bedirhan.
Aktif Üyemiz
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)
56-VAKİA:
1. O vâkıa meydana gelince, yani kıyamet kopunca. Vâkıa, esasen vukua gelen, vukuu muhakkak olan hadise demektir. Ahid lâmı ile da, kıyametin bir ismidir. Gelecekte muhakkak surette meydana geleceği için bu isim verilmiştir. Şart mânâsını ifade eden zarftır. Âlimlerin çoğu cevabın, korkutmak için hazfedilip, mânânın "kıyamet kopunca neler neler meydana gelecektir!" şeklinde olduğunu söylemişlerse de, esasen cevap şudur:
2. Onun meydana gelmesini yalanlayacak kimse yoktur. Vuku', düşmek anlamını ifade ettiği gibi, vak'a da masdar bina-i merre olarak şiddetli bir düşüş demektir. Sonra yaygın bir şekilde başa çarpan büyük iş mânâsında kullanılmıştır. Bazen de özellikle harbe isim olarak verilmiştir. Kısacası, kıyamet kopmadan önce onu yalanlayan ve inkar edenler bulunursa da, vukuu gerçekleşip bir kere meydana geldi mi, artık onu kimse inkar edemez ve çaresizce tasdik etmeye mecbur olurlar. Başka bir ifade ile onun başa çarpışı yalan olmaz. Değişiminin tesirinden kurtulma imkanı yoktur.
3. İndirdiğini indirir bindirdiğini bindirir. yani bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü devletler yıkan fitneler, ihtilâller, inkılâblar gibi büyük olaylar, azizleri zelil, zelilleri aziz ederek nicelerini aşağı düşürür nicelerini de yükseklere kaldırır. Burada "hafdın" takdim edilmesi, korkuya düşürmek yahut bu nevi olaylarda yıkımın yapımdan önce geldiğini göstermek içindir. Bu âyet , den bedel olarak bir nevi onu tasvir etmektedir. Yahut tenâzu üzere ya bağlıdır. Âyetteki recc, zelzele, şiddetli hareket ve sarsıntı demektir ki, bizim dünya yerinden oynadı sözümüze benzer.
4. Yani üzerindekilerin yıkılacağı şekilde yer dehşetle sarsılıp yerinden oynadığı
5. dağlar da toz duman olup bir serpiliş serpildiği "Dağlar yürütülür, serap haline gelir." (Nebe', 78/20) âyeti tahakkuk edip,
6. hepsi havada uçuşan zerreler haline geldiği
7. siz de üç çift, yani üç sınıf olduğunuz zaman. Âyetteki hitab, tâğlib tarikiyle hem şu andaki hem de geçmiş ümmetlerin hepsine ve bütün insanlara olabilirse de, bazı müfessirlerin kanaatine göre yalnızca şu andaki ümmet için olması, bizce de tercih edilen bir görüştür.
8. O üç sınıf, "Fâ-i tafsıliyye" (açıklama Fâ'sı) ile şöyle beyan ediliyor: Ashab-ı meymene. Meymene, yemin yeri yani sağ kol, sağ taraf yahut meymenet, uğur ve bereket mânâlarına gelir. Sağ taraf, meclis ve mahfellerde saygı ve hürmet mevkii olduğuna göre, "ashab-ı meymene" hürmet makamında bulunan yüksek şeref sahipleri demek olur.
Aynı zamanda bu gibi kimseler hayra yarayan ve kendilerinden istifade edilen faydalı zatlar olmaları sebebiyle meymenetli diye nitelendirilirler. Nitekim kelimenin iki mânâsına da işaret etmek için dikkatler şöyle celbediliyor: Amma ne ashab-ı meymene, yani öyle çok meymenet sahibi zatlar ki uğur ve bereketleri her vechile gıpta ve hayrete şayandır. Kanaatimizce bu vasıf, hitabın şu andaki ümmet için olduğunu hatırlatmaktadır. Yani geçmiş ümmetlerde benzeri bulunmayan ashab-ı meymene demektir.
9. Bunlara mukabil ve ashab-ı meş'eme. Meş'eme, şum yeri, yani sol kol, yahut yümnün (uğurun) zıddı olan şeâmet ve uğursuzluk mânâlarına gelir. Ashab-ı meş'eme de sol tarafta, alçak yerde bulunan değersiz, yahut kendilerine ve yakınlarına uğursuzluğu dokunan kimseler demek olur. Burada her iki mânâya işaret için de şu vasıf tekrar edilmiştir. Amma ne ashab-ı meş'eme, ne uğursuz kimseler! Biraz sonra gelecek âyetlerde ashab-ı meymene'ye ashab-ı yemin, ashab-ı meş'eme'ye de ashab-ı şimâl denilmiştir. Sebebi orada izah edilecektir
10. Bunların hepsinin önünde olmak üzere önde olanlar da öncüdürler ileri geçmişlerdir. Bunlar hakka kullukta iman ve itaatta hayır yarışlarında en öne geçenlerdir. Peygamberler, Sahib Yasin (Habib b. Musa en-Neccâr) Firavun ailesinden iman edenler, muhacir ve ensardan sâbikûn-ı evvelin (ilk geçenler) ünvanına sahib sahabiler gibi. Mübtedâ ve haberdir. Yani "sâbikun" adını alanlar, gerçekten sâbikûn vasfını kazanan ve üç sınıfın ilerisinde, kasdettikleri gayeye hepsinden önce ulaşan zatlardır.
11. İşte onlar mukarreblerdir yani Allah'ın yanında yakınlığına, en yüksek mertebe ve makama erdirilmiş kimselerdir.
12 Naîm cennetleri içerisinde üstün makamlardadırlar ruhânî ve cismanî nimetlerle devamlı ve saf lezzetler içindedirler.
13. Çoğu evvelkilerden
14. birazı da sonrakilerden. Hitab şu andaki ümmete olduğuna göre böyle olmasının mânâsı açıktır. Sâbikûnun (öne geçenlerin) çoğunun öncekilerden olması gerekir. Nitekim ilk öne geçenler sahabilerdendir. Hitab geçen ümmetleri de içine aldığına göre ise, öncekilerden sâbikunun çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Sülle cemaat, büyük bir grup demektir.
15. Bunlara verilen naîm cennetlerini tasvir ile zihinlerde hayal ettirmek için buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Sürur, seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk demektir. Mevdûne, altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani murassa, veya birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir
16. Bunlara verilen naîm cennetlerini tasvir ile zihinlerde hayal ettirmek için buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Sürur, seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk demektir. Mevdûne, altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani murassa, veya birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir.
17. Daima vildan şeklinde taze kalan genç hizmetçiler, garsonlar, yahut hılede denilen bir nevi küpeli uşaklar
18. küpler, sapı ve emziği olmayan sürahi, desti ve küp gibi kaplar ibrikler, emziği ve sapı olan kaplar, dolgun kadeh, menbaından, kaynağından akan içki
19-24. başlarına başağrısı verilmez, başları ağrıtılmaz. Yahut cemiyetleri perişan edilmez, lezzetleri kesilmez nezf de yapmazlar akıllarını gidermezler. Sarhoş olmazlar, yahut içtikleri tükenip bitirilmez, yok olmaz.
25 Orada: O naîm cennetlerinde hiç boş mânâsız laf veya çirkin lakırdı duymazlar. Te'sim de işitmezler. Te'sim: isme, günaha nisbet etmektir. Yani kendilerine günah işlediniz denilmez.
26. Ancak bir söz işitirler ki o da selam selamdır, yani tam bir selametle selamlanır dururlar.
27. *} Ashab-ı yemin ise ne ashab-ı yemindir! Bu "ashabu'l-yemin" cümlesi, üzerine atfedilmiştir. Yukarıda "Ashâbu'l-meymene" burada ise "Ashabu'l-yemin" şeklinde zikredilmesi, ifade çeşitliliği içindir. Bunlara ashab-ı yemin denilmesi amel defteri denilen kitapların kıyamet günü "Kimin kitabı sağından verilirse." (İnşikâk, 84/7) âyetince sağ taraflarından verilmesi sebebiyle olduğu dahi ileri sürülmüştür. Ashab-ı yemin, yeminine sadık, sözünü tutan, işine sahip mutlu kişi mânâsını ifade edebilir ki, mukâbili yeminini bozan demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah için yeminine sadık ve vefakârlar anlamında kullanıldığı da söylenebilir.
28. Sidr-i Mahdûd: Daha önce de geçtiği gibi Arabistan kirazı denilen meşhur nabk ağacının ismidir. iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, silinmiş, tesviye edilmiş ve düzeltilmiş demektir. Arabistan ağacı dikenli olduğu için burada sidr-i mahdûd denilerek cennet ağacının dikensiz olduğu anlatılmıştır. Hâkim ve Beyhaki Ebû Ümâme (r.a.)'nin şöyle söylediğini nakletmişlerdir: "Resulullah (s.a.v)'ın sahabileri derlerdi ki: "Allah Teâlâ bizi çölde yaşayan Araplar'dan ve onların meselelerinden istifade ettiriyor. Mesela, bir gün bir çöl bedevisi Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelerek, "Ya Resulullah, Allah Teâlâ Kur'ân'da sıkıntı veren bir ağaç zikrediyor. Halbuki ben cennette sahibine eziyet verecek bir ağacın bulunacağını zannetmezdim." dedi. Resulullah, "Nedir O?" diye sorunca bedevî, "Sidr ağacı, zira onun dikeni vardır." dedi. Bunun üzerine Resulullah da buyurdu ki, "Allah Teâlâ buyurmuyor mu? Allah onun dikenlerini silmiştir de her dikeninin yerine bir meyva koymuştur ve onun meyvalarından her biri yetmiş iki renk ile açar ve bir rengi diğerine benzemez." İkincisi, Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas, Katâde, İkrime ve Dahhâk'tan yaptığı rivayete göre meyvasının çokluğundan dalları bükülmüş mânâsına tefsir edilmiştir ki biz bunu, "dal bastı" tabirimize yakın görerek meâlde de "dal bastı kiraz" diye ifade etmeyi diğer mânâdaki dikensizlik anlamına da uygun olacağı kanaatiyle zevkimize muvafık bulduk.
29. Ve Talh-i Mendûd, meyvası aşağıdan yukarı istifli, sıvama muz demektir. Bazıları, muz olmadığını söylemiştir. Bunun dünya muzuna benzer, meyvası baldan tatlı bir ağaç olduğu zikredilmiştir. Daha başka türlü mânâ verenler de vardır.
30. Uzanmış bir gölge ki çekilmesi ve boşluğu yoktur. Fecr ile güneşin doğması arasındaki sabah gölgesi gibi hoş ve güzel bir gölgedir.
31. Ve çağlayan bir su, yani yüksekten dökülen akarsu. Bu suyun, kovasız, dolabsız ve istenilen yerde akan bir su olduğu da söylenmiştir. Yukarıda sâbikûn (öne geçenler)un durumu, dünyada şehirlerin, medenî halkın imrenecekleri en yüksek zevk ve lezzetlere göre tasvir edilerek, yeni edebiyatçıların "sembolizm" dedikleri işaret yoluyla ifade ve temsil edilmiş olduğu gibi, sağın adamlarının hâli de bedevileri imrendirecek güzel yayla manzaralarını andıran remizlerle ifade edilerek ikisi arasındaki farkın, medenilerle bedevilerin farkı gibi olduğuna bir nevi işaret yapılmıştır, denebilir. Mücahid'den nakledilmiştir ki o yaylalar; gölgelikleri, meyva ağacı ve sidri (Arabistan kirazı) ile müslümanların hoşlarına gitmişti. Allah Teâlâ, âyetlerini indirdi. Dahhâk'tan gelen rivayette de şöyle denilmiştir: Müslümanlar o yaylalara bakıp imrendiler. "Ne olurdu bunun gibi bizim de olsaydı" dediler. Bunun üzerine söz konusu âyetler nazil oldu.
32. Ve her türlüsünden bol bol meyva ki bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve almak isteyenlerden men edilmeyen, yasaklanmayan meyvalardır.
33. Ve her türlüsünden bol bol meyva ki bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve almak isteyenlerden men edilmeyen, yasaklanmayan meyvalardır.
2. Onun meydana gelmesini yalanlayacak kimse yoktur. Vuku', düşmek anlamını ifade ettiği gibi, vak'a da masdar bina-i merre olarak şiddetli bir düşüş demektir. Sonra yaygın bir şekilde başa çarpan büyük iş mânâsında kullanılmıştır. Bazen de özellikle harbe isim olarak verilmiştir. Kısacası, kıyamet kopmadan önce onu yalanlayan ve inkar edenler bulunursa da, vukuu gerçekleşip bir kere meydana geldi mi, artık onu kimse inkar edemez ve çaresizce tasdik etmeye mecbur olurlar. Başka bir ifade ile onun başa çarpışı yalan olmaz. Değişiminin tesirinden kurtulma imkanı yoktur.
3. İndirdiğini indirir bindirdiğini bindirir. yani bazılarını düşürür alçaltır, bazılarını kaldırır yükseltir. Çünkü devletler yıkan fitneler, ihtilâller, inkılâblar gibi büyük olaylar, azizleri zelil, zelilleri aziz ederek nicelerini aşağı düşürür nicelerini de yükseklere kaldırır. Burada "hafdın" takdim edilmesi, korkuya düşürmek yahut bu nevi olaylarda yıkımın yapımdan önce geldiğini göstermek içindir. Bu âyet , den bedel olarak bir nevi onu tasvir etmektedir. Yahut tenâzu üzere ya bağlıdır. Âyetteki recc, zelzele, şiddetli hareket ve sarsıntı demektir ki, bizim dünya yerinden oynadı sözümüze benzer.
4. Yani üzerindekilerin yıkılacağı şekilde yer dehşetle sarsılıp yerinden oynadığı
5. dağlar da toz duman olup bir serpiliş serpildiği "Dağlar yürütülür, serap haline gelir." (Nebe', 78/20) âyeti tahakkuk edip,
6. hepsi havada uçuşan zerreler haline geldiği
7. siz de üç çift, yani üç sınıf olduğunuz zaman. Âyetteki hitab, tâğlib tarikiyle hem şu andaki hem de geçmiş ümmetlerin hepsine ve bütün insanlara olabilirse de, bazı müfessirlerin kanaatine göre yalnızca şu andaki ümmet için olması, bizce de tercih edilen bir görüştür.
8. O üç sınıf, "Fâ-i tafsıliyye" (açıklama Fâ'sı) ile şöyle beyan ediliyor: Ashab-ı meymene. Meymene, yemin yeri yani sağ kol, sağ taraf yahut meymenet, uğur ve bereket mânâlarına gelir. Sağ taraf, meclis ve mahfellerde saygı ve hürmet mevkii olduğuna göre, "ashab-ı meymene" hürmet makamında bulunan yüksek şeref sahipleri demek olur.
Aynı zamanda bu gibi kimseler hayra yarayan ve kendilerinden istifade edilen faydalı zatlar olmaları sebebiyle meymenetli diye nitelendirilirler. Nitekim kelimenin iki mânâsına da işaret etmek için dikkatler şöyle celbediliyor: Amma ne ashab-ı meymene, yani öyle çok meymenet sahibi zatlar ki uğur ve bereketleri her vechile gıpta ve hayrete şayandır. Kanaatimizce bu vasıf, hitabın şu andaki ümmet için olduğunu hatırlatmaktadır. Yani geçmiş ümmetlerde benzeri bulunmayan ashab-ı meymene demektir.
9. Bunlara mukabil ve ashab-ı meş'eme. Meş'eme, şum yeri, yani sol kol, yahut yümnün (uğurun) zıddı olan şeâmet ve uğursuzluk mânâlarına gelir. Ashab-ı meş'eme de sol tarafta, alçak yerde bulunan değersiz, yahut kendilerine ve yakınlarına uğursuzluğu dokunan kimseler demek olur. Burada her iki mânâya işaret için de şu vasıf tekrar edilmiştir. Amma ne ashab-ı meş'eme, ne uğursuz kimseler! Biraz sonra gelecek âyetlerde ashab-ı meymene'ye ashab-ı yemin, ashab-ı meş'eme'ye de ashab-ı şimâl denilmiştir. Sebebi orada izah edilecektir
10. Bunların hepsinin önünde olmak üzere önde olanlar da öncüdürler ileri geçmişlerdir. Bunlar hakka kullukta iman ve itaatta hayır yarışlarında en öne geçenlerdir. Peygamberler, Sahib Yasin (Habib b. Musa en-Neccâr) Firavun ailesinden iman edenler, muhacir ve ensardan sâbikûn-ı evvelin (ilk geçenler) ünvanına sahib sahabiler gibi. Mübtedâ ve haberdir. Yani "sâbikun" adını alanlar, gerçekten sâbikûn vasfını kazanan ve üç sınıfın ilerisinde, kasdettikleri gayeye hepsinden önce ulaşan zatlardır.
11. İşte onlar mukarreblerdir yani Allah'ın yanında yakınlığına, en yüksek mertebe ve makama erdirilmiş kimselerdir.
12 Naîm cennetleri içerisinde üstün makamlardadırlar ruhânî ve cismanî nimetlerle devamlı ve saf lezzetler içindedirler.
13. Çoğu evvelkilerden
14. birazı da sonrakilerden. Hitab şu andaki ümmete olduğuna göre böyle olmasının mânâsı açıktır. Sâbikûnun (öne geçenlerin) çoğunun öncekilerden olması gerekir. Nitekim ilk öne geçenler sahabilerdendir. Hitab geçen ümmetleri de içine aldığına göre ise, öncekilerden sâbikunun çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Sülle cemaat, büyük bir grup demektir.
15. Bunlara verilen naîm cennetlerini tasvir ile zihinlerde hayal ettirmek için buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Sürur, seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk demektir. Mevdûne, altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani murassa, veya birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir
16. Bunlara verilen naîm cennetlerini tasvir ile zihinlerde hayal ettirmek için buyuruluyor ki cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. Sürur, seririn çoğuludur. Serir, taht, sandalye ve köşk demektir. Mevdûne, altın, inci, yâkut ve elmas gibi mücevher işlemeli, yani murassa, veya birbirlerine yakın dizilmiş tertipli ve düzenli demektir.
17. Daima vildan şeklinde taze kalan genç hizmetçiler, garsonlar, yahut hılede denilen bir nevi küpeli uşaklar
18. küpler, sapı ve emziği olmayan sürahi, desti ve küp gibi kaplar ibrikler, emziği ve sapı olan kaplar, dolgun kadeh, menbaından, kaynağından akan içki
19-24. başlarına başağrısı verilmez, başları ağrıtılmaz. Yahut cemiyetleri perişan edilmez, lezzetleri kesilmez nezf de yapmazlar akıllarını gidermezler. Sarhoş olmazlar, yahut içtikleri tükenip bitirilmez, yok olmaz.
25 Orada: O naîm cennetlerinde hiç boş mânâsız laf veya çirkin lakırdı duymazlar. Te'sim de işitmezler. Te'sim: isme, günaha nisbet etmektir. Yani kendilerine günah işlediniz denilmez.
26. Ancak bir söz işitirler ki o da selam selamdır, yani tam bir selametle selamlanır dururlar.
27. *} Ashab-ı yemin ise ne ashab-ı yemindir! Bu "ashabu'l-yemin" cümlesi, üzerine atfedilmiştir. Yukarıda "Ashâbu'l-meymene" burada ise "Ashabu'l-yemin" şeklinde zikredilmesi, ifade çeşitliliği içindir. Bunlara ashab-ı yemin denilmesi amel defteri denilen kitapların kıyamet günü "Kimin kitabı sağından verilirse." (İnşikâk, 84/7) âyetince sağ taraflarından verilmesi sebebiyle olduğu dahi ileri sürülmüştür. Ashab-ı yemin, yeminine sadık, sözünü tutan, işine sahip mutlu kişi mânâsını ifade edebilir ki, mukâbili yeminini bozan demektir. Ayrıca bu tabirin, Allah için yeminine sadık ve vefakârlar anlamında kullanıldığı da söylenebilir.
28. Sidr-i Mahdûd: Daha önce de geçtiği gibi Arabistan kirazı denilen meşhur nabk ağacının ismidir. iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birincisi, silinmiş, tesviye edilmiş ve düzeltilmiş demektir. Arabistan ağacı dikenli olduğu için burada sidr-i mahdûd denilerek cennet ağacının dikensiz olduğu anlatılmıştır. Hâkim ve Beyhaki Ebû Ümâme (r.a.)'nin şöyle söylediğini nakletmişlerdir: "Resulullah (s.a.v)'ın sahabileri derlerdi ki: "Allah Teâlâ bizi çölde yaşayan Araplar'dan ve onların meselelerinden istifade ettiriyor. Mesela, bir gün bir çöl bedevisi Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelerek, "Ya Resulullah, Allah Teâlâ Kur'ân'da sıkıntı veren bir ağaç zikrediyor. Halbuki ben cennette sahibine eziyet verecek bir ağacın bulunacağını zannetmezdim." dedi. Resulullah, "Nedir O?" diye sorunca bedevî, "Sidr ağacı, zira onun dikeni vardır." dedi. Bunun üzerine Resulullah da buyurdu ki, "Allah Teâlâ buyurmuyor mu? Allah onun dikenlerini silmiştir de her dikeninin yerine bir meyva koymuştur ve onun meyvalarından her biri yetmiş iki renk ile açar ve bir rengi diğerine benzemez." İkincisi, Abd b. Humeyd'in İbnü Abbas, Katâde, İkrime ve Dahhâk'tan yaptığı rivayete göre meyvasının çokluğundan dalları bükülmüş mânâsına tefsir edilmiştir ki biz bunu, "dal bastı" tabirimize yakın görerek meâlde de "dal bastı kiraz" diye ifade etmeyi diğer mânâdaki dikensizlik anlamına da uygun olacağı kanaatiyle zevkimize muvafık bulduk.
29. Ve Talh-i Mendûd, meyvası aşağıdan yukarı istifli, sıvama muz demektir. Bazıları, muz olmadığını söylemiştir. Bunun dünya muzuna benzer, meyvası baldan tatlı bir ağaç olduğu zikredilmiştir. Daha başka türlü mânâ verenler de vardır.
30. Uzanmış bir gölge ki çekilmesi ve boşluğu yoktur. Fecr ile güneşin doğması arasındaki sabah gölgesi gibi hoş ve güzel bir gölgedir.
31. Ve çağlayan bir su, yani yüksekten dökülen akarsu. Bu suyun, kovasız, dolabsız ve istenilen yerde akan bir su olduğu da söylenmiştir. Yukarıda sâbikûn (öne geçenler)un durumu, dünyada şehirlerin, medenî halkın imrenecekleri en yüksek zevk ve lezzetlere göre tasvir edilerek, yeni edebiyatçıların "sembolizm" dedikleri işaret yoluyla ifade ve temsil edilmiş olduğu gibi, sağın adamlarının hâli de bedevileri imrendirecek güzel yayla manzaralarını andıran remizlerle ifade edilerek ikisi arasındaki farkın, medenilerle bedevilerin farkı gibi olduğuna bir nevi işaret yapılmıştır, denebilir. Mücahid'den nakledilmiştir ki o yaylalar; gölgelikleri, meyva ağacı ve sidri (Arabistan kirazı) ile müslümanların hoşlarına gitmişti. Allah Teâlâ, âyetlerini indirdi. Dahhâk'tan gelen rivayette de şöyle denilmiştir: Müslümanlar o yaylalara bakıp imrendiler. "Ne olurdu bunun gibi bizim de olsaydı" dediler. Bunun üzerine söz konusu âyetler nazil oldu.
32. Ve her türlüsünden bol bol meyva ki bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve almak isteyenlerden men edilmeyen, yasaklanmayan meyvalardır.
33. Ve her türlüsünden bol bol meyva ki bunlar, dünya meyvaları gibi değil, hiçbir zaman kesilmeyen, tükenmeyen ve almak isteyenlerden men edilmeyen, yasaklanmayan meyvalardır.
Moderatör tarafında düzenlendi: