Yirmi Beşinci Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte şu âyet-i kerîme, mu'cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek, esbâbı müsebbebâta rabt edip en âhirde,
b471.gif
-1- lâfzıyla bir gâyeyi gösterir ki, o gâye, bütün o müteselsil esbâb ve müsebbebât içinde o gâyeyi gören ve tâkip eden gizli bir mutasarrıf bulunduğunu ve o esbâb Onun perdesi olduğunu ispat eder.
Evet,
b472.gif
-2- tâbiriyle bütün esbâbı icad kabiliyetinden azl eder. Mânen der: "Size ve hayvanâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvanâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hubûbâtı yetiştirmekten pekçok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu beyânâttan Rahîm, Rezzâk, Mün'im, Kerîm gibi çok esmânın matlaları görünüyor.
Hem meselâ,

b473.gif

-3-


1- Size rızık olsun diye. (Abese Sûresi: 32.)
2- Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye. (Abese Sûresi: 32.)
3- Görmedin mi ki Allah bulutları dilediği yere sevk eder, sonra onları birleştirir ve üst üste yığar. Sonra da onun arasından yağmur tanelerinin süzüldüğünü görürsün. Gökteki dağ gibi bulutlardan Allah dolu taneleri indirir ki, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri alıverir. • Allah geceyi ve gündüzü birbirine çevirir. Şüphesiz ki bunda gören gözler için bir ibret vardır. • Allah, hareket eden her canlıyı bir çeşit sudan yaratmıştır. Onlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini dilediği şekilde yaratır. Allah'ın kudreti muhakkak ki herşeye yeter. (Nur Sûresi: 43-45.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, şu âyet, mu'cizât-ı rubûbiyetin en mühimlerinden ve hazîne-i rahmetin en acîb perdesi olan bulutların teşkilâtında yağmur yağdırmaktaki tasarrufât-ı acîbeyi beyân ederken, güyâ bulutun eczâları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahate giden neferât misillü, bir boru sesiyle toplandığı gibi, emr-i İlâhî ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra, küçük küçük tâifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları telif edip, kıyâmette seyyar dağlar cesâmet ve şeklinde ve rutûbet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan o sehâb parçalarından, âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat, o göndermekte bir irâde, bir kasd görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, sâfî, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acâib gibi, dağvârî parçalar kendi kendine toplanmıyor; belki, zîhayatı tanıyan Birisidir ki, gönderiyor. İşte şu mesafe-i mâneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbî, Muğîs, Muhyî gibi esmâların matlaları görünüyor.
Sekizinci meziyet-i cezâlet: Kur'ân kâh oluyor ki Cenâb-ı Hakkın âhirette hârika ef'âllerini kalbe kabul ettirmek için ihzâriye hükmünde ve zihni tasdike müheyyâ etmek için, bir idâdiye sûretinde, dünyadaki acâib ef'âlini zikreder; veyahut istikbâlî ve uhrevî olan ef'âl-i acîbe-i İlâhiyeyi öyle bir sûrette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazîreleriyle onlara kanaatimiz gelir.
Meselâ,
b474.gif
-1-
tâ sûrenin âhirine kadar.

İşte şu bahiste, haşir meselesinde, Kur'ân-ı Hakîm, haşri ispat için yedi sekiz sûrette muhtelif bir tarzda ispat ediyor.
Evvelâ neş'e-i ûlâyı nazara verir, der ki: "Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş'etinizi görüyorsunuz; nasıl oluyor ki, neş'e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz. O, onun misli, belki daha ehvenidir."
Hem, Cenâb-ı Hak insana karşı ettiği ihsanât-ı azîmeyi
b475.gif
-2- kelimesiyle işaret edip, der: "Size böyle nimet eden Zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız."
Hem, remzen der: "Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip, istib'âd ediyorsunuz. Hem, semâvât ve arzı halk eden, semâvât ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mâl eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczâsıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhûde yapar mı zannedersiniz?"


1- Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarattık da, sonra o Bize apaçık bir düşman kesiliverdi. (Yâsin Sûresi: 77.)
2- Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır. (Yâsin Sûresi: 80.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Der: "Haşirde sizi ihyâ edecek Zât, öyle bir Zâttır ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i
b473.gif
-1-'e karşı kemâl-i inkıyad ile serfürû eder. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvanâtı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı,
b477.gif
-2- deyip, kudretine karşı tâciz ile meydan okunmaz."
Sonra,
b478.gif
-3- tâbiriyle, "Herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sayfaları gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapar onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir."
Mâdem böyledir, bütün delâilin neticesi olarak,
b479.gif
-4- yani, "Kabirden sizi ihyâ edip, haşre getirip, huzur-u kibriyâsında hesâbınızı görecektir."
İşte şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyyâ etti, kalbi de hazır etti. Çünkü, nazâirini, dünyevî ef'âl ile de gösterdi.
Hem kâh oluyor ki, ef'âl-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevî nazâirlerini ihsâs etsin; tâ istib'âd ve inkâra meydan kalmasın. Meselâ,
b574.gif
-5- (ilâ âhir) ve
b575.gif
-6- (ilâ âhir) ve
b576.gif
-7-
İşte, şu sûrelerde Kıyâmet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufât-ı Rubûbiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazîrelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için, birtek kelimeyi numûne olarak göstereceğiz.
Meselâ,
b577.gif
-8- kelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin bütün a'mâli bir sayfa içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele kendi kendine çok acâib olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat, sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların nazîresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf nazîresi pek zâhirdir.


1- "Ol!" der; oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)
2- Kemikleri kim diriltecek? (Yâsin Sûresi: 78.)
3- Şânı ne yücedir Onun ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. (Yâsin Sûresi: 83.)
4- Ve siz de Ona döndürüleceksiniz. (Yâsin Sûresi: 83.)
5- Güneş dürülüp toplandığında. (Tekvir Sûresi: 1.)
6- Gök yarıldığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1.)
7- Gök yarıldığında. (İnşikak Sûresi: 1.)
8- Amel defterleri açıldığında. (Tekvir Sûresi: 10.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Çünkü, her meyvedar ağacın, ya çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihât etmiş ise ubûdiyetleri var. İşte onun, bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve sûret lisâniyle, gayet fasîh bir sûrette, analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a'mâlini eşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakîmâne, hafîzâne, müdebbirâne mürebbiyâne, latîfâne şu işi yapan Odur ki, der:
b577.gif

Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbât et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz. İşte,
b485.gif
, şu kelâm, tekvir lâfzıyla, yani "sarmak ve toplamak" mânâsıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazîrini dahi îmâ eder.
Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esîr ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misâl bir lâmbayı, hazîne-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.
İkinci: Veya, ziyâ metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyâyı zulmetle münâvebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alış verişini az yapar, kâh olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muâmelesini bir derece çeker, metâını ve muâmelât defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisâl edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyâyı emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, "Haydi, yerde işin kalmadı," der, "Cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir memur-u musahharı sadâkatsizlikle tahkir edenleri yak" der.
b576.gif
fermanını, lekeli siyah yüzüyle, yüzünde okur.
Dokuzuncu nükte-i belâgat: Kur'ân-ı Hakîm, kâh olur cüz'î bâzı maksadları zikreder. Sonra o cüz'iyât vâsıtasıyla küllî makamda zihinleri sevk etmek için, o cüz'î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan Esmâ-i Hüsnâ ile takrîr ederek tespit eder, tahkik edip ispat eder. Meselâ,

b487.gif
-1-


1- Kocası hakkında defalarca sana müracaat eden ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitti. Zâten Allah sizin konuşmalarınızı işitiyordu. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla görür. (Mücâdele Sûresi: 1.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, Kur'ân der: "Cenâb-ı Hak, Semî-i Mutlaktır, herşeyi işitir, hattâ en cüz'î bir mâcera olan ve zevcinden teşekkî eden bir zevcenin sana karşı mücâdelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en latîf cilvesine mazhar ve şefkatin en fedâkâr bir hakikatine mâden olan bir kadının haklı olarak zevcinden dâvâsını ve Cenâb-ı Hakka şekvâsını umûr-u azîme sûretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle ciddiyetle bakar."
İşte, bu cüz'î maksadı küllîleştirmek için, mahlûkatın en cüz'î bir hâdisesini işiten, gören kâinatın daire-i imkânîsinden hariç bir zât, elbette herşeyi işitir, herşeyi görür bir Zât olmak lâzım gelir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum küçük mahlûkların dertlerini görmek, feryadlarını işitmek gerektir. Dertlerini görmeyen, feryadlarını işitmeyen, Rab olamaz. Öyle ise,
b488.gif
-1- cümlesiyle iki hakikat-i azîmeyi tespit eder.
Hem meselâ,

b489.gif

-2-
İşte Kur'ân, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mi'racının mebdei olan Mescid-i Haramdan, Mescid-i Aksâya olan seyerânını zikrettikten sonra,
b490.gif
-3- der.
b491.gif
-4-'deki zamir, ya Cenâb-ı Hakkadır veyahut Peygamberedir.
Peygambere göre olsa, şöyle oluyor ki: "Bu seyahat-i cüz'îde, bir seyr-i umumi, bir urûc-u küllî var ki, tâ Sidretü'l-Müntehâya, tâ Kâb-ı Kavseyne kadar, merâtib-i külliye-i esmâiyede gözüne, kulağına tezâhür eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acâib-i san'at-ı İlâhiyeyi işitmiş, görmüştür" der. O küçük, cüz'î seyahati, küllî ve mahşer-i acâib bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.
Eğer zamir, Cenâb-ı Hakka râcî olsa, şöyle oluyor ki: "Bir abdini, bir seyahatte huzuruna dâvet edip bir vazife ile tavzif etmek için, Mescid-i Haramdan mecmâ-ı enbiyâ olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyâlarla görüştürüp, bütün enbiyâların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kâb-ı Kavseyne kadar mülk ü melekûtunda gezdirdi."
İşte, çendan o zât bir abddir, bir mi'rac-ı cüz'îde seyahat eder; fakat, bu abdde bütün kâinata taallûk eden bir emânet beraberdir, hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem, saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak kendi zâtını, bütün eşyayı işitir ve görür sıfatıyla tavsif eder; tâ, o emânet, o nur, o anahtarın cihanşümûl hikmetlerini göstersin.


1- Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla görür. (Mücâdele Sûresi: 1.)
2- Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir. (İsrâ Sûresi: 1.)
3- Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir. (İsrâ Sûresi: 1.)
4- Şüphesiz O. (İsrâ Sûresi: 1.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem meselâ,

b492.gif

-1-
İşte, şu sûrede, "Semâvât ve arzın Fâtır-ı Zülcelâli, semâvât ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ı kemâlini göstermekle, hadsiz seyircilerinden Fâtırına hadsiz medh ü senâlar ettiriyor; ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmiş ki, semâ ve zemin, bütün nimetlerin ve nimetdîdelerin lisânlarıyla, o Fâtır-ı Rahmânına nihayetsiz hamd ve sitâyiş ederler" dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtırın verdiği cihazât ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla, hayvanât ve tuyûr gibi, semâvî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayerân etmek için o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-ı Zülcelâl, elbette herşeye kâdir olmak lâzım gelir. Bir sineğe, bir meyveden bir meyveye; bir serçeye, bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühreden Müşteriye, Müşteriden Zühale uçacak kanatları O veriyor.
Hem, melâikeler sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır değiller, bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyâde yıldızlarda bulunduğuna işaret,
b493.gif
-2- kelimeleriyle tafsil verir. İşte şu hâdise-i cüz'iye olan "Melâikeleri kanatlarla teçhiz etmek" tâbiriyle gayet küllî ve umumi bir azamet-i kudretin destgâhına işaret ederek,
b494.gif
-3- fezlekesiyle tahkik edip, tespit eder.
Onuncu nükte-i belâgat: Kâh oluyor, âyet, insanın isyankârâne amellerini zikreder, şedid bir tehdit ile zecreder. Sonra, şiddet-i tehdit ye'se ve ümitsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esmâ ile hâtime verir; teselli verir.


1- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet o Allah'a mahsustur ki, gökleri ve yeri yoktan yaratmış, melekleri de ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılmıştır. O, yarattıkları için neyi dilerse onu arttırır. Muhakkak ki Allah herşeye hakkıyla kâdirdir. (Fâtır Sûresi: 1.)
2- İkişer, üçer, dörder. (Fâtır Sûresi: 1.)
3- Muhakkak ki Allah herşeye kâdirdir. (Fâtır Sûresi: 1.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ,

b495.gif

-1-
İşte şu âyet der ki: "De: 'Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette Arş-ı Rubûbiyetine el uzatıp müdâhale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki, yedi tabaka semâvâttan tâ hurdebînî zîhayatlara kadar herbir mahlûk, küllî olsun cüz'î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle o Esmâ-i Hüsnânın müsemmâ-i Zülcelâlini tesbih edip, şerik ve nazîrden tenzih ediyorlar.'
Evet, nasıl ki semâ güneşler, yıldızlar denilen nurefşan kelimâtıyla, hikmet ve intizamıyla Onu takdîs ediyor, vahdetine şehâdet ediyor; ve cevv-i hava dahi, bulutların sesiyle, berk ve ra'd ve katrelerin kelimâtıyla Onu tesbih ve takdîs ve vahdâniyetine şehâdet eder; öyle de, zemin, hayvanât ve nebâtât ve mevcudât denilen hayattar kelimâtıyla Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih ve tevhid etmekle beraber; herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtıyla, yine tesbih edip birliğine şehâdet eder. Öyle de, en küçük mahlûk, en cüz'î bir masnu', küçüklüğü ve cüz'iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pekçok esmâ-i külliyeyi göstermek ile, Müsemmâ-i Zülcelâli tesbih edip vahdâniyetine şehâdet eder.
İşte, bütün kâinat birden, bir lisân ile, müttefikan Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih edip vahdâniyetine şehâdet ederek, kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubûdiyeti kemâl-i itaatle yerine getirdikleri halde, şu kâinatın hulâsası ve neticesi ve nazdar bir halîfesi ve nâzenin bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak, ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şâyeste olduğunu ifade edip bütün bütün ye'se düşürmemek için, hem şunun gibi nihayetsiz bir cinâyete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhâr-ı Zülcelâl nasıl meydan verip kâinatı başlarına harab etmediğinin hikmetini göstermek için
b496.gif
-2- der. O hâtime ile hikmet-i imhâli gösterip, bir ricâ kapısı açık bırakır.


1- Deki: Eğer onların dedikleri gibi, Allah ile beraber başka ilâhlar da bulunsaydı, Arşın sahibi olan Allah'a üstün gelmek için elbette bir yol ararlardı. • Allah, onların söyledikleri şeylerden pek münezzehtir ve pek büyük bir yücelikle yücedir. • Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin; lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz ki O halîmdir, ceza vermekte acele etmez; gafûrdur, günahları çokça bağışlar. (İsrâ Sûresi: 42-44.)
2- Şüphesiz ki O halîmdir, ceza vermekte acele etmez; gafûrdur, günahları çokça bağışlar. (İsrâ : 44.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte şu on işârât-ı i'câziyeden anla ki, âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelerde, çok reşahât-ı hidâyetiyle beraber çok lemeât-ı i'câziye vardır ki, büleğâların en büyük dâhîleri şu bedî üsluplara karşı, kemâl-i hayret ve istihsanlarından, parmağını ısırmış, dudağını dişlemiş,
b497.gif
-1- demiş;
b498.gif
-2-'ya hakkalyakîn olarak İmân etmişler. Demek bâzı âyette, bütün mezkûr işârâtla beraber, bahsimize girmeyen çok mezâyâ-i âheri de tazammun eder ki, o mezâyânın icmâında öyle bir nakş-ı i'câz görünür ki, kör dahi görebilir.
İkinci Şûlenin Üçüncü Nuru Şudur ki: Kur'ân, başka kelâmlarla kâbil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma. Mâdem kelâm, kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır; Kur'ân'ın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, mâdem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emir ve nehiy ise, mütekellimin derecesine göre irâde ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukâvemetsûz olur, maddî elektrik gibi tesir eder; kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezâyüd eder.
Meselâ,
b499.gif
-3- yani "Yâ arz! Vazifen bitti; suyunu yut. Yâ semâ! Hâcet kalmadı; yağmuru kes."
Meselâ,

b500.gif
-4-
yani, "Yâ arz, yâ semâ! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp, vücudda meşhergâh-ı san'atıma geliniz" dedi. Onlar da, "Biz kemâl-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi Senin kuvvetinle göreceğiz." İşte kuvvet ve irâdeyi tazammun eden hakiki ve nâfiz şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra insanların,

b501.gif
-5-
gibi sûret-i emirde cemâdâta hezeyanvârî muhâveresi hiç o iki emre kâbil-i kıyas olabilir mi? Evet, temennîden neş'et eden arzular ve o arzulardan neş'et eden fuzûliyâne emirler nerede, hakikat-i âmiriyetle muttasıf bir âmirin iş başında hakikat-i emri nerede? Evet, emr-i nâfiz, büyük bir âmirin mutî ve büyük bir ordusuna "Arş!" emri nerede? Ve şöyle bir emir, âdi bir neferden işitilse-iki emir sûreten bir iken mânen bir neferle bir ordu kumandanı kadar farkı var.



1- Bu hiçbir beşerin sözü olamaz.
2- O ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Sûresi: 4.)
3- (Hûd Sûresi: 44.)
4- Ona ve Arza "İsteseniz de istemeseniz de, ikiniz birden emrime uyun" buyurdu. Onlar da "İsteyerek uyduk" dediler. (Fussilet Sûresi: 11.)
5- Ey yer, yerinde dur. Ey gök, parçalan. Ey Kıyâmet, kop.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meselâ,

b502.gif
-1-
Hem meselâ,

b503.gif
-2-
Şu iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nevindeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin güneşe nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet, hakiki bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve hakiki bir san'atkârın işlediği vakit san'atına dâir verdiği beyânâtı ve hakiki bir mün'imin ihsan başında iken beyân ettiği ihsanâtı, yani, kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: "Bakınız, işte bunu yaptım. Böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak. Bunun için işte bunu böyle yapıyorum."
Meselâ,

b504.gif

-3-
Kur'ân'ın semâsında şu sûrenin burcunda parlayan yıldız-misâl Cennet meyveleri gibi şu tasvirâtı, şu ef'âlleri içindeki intizam-ı belâgatla çok tabaka delâilini zikredip, neticesi olan haşri
b505.gif
-4- tâbiri ile ispat edip, sûrenin başında haşri inkâr edenleri ilzam etmek nerede; insanların, fuzûliyâne, onlarla teması az olan ef'âlden bahisleri nerede? Taklid sûretinde çiçek resimleri, hakiki, hayattar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz!


1- Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece "Ol" demektir; o da oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)
2- Meleklere "Âdem'e secde edin" dediğimizde .. (Bakara Sûresi: 34.)
3- Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl binâ edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. • Yeryüzünü döşedik, onda sabit dağlar yarattık, onda her güzel çiftten bitkiler yeşerttik. • Hakka yönelen her bir kul için bunlar görüp ibret alınacak delillerdir. Gökten de bereketli bir su indirdik ve kullar için rızık olsun diye onunla bağları, daneli ekinleri, salkımları üst üste binmiş yüksek hurma ağaçlarını bitirdik. O suyla ölü bir beldeye can verdik. İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır. (Kaf Sûresi: 6-11.)
4- İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır. (Kaf Sûresi: 6-11.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Şu
b506.gif
'dan, tâ
b507.gif
'a kadar güzelce meâli söylemek çok uzun gider. Yalnız bir işaret edip geçeceğiz. Şöyle ki:
Sûrenin başında, küffar, haşri inkâr ettiklerinden, Kur'ân onları haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemât eder, der: "Âyâ, üstünüzdeki semâya bakmıyor musunuz ki, Biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir sûrette binâ etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki, nasıl yıldızlarla, ay ve güneş ile tezyin etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tespit etmişiz, denizin istilâsından muhâfaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadrevâtı, nebâtâtı halk ettik, yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette semâ cânibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, hubûbâtı, yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halk edip, ibâdıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz, o su ile ölmüş memleketi ihyâ ediyorum, binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtâtı kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurûcunuz da böyledir. Kıyâmette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız."
İşte şu âyetin ispat-ı haşirde gösterdiği cezâlet-i beyâniye-ki binden birisine ancak işaret edebildik-nerede, insanların bir dâvâ için serd ettikleri kelimât nerede?
Şu risâlenin başında, şimdiye kadar tahkik nânıma bîtarafâne muhâkeme sûretinde, Kur'ân'ın i'câzını muannid bir hasma kabul ettirmek için, Kur'ân'ın çok hukukunu gizli bıraktık. O güneşi, mumlar sırasına getirip muvâzene ediyorduk. Şimdi tahkik, vazifesini ifâ edip, parlak bir sûrette i'câzını ispat etti. Şimdi ise, tahkik nâmına değil, hakikat nâmına, bir iki söz ile, Kur'ân'ın muvâzeneye gelmez hakiki makamına işaret edeceğiz:
Evet, sâir kelâmların Kur'ân'ın âyâtına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir.
Evet, herbiri birer hakikat-i sâbiteyi tasvir eden, gösteren Kur'ân'ın kelimâtı nerede; beşerin, fikri ve duygularının aynacıklarında, kelimâtıyla tersîm ettikleri mânâlar nerede?
Evet, envar-ı hidâyeti ilham eden ve şems ve kamerin Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olan Kur'ân'ın melâike-misâl zîhayat kelimâtı nerede; beşerin, hevesâtını uyandırmak için, sehhâr nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı nerede?
Evet, ısırıcı haşerât ve böceklerin mübârek melâike ve nurânî ruhânîlere nisbeti ne ise, beşerin kelimâtı Kur'ân'ın kelimâtına nisbeti odur.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt