derecede kısadır. Cenâb-ı Hak bunu, her insanın kolaylıkla anlayabileceği yağmur-ekin misaliyle anlatır. Buna mukâbil âhiret hayatı ise ebedîdir. Hem mükâfatı hem cezası, hem ıkâbı hem rızâsı sonsuzdur. Dolayısıyla geçici olan dünya hayatına aldanarak, onu elde tutabilme gayretiyle Allah Teâlâ’nın infak, cihad, malı ve canı İslâm yolunda harcama gibi emirlerini terk etmemek gerekir. Çünkü mü’min için hedef dünya değil âhirettir. Dünyanın oyun ve eğlencesine takılmak değil, tüm imkânları ve fırsatları âhiret sermâyesi hâline getirebilmektir.

Şâirin şu beyti ne kadar ikaz edicidir:

“Müft mesken sanur cihânı kişi
Nakd-i ömrün verir kirâ yerine.”
(Abdî)

“Zavallı insanoğlu, dünyayı bedâva oturulacak bir ev zanneder. Halbuki bütün ömrünü kirâ bedeli olarak para gibi harcamaktadır, ama farkında değildir.”

Bu hususta Hz. Ali şu nasihatte bulunur:

“Dünyaya üzülme! Çünkü dünya altı şeyden ibarettir: Yiyecek, içecek, giyecek, koklanacak, binecek ve evlenilecek şeyler. En güzel yiyeceği baldır, o ise bir tür sineğin tükürüğüdür. En bol içeceği sudur, bütün canlılar bu hususta birbirine eşittir. En üstün giyeceği ipektir, bu ise bir kurtçuğun dokumasıdır. En üstün kokusu misktir, bu da bir farenin kanıdır. En üstün bineği attır, yiğitler onun sırtında öldürülür. Nikâhlanacaklara gelince, onlar da kadınlardır. Bu ise aslında bir sidik yolunun, bir sidik yolunda olması demektir. Allah’a yemin ederim ki, kadın en güzel yerini süslemekle birlikte, onun en çirkin yeri arzu edilir.” (Kurtubî, el-Câmi‘, XVII, 255)

Dünya hayatının aldatıcı bir menfaat olması, âhiret hayatını istemekten alıkoyması sebebiyledir. Yoksa Allah Teâlâ’nın rızâsına ve âhiretin kazanılmasına vesile edinilmesi durumunda o, en güzel menfaat haline gelir. O halde çok kimsenin aldandığı bir aldanma menfaati olan dünya hayatına kanmamak, aksine onu Rabbin rızâsı istikâmetinde en faydalı bir şekilde değerlendirmek gerekir. Bunu başarabilmek için de onun geçici zevklerine kapılmayıp, sonunda mutlaka vuku bulacak ayrılık endişesi ile bir taraftan âhiretteki şiddetli azabı, bir taraftan da Allah tarafından bağışlanma ve hoşnutluğu düşünmeli; yalnız azap korkusu ile değil, o bağışlanma ve hoşnutluğa layık bir aşk ve muhabbet ile âhiret için çalışmalı, genişliği gökle yerin genişliği gibi olan cennetlere doğru koşmalı, bunu yaparken de önceki “sâbikûn” olanları geçmek için yarışmalı, o büyük hedefe ermek için koşturmalıdır. (bk. Âl-i İmran 3/133-134)

Fakat bu yolda koştururken fânî hayatın bir gereği olarak şu husus da gözardı edilmemelidir:

22. İster kıtlık, kuraklık, deprem gibi yeryüzünde meydana gelen bir musîbet olsun, ister hastalık, açlık, ölüm gibi kendi canlarınızda, onu daha biz yaratmadan önce o bir kitapta yazılıdır. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.

23. Elinizden giden şeylere üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle de şımarmayasınız diye böyle yaptık. Çünkü Allah, büyüklük taslayan ve insanlara karşı böbürlenen hiç kimseyi sevmez.

24. Böyle kimseler, kendileri cimrilik ettikleri gibi, insanlara da cimriliği öğütlerler. Fakat kim Allah’ın buyruklarından yüz çevirirse, iyi bilsin ki, Allah’ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur; O her türlü övgüye lâyıktır.


Allah Teâlâ’nın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmada, mağfiret ve cennet için yarışa cesaret edip başkalarını geçmek üzere müsâbakaya girmede bir takım dünyevî zorluklar, zararlar, sıkıntılar ve musîbetlerle karşılaşmak mukadderdir. Bunlar ya insanın yaşadığı yer veya bizzat kendi nefsine taalluk eden musibetler olabilir. Yerle ilgili musîbetler kuraklık, kıtlık, hayvanlara veya ürünlere ârız olan âfetler, evlerin yıkılması, yanması, arazinin zâyi olması, deprem ve benzeri gibi zararlardır. Nefislerdeki musibetler ise ölüm, hastalık, yara, bere, kırık, hapis, işkence, açlık, susuzluk gibi canlara ârız olabilecek acılardır. Bunlar henüz meydana gelmeden çok önce Allah Teâlâ tarafından Levh-i Mahfuz’a yazılmıştır. Kimin başına nelerin geleceği en ince ayrıntısına kadar alın yazısı olarak tespit edilip kayda geçirilmiştir. Bunları yazmak ve yazılanları gerçekleştirmek Cenâb-ı Hak için pek kolaydır. Yazılanlar, hayırda yarışanların ve cennete koşanların başına geleceği gibi, kaçanların da, oturup zevk ve eğlencelerine bakanların da başlarına gelecektir. O halde bunları bahane ederek yapılması gerekenleri yapmaktan geri durmamalı, hatta bu hususta daha da gayretli olmalıdır. Kalbini zahiren hayır veya şer görüntüsü içinde vuku bulan hadiselerden ziyade Allah’a bağlamak, insan olmak hasebiyle müteessir olunsa da olaylar karşısında muvazeneyi bozmadan yola devam etmek gerekir. Ne kaybedilen şey sebebiyle neşet eden üzüntünün ıstırabına, ne de elde edilen menfaatten doğan sevincin gurur ve heyecanına kendini kaptırmak doğru olmaz. Hepsinin Allah’tan geldiğini ve içinde nice hikmetler olduğunu bilerek, her iki halde de gönlü Allah’ın mağfiret ve rızâsı sevincine bağlayıp huşu ve rızâ hisleriyle sadece kulluk vazifesinin derdinde olunmalıdır. Abdullah b. Abbas (r.a.)’nın şu sözü ne kadar güzeldir:

“Olaylar karşısında duruma göre sevinmeyen ve üzülmeyen kimse yoktur. Mühim olan, kişinin başına gelen musibeti sabır, hayrı da şükür ile karşılamasıdır.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXVII, 305)

Şâir der ki:

“Oldu olacak, olmayacak olmadı aslâ
Âlemde nice yok yere sa‘y ü hazer ettim.”
(Tayyar Paşa)

“Ömrüm boyunca lüzumsuz yere çırpındım durdum. Olmasını arzu ettiğim şeylerin peşinden koştum; vukuunu istemediğim işlerden kaçmaya uğraştım. Fakat hepsi nâfile… Allah’ın takdirinde nasıl tâyin ve tespit edilmiş ise, her iş o ilâhî programa göre tahakkuk ve tecelli etti. «Olacak» diye yazılmış iseler hepsi oldu. «Olmayacak» diye yazılanların ise hiçbiri olmadı.”

Ebû Osmân el-Hîrî (r.h.) der ki:

“İnsan kemâl derecesini bulmak istiyorsa, kalbinde şu dört şey eşit olacaktır:

اَلْمَنْعُ (men‘): Yani elden alınan veya elde edilecek bir şeyin verilmeyişi ile,
اَلْعَطَاءُ (atâ): Yani bir şeyin verilişi… Bu ikisi bir olacak. Ne ona gücenme olacak, ne buna güvenme ve sevinme…
اَلْعِزَّةُ (izzet): İnsanın kalbinde bu izzet hâli ne kadar yer işgal ediyorsa; aksi olan:
اَلذِّلَّةُ (zillet): Ondan daha farklı bir yer tutmayacak.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 288)

Bunun içindir ki, kadere teslimiyet göstermeme, insanda Allah’ın sevmediği bir kısım vasıfların ortaya çıkmasına sebep olur. Bunlardan biri, kendinde bir fazilet tahayyül edip kibirlenmek, kendini beğenmek; diğeri de kendini üstün bilip başkalarını değersiz görerek övünmektir. O halde bir taraftan Allah’ın razı olacağı işler yaparken, bir taraftan da Allah’ın sevmediği kendini beğenme, böbürlenme, çokça övünme, büyüklenme, cimrilik yapma ve başkalarına cimriliği öğütleme gibi kötü sıfatlardan uzak durulmalıdır. Çünkü bunlar, kalplerine imanın halâvet ve neş’esi yerleşmeyen münafık karakterli insanların mezmûm vasıflarıdır. Şu da bilinmelidir ki, Allah ganîdir; kimsenin kulluğuna ve ibâdetine asla muhtaç değildir. O zatı, en güzel isimleri, sıfatları ve fiilleriyle bizâtihî her türlü övgüye layıktır.

İşte Allah Teâlâ, hayatın bütün yönleriyle bu ilâhî ölçülere göre düzenlenmesi için peygamberleri göndermiştir:
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
25. Biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik ve insanların adâleti ayakta tutmaları için beraberlerinde de kitabı ve adâlet terazisini indirdik. Bir de kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok fayda bulunan demiri indirdik. Allah, bütün bunları, görmedikleri halde kendisine ve peygamberlerine yardım edenleri ortaya çıkarmak için size verdi. Şüphesiz Allah çok kuvvetlidir, karşı gelinemez bir kudrete sahiptir.

Allah Teâlâ gönderdiği her peygambere, tebliğ vazifesini yapabilmesi için şu üç şeyi vermiştir:

اَلْبَيِّنَاتُ (beyyinât): Onların gerçek peygamber olduğunu gösteren açık işaretler, deliller, mûcizeler. Böylece hakkın ve bâtılın ne olduğu delillerle ispat edilmiş; ayrıca itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelât konularında doğru ve yanlış yolun özellikleri açıkça ve hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde açıklanmıştır. Çünkü peygamberler en doğru, en güvenilir rehberlerdir. Sıdk ve emânet onların ayrılmaz vasıflarıdır.
اَلْكِتَابُ (kitap): Doğruyu yanlıştan ayıran bütün bilgiler, insanlığa dünya ve âhiret saadetini kazandıracak hüküm ve hikmetler bu kitaplarda yer almaktadır.
الْم۪يزَانَ (mîzan): Tartı yapıldığında hakla bâtılın, eksik veya fazlanın arasındaki farkı gösteren ölçü demektir. Aynı şekilde itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtta ifrat ve tefrit arasındaki itidal noktalarını ortaya koyan ölçü de buna dâhildir. (bk. Rahmân 55/7-9)

İşte peygamberler bu ilâhî yardımlar sayesinde hem ferdi hayatta hem de içtimâi hayatta adâlet ve nizamı tesis etmeye çalışmışlar, hep haklının yanında olup haksızın karşısında yer almışlar, tüm güçleriyle hak ve adâletin gerçekleşmesi için mücâdele vermişlerdir. Yalnız çoğu zaman sadece delil, bilgi ve hikmetle mücadele etmek, zulme mâni olup hak ve adâleti gerçekleştirmede yeterli olmamaktadır. Halbuki peygamberler sadece “adâleti tebliğ” ile görevlendirilmemişler; bunun yanı sıra “adâleti fiilen gerçekleştirmek”le de mesul tutulmuşlardır. Böyle olunca zaman zaman silahlı mücâdele de kaçınılmaz hale gelmektedir. İşte âyet-i kerîmede “demir”in bu açıdan faydasına dikkat çekilmektedir.

Demir kuvvetli bir madendir. Onda şiddetli bir vuruş gücü vardır. Dolayısıyla bunda zamanın bilim ve teknolojik imkânlarına göre silahlar üretilerek, hakkı kabul etmeyenler bu silahlarla yola getirilmelidir. Resûlullah (s.a.s.) zamanında demirden kılıç, mızrak, zırh gibi silahlar yapılırdı. Şimdi ise tank, füze, uçaksavar, makinalı tüfek gibi pek çok ağır silah yapılmaktadır. Sadece savaşta değil, insan hayatının her alanında demirden çok istifade edilmektedir. Artık günümüzde bıçak, testere, balta, kazma, kürek gibi ev aletleri yanında trenler, otomobiller, uçaklar, gemiler hep demirden yapılmakta; modern apartmanlar, iş yerleri, gök delenler demir sayesinde göklere yükseltilmektedir. Allah Teâlâ demire böyle bir güç ve büyük faydalar vermiştir.

Âyetin üslubundan anlaşılan şudur ki, demirin diğer dünyevî faydaları bir tarafa, Allah Teâlâ mü’minlerden demirden yapılan silahlarla kendi yolunda cihad etmelerini, indirdiği hak ve adâlet düzenini yeryüzüne yerleştirmelerini ve bu hususta Allah’ın dinine ve peygamberine yardım etmelerini istemektedir. Aslında sonsuz kudret ve kuvvet sahibi Allah, kimseden bir şey istemeden hak ve adâleti gerçekleştirmeye elbette kadirdir. Ancak O, kullarını bu yolda imtihan etmekte, hak yolunda fedakârlık yapanları belirleyip onlara âhirette büyük mükafatlar vermek istemektedir. İnsanlığın ilk gününden beri devam eden ve kıyamete kadar da sürecek olan hak ile bâtıl mücâdelesindeki sır ve hikmetin bu olduğu anlaşılmaktadır.

İşte size önceki peygamberlerin hak-hukuk mücadelesinden bir iki kısa örnek:

26. Biz Nûh’u ve İbrâhim’i de peygamber olarak gönderdik; ikisinin neslinden gelenlere de peygamberlik ve kitap verdik. Nesillerinden gelenler içinde doğru yolu bulanlar vardır. Fakat pek çoğu büsbütün yoldan çıkmış kimselerdir.

Önceden gönderilen peygamberlere Hz. Nûh, Hz. İbrâhim örnek verilir. Peygamberlik ve ilâhî kitaplar bu iki peygamberin neslinden gelmiştir. Fakat onların tebliğde bulunduğu insanların da hepsi iman etmemişti. İçlerinden az bir grup doğru yola geldiği halde, pek çoğu günahlara dalıp büsbütün yoldan çıkmışlardı. Yani peygamber apaçık delilleri ortaya koyduğu halde insanların inanmamaları yeni değil, eskiden beri devam edegelen bir durumdur. Burada herkesin inanması için son derece istek ve gayret gösteren Peygamberimiz (s.a.s.)’i bir teselli vardır.

Hz. Nûh ve Hz. İbrâhim’den sonra da aynı çizgiyi devam ettiren pek çok peygamber geldi:

27. Sonra onların ardından peş peşe peygamberlerimizi gönderdik. Arkalarından da Meryem oğlu İsa’yı gönderdik ve ona İncil’i verdik. Onun izinden gidenlerin kalplerine şefkat ve merhamet yerleştirdik. Uydurdukları ruhbanlığa gelince, biz kendilerine onu farz kılmamıştık. Sadece Allah’ın rızâsını kazanmak için bunu kendileri icad ettiler; ne var ki ona da gereği gibi riâyet etmediler. İçlerinde hakkiyle iman etmiş olanlara elbette mükâfatlarını veririz. Fakat onların pek çoğu büsbütün yoldan çıkmış kimselerdir.

Hz. İsa’nın izinden gidenlerin mümeyyiz vasıfları şefkatli ve merhametli olmalarıdır. “Şefkat”, incelik ve yumuşaklıkla kötülükleri savmaktır. “Rahmet” ise yapılan güzel davranışlarla iyiliği ve sevgiyi kazanmaktır. Cenâb-ı Hak bir lutuf olarak onların kalplerine bunu yerleştirdiğini haber vermektedir. Ruhbanlığa gelince, bu Allah Teâlâ’nın onlara farz kıldığı bir şey değildi. Bunu kendileri ihdas etmişlerdi. Bilindiği gibi “ruhbanlık”, hıristiyanların ortaya çıkardığı bir yaşayış tarzıdır. Meşrû dünya zevklerini terk edip evlenmeyerek bütün ömrünü manastırda geçirmektir. Sıkı bir riyâzat hayatıdır. Rivayete göre Hz. İsa’dan sonra ona inananlar zâlim ve despot idareciler tarafından yok edilmeye çalışılmış, yapılan savaşlarda büyük kayıplar vermişlerdi. Hayatta kalanlar, kendilerinin ölmesi durumunda dine davet edecek kimsenin kalmayacağı düşüncesiyle savaş yapmayıp sadece ibâdetle meşgul olmaya başlamışlardı. Böylece fitnelerden uzak durup dinlerini ihlâs ve samimiyetle yaşamaya çalışan bu insanlar, dünyanın bütün zevklerinden, fazla yiyip içmekten ve evlenmekten vazgeçmişler; kendilerini dağlar, mağaralar ve hücrelerde ibâdete vermişlerdi. Fakat bir çoğu buna riâyet edemediler. Hatta Hz. İsa’nın dinini terk ederek hükümdarların dinine girdiler, teslis inancını ortaya attılar. Resûlullah (s.a.s.) gelince onu inkâr ettiler ve benzeri sapıklıklara düştüler.

İslâm dini, ruhbanlığı bütünüyle yasaklamamakla birlikte fazlaca teşvik de etmez. Çünkü onun evrensel ideali, insanın fıtratına yerleştirilen maddî ve manevî bütün kabiliyetlerin meşrû ölçüler içinde geliştirilmesi ve insanda olan tüm duyguların yine meşrû yollarla tatmin edilmesidir. Allah Resûlü (s.a.s.)’ın kavlî beyânları ve fiilî tatbikatı bu konuda en güzel olanı öğretmekte, bize itidal çerçevesinde bir İslâmî hayat anlayışı vermektedir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.): “Her peygamberin bir ruhbanlığı vardır. Bu ümmetin ruhbanlığı da Yüce Allah yolunda cihaddır.” buyurur (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 266)

Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz, kendisine öğüt vermesini isteyen birine şunları söyledi:

“Sana Allah’tan korkmanı tavsiye ederim; çünkü her şeyin başı Allah korkusudur. Sana cihadı tavsiye ederim; çünkü İslâm’ın ruhbanlığı cihaddır. Sana Allah’ı zikretmeni ve Kur’an okumanı tavsiye ederim; çünkü bu senin Allah’ın rahmetini kazanmana ve insanlar arasında hayırla anılmana vesiledir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 82)

İşte şimdi, bütün peygamberlerin insanlığa getirdikleri, fakat daha sonra özünden saptırılıp tanınmaz hale getirilen o saf tevhid inancını yeniden canlandırıp bütün berraklığıyla insanlığa sunan son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’i gönderdik. O hâlde:

28. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve Peygamberi Hz. Muhammed’e iman edin ki size rahmetinden iki kat versin, size aydınlığında yürüyebileceğiniz bir nûr nasip etsin ve sizi bağışlasın. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlayan, sonsuz merhamet sahibidir.

29. Ehl-i kitap da şunu bilsin ki, onların Allah’ın lutf u ihsânından herhangi bir şeye nâil olabilmeleri mümkün değildir. Her türlü lutuf kesinlikle ve sadece Allah’a ait olup onu dilediğine bahşeder. Allah, pek büyük lutuf sahibidir.


Hitap, yahudi ve hıristiyanlar gibi daha önce bir peygambere iman etmiş olanlarla birlikte bütün mü’minleredir. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’i peygamber olarak gönderdikten sonra Ehl-i kitap dâhil bütün insanları ona inanmaya çağırmakta; sahih bir imana sahip olup ebedi kurtuluşa erebilmek için ona imanı şart koşmaktadır. Ancak burada Ehl-i kitap olup Efendimiz (s.a.s.)’e iman edenlere, hususi bir mükâfat müjdesi vardır. Cenâb-ı Hak onlara rahmet hazinesinden iki kat, iki pay, iki nasip verecektir. Birisi önceki peygambere imanın mükâfatı, diğeri de bu Peygamberimiz (s.a.s.)’e imanın mükâfatıdır. (bk. Kasas 28/54) Onlara dünyada aydınlığında doğru yol üzere yürüyecekleri bir hidâyet nûru, âhirette de aydınlığında cennete doğru yürüyecekleri bir nûr lütfedecek ve günahlarını bağışlayacaktır.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Üç kişi vardır ki Allah bunlara iki kat ecir verir: Kitap ehlinden bir kimse hem kendi peygamberine hem de bana inanırsa ona iki ecir vardır. Bir köle hem Allah’ın hem de efendisinin hakkını yerine getirirse ona iki ecir vardır. Câriyesini güzel yetiştirip sonra onu azat eden ve onunla evlenen kimseye de iki ecir vardır.” (Buhârî, Enbiyâ’ 48)

Ehl-i kitap, eğer Efendimiz (s.a.s.)’e inanmazlarsa, şüphesiz kaybedenler kendileri olacaktır. Çünkü kıskançlık ve kuruntuları Allah’ın takdirini değiştirmeyecek, Allah’ın hiçbir lütfuna nâil olma imkânı bulamayacaklardır. Peygamberlik başta olmak üzere bütün lutufların, nimetlerin, iyilik ve ihsanların yegâne sahibi olan Allah Teâlâ, bunu dilediğine verecektir. Ehl-i kitap olanlar dâhil hiç kimse O’nun yapacağı işlere müdahale edemeyecektir.

Allah Teâlâ’nın büyük lutuf sahibi olduğunu haber vererek sona eren Hadîd sûresini, öncelikle Cenâb-ı Hakk’ın mazlum ve çaresiz bir kadın hakkında tecelli eden lütfunun beyânıyla başlayan, sonra da kâfirlere ve münafıklara hadlerini bildirmek suretiyle müminlere dünyada olan lütfuna ve cennet ve rızâsı ile de âhirette olan lütfuna yer veren Mücâdile sûresi takip ediyor:
 
Üst Alt