ÜÇÜNCÜ MAKALE (Unsuru'l-Akide)

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte şu noktaya binaen hasis bir emir veya pek cüz'î bir şey, büyük bir adama isnad olunmaz. Zira tenezzül etmez. Ve himmetini o küçük şeye sığıştıramaz. himmeti ağır, o şey gayet hafif olduğundan güya muvazenet bozulur. Hem de insan hangi şeye temaşa ederse, elbette mekayısını ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve ebna-yı cinsinde arayacaktır. Hattâ hiçbir cihetten mümkinata benzemeyen Vâcibü’l-Vücudu tefekkür etse; yine kuvve-i vâhimesi şu vehm-i seyyii düstur ve dûrbîn yapmak istiyor. Halbuki Sâni-i Zülcelal, şu nokta-i nazarda temaşa edilmez. Kudretine inhisar yoktur. ziya-yı şems gibi, kudret ve ilim ve iradesi şamile ve âmmedir, münhasır olmaz, muvazeneye gelmez. En büyük şeye taalluk ettiği gibi, en küçük ve en hasis şeye dahi taalluk eder. mikyas-ı azameti ve mizan-ı kemali mecmu-u âsârıdır. Her bir cüz'ü mikyas olamaz. İşte Vâcibü’l-Vücudu mümkinata kıyas etmek, kıyas-ı maalfarıktır. mezbur vehm-i bâtıl ile muhakeme etmek hata-yı mahzdır. İşte şu hata-i bîedebane ve şu vehm-i bâtılın netice-i seyyiesidir ki: tabiiyyun, esbabı müessir-i hakiki olduklarına; ve Mutezile* hayvanları ef'al-i ihtiyariyelerine hâlik olduklarına; ve hükema, cüz'iyatta ilm-i ilâhînin nefyine; ve Mecusiler*, halk-ı şer başkasının eseri olduğuna itikad ettiler. Güya onlarca Sâni o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umur-u hasiseye ve cüz'iyeye tenezzül edip iştigal etsin. Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i bâtılın hükmüne esir oldular. Ey birader! Şu vehim itikad tarikiyle olmazsa da, vesvese cihetiyle bazen mü'minlere musallat oluyor.
İşaret: Eğer desen: "Delil-i ihtiraî, i'tâ-i vücuddur. İ'tâ-i vücud ise; idam-ı mevcudun refikidir. Halbuki adem-i sırftan vücudu ve vücud-u mahzdan adem-i sırfı aklımız tasavvur edemiyor." Cevaben derim: Yahu!.. Sizin bu istis'abınız ve şu meselenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi'in netice-i vahimesidir. Zira icad ve ibda-i ilâhîyi, abdin sanat ve kesbine kıyas
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut icad etmek gelmez. Belki yalnız umur-u itibariye ve terkibiyede bir sanat ve kesbi vardır. Evet bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor. Elhasıl: İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, icad-ı sırf ve idam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-ü aklîsi de daima üssü’l-esası, müşahedattan neşet eder. Demek âsâr-ı ilâhiyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki hayret-efza âsârıyla müsbet olan kudret-i Sâni'in canibinden temaşa etmek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umur-u itibariyeden başka tesiri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sânii farz ederek o noktadan şu meseleye temaşa ediyor. Halbuki Vâcibü’l-Vücudun canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu meseleye temaşa etmek gerektir.
İşaret: Birinin âsârı muhakeme olunursa, onun hassasını nazara almak lâzımdır. İşte şu meselede, edilmemiştir. Zira bu meseleye, acz-i abdin arkasında kudret-i mümkinatın tarafında kıyas-ı temsilînin perdesi altında temaşa ediyor. Halbuki tekvin-i âlemde bir kısmını maddesiz ibda' ve bir kısmı dahi maddeden inşa ile şu kadar hayret-feza âsâr-ı mucize ile kudret-i kâmile-i ilâhiyeyi göstermekle beraber ondan sarf-ı nazar etmek, gaibi şahid suretinde görmek olan kıyas-ı hâdi' ile ve ebna-yı cinsini muhakeme ettiği gibi; bir kaide-i mahdude ile Vâcibü’l-Vücuda nazar ederler. Hattâ çok meseleyi akl-ı selim makul gördüğü hâlde, onlar gayr-ı makul tevehhüm ederler.
Tenbih: Muhtereattan kat'-ı nazar; masnuatın en zâhir ve münevver ve "ziya" dedikleri olan nur-u ayn-ı âlemin kavanin-i acibesi ve onun semeresi ve misal-i musağğarı olan nur-u basarın nevamis-i bediasıyla münevver ve musavver olan kemal-i kudret-i ilâhiyenin canibinden; muvazene nokta-i nazarında gayr-ı makul ve uzak tevehhüm olunan mesaile temaşa edilirse, me'nus ve ayn-ı aklın kirpikleri ortasında görülecektir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Tenbih: Nasıl ki zaruriyattan nazariyat istintac olunur. Öyle de âsâr-ı Sâni'in zaruriyatı, mahfiyat-ı sanatına bürhandır. İkisi beraber bu meseleyi isbat eder.
Telvih: Acaba nizam-ı âlemdeki sanattan daha dakik, daha acib, daha garib, cins-i kudret-i mümkinattan daha uzak, akıl tasavvur edebilir mi? Elbette edemez. Zira fünun; gösterdikleri fevaid ve hikem ile bizzarure Sâni'in kasd ve sanat ve hikmetine şehadet ettiklerinden ukulü kabul etmeye muztar etmişlerdir. Yoksa bu bedihiyattan en küçük bir hakikatı, akıl kendi kendine kalsa idi kabul etmezdi.
Evet, zemin ve asumanı hamleden ve muallakta tutan ve ecram-ı kâinatı istihdam eden ve nizamında idhal ile hiçbir emrine isyan edilmeyen zat-ı akdes'ten neden istiğrab olunsun ki; ondan derecatla eshel ve ehaf olanı hamletsin. Evet bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüd etmek, sırf safsata etmektir. Elhasıl: Nasıl Kur’an’ın bazısı, bazısına müfessirdir; kezalik kâinat kitabı dahi, bazı süturu arkalarındaki sanat ve hikmeti tefsir eder.
İşaret: Eğer desen: Bazı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihad ve hulûl zâhir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki; bazı maddiyyunun mesleği olan vahdetü’l-vücud*a bir münasebet gösterir.
Elcevap: Müteşabih hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin şatahatını ki: Vücud-u Akdes'e hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yani âlemden Sânii müşahede etmek tarikiyle takib ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
merâyâ-yı mevcudata tecelli-i esma ve sıfatı ise; dıykü’l-elfaz sebebiyle uluhiyet-i sâriye* ve hayat-ı sâriye* tabir ettikleri hakaikı başkalar anlamadılar... Sû-i tefehhüm ile kendi istidad-ı şûrelerinden zuhur eden evham-ı vâhiyeye, muhakkikînin kelimat ve şatahatını tatbik ettiler. Yuha onların akıllarına!.. Süreyya derecesinde olan muhakkikînin efkâr-ı mücerredeleri, serâ derekesinde olan mukallidîn-i maddiyyunun efkâr-ı sefilesinden binler derece uzaktır. Evet şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide akl-ı beşerin düçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte düştüğünü izhar etmektir ki; insaniyet müteessifane nazar ederek ve istidad-ı tahkik ve terakki lisanıyla 1 1
muhakemat_112_1.gif
demeye mecbur oluyor.
İşaret: Şunlar, ehl-i vahdet’ü-ş şuhud*durlar. Fakat vahdetü’l-vücud* ile mecazen tabir edilebilir. Fakat hakikaten vahdetü’l-vücud, bazı hükema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.
Tenbih: Şu mutasavvifînin reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden marifet-i ilâhiyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet mümkün, Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihad edecek? Kellâ!. Evet mümkünün ne kıymeti vardır; tâ ki Vâcib onda hulûl ede, hâşâ!.. neam, mümkünde füyuzat-ı ilâhiyeden bir feyz tecelli eder.
İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münasebet ve temas edemez. Zira maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i ulûhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki; her şeyi maddede görmek, hattâ ulûhiyeti onda mezcetmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhud olan muhakkikîn-i sofiye o derece Vâcib'e hasr-ı nazar etmişler ki; mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır. "Bir vardır" derler... El-insaf... Serâ, Süreyya kadar


1- Hayır vallahi. Yer nerede Ülker yıldızı nerede? Parlak ışık nerede, zifiri karanlık nerede?
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi enva ve eşkâliyle halkeden Hâlik-ı Zülcelale kasem ederim ki: Dünyada şu iki mesleğin temasını intac eden re'y-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sahibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir re'y yoktur. Tenvir: Küre-i arz küçük, parça parça ve rengârenk ve mütehalif cam parçalarından farz olunursa her biri başka çeşitle levnine ve cirmine ve şekline nisbetle şemsten bir feyz alacaktır. Şu hayalî feyz ise, ne güneşin zatı ve ne ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb'asının tesaviri ve güneşin tecellisi olan şu gûna-gûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı faraza lisana gelirse, her biri "Güneş benim gibidir" veyahut "Güneş benim" diyeceklerdir.
1
muhakemat_113_1.gif

Fakat ehl-i vahdetü’ş-şuhudun meşrebi, ehl-i mahv ve sekrin meşrebidir. (Nüsha1) Safi meşreb ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.

2
muhakemat_113_3.gif

Tenbih: İşte vücud-u Sâniin delâil-i icmalîsi... tafsili ise kütüb-ü selâsede gelecektir. Eğer desen: "Delâil-i tevhidin burada velev icmalen olsun beyanını isterim." Derim ki: Delâil-i tevhid, o kadar müştehire ve çoktur ki; bu kitabda zikirden müstağnidirler. İşte 3
muhakemat_113_4.gif
ayetinin sadefinde meknun olan bürhanü’t-temanü*, bu minhaca bir menar-ı neyyirdir. Evet istiklâl, uluhiyetin hâssa-i zatiyesidir ve lâzıme-i zaruriyesidir.


1- Allah'ın bahçelerindeki ayyüzlülerin akisleri, evliyanın tuzağı olan hayallerdir. (Mevlâna, Mesnevi: 10)
2- Kişi kendi hakikatını idrak etmekten aciz iken, cebbar ve ezeli olan Allah'ı nasıl idrak edebilsin?
Mevcudatı yoktan var edip inşa eden Odur. Sonradan yaratılan insan Onu nasıl anlayabilsin?
3- Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı. İkisi de (yer ve gök) harab olup giderdi. (Enbiya Suresi: 22)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Tenvir: Kâinattaki teşabüh-ü âsâr ve etrafı birbiriyle muanaka ve el ele tutmuş birbirine arz-ı intizam ve birbirinin sualine karşı cevab-ı savab ve birbirinin nida-yı ihtiyacına lebbeyk cevabı vermek ve bir nokta-i vahideye temaşa etmek ve bir mihver-i nizam üzerinde deveran etmek cihetiyle Sâni'in tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezel'in vahdaniyetine tasrih ediyor. Evet, bir makinenin sânii ve muhterii bir olur.

1
muhakemat_114_1.gif

Kitab-ı âlemin evrakıdır eb'ad-ı nâmahdud
Sutur-u kâinat-ı dehrdir a'sar-ı nâmadud
Basılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte
Mücessem lâfz-ı manidardır âlemde her mevcud.
Hoca tahsin*in nâmadud ve nâmahduddan muradı nisbîdir. Hakiki lâ-yetenahîlik değildir.
İşaret: Sâni-i Zülcelal ne kadar evsaf-ı kemaliye varsa, onlarla muttasıftır. Zira mukarrerdir ki: masnuda olan feyz-i kemal, Sâni'in kemalinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir. Demek kâinatta ne kadar hüsn ve cemal ve kemal varsa, umumundan lâyuhadd derecede yüksek tabakada evsaf-ı cemaliye ve kemaliye ile Sâni muttasıftır. Evet ihsan servetin, icad vücudun, icab vücubun, tahsin hüsnün fer'idir ve delilidir. Hem de Sâni-i Zülcelâl, cemi nekaisten münezzehtir. Maddiyatın mahiyatının istidadsızlığından neşet eden nekaisten müberradır. Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neşet eden evsaf ve levazımatından mukaddestir.
2
muhakemat_114_2.gif







1- Kaynaklarda bu mısranın kime ait olduğu hususunda ihtilâf vardır. Kimisi bunu İbnü'l-Mu'tez'e nisbet ederken (İbn Kesir, c. 1, s. 24), kimisi de Ebu'l Atahiyye'ye ait olduğunu (Beyhakî, Şuabu'l-İman, c. 1, s. 130-131) söylemektedir.
2- Onun benzeri hiçbir şey yoktur. Onun şanı yücedir.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İkinci Maksad
Mukaddime
Eğer desen: dibacede demiş idin: Kelime-i şehadetin ikinci kelâmı birincisine şahid ve meşhuddur.
Elcevap: Neam, evet. marifetullah denilen kâbe-i kemalâta giden minhacların en müstakim ve en metini, Sahib-i Medine-i Münevvere aleyhisselâmın yaptığı tarik-i hadid-i beyzasıdır ki; ruh-u hidayet hükmünde olan Muhammed aleyhisselâm, avalim-i gaybın mişkât ve zücacesi hükmünde olan kalbinin makes ve tercümanı makamında olan lisan-ı sadıkı, berahin-i Sâni'in en sadık bir delil-i zîhayat ve bir hüccet-i nâtıka ve bir bürhan-ı fasihtir. Evet hem zatı, hem lisanı birer bürhan-ı neyyirdir. neam, hilkat tarafından Zat-ı Muhammed bürhan-ı bâhirdir. Hakikat canibinden lisanı, şahid-i sadıktır. Evet Muhammed aleyhisselâm hem Sâni'e, hem nübüvvete, hem haşre, hem hakka, hem hakikate bir hüccet-i katıadır. tafsili gelecektir.
Tenbih:Devir lâzım gelmez. Zira sıdkının delâili, Sâni'in delâiline tevakkuf etmez.
Temhid:Peygamberimiz (a.s.m.) Sâni'in bir bürhanıdır. Öyleyse şu bürhanın isbat-ı sıdkını ve intacını ve sureten ve maddeten sıhhatini isbat etmek gerektir... 1
muhakemat_115_1.gif



1- "O halde, öyle ise, şöyle ki" anlamına gelen Kürdçe bir kelime.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Emma ba'du: Ey hakikatin âşıkı!.. Eğer vicdanımı mütalaa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen; kalb dedikleri lâtife-i rabbaniyenin pası ve zengarı hükmünde olan arzu-yu hilâf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla irca etmek ve mecmuun neticesini her bir ferdden istemek ki, zafiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir. (Haşiye1)
Hem de bahaneli çocukluk tabiatı, hem de mahaneli düşman seciyesi, hem de yalnız ayıbı görmek şanında olan müşteri nazarı gibi emirlerden o mir'atı taskil ve tasfiye et, muvazene ve mukabele eyle. Ekser emaratın imtizacından tezahür eden hakikatin şule-i cevvalesini karine-i münevvire et; tâ ekaldeki evham-ı muzlimeyi tenvir ve def' edebilesin... Hem de münsifane ve müdakkikane ile dinle, kelâm tamam olmadan itiraz etme. Nihayete kadar bir cümledir, bir hükümdür. Tamam olduktan sonra bir vehmin kalırsa söyle...
Tenbih: Şu bürhanın suğrası, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrası ise, nübüvvet-i Muhammed'dir (Aleyhissalâtü vesselâm). İşte başlıyoruz:
İşaret: Sâni'in hikmeti ve ef'alindeki adem-i abesiyet ve kâinattaki en hasis ve en kalil şeyde nizamın müraatı ve adem-i ihmali ve nev-i beşerin mürşide olan ihtiyac-ı zarurîsi, nev-i beşerde vücud-u nübüvvet, kat'an istilzam ederler...
Eğer desen:Bu icmaldeki manayı anlamadım, tafsil et...
Haşiye 1- Dikkat lâzımdır.

1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
2- Allahım! Senin varlığının zaruri olduğunu gösteren Muhammed'e salât olsun.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Derim:İşte dinle, görüyorsun ki; maddiye ve maneviye olan nev-i beşerdeki nizamatın, hem de hasiyet-i aklın kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna alınan çok envaın ahvaline verildiği intizamatın merkezi ve madeni hükmünde olan nübüvvet-i mutlakanın bürhanı, insanın hayvaniyetten üç noktada olan terakkisidir:
Birincisi:"Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri" olan kaidesinin zımnındaki sırr-ı acibdir. Şöyle: nur-u nazar ile ilel-i müterettibe-i müteselsilenin meyanında olan terettübü keşfederek umum kemalât-ı insaniyenin tohumu hükmünde olan mürekkebatı, besaite tahlil ve irca etmekle hasıl olan kabiliyet-i ilim ve terkib dedikleri kavanin-i cariyeyi istimal edip, sanatıyla tabiatı muhakât olan kabiliyet-i sanattan nazarının kusurunu ve evhamın müzahemeti ve sevk-i insaniyetin adem-i kifayeti cihetiyle bir mürşid-i nebiye ihtiyaç gösteriyor; tâ, âlemdeki nizam-ı ekmelin muvazenesi muhafaza olunsun.
İkincisi:Gayr-ı mütenahî olan beşerin istidadı, gayr-ı mahsur olan âmâl ve müyulâtı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdud olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesidir...
İşaret: Bir adama milyonlarca sene ömür ile bütün lezaiz-i dünyeviye ve her cihetten tasallut-u tam verildiği halde.. istidadındaki lâyetenahîliğin hükmünce bir "âh.. âh.. leyte"yi çekecektir. Güya o adem-i rıza ile remz ve işaret ediyor ki: İnsan ebede namzeddir ve saadet-i ebediye için halk olunmuştur. Tâ gayr-ı mütenahî bir zamanda, gayr-ı mahdud ve geniş bir âlemde, gayr-ı mahsur olan istidadatını bilfiile çıkarabilsin.
Tenbih: adem-i abesiyet ve hakaik-i eşyanın sübutiyetleri ima ediyor ki: Bu dar ve mahsur ve her bir lezzetinde çok a'razın müzahametiyle keşmekeş
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ve tehasüdden hâlî olmayan şu dünya-yı deniyye içinde kemalât-ı insaniye yerleşmez. Belki geniş ve müzahametsiz bir âlem lâzımdır. Tâ insan hakkıyla sünbüllensin ve ahval ve kemalâtına nizam vermekle, nizam-ı âleme hemdest-i vifak olabilsin. Tenbih ve İşaret:İstitradî olarak haşre îma olundu. İleride zaten bürhan-ı kat'iyle isbat edilecektir. Fakat burada istediğim nokta: İnsandaki istidad ebede nâzırdır. Eğer istersen insaniyetin cevherine ve natıkıyetin kıymetine ve istidadın muktezasına teemmül ve tedkik et. Sonra da o cevher-i insaniyetin en küçük ve en hasis hizmetkârı olan hayale bak, gör... Yanına git ve de: "Ey hayal ağa!.. beşaret sana!. Dünya ve mâfihanın saltanatı milyonlar sene ömür ile beraber sana verilecektir, fakat akibetin dönmemeksizin fenâ ve ademdir." Acaba hayal sana nasıl mukabele edecek? Âyâ, istibşar ve sürur veyahut telehhüf ve tahassürle cevab verecektir? ecel, neam, evet, cevher-i insaniyet a'mak-ı vicdanın dibinde enîn ve hanîn edip bağıracak: "Eyvah, vâ hasretâ.. saadet-i ebediyenin fıkdanına!.." diyecektir. Hayale zecr ve ta'nif ederek: "Yahu! Bu dünya-yı faniye ile razı olma!" İşte ey birader, hîna bu saltanat-ı faniye, sultan-ı insaniyetin en hakir hizmetkârı veyahut şairi veyahut sanatkâr ve tasvircisini işba ve razı edemezse, nasıl o hayal gibi çok hizmetkârların sahibi olan sultan-ı insaniyeti işba edebilir? Kellâ!.. neam.. onu işba edecek yalnız haşr-i cismanînin sadefinde meknun olan saadet-i ebediyedir.
Üçüncüsü: İnsanın itidal-i mizacı ve letafet-i tab'ı ve ziynete olan meylidir. Yani: İnsanın insaniyete lâyık bir suret-i taayyüşe olan meyl-i fıtrîsidir. neam, insan hayvan gibi yaşamamalıdır ve yaşamaz. Belki şeref-i insaniyete münasib bir kemal ile yaşamak gerektir. Binaenaleyh beşer mesken ve melbes ve me'keli, sanayi-i kesire ile taltif etmesine muhtaçtır. Bu sanatlarda yalnızca kudretinin adem-i kifayetine binaen ebna-yı cinsiyle imtizac etmek..
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt