bedirhan.
Aktif Üyemiz
105-106- "Onlar bilmezler mi ki:..." (Yine Medine ehlinden ve civarındaki bedevilerden) diğer bir kısımları da vardır ki; Allah'ın emrinden dolayı irca olunmuştur, yani tehir edilmiş, ertelenmişlerdir. "İrca" tehir etmek demektir ki, tevbelerinin kabulüne kesin gözüyle bakılmayanlara "Mürcie" denilmesi de bundandır. kelimesinin aslı da dir. Nitekim İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Asım'dan Ebubekir Şube ve Yakub kırâetlerinde okunur. Mücahid'den rivayet olunduğuna göre; bunlar Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebî', Hilâl b. Ümeyye idi. Bunlar yukarıda da geçtiği üzere kendilerini Mescid-i Nebî'nin direklerine bağlayan Ebu Lübâbe ve arkadaşları gibi pişmanlık gösterip tevbe ve özür dilemede acele etmemişlerdi, halbuki Bedir'e iştirak etmişler ve Bedir Ashabı'ndan idiler. Hz. Peygamber bunlara ait hükmü tehir eylemiş ve ashabını onlarla selam ve kelâmdan engellemişti. İnsanlar bunlar hakkında ihtilaf ediyorlardı: Kimi "mahvoldular, helâk oldular" gibi laflar ediyor, bazıları da "Belki Allah kendilerini affeder." diye konuşuyorlardı. Böylece ilâhî emrin gelmesi için bekletiliyorlardı. Ya Allah bunları azaba uğratacak, eğer bulundukları halde kalırlarsa, veya tevbelerini kabul eyleyecektir. Eğer niyetleri halis olarak, gerçekten tevbe ederlerse. Allah alimdir, hakimdir. Şu halde bu irca işinde ve sonrasında o herşeyi bilmekte ve birtakım hikmetler gözetmektedir. Bu işte Allah'ın hikmetleri vardır.
107- Şunlar da vardır ki, Nafi, İbnü Amir, Ebu Cafer kırâetlerinde "vav"sız okunduğuna göre; ayrıca bir kıssa olarak, bir konu başlığı olarak, şunlar ki, bir mescid edindiler, kendileri için bir cami yaptılar zarara kalkışmak üzere, yani bununla müslümanlara zarar vermeye çalışmak, ve kâfirlik etmek, içlerindeki küfrü güçlendirmek, ve müminler arasına tefrika (ayrılık) sokmak, onları biribirine düşürmek, Allah'a ve Resulü'ne savaş açmış, harbetmeye kalkışmış olan bir kimseye yataklık yapmak, onun müminler aleyhine gözcülük yapmasına yardımcı olmak için ki, bundan önce, yani Tebük seferinden önce savaş yapmıştı, veya bu mescidi daha önce yapıp hazırlamışlardı.
Rivayet olunuyor ki, Beni Amr b. Avf "Kuba" mescidini bina ettiklerinde Resulullah'a bir temsilci gönderip oraya bir mescid yaptıklarını arzeylemişler ve gelip kendilerine namaz kıldırmasını rica eylemişlerdi. Peygamber Efendimiz de teşrif etmişler ve arzularını yerine getirmişlerdi. Bunların amca çocukları demek olan Benî Gunm b. Avf, bunları kıskanmışlar, "Biz de bir mescid yaparız ve Resulullah'ı davet ederiz, burada namaz kılar. Rahip Ebu Amir de Şam'dan geldiği vakit o da burada kalır ve ibadet eder." demişlerdi. O rahip Ebu Amir ki, Resulullah kendisine "el-Fasık" adını vermişti. Uhud Savaşı'nda şehid düşen ve melekler tarafından gasledilen Hanzale (r.a.)'nin babası olan bu Ebu Amir, cahiliyye devrinde Hıristiyanlığa girmiş, ilim tahsilinde bulunmuş ve rahip olmuştu. Resulullah'ın peygamberliği üzerine itibarı sarsıldığından, Hz. Peygamber aleyhinde düşmanca dolaplar çevirmeye başlamıştı. Mekke müşriklerini tahrik ve teşvik ederek Uhud Savaşı'na düşmanlar safında katılmıştı. Resulullah'a seslenerek: "Seninle savaşa tutuşan hangi kavmi bulursam, onlarla birlik olup sana karşı savaşacağım." demiş ve Huneyn Savaşı'na kadar hep böyle yapmıştı. Huneyn'de Havazin kabileleri hezimete uğradığı gün Şam'a kaçmış ve kaçarken münafıklara "Gücünüz yettiği kadar kuvvet ve silah hazırlayınız, ben Kayser'e gideceğim ve asker getirip Muhammed'i ve ashabını Medine'den çıkaracağım." diye haber göndermişti. Bundan dolayı onlar da Kuba Mescidi'nin biraz ötesinde başka bir mescid yapmışlar ve Hz. Peygamber'e gelerek, "Sakatlar ve ihtiyaç sahipleri için kışın yağmurlu havalarda hizmet vermek üzere bir mescid bina ettik. Burada bize namaz kıldırıp bereketle dua etmenizi arzu ediyoruz." demişlerdi. Resulullah da şimdi sefere çıkmak üzereyim, meşgulüm, inşallah dönüp geldiğimizde kılarız." buyurmuştu. Tebük'ten dönüşte tekrar müracaat edip mescide gelmesini istediler. Bunun üzerine işte bu âyetler nazil oldu. Sonra Hz. Peygamber, Malik b. Duhşum, Ma'n b. Adiyy, Amir b. Seken ile Vahşî'yi çağırdı, "Gidiniz şu ahalisi zalim mescidi yıkıp yakınız!" buyurdu. Onlar da öyle yaptılar ve yerinin çöplük yapılmasını emreyledi. O fasık Ebu Amir de Şam'da kaldı ve Kınnesrin'de helâk oldu.
108- Onda ebediyyen kıyama durma, kaim olma, yani o mescid-i dırarda durup da namaz kılma. Elbette ilk gününden takva üzerine temeli atılan bir mescid, Kuba mescidi ki, esasını hicretin ilk günlerinde orada namaz kıldırmakla Resulullah bizzat atmıştı: Ve Kuba'da kaldığı Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri beş vakit namazı cemaatle kıldırmıştı.
Bununla beraber "temeli takva üzere atılan mescid"in Medine'deki Mescid-i Nebi olduğu da söylenmiştir. Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.)'den 'yı Resulullah'a sordum, biraz çakıl taşı alıp yere attı ve "İşte şu mescidiniz, Medine mescidi." buyurdu, demiş olduğu da rivayet edilmiştir. Senin içinde kaim olmana en çok hak kazanmış olan yerdir. İçinde öyle rical (erkekler, yiğitler) vardır ki gayet temiz olmayı severler. Günahlardan, kötü huylardan ve hasletlerden, maddi ve manevi pisliklerden iyice arınıp paklanmayı, Allah rızası için tertemiz olmayı severler ve öyle olmaya gayret ederler. Allah da tertemiz olanları sever.
Denilmiştir ki, bu âyet nazil olunca Resulullah maiyetinde bulunan bir grup Muhacirîn ile yürüyüp Kuba mescidine vardı, kapısında biraz durakladı, bekledi, içinde Ensar oturuyorlardı. Bunun üzerine onlara "Siz mümin misiniz?" diye sordu, cemaat sustu, hiç ses çıkarmadı, sonra tekrar sordu, Hz. Ömer (r.a.) "Ya Resulullah! Şüphesiz ki, müminler, ben de onlarla beraberim." dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki; "Kazaya razı olur musunuz?" Onlar "evet" dediler. Buyurdu ki, "Belaya sabreder misiniz?" Onlar yine "evet" dediler. Buyurdu ki, "Bollukta şükreder misiniz?" Onlar yine "evet" dediler. Bunun üzerine Resulullah "Kâbe'nin Rabb'ı hakkı için bunlar mümindirler." buyurdu ve sonra oturdu. Daha sonra "Ey Ensar topluluğu! Allah azimüşşan sizi meth ü sena etti. Abdestte ne yapıyorsunuz?" buyurdu. Onlar da "Dışkıyı üç taşla siliyoruz, sonra da su ile taharetleniyoruz." dediler. Resulallah şu âyeti tilavet buyurdu: "Onda tertemiz olmayı seven birtakım erkekler vardır".
Bir de denilmiştir ki, idrar kalıntısını su ile yıkarlardı, hiç cünüp durmazlar, cünüp iken uyku uyumazlardı.
Hasılı tatahhur; taharette mübalağa etmek, temizlik hususunda titiz davranmaktır. Şer'î anlamda taharet hem necasetten, yani maddi pisliklerden, hem de hades denilen cünüplükten ve manevi kirlerden arınmak demektir. Burada ise "dırar, küfür, tefrika ve ırsad" gibi fena hasletlere karşılık olarak kullanılmış olma karinesiyle tatahhurdan asıl maksat, cismanî olandan ziyade kalbî olan taharet söz konusudur. Yani günah, isyan, cimrilik ve tembellik gibi çirkin huylardan ve onların manevi lekelerinden iyice arınmak demek olduğu açıktır. Ayrıca Hz. Peygamber'in sorduğu "iman, sabır ve şükür" gibi sorular da konuya ışık tutmaktadır. Şu halde bütün bu değişik rivayetler tefsirde tahsis mânâsına değildir, yalnızca maneviyata münhasır bırakılmayarak, işin maddi anlamda temizliğini de içine aldığını ve âyetin mânâ kapsamının geniş tutulması gerektiğini beyana yönelik olduğu gözönünde bulundurulmalıdır.
109- O halde binasını, yani dininin temelini Allah'dan bir takva ve rıza üzerine kuran mı daha hayırlı? Yoksa binasını çatlak ve çökmeye meyilli bir yıkıntının kenarına kurup da bununla cehennem ateşi içine yıkılan mı?
"Cürûf": dere kenarında sel sularının dibini yalayıp oyduğu, bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an yıkılmaya hazır durumda bulunan bir yerdir. "Hâr" da bunun geriden çatlamış devrilmek üzere olan bir çeşididir ki, bunun üzerine yapıldığı düşünülen binanın ne kadar çürük bir yere, ne kadar çabuk göçecek bir zemine oturtulmuş olduğu ve ne kadar çabuk çökmeye mahkum bulunduğu tasavvur olunsun. İşte din işlerini nifak ve fitne üzerine bina edenlerin vaziyeti tam buna benzer. Ve Allah, zalimler güruhuna hidayet etmez. Necat ve selamette başarılı kılmaz.
110- Onların, o zalim münafıkların bina ettikleri binaları, bu arada o yaptıkları mescid kalblerinde bir işkil (bir kuşku ve endişe düğümü) olmaktan öte gitmez. Yani, daima ve her hal ü kârda gerek yapılı, gerek yıkık halde bulunsun ikisinde de dinî bir şüphe ve kuşkuya sebep olup duracaktır. Zira yapılı kaldığı halde öyle ayrı ve müstakil bir toplanma yerinde kendi kendilerine toplanıp kalblerindeki küfür ve nifakı birbirlerine yayıp, açıklamaları, kendi şüphe ve nifaklarını arttırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Yıkıldığı halde ise nifaklarının açığa çıkmış ve anlaşılmış olması endişesini taşıyacaklarından dolayı kinleri ve telaşları artacak. Bundan sonra ne gibi bir muameleye tabi tutulacaklarını kestiremiyecekler ve yürekleri korku ve kuşku içinde titreyip duracaktır. Ta kalbleri parçalanıncaya kadar böyle kalacaklar. Yani o şüphe ve nifak kaynağı olan kalbleri iyice parça parça oluncaya kadar o şüphe ve kuşkuları sürüp gidecek. Ancak kalbleri parçalanınca bitecek. Fakat o kalbler onlarda bulunduğu müddetçe o şüphe ve fitne hastalığından kurtulmaları ihtimali yoktur. Allah herşeyi bilir, hikmet sahibidir. Şu halde onların bütün hallerini bilir, kalblerinin gizlediği nifaka kadar herşeylerini iyice bilir ve onlar hakkında vereceği hükümler hikmetsiz değildir, hepsi birtakım hikmetler içermektedir.
107- Şunlar da vardır ki, Nafi, İbnü Amir, Ebu Cafer kırâetlerinde "vav"sız okunduğuna göre; ayrıca bir kıssa olarak, bir konu başlığı olarak, şunlar ki, bir mescid edindiler, kendileri için bir cami yaptılar zarara kalkışmak üzere, yani bununla müslümanlara zarar vermeye çalışmak, ve kâfirlik etmek, içlerindeki küfrü güçlendirmek, ve müminler arasına tefrika (ayrılık) sokmak, onları biribirine düşürmek, Allah'a ve Resulü'ne savaş açmış, harbetmeye kalkışmış olan bir kimseye yataklık yapmak, onun müminler aleyhine gözcülük yapmasına yardımcı olmak için ki, bundan önce, yani Tebük seferinden önce savaş yapmıştı, veya bu mescidi daha önce yapıp hazırlamışlardı.
Rivayet olunuyor ki, Beni Amr b. Avf "Kuba" mescidini bina ettiklerinde Resulullah'a bir temsilci gönderip oraya bir mescid yaptıklarını arzeylemişler ve gelip kendilerine namaz kıldırmasını rica eylemişlerdi. Peygamber Efendimiz de teşrif etmişler ve arzularını yerine getirmişlerdi. Bunların amca çocukları demek olan Benî Gunm b. Avf, bunları kıskanmışlar, "Biz de bir mescid yaparız ve Resulullah'ı davet ederiz, burada namaz kılar. Rahip Ebu Amir de Şam'dan geldiği vakit o da burada kalır ve ibadet eder." demişlerdi. O rahip Ebu Amir ki, Resulullah kendisine "el-Fasık" adını vermişti. Uhud Savaşı'nda şehid düşen ve melekler tarafından gasledilen Hanzale (r.a.)'nin babası olan bu Ebu Amir, cahiliyye devrinde Hıristiyanlığa girmiş, ilim tahsilinde bulunmuş ve rahip olmuştu. Resulullah'ın peygamberliği üzerine itibarı sarsıldığından, Hz. Peygamber aleyhinde düşmanca dolaplar çevirmeye başlamıştı. Mekke müşriklerini tahrik ve teşvik ederek Uhud Savaşı'na düşmanlar safında katılmıştı. Resulullah'a seslenerek: "Seninle savaşa tutuşan hangi kavmi bulursam, onlarla birlik olup sana karşı savaşacağım." demiş ve Huneyn Savaşı'na kadar hep böyle yapmıştı. Huneyn'de Havazin kabileleri hezimete uğradığı gün Şam'a kaçmış ve kaçarken münafıklara "Gücünüz yettiği kadar kuvvet ve silah hazırlayınız, ben Kayser'e gideceğim ve asker getirip Muhammed'i ve ashabını Medine'den çıkaracağım." diye haber göndermişti. Bundan dolayı onlar da Kuba Mescidi'nin biraz ötesinde başka bir mescid yapmışlar ve Hz. Peygamber'e gelerek, "Sakatlar ve ihtiyaç sahipleri için kışın yağmurlu havalarda hizmet vermek üzere bir mescid bina ettik. Burada bize namaz kıldırıp bereketle dua etmenizi arzu ediyoruz." demişlerdi. Resulullah da şimdi sefere çıkmak üzereyim, meşgulüm, inşallah dönüp geldiğimizde kılarız." buyurmuştu. Tebük'ten dönüşte tekrar müracaat edip mescide gelmesini istediler. Bunun üzerine işte bu âyetler nazil oldu. Sonra Hz. Peygamber, Malik b. Duhşum, Ma'n b. Adiyy, Amir b. Seken ile Vahşî'yi çağırdı, "Gidiniz şu ahalisi zalim mescidi yıkıp yakınız!" buyurdu. Onlar da öyle yaptılar ve yerinin çöplük yapılmasını emreyledi. O fasık Ebu Amir de Şam'da kaldı ve Kınnesrin'de helâk oldu.
108- Onda ebediyyen kıyama durma, kaim olma, yani o mescid-i dırarda durup da namaz kılma. Elbette ilk gününden takva üzerine temeli atılan bir mescid, Kuba mescidi ki, esasını hicretin ilk günlerinde orada namaz kıldırmakla Resulullah bizzat atmıştı: Ve Kuba'da kaldığı Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri beş vakit namazı cemaatle kıldırmıştı.
Bununla beraber "temeli takva üzere atılan mescid"in Medine'deki Mescid-i Nebi olduğu da söylenmiştir. Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.)'den 'yı Resulullah'a sordum, biraz çakıl taşı alıp yere attı ve "İşte şu mescidiniz, Medine mescidi." buyurdu, demiş olduğu da rivayet edilmiştir. Senin içinde kaim olmana en çok hak kazanmış olan yerdir. İçinde öyle rical (erkekler, yiğitler) vardır ki gayet temiz olmayı severler. Günahlardan, kötü huylardan ve hasletlerden, maddi ve manevi pisliklerden iyice arınıp paklanmayı, Allah rızası için tertemiz olmayı severler ve öyle olmaya gayret ederler. Allah da tertemiz olanları sever.
Denilmiştir ki, bu âyet nazil olunca Resulullah maiyetinde bulunan bir grup Muhacirîn ile yürüyüp Kuba mescidine vardı, kapısında biraz durakladı, bekledi, içinde Ensar oturuyorlardı. Bunun üzerine onlara "Siz mümin misiniz?" diye sordu, cemaat sustu, hiç ses çıkarmadı, sonra tekrar sordu, Hz. Ömer (r.a.) "Ya Resulullah! Şüphesiz ki, müminler, ben de onlarla beraberim." dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki; "Kazaya razı olur musunuz?" Onlar "evet" dediler. Buyurdu ki, "Belaya sabreder misiniz?" Onlar yine "evet" dediler. Buyurdu ki, "Bollukta şükreder misiniz?" Onlar yine "evet" dediler. Bunun üzerine Resulullah "Kâbe'nin Rabb'ı hakkı için bunlar mümindirler." buyurdu ve sonra oturdu. Daha sonra "Ey Ensar topluluğu! Allah azimüşşan sizi meth ü sena etti. Abdestte ne yapıyorsunuz?" buyurdu. Onlar da "Dışkıyı üç taşla siliyoruz, sonra da su ile taharetleniyoruz." dediler. Resulallah şu âyeti tilavet buyurdu: "Onda tertemiz olmayı seven birtakım erkekler vardır".
Bir de denilmiştir ki, idrar kalıntısını su ile yıkarlardı, hiç cünüp durmazlar, cünüp iken uyku uyumazlardı.
Hasılı tatahhur; taharette mübalağa etmek, temizlik hususunda titiz davranmaktır. Şer'î anlamda taharet hem necasetten, yani maddi pisliklerden, hem de hades denilen cünüplükten ve manevi kirlerden arınmak demektir. Burada ise "dırar, küfür, tefrika ve ırsad" gibi fena hasletlere karşılık olarak kullanılmış olma karinesiyle tatahhurdan asıl maksat, cismanî olandan ziyade kalbî olan taharet söz konusudur. Yani günah, isyan, cimrilik ve tembellik gibi çirkin huylardan ve onların manevi lekelerinden iyice arınmak demek olduğu açıktır. Ayrıca Hz. Peygamber'in sorduğu "iman, sabır ve şükür" gibi sorular da konuya ışık tutmaktadır. Şu halde bütün bu değişik rivayetler tefsirde tahsis mânâsına değildir, yalnızca maneviyata münhasır bırakılmayarak, işin maddi anlamda temizliğini de içine aldığını ve âyetin mânâ kapsamının geniş tutulması gerektiğini beyana yönelik olduğu gözönünde bulundurulmalıdır.
109- O halde binasını, yani dininin temelini Allah'dan bir takva ve rıza üzerine kuran mı daha hayırlı? Yoksa binasını çatlak ve çökmeye meyilli bir yıkıntının kenarına kurup da bununla cehennem ateşi içine yıkılan mı?
"Cürûf": dere kenarında sel sularının dibini yalayıp oyduğu, bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an yıkılmaya hazır durumda bulunan bir yerdir. "Hâr" da bunun geriden çatlamış devrilmek üzere olan bir çeşididir ki, bunun üzerine yapıldığı düşünülen binanın ne kadar çürük bir yere, ne kadar çabuk göçecek bir zemine oturtulmuş olduğu ve ne kadar çabuk çökmeye mahkum bulunduğu tasavvur olunsun. İşte din işlerini nifak ve fitne üzerine bina edenlerin vaziyeti tam buna benzer. Ve Allah, zalimler güruhuna hidayet etmez. Necat ve selamette başarılı kılmaz.
110- Onların, o zalim münafıkların bina ettikleri binaları, bu arada o yaptıkları mescid kalblerinde bir işkil (bir kuşku ve endişe düğümü) olmaktan öte gitmez. Yani, daima ve her hal ü kârda gerek yapılı, gerek yıkık halde bulunsun ikisinde de dinî bir şüphe ve kuşkuya sebep olup duracaktır. Zira yapılı kaldığı halde öyle ayrı ve müstakil bir toplanma yerinde kendi kendilerine toplanıp kalblerindeki küfür ve nifakı birbirlerine yayıp, açıklamaları, kendi şüphe ve nifaklarını arttırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Yıkıldığı halde ise nifaklarının açığa çıkmış ve anlaşılmış olması endişesini taşıyacaklarından dolayı kinleri ve telaşları artacak. Bundan sonra ne gibi bir muameleye tabi tutulacaklarını kestiremiyecekler ve yürekleri korku ve kuşku içinde titreyip duracaktır. Ta kalbleri parçalanıncaya kadar böyle kalacaklar. Yani o şüphe ve nifak kaynağı olan kalbleri iyice parça parça oluncaya kadar o şüphe ve kuşkuları sürüp gidecek. Ancak kalbleri parçalanınca bitecek. Fakat o kalbler onlarda bulunduğu müddetçe o şüphe ve fitne hastalığından kurtulmaları ihtimali yoktur. Allah herşeyi bilir, hikmet sahibidir. Şu halde onların bütün hallerini bilir, kalblerinin gizlediği nifaka kadar herşeylerini iyice bilir ve onlar hakkında vereceği hükümler hikmetsiz değildir, hepsi birtakım hikmetler içermektedir.