romeo
Yeni Üyemiz
Siyah Sancak ya da Sancak-ı Şerîf, Hz. Muhammed’e âit olduğu söylenen ve bugün İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda kutsal emanetler (أمانات مقدسة ) arasında saklanan sancak/bayrak olup, "Alem-i Nebevî", "Alem-i Şerif", "Livâ-i Saadet" ve "Livâ-i Şerif" adlarıyla da anılmaktadır. Hz. Muhammed döneminde, savaşlarda kullanıldığı sıralarda, bu sancak Kureyş’in büyük bayrağına telmîhen ve Kureyşlilerce çok hızlı uçan "tavşancıl" kuşu demek olan "Ukâb" ya da "Uküb" ismi ile anılıyordu. Siyah Sancağın sonradan aldığı yeşil renkten ya da kılıfının da yeşil olmasından dolayı, 18. yüzyıldan itibaren, "yeşil sancak" anlamına gelen "Livâ-î Hadrâ" diye anıldığı da görülmektedir.
D’Ohsson’un kaynaklara atfen bildirdiğine göre, Hz. Muhammed’e ait birçok beyaz ve siyah renkte sancaklar vardı ve bunlardan siyah renkte olanı, Hz. Ayşe’nin kapı perdesi vazifesini görüyordu ki, "Uküb" ya da "Sancak-ı Şerîf" diye tanınan sancak, işte buydu.
Hz. Muhammed döneminde her komutan, savaşlarda askerî bayrak taşıyor ve her biri mızrağı elinde olarak. kendi kıtası başında savaşıyordu. Bizzat Peygamberin iştirak ettiği Bedir Gazası’nda ise, ilk defa Hamza "sancak-ı şerif"i taşıdı; daha sonra Mekke’nin fethi günü bu şerefe Hz. Ali nail oldu. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, halîfe Ebû Bekir de İslâmiyet’in en önemli sembollerinden biri olan bu sancağa karşı büyük saygı göstermişti.
Hicretin 1. yılında kullanılmaya başlanan Hz. Muhammed’in bayrağı, uzun bir mızrağa bağlanmış beyaz biz: kumaştan ibaretti. Hayber Savaşı’na kadar beyaz bayrak kullanılmıştı. Bu olaydan sonra "Rayet" adı verilen siyah sancak yapılmış ve Sancak-ı Şerîf olarak kabul edilmiştir.
Kaynaklardan, Hz. Muhammed’in ünlü bu ünlü sancağının sefer sırasında diğer Arap sancakları gibi bir mızrağın ucuna bağlanarak taşındığı öğrenilmektedir.
İlk dört halîfe zamanında, kumandanlardan ya da yüksek rütbeli emirlerden biri, her tarafta tazim gösterilen bu sancak, dâima ordunun önünde taşırdı. Şam’daki Emevî halîfelerine ve daha sonra da Bağdat ve Mısır’daki Abbâsî halîfelerine geçti.
Siyah Sancağın Yavuz Sultan Selim aracılığıyla halifelikle birlikte Osmanlı devletine geçişi ile ilgili 3 ayrı faraziye vardır. Bunlardan ilki, Memlük büyüklerinden Hayır Bey tarafından Rodos Kuşatması sırasında İstanbul’a gönderildiği, ikincisi I. Selim’in Mısır’ı fethinden sonra beraberinde getirdiği , sonuncusu da Şam’dan getirildiğidir.
Evliya Çelebi tarafından emanetler arasında sayılan sancak-ı şerifin yine Mısır’dan, fakat Kanûnî Sultan Süleyman döneminde getirildiği de söylenmektedir.
1594’ten sonra İstanbul’a gelen Siyah Sancak, 1595’te artık tamamen Topkapı Sarayı’nda kutsal emanetlerle birlikte korunmuştur. Bu tarihi takiben pâdişâhlar, Sadrazam ve Serdâr-ı Ekrem’lerle birlikte Siyah Sancak, seferlere iştirak ettirilmiştir. Siyah Sancağın seferlerde Vezîr-i Azâm ya da Serdâr-ı Ekrem’e teslimi için büyük törenler düzenlenirdi.Bunun için öncelikle Hırka-i Saâdet’te “Fetih sûresi” okunur, bizzat hükümdar tarafından alınan sancak arz odasına getirilir, orada “Yasin sûresi” okunarak yaşlı gözler, dua ve niyazlarla ordu başkumandanına teslim edilir, savaştan sonra da aynı merasimle yerine konurdu. Sadrazam Sancak-ı Şerif ile sefere çıkınca zülüflü baltacılardan 30’u, bu sancağın altında Kurân-ı Kerîm okurdu.
Zamanla Sancak-ı Şerif eskiyince, devlet-i Âliye’de aslına göre 3 sancak işletilmiş ve Sancak-ı Şerif parçaları, bunların üzerine konmuştur. Bunlardan biri Hırka-i şerîfle beraber sefere götürülür, ikincisi Hazine-i Amire’de, üçüncüsü yine hazinede saklanırdı.
Sancak-ı Şerif Sandığı pek müzeyyendi. Sancak, sandığa konurken Kurân okunur, dua edilir, buhurdanlıklarda amber ve sarı sedir ağacı yakılırdı. Her seferde Sancak-ı Şerif ile birlikte "Sancak-ı Şerif Şeyhi" denilen bir görevli ile "evlâd-ı peygamberi"den Peygamber soyundan) bir kısmı sefere gider Sancak-ı Şerif serdarı ve sadrazâmın önünde Fetih suresi okurlardı. Sefer dönüşü Pâdişâh, Sancağı Davutpaşa sahrasında karşılardı.
1593’te Avusturya seferi münâsebetiyle Şam yeniçerileriyle birlikte ilk defa teberrüken (zafer kazanılmasına vesile olur düşüncesiyle) savaş alanına gönderilmek üzere, getirtilip, Gelibolu yoluyla orduya, Sadrâzam ve Serdâr-ı Ekrem Koca Sinan Paşa’ya gönderilmişti ki, İstanbul’a uğratılmadan gönderilmiş olması, ordu mensuplarını gücendirmiş, kendilerine itibâr edilmediğini, aynı zamanda Siyah Sancağa da hürmet gösterilmemiş olduğunu iddia etmelerine sebep olmuştu. Siyah Sancak, bu yüzden ertesi yıl İstanbul’a getirtilip oradan Macaristan’daki savaş alanına gönderilmiştir. Böylece 2 yıl boyunca Şam’dan İstanbul yoluyla cepheye ve kış münâsebetiyle de tekrar aynı yoldan Şam’a gittikten ve gidiş-gelişinde hazînede saklandıktan sonra, 1595 senesinde seferden dönüşte "Enderûn-ı Hümâyûn"da alıkonulmuş ve bir daha Şam ‘a gönderilmeyerek, saraydaki emânetler arasında muhâfaza edilmiştir. Bu tarihten sonra pâdişâhlarla ve onlar sefere gitmedikleri zaman sadrâzam ve serdâr-ı ekremler ile beraber, sancak-ı şerifin sefere gönderilmesi âdet olmuştur.
Ayrıca Sancak-ı Şerif Osmanlı Devleti’ne karşı çıkan isyanları bastırmak için de kullanılırdı 2. Mahmut, 1826 yılında yeniçeri ocaklarını kapattığı "Vaka-i Hayriye" sırasında Sancak-ı Şerif’in açılmasını emretmiş, sancağın simgesel önemi İstanbul halkının pâdişâhı yeniçerilere karşı desteklemesinde büyük bir rol oynamıştı. İsyancılar yeni talimi istemiyordu. İstekleri kabul edilmedi ve katledilmelerine fetva verilerek, Siyah Sancak çıkarıldı. Halk da Siyah Sancağın altına çağrıldı. Bu olaylar sonucunda yeniçeriler tam manasıyla darmadağın edildi.
Benzer şekilde, 1687’de, 4. Mehmet’i hâl eden kapıkulu ocaklarının İstanbul’da yaptıkları taşkınlıklar tahammül edilmez bir hâle gelince, hükümet, Siyah Sancağı çıkarmak ve bir işaret bekleyen halkın yardımını sağlamak suretiyle, olayı bertaraf etmiş ve bu olayın sorumlularını da cezâlandırabilmişti.
Bu gibi isyanlarda yeniçerilerin: “Yeniçeri olanlar Etmeydanı’nda kazan başına gelsin!” diye bağırmalarına karşılık, pâdişâh ve hükümet taraftarları da: “Ümmet-i Muhammed’den olanlar, Sancak-ı Şerif’in (Siyah Sancağın) altında toplansın!” diye bağırırlardı.
Hâkim olan inanca göre, 7 yaşından 70 yaşına kadar her Müslüman’ın Siyah Sancağın altında toplanarak cihâda katılmaları farzdı ve bu cihâd, devletin emniyet ve bekasını tehlikeye sokan iç düşmanlara karşı da gerçekleştirilebilirdi. "Sancak-ı Şerif çıkarmak" demek, herkesi savaşa davet etmek demekti. Yani Siyah Sancak, bütün Müslümanları, bütün milleti bir araya toplayan bir simgeydi. Pâdişâh sefere gittiğinde halifelik alameti olarak Siyah Sancağı da yanında götürürdü. Hz. Muhammed’in sancağının kendileriyle birlikte olduğunu gören askerler, büyük bir heyecanla savaşırlardı.
2. Mahmut tarafından Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’ye mahsus olarak üzerinde kelime-i şehâdet veya fetih âyetleri bulunan siyah bayraklar yaptırıldı. Siyah rengin tercihi, Hz. Muhammed’in "Ukab" isimli Siyah Sancağının rengini taklitten ileri geliyordu.
Topkapı Sarayı’nın, arz odası karşısındaki kapısı önüne dikilen sancağın dikildiği yere kimsenin ayak basmaması ve bu suretle hürmetsizlik gösterilmemesi, 2 Meşrûtiyet’e, kadar sağlanmış ve bunu temin için bu yerde nöbetçiler bekletilmişti. Şimdi burada, bu yerin hâtırasını muhafaza eden bir taş bulunmaktadır.
Osmanlı imparatorluğunun Siyah Sancak’tan en son istifâde etmek istediği savaş, 1. Dünya Savaşı olmuş ve bu savaşta Siyah Sancak çıkarılmak suretiyle “Cihâd-ı Ekber” (Büyük Cihad) ilân edilmişti.
Hayber Savaşı’ndan sonra siyah renkte kabul edilen Siyah Sancağın zamanla yıpranması sonucunda, parçaları üç ayrı sancak üzerine dikilerek korunmasına devam edilmiştir. Zamanla yıprandığından yeşil ipekli bir kumaş üzerine yerleştirilmiş şekilde bir sandukada muhafaza edilmektedir. Yeşil renkli kanfes torba içerisindedir. Siyaha yakın renkte yünlü kumaştan olup çürümüş parçalar bulunmaktadır. Bu parçalardan bazılarının üzerine sonradan dikilmiş yaldızlı yazı eserleri görülmektedir.
Sancağın yeşil torbasından dolayı halk arasında kendisinin de yeşil olduğu inancı yaygındır. Halbuki Hz. Muhammed’e ait sancaklar içinde yeşil yoktur. Yeşil olan sancak sonradan yapılmış, üzerine teberrüken asıl sancaktan bazı parçalar dikilmiştir.
Yeni sancak, 0.38 x 1.13 metre ebadında yeşil kumaştan olup yarısına yakın kısmı iki katlıdır. Üzerine sırma ile "Nasrun minallâhi ve fethun karîb" ile "Allah", "Muhammed" ve Aşere-i Mübeşşere’nin adları işlenmiştir. Sancak-ı Şerif, 1730 yılına kadar Eyüp Sultan Türbesi’nde muhafaza edilirken bu tarihte ortaya çıkan Patrona isyanında asilerin ele geçirme isteği üzerine derhal Topkapı Sarayı’na kaldırılmıştır
Mesih ve Mehdi inancı, daha genel bir ifade ile kurtarıcı fikri, yaygın olarak bütün dinlerde rastlanan ve her toplumda değişik şekillerde var olan bir olgudur. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta bir inanç esası olarak telakki edilen bu düşünce tarzı zamanla Müslümanlar arasında da yer almış ve İslam kültür tarihinde oldukça etkili olmuştur.
Bu inancın yüzyıllarca insanlığın zihnini meşgul ederek çok geniş akisler uyandırdığı görülmektedir. Yerine göre dini duyguların sömürülmesine ve birtakım kişilerin “Mehdi” sıfatıyla ortaya çıkarak, farklı amaçlarla kitleleri kendi etrafında toplama yoluna gittiği de bilinmektedir.
Toplumda düzenin bozulduğu, insanların maddî ve mânevî sıkıntılarla baş başa kaldığı dönemlerde her zaman ve her yerde insan üstü özellikler taşıyan “kurtarıcı”lar fikri ortaya çıkmış ya da çıkarılmıştır. Müslümanlar arasında henüz hicri 1. yüzyılın sonlarından itibaren Hz. Muhammed’in soyunu temsilen siyâsî kargaşalardan ve toplumsal buhranlardan çıkar sağlamayı fırsat bilenler, hem bu tür düşüncelerin hem fikir mimârı olmuşlar, hem de elde etmek istedikleri gayeleri uğrunda birtakım rivayetler ortaya atarak toplumu yönlendirmeyi düşünmüşlerdir.
İslam kültüründe bazı kimselerce kurtarıcı, yalnızca “Mesih” değil, bununla birlikte “zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle dolduracak” bir “Mehdi” de beklenmektedir. Yani Müslümanların bir kısmı kurtarıcı, “Mehdi” ile birlikte, Hz. İsa’nın tekrar geleceği konusunu da bir inanç problemi haline getirmiş; bu yolla yeryüzünde barış, adalet ve eşitliğin yayılacağına, zulmün ortadan kalkacağına inanır olmuşlardır.
İslam toplumlarında bu tür kurtarıcıların en belirgin olanı, “Mehdi”dir. Başlangıçta sadece kendisine yol gösterilmiş, Allah’ın lutfuna mazhar olmuş gibi anlamlarda kullanılan bu söz, giderek kılıcı ile çıkıp İslam’ı bütün dünyaya hakim olacak adaleti sağlayacak, zulmü tamamen ortadan kaldıracak, ekonomik sıkıntıları yok edip yeryüzünde fakir ve ihtiyaç sahibi kimse bırakmayacak beşer üstü bir insan tiplemesine ulaşılmıştır.
Birçok araştırmacının ortak kanaati, Şia’daki mehdilik inancının Yahudi ve Hıristiyan kaynaklı olduğu yönündedir. Ancak Mu’tezile kelamcısı Kâdî Abbdülcebbâr, Şiî gelenekteki bu inançların Mecûsilikten tevarüs edildiğini söylemiştir. Buna karşılık Nevbahtî ve Ebü’l-Hasen el-Eş’arî gibi makalât-fırak yazarları rec’at fikrinin ilk defa Yahudi asıllı Abdullah b. Sebe’ye nisbet edilen Sebeiyye fırkasınca dillendirildiğini belirtmişlerdir.
Mehdî kavramının kökleri ve gelişmesi konusunda Batılı araştırmacılarsa iki görüş ortaya koyarlar. Bunlardan ilki, mehdî inancının Sümerlerde doğduğu, Bâbillilerde ve Mısırlılarda geliştiği ve bu iki kanaldan dünyaya yayıldığı düşüncesidir ki ilk örnekleri Kral 1. Sargon’da ve Hammurabi’de görülmektedir. İkinci görüş, mehdî inancının her dinin kendi içinde, kendi tarihî, psikolojik ve sosyolojik şartlarına göre doğup geliştiğidir. Örneğin Hinduizm’de mehdîliğin menşei Tanrı Vişnu’nun "Kalki" ismiyle müstakbel avatarasına ve Hint zaman tasavvuruna dayanırken İslâmiyet’te Hulefâ-yi Râşidîn (Dört Halife) devrinin arkasından başlayan iç savaşların tarihî, siyasî ve psikolojik tezahürleri buna sebep olmuştur.
İslam düşüncesine göre, Mehdilik İslam inanç esasları arasında yer alması gereken bir mesele olsaydı Kurân ayetleri bunu hiç şüpheye yer kalmayacak şekilde açıklardı. Çünkü İslam inanç ve akidesi Kurân’da açıklanmış ve Hz. Muhammed döneminde tamamlanmıştır. Akîde yönünden herhangi bir artmanın ya da değişmenin mümkün olamayacağı esası, mehdilik konusunu incelerken de dikkate alınması gereken en önemli husustur.
Bazı iddiaların arkasında siyasi sebepler aramak gerekmektedir. Mehdilik hareketleri, dîni bir takım delillendirmelerin olmasıyla birlikte siyasi mülahazaların temel teşkil ettiği hareketlerdir. Gerek İslam öncesi kültürlerde gerekse Müslümanlar arasında mehdilik fikri siyasi buhranların arkasından bu durumdan istifade edip değişik menfaat düşünceleri taşıyanlar tarafından ön plana çıkarılıp taraftar bulması sağlanmıştır.
Kurân-ı Kerîm’de bu düşünceye delalet edecek muhkem bir ayet bulunmamakla birlikte, bu düşüncenin hadis literatüründe yer aldığı görülmektedir. Bu noktada bu düşüncenin İslam’daki durumunu kavrayabilmek için ikinci temel kaynak kabul edilen hadislerin incelenmesi gerekmektedir. En önemli hadis kaynaklarından Buhari ve Müslim’de “Mehdi” kelimesinin geçtiği bir hadisin bulunmaması da konuya daha farklı yaklaşılmasına sebep olmuştur.
Hz. Hüseyin’in 680 yılında Kerbelâ’da şehit edilmesi üzerine Muhtar es-Sekâfî öncülüğündeki Keysâniyye’ye bağlı bir grup, Hz. Ali’nin Havle binti Ca’fer el-Hanefiyye isimli hanımından doğan oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye’nin Müslümanların yegâne kurtarıcısı olduğunu iddia etmiştir. Yine bu grup, Muhammed b. el-Hanefiyye 700 yılında vefat edip Medine’deki Cennetülbakî kabristanına defnedildiği halde onun ölmediğini, Medine’nin batısındaki Radvâ dağında yaşadığını, yanındaki bir aslan ve kaplan tarafından korunduğunu, sabah akşam yiyeceğinin verildiğini, günün birinde mehdi sıfatıyla geri gelip dünyada adaleti tesis edeceğini ileri sürmüştür. Bu bilgiler ışığında, mehdilik inancının İslam dünyasında ilk defa hicrî 1. yüzyılın ikinci yarısında Keysâniyye grupları tarafından ortaya atıldığı ve zaman içerisinde diğer Şiîler arasında yayıldığı söylenebilir.
Yukarıdaki ile benzer bir görüşe göre Hz. Hüseyin’in Kerbela’da 680 yılında Emevilerce şehit edilmesinin Müslümanları derinden sarstığı ve bir kurtarıcıya ihtiyaç duyar hale geldiği dile getirilir. Halkın bu psikolojisinden kendi çıkarı adına faydalanmasını iyi bilen el-Muhtar b.Ebi Ubeyd es-Sakafi, Muhammed b.el-Hanefiyye’yi halifelik iddiasına teşvik etmiş ve ona "el-Mehdi İbnu’l- Vasi" (Vasi’nin oğlu Mehdi) adını vermiştir. İbnu’l-Hanefiyye, kendisine zorla verilen bu unvanı reddetmiş ise de, istemeyerek de olsa, kullanılmasına itiraz etmemiştir. Daha sonra ölümü, kurucusu olarak kabul edildiği Keysâniyye fırkasınca inkâr edilmiş ve o, ölmez olarak Radva dağına yerleştirilmek suretiyle oradan döneceği zaman beklenir olmuştur. Böylece Muhammed b. el-Hanefiyye, daha sonraki İşna-aşeriyye Şiilerinin "gizli imamı" gibi, "el-Mehdiyyul-Muntazar" (Beklenen Mehdi) haline gelmiştir.
Mehdilik, Şia’ya ait bir inanç esası olarak telakki edildiği için Şii kaynaklarda Mehdi konusu geniş bir şekilde ele alınmaktadır. “Kaim”, “Mehdi Muntazar” gibi isimlendirmelerle anılan özellikle İmamiyye Şia’nın 12. imamı Hasan el-Askeri’nin oğlu Muhammed Mehdi ile ilgili pek çok rivayet mevcuttur.
Dini liderliğin Hz. Muhammed’in soyunda olduğunu kabul eden diğer Şii gruplar gibi imamı Şiilere göre Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine dayanma, imamlar silsilesinin sona erdiğinin görülmesiyle bir krizle sonuçlanmıştır. 874 yılında 11. imam Hasan el-Askeri, Abbasi sarayında gözetim altındayken vefat etmiştir. Genç imamın halkın bildiği bir varisi (çocuğu) yoktu. Şii toplumun bazı mensupları, 11. imamın gerçekte bir oğlunun olduğunu, bunun Abbasi halifesi tarafından halktan gizlendiğini iddia ettiler. Adaletten mahrum kalmış dünyadan bıkan küçük çocuk, Samarra’da bir yeraltı mağarasında, ileride Hakk’a rehberlik edilmiş mehdi olarak dönmek ve şu anda dünya nasıl zulümle doldurulduysa onu adaletle doldurmak için dönecekti.
Şiî fırkalarından Nâvûsiyye ise Ca’fer es-Sâdık’ın vefatından sonra onun ölmediğine ve mehdî olarak bir gün zuhur edeceğine inanmıştır. Ortaya çıktığı erken devirde mehdî inancı sadece Şiî zümreleri arasında rağbet görmemiş, Emevîler de Süfyânî adını verdikleri kendi mehdîlerini icat etmişler ve buna dair hadis uydurmuşlardır. Muhtemelen ilk defa Hâlid b. Yezîd halkı Emevîler’in mehdîsi Süfyânî’ye inanmaya çağırmış ve bunu yaymaya çalışmıştır. Emevîler’den sonra iktidara gelen Abbâsîler’in yöneticileri de mehdînin kendilerinden çıkacağına dair hadis uydurup insanları buna inanmaya davet etmişlerdir.
Daha önce çeşitli din ve toplumlarda var olan Mehdi ve Mesih düşünceleri, bu kitlelerin Müslüman olması ve bir kültür olarak bu düşüncelerini yaşatmaları, onları kabul ettikleri İslam’dan da kendi düşüncelerine bir kaynak bulma cihetine yöneltmiş, hatta bu yolla Hz. Muhammed adına hadis uydurmaktan da kendilerini alamamışlardır. Dolayısıyla bunun İslam’la uzaktan ve yakından ilgisinin olmadığı görülmektedir.
Mâlik b. Enes, Buhârî ve Müslim gibi titiz davranan hadis âlimleri, mehdî kelimesinin geçtiği rivayetlere yer vermezken Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Hâkim ve Taberânî gibi muhaddisler eserlerinde bu tür rivayetleri nakletmişlerdir. Önce Şiîler, ardından Emevîler ve Abbâsîler arasında yayılan mehdî inancı, 9. yüzyılda hadislerin toplanıp kayda geçirilmesi ve hadislerin sıhhati konusunda titiz davranmayan muhaddislerce mehdî rivayetlerinin mecmualara alınmasının ardından Sünnîler arasında da benimsenmeye başlanmıştır. Ancak erken devir Sünnî literatüründe bu inanca hemen hemen hiç temas edilmemiş, konu daha çok hadisçilerin dahil olduğu Selefiyye’ye ait eserlerde yer almıştır.
Kısaca Mehdî inancı, dinî deliller açısından sübut bulmamasının ötesinde İslâm tarihinin akışında birçok olumsuzluğun kaynağı olmuştur. Siyasî iktidara göz diken pek çok kimse mehdî olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp Müslümanların sosyal birliğini parçalamış ve savaşlara yol açmıştır. Hareket noktası olarak ileri sürülen iddiaların aksine mehdî inancı insanların zulme karşı eyleme geçmesini sağlamak şöyle dursun harekete geçilmesini engellemiş, kitleleri mehdîyi beklemeye itmiş, zulmü mehdî dışında birinin yok edemeyeceği düşüncesini zihinlere yerleştirmiş ve Müslümanları çözümsüzlüğe sürüklemiştir.
Mehdi ve Siyah Sancaklılar, bugün Türkiye’de kendini İslam alimi diye etiketlemeye çalışan bir çok "cüppeli" cahilin, bol avukatlı ve etrafında "Maşallah hocam çok çekicisiniz." diyen "kedicik"lerin fır döndüğü ve içten içe müritlerine kendini "Mehdi" olarak pazarlamaya başlayan "şok dansçı" hocaların, kendine gazeteci, araştırmacı ya da benzer ünvanlar biçmiş "halk avcı"larının, reyting amaçlı televizyon dizilerinin, hatta kendilerine Müslüman süsü vermiş kadınlara tecavüz edip öldüren en insanlık-dışı terör örgütlerinin hilafet arzularının, hırs ve egomanyalarının vazgeçilmez manipüle ve sömürü aracı haline gelmiştir.
Mehdi fikrini desteklemek için Siyah Sancak (Sancak-ı Şerif) ve Mehdilik arasında aşağıdaki hadislerde olduğu gibi ilişki kurulmuştur. Bunun yanında Mehdi’nin Hz. Muhammed’in Siyah Sancağı ile çıkacağı, dört köşeli ve dikişsiz olduğu, üzerinde bir hicr / hilal bulunduğu ve Hz. Muhammed’in vefatından beri açılmamış olup Mehdi tarafından açılacağı iddia edilir.
“Horasan tarafından çıkan siyah sancaklıları gördüğünüzde, kar üzerinde sürünerek de olsa onlara gidin. Çünkü onların içinde Allah’ın halifesi Mehdî vardır.”
“Allah, biz Ehl-i Beyt’e, ahireti dünyâ üzerine tercih etti ve muhakkak Ehl-i Beytim, benden sonra bela ve musibetlere ve zülme ve nefye maruz kalacaklardır. Tâ ki doğu tarafından siyah sancaklılar gelinceye kadar. Onlar gelince ekmek isterler, ama onlara ekmek verilmez , onlar savaş yaparlar ve galip olup, yardıma mazhar olurlar. O zaman istedikleri gıda yardımı kendilerine verilir, fakat onlar, sancakları (hakimiyeti) Ehl-i Beytimden bir adama (Mehdî’ye) verinceye kadar onların yardımını kabûl etmezler. Ve işi O’na teslim ederler. O Mehdî de hâkim olup, daha önce zulümle dolmuş olan yeryüzünü, adaletle doldurur. Sizden her kim ki o zamana kavuşursa, kar üzerinde, emekleyerek dahi olsa, şarktan çıkan o mücahitlere gidip tabi olsun.”
“Temim oğullarından orta boylu, esmer, meczum (hafif sakallı), kevsec (sakalı yanlarda az, aşağı tarafı uzun olan; diğer bir manası da Yemen asıllı) bir adam ki, ona Şuayb bin Salih denilir. Beyaz elbiseli, siyah sancaklı 4000 kişinin kumandanıdır. Mehdî’nin öncüsü olur ve kiminle mukatele ederse, savaşta kim ona karşı çıkarsa onu öldürür.”
“Siyah sancaklılar kendi aralarında ihtilafa düştükleri zaman sarı sancaklılar onların üzerine gelir ve Mısır’ın köprüsünde toplanırlar. Ehl-i maşrık ve ehl-i mağrib arasında 7 (gün veya hafta veya ay veya yıl mı olduğu hadîste belirtilmemiştir) harp olur.”
“Siyah sancaklılar, Abbasoğulları için çıkar. Sonra bir başka defa da Horasan’dan çıkar ki; takkeleri siyah, elbiseleri beyazdır. Onların kumandanı Temim’den Şuayb bin Salih denilen bir adamdır ki, Süfyanî’nin adamlarını hezimete uğratır. Ta Beyt-i Makdis’e iner, Mehdî’nin hakimiyetine zemin hazırlar, ona Şam’dan 300 kişi yardım eder, onun hurucuyla Mehdî’ye emrin (vazifenin) teslim edilmesi arasında yetmiş iki ay zaman vardır.”
“Horasan’dan siyah sancaklılar çıkar ki, tâ Îliya’ya (Kudüs’e) o sancağı dikinceye kadar, kimse onlara karşı koyamaz.”
“Ve muhakkak Siyah Sancaklılar çıkar, Süfyanî ile harb ederler. O siyah sancaklıların içinde Beni Haşim’den bir genç vardır ki, sol avucunda bir ben vardır. Onun ordusunun başında, Temim’li Şuayb bin Salih diye çağrılan bir adam vardır. O kumandan Süfyanî’leri hezimete uğratır. Ve Süfyanî çıktığı zaman ordusunu Horasan ahalisine gönderir ve o ordu Mehdî’ye karşı çıkar. O (Süfyanî), Haşimî ile beraber olan Şuayb bin Salih’in kumandası altındaki siyah sancaklılarla “İstehar” kapısında karşılaşırlar. Aralarında büyük bir harb olur. Siyah sancaklılar galip gelir ve Süfyanî’nin ordusu kaçar. Bu sırada insanlar Mehdî’yi temenni ediyor ve arıyorlardır.”
D’Ohsson’un kaynaklara atfen bildirdiğine göre, Hz. Muhammed’e ait birçok beyaz ve siyah renkte sancaklar vardı ve bunlardan siyah renkte olanı, Hz. Ayşe’nin kapı perdesi vazifesini görüyordu ki, "Uküb" ya da "Sancak-ı Şerîf" diye tanınan sancak, işte buydu.
Hz. Muhammed döneminde her komutan, savaşlarda askerî bayrak taşıyor ve her biri mızrağı elinde olarak. kendi kıtası başında savaşıyordu. Bizzat Peygamberin iştirak ettiği Bedir Gazası’nda ise, ilk defa Hamza "sancak-ı şerif"i taşıdı; daha sonra Mekke’nin fethi günü bu şerefe Hz. Ali nail oldu. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, halîfe Ebû Bekir de İslâmiyet’in en önemli sembollerinden biri olan bu sancağa karşı büyük saygı göstermişti.
Hicretin 1. yılında kullanılmaya başlanan Hz. Muhammed’in bayrağı, uzun bir mızrağa bağlanmış beyaz biz: kumaştan ibaretti. Hayber Savaşı’na kadar beyaz bayrak kullanılmıştı. Bu olaydan sonra "Rayet" adı verilen siyah sancak yapılmış ve Sancak-ı Şerîf olarak kabul edilmiştir.
Kaynaklardan, Hz. Muhammed’in ünlü bu ünlü sancağının sefer sırasında diğer Arap sancakları gibi bir mızrağın ucuna bağlanarak taşındığı öğrenilmektedir.
İlk dört halîfe zamanında, kumandanlardan ya da yüksek rütbeli emirlerden biri, her tarafta tazim gösterilen bu sancak, dâima ordunun önünde taşırdı. Şam’daki Emevî halîfelerine ve daha sonra da Bağdat ve Mısır’daki Abbâsî halîfelerine geçti.
Siyah Sancağın Yavuz Sultan Selim aracılığıyla halifelikle birlikte Osmanlı devletine geçişi ile ilgili 3 ayrı faraziye vardır. Bunlardan ilki, Memlük büyüklerinden Hayır Bey tarafından Rodos Kuşatması sırasında İstanbul’a gönderildiği, ikincisi I. Selim’in Mısır’ı fethinden sonra beraberinde getirdiği , sonuncusu da Şam’dan getirildiğidir.
Evliya Çelebi tarafından emanetler arasında sayılan sancak-ı şerifin yine Mısır’dan, fakat Kanûnî Sultan Süleyman döneminde getirildiği de söylenmektedir.
1594’ten sonra İstanbul’a gelen Siyah Sancak, 1595’te artık tamamen Topkapı Sarayı’nda kutsal emanetlerle birlikte korunmuştur. Bu tarihi takiben pâdişâhlar, Sadrazam ve Serdâr-ı Ekrem’lerle birlikte Siyah Sancak, seferlere iştirak ettirilmiştir. Siyah Sancağın seferlerde Vezîr-i Azâm ya da Serdâr-ı Ekrem’e teslimi için büyük törenler düzenlenirdi.Bunun için öncelikle Hırka-i Saâdet’te “Fetih sûresi” okunur, bizzat hükümdar tarafından alınan sancak arz odasına getirilir, orada “Yasin sûresi” okunarak yaşlı gözler, dua ve niyazlarla ordu başkumandanına teslim edilir, savaştan sonra da aynı merasimle yerine konurdu. Sadrazam Sancak-ı Şerif ile sefere çıkınca zülüflü baltacılardan 30’u, bu sancağın altında Kurân-ı Kerîm okurdu.
Zamanla Sancak-ı Şerif eskiyince, devlet-i Âliye’de aslına göre 3 sancak işletilmiş ve Sancak-ı Şerif parçaları, bunların üzerine konmuştur. Bunlardan biri Hırka-i şerîfle beraber sefere götürülür, ikincisi Hazine-i Amire’de, üçüncüsü yine hazinede saklanırdı.
Sancak-ı Şerif Sandığı pek müzeyyendi. Sancak, sandığa konurken Kurân okunur, dua edilir, buhurdanlıklarda amber ve sarı sedir ağacı yakılırdı. Her seferde Sancak-ı Şerif ile birlikte "Sancak-ı Şerif Şeyhi" denilen bir görevli ile "evlâd-ı peygamberi"den Peygamber soyundan) bir kısmı sefere gider Sancak-ı Şerif serdarı ve sadrazâmın önünde Fetih suresi okurlardı. Sefer dönüşü Pâdişâh, Sancağı Davutpaşa sahrasında karşılardı.
1593’te Avusturya seferi münâsebetiyle Şam yeniçerileriyle birlikte ilk defa teberrüken (zafer kazanılmasına vesile olur düşüncesiyle) savaş alanına gönderilmek üzere, getirtilip, Gelibolu yoluyla orduya, Sadrâzam ve Serdâr-ı Ekrem Koca Sinan Paşa’ya gönderilmişti ki, İstanbul’a uğratılmadan gönderilmiş olması, ordu mensuplarını gücendirmiş, kendilerine itibâr edilmediğini, aynı zamanda Siyah Sancağa da hürmet gösterilmemiş olduğunu iddia etmelerine sebep olmuştu. Siyah Sancak, bu yüzden ertesi yıl İstanbul’a getirtilip oradan Macaristan’daki savaş alanına gönderilmiştir. Böylece 2 yıl boyunca Şam’dan İstanbul yoluyla cepheye ve kış münâsebetiyle de tekrar aynı yoldan Şam’a gittikten ve gidiş-gelişinde hazînede saklandıktan sonra, 1595 senesinde seferden dönüşte "Enderûn-ı Hümâyûn"da alıkonulmuş ve bir daha Şam ‘a gönderilmeyerek, saraydaki emânetler arasında muhâfaza edilmiştir. Bu tarihten sonra pâdişâhlarla ve onlar sefere gitmedikleri zaman sadrâzam ve serdâr-ı ekremler ile beraber, sancak-ı şerifin sefere gönderilmesi âdet olmuştur.
Ayrıca Sancak-ı Şerif Osmanlı Devleti’ne karşı çıkan isyanları bastırmak için de kullanılırdı 2. Mahmut, 1826 yılında yeniçeri ocaklarını kapattığı "Vaka-i Hayriye" sırasında Sancak-ı Şerif’in açılmasını emretmiş, sancağın simgesel önemi İstanbul halkının pâdişâhı yeniçerilere karşı desteklemesinde büyük bir rol oynamıştı. İsyancılar yeni talimi istemiyordu. İstekleri kabul edilmedi ve katledilmelerine fetva verilerek, Siyah Sancak çıkarıldı. Halk da Siyah Sancağın altına çağrıldı. Bu olaylar sonucunda yeniçeriler tam manasıyla darmadağın edildi.
Benzer şekilde, 1687’de, 4. Mehmet’i hâl eden kapıkulu ocaklarının İstanbul’da yaptıkları taşkınlıklar tahammül edilmez bir hâle gelince, hükümet, Siyah Sancağı çıkarmak ve bir işaret bekleyen halkın yardımını sağlamak suretiyle, olayı bertaraf etmiş ve bu olayın sorumlularını da cezâlandırabilmişti.
Bu gibi isyanlarda yeniçerilerin: “Yeniçeri olanlar Etmeydanı’nda kazan başına gelsin!” diye bağırmalarına karşılık, pâdişâh ve hükümet taraftarları da: “Ümmet-i Muhammed’den olanlar, Sancak-ı Şerif’in (Siyah Sancağın) altında toplansın!” diye bağırırlardı.
Hâkim olan inanca göre, 7 yaşından 70 yaşına kadar her Müslüman’ın Siyah Sancağın altında toplanarak cihâda katılmaları farzdı ve bu cihâd, devletin emniyet ve bekasını tehlikeye sokan iç düşmanlara karşı da gerçekleştirilebilirdi. "Sancak-ı Şerif çıkarmak" demek, herkesi savaşa davet etmek demekti. Yani Siyah Sancak, bütün Müslümanları, bütün milleti bir araya toplayan bir simgeydi. Pâdişâh sefere gittiğinde halifelik alameti olarak Siyah Sancağı da yanında götürürdü. Hz. Muhammed’in sancağının kendileriyle birlikte olduğunu gören askerler, büyük bir heyecanla savaşırlardı.
2. Mahmut tarafından Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’ye mahsus olarak üzerinde kelime-i şehâdet veya fetih âyetleri bulunan siyah bayraklar yaptırıldı. Siyah rengin tercihi, Hz. Muhammed’in "Ukab" isimli Siyah Sancağının rengini taklitten ileri geliyordu.
Topkapı Sarayı’nın, arz odası karşısındaki kapısı önüne dikilen sancağın dikildiği yere kimsenin ayak basmaması ve bu suretle hürmetsizlik gösterilmemesi, 2 Meşrûtiyet’e, kadar sağlanmış ve bunu temin için bu yerde nöbetçiler bekletilmişti. Şimdi burada, bu yerin hâtırasını muhafaza eden bir taş bulunmaktadır.
Osmanlı imparatorluğunun Siyah Sancak’tan en son istifâde etmek istediği savaş, 1. Dünya Savaşı olmuş ve bu savaşta Siyah Sancak çıkarılmak suretiyle “Cihâd-ı Ekber” (Büyük Cihad) ilân edilmişti.
Hayber Savaşı’ndan sonra siyah renkte kabul edilen Siyah Sancağın zamanla yıpranması sonucunda, parçaları üç ayrı sancak üzerine dikilerek korunmasına devam edilmiştir. Zamanla yıprandığından yeşil ipekli bir kumaş üzerine yerleştirilmiş şekilde bir sandukada muhafaza edilmektedir. Yeşil renkli kanfes torba içerisindedir. Siyaha yakın renkte yünlü kumaştan olup çürümüş parçalar bulunmaktadır. Bu parçalardan bazılarının üzerine sonradan dikilmiş yaldızlı yazı eserleri görülmektedir.
Sancağın yeşil torbasından dolayı halk arasında kendisinin de yeşil olduğu inancı yaygındır. Halbuki Hz. Muhammed’e ait sancaklar içinde yeşil yoktur. Yeşil olan sancak sonradan yapılmış, üzerine teberrüken asıl sancaktan bazı parçalar dikilmiştir.
Yeni sancak, 0.38 x 1.13 metre ebadında yeşil kumaştan olup yarısına yakın kısmı iki katlıdır. Üzerine sırma ile "Nasrun minallâhi ve fethun karîb" ile "Allah", "Muhammed" ve Aşere-i Mübeşşere’nin adları işlenmiştir. Sancak-ı Şerif, 1730 yılına kadar Eyüp Sultan Türbesi’nde muhafaza edilirken bu tarihte ortaya çıkan Patrona isyanında asilerin ele geçirme isteği üzerine derhal Topkapı Sarayı’na kaldırılmıştır
Mehdilik İnancı
Mesih ve Mehdi inancı, daha genel bir ifade ile kurtarıcı fikri, yaygın olarak bütün dinlerde rastlanan ve her toplumda değişik şekillerde var olan bir olgudur. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta bir inanç esası olarak telakki edilen bu düşünce tarzı zamanla Müslümanlar arasında da yer almış ve İslam kültür tarihinde oldukça etkili olmuştur.
Bu inancın yüzyıllarca insanlığın zihnini meşgul ederek çok geniş akisler uyandırdığı görülmektedir. Yerine göre dini duyguların sömürülmesine ve birtakım kişilerin “Mehdi” sıfatıyla ortaya çıkarak, farklı amaçlarla kitleleri kendi etrafında toplama yoluna gittiği de bilinmektedir.
Toplumda düzenin bozulduğu, insanların maddî ve mânevî sıkıntılarla baş başa kaldığı dönemlerde her zaman ve her yerde insan üstü özellikler taşıyan “kurtarıcı”lar fikri ortaya çıkmış ya da çıkarılmıştır. Müslümanlar arasında henüz hicri 1. yüzyılın sonlarından itibaren Hz. Muhammed’in soyunu temsilen siyâsî kargaşalardan ve toplumsal buhranlardan çıkar sağlamayı fırsat bilenler, hem bu tür düşüncelerin hem fikir mimârı olmuşlar, hem de elde etmek istedikleri gayeleri uğrunda birtakım rivayetler ortaya atarak toplumu yönlendirmeyi düşünmüşlerdir.
İslam kültüründe bazı kimselerce kurtarıcı, yalnızca “Mesih” değil, bununla birlikte “zulümle dolmuş olan dünyayı adaletle dolduracak” bir “Mehdi” de beklenmektedir. Yani Müslümanların bir kısmı kurtarıcı, “Mehdi” ile birlikte, Hz. İsa’nın tekrar geleceği konusunu da bir inanç problemi haline getirmiş; bu yolla yeryüzünde barış, adalet ve eşitliğin yayılacağına, zulmün ortadan kalkacağına inanır olmuşlardır.
İslam toplumlarında bu tür kurtarıcıların en belirgin olanı, “Mehdi”dir. Başlangıçta sadece kendisine yol gösterilmiş, Allah’ın lutfuna mazhar olmuş gibi anlamlarda kullanılan bu söz, giderek kılıcı ile çıkıp İslam’ı bütün dünyaya hakim olacak adaleti sağlayacak, zulmü tamamen ortadan kaldıracak, ekonomik sıkıntıları yok edip yeryüzünde fakir ve ihtiyaç sahibi kimse bırakmayacak beşer üstü bir insan tiplemesine ulaşılmıştır.
Birçok araştırmacının ortak kanaati, Şia’daki mehdilik inancının Yahudi ve Hıristiyan kaynaklı olduğu yönündedir. Ancak Mu’tezile kelamcısı Kâdî Abbdülcebbâr, Şiî gelenekteki bu inançların Mecûsilikten tevarüs edildiğini söylemiştir. Buna karşılık Nevbahtî ve Ebü’l-Hasen el-Eş’arî gibi makalât-fırak yazarları rec’at fikrinin ilk defa Yahudi asıllı Abdullah b. Sebe’ye nisbet edilen Sebeiyye fırkasınca dillendirildiğini belirtmişlerdir.
Mehdî kavramının kökleri ve gelişmesi konusunda Batılı araştırmacılarsa iki görüş ortaya koyarlar. Bunlardan ilki, mehdî inancının Sümerlerde doğduğu, Bâbillilerde ve Mısırlılarda geliştiği ve bu iki kanaldan dünyaya yayıldığı düşüncesidir ki ilk örnekleri Kral 1. Sargon’da ve Hammurabi’de görülmektedir. İkinci görüş, mehdî inancının her dinin kendi içinde, kendi tarihî, psikolojik ve sosyolojik şartlarına göre doğup geliştiğidir. Örneğin Hinduizm’de mehdîliğin menşei Tanrı Vişnu’nun "Kalki" ismiyle müstakbel avatarasına ve Hint zaman tasavvuruna dayanırken İslâmiyet’te Hulefâ-yi Râşidîn (Dört Halife) devrinin arkasından başlayan iç savaşların tarihî, siyasî ve psikolojik tezahürleri buna sebep olmuştur.
İslam düşüncesine göre, Mehdilik İslam inanç esasları arasında yer alması gereken bir mesele olsaydı Kurân ayetleri bunu hiç şüpheye yer kalmayacak şekilde açıklardı. Çünkü İslam inanç ve akidesi Kurân’da açıklanmış ve Hz. Muhammed döneminde tamamlanmıştır. Akîde yönünden herhangi bir artmanın ya da değişmenin mümkün olamayacağı esası, mehdilik konusunu incelerken de dikkate alınması gereken en önemli husustur.
Bazı iddiaların arkasında siyasi sebepler aramak gerekmektedir. Mehdilik hareketleri, dîni bir takım delillendirmelerin olmasıyla birlikte siyasi mülahazaların temel teşkil ettiği hareketlerdir. Gerek İslam öncesi kültürlerde gerekse Müslümanlar arasında mehdilik fikri siyasi buhranların arkasından bu durumdan istifade edip değişik menfaat düşünceleri taşıyanlar tarafından ön plana çıkarılıp taraftar bulması sağlanmıştır.
Kurân-ı Kerîm’de bu düşünceye delalet edecek muhkem bir ayet bulunmamakla birlikte, bu düşüncenin hadis literatüründe yer aldığı görülmektedir. Bu noktada bu düşüncenin İslam’daki durumunu kavrayabilmek için ikinci temel kaynak kabul edilen hadislerin incelenmesi gerekmektedir. En önemli hadis kaynaklarından Buhari ve Müslim’de “Mehdi” kelimesinin geçtiği bir hadisin bulunmaması da konuya daha farklı yaklaşılmasına sebep olmuştur.
Hz. Hüseyin’in 680 yılında Kerbelâ’da şehit edilmesi üzerine Muhtar es-Sekâfî öncülüğündeki Keysâniyye’ye bağlı bir grup, Hz. Ali’nin Havle binti Ca’fer el-Hanefiyye isimli hanımından doğan oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye’nin Müslümanların yegâne kurtarıcısı olduğunu iddia etmiştir. Yine bu grup, Muhammed b. el-Hanefiyye 700 yılında vefat edip Medine’deki Cennetülbakî kabristanına defnedildiği halde onun ölmediğini, Medine’nin batısındaki Radvâ dağında yaşadığını, yanındaki bir aslan ve kaplan tarafından korunduğunu, sabah akşam yiyeceğinin verildiğini, günün birinde mehdi sıfatıyla geri gelip dünyada adaleti tesis edeceğini ileri sürmüştür. Bu bilgiler ışığında, mehdilik inancının İslam dünyasında ilk defa hicrî 1. yüzyılın ikinci yarısında Keysâniyye grupları tarafından ortaya atıldığı ve zaman içerisinde diğer Şiîler arasında yayıldığı söylenebilir.
Yukarıdaki ile benzer bir görüşe göre Hz. Hüseyin’in Kerbela’da 680 yılında Emevilerce şehit edilmesinin Müslümanları derinden sarstığı ve bir kurtarıcıya ihtiyaç duyar hale geldiği dile getirilir. Halkın bu psikolojisinden kendi çıkarı adına faydalanmasını iyi bilen el-Muhtar b.Ebi Ubeyd es-Sakafi, Muhammed b.el-Hanefiyye’yi halifelik iddiasına teşvik etmiş ve ona "el-Mehdi İbnu’l- Vasi" (Vasi’nin oğlu Mehdi) adını vermiştir. İbnu’l-Hanefiyye, kendisine zorla verilen bu unvanı reddetmiş ise de, istemeyerek de olsa, kullanılmasına itiraz etmemiştir. Daha sonra ölümü, kurucusu olarak kabul edildiği Keysâniyye fırkasınca inkâr edilmiş ve o, ölmez olarak Radva dağına yerleştirilmek suretiyle oradan döneceği zaman beklenir olmuştur. Böylece Muhammed b. el-Hanefiyye, daha sonraki İşna-aşeriyye Şiilerinin "gizli imamı" gibi, "el-Mehdiyyul-Muntazar" (Beklenen Mehdi) haline gelmiştir.
Mehdilik, Şia’ya ait bir inanç esası olarak telakki edildiği için Şii kaynaklarda Mehdi konusu geniş bir şekilde ele alınmaktadır. “Kaim”, “Mehdi Muntazar” gibi isimlendirmelerle anılan özellikle İmamiyye Şia’nın 12. imamı Hasan el-Askeri’nin oğlu Muhammed Mehdi ile ilgili pek çok rivayet mevcuttur.
Dini liderliğin Hz. Muhammed’in soyunda olduğunu kabul eden diğer Şii gruplar gibi imamı Şiilere göre Hz. Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine dayanma, imamlar silsilesinin sona erdiğinin görülmesiyle bir krizle sonuçlanmıştır. 874 yılında 11. imam Hasan el-Askeri, Abbasi sarayında gözetim altındayken vefat etmiştir. Genç imamın halkın bildiği bir varisi (çocuğu) yoktu. Şii toplumun bazı mensupları, 11. imamın gerçekte bir oğlunun olduğunu, bunun Abbasi halifesi tarafından halktan gizlendiğini iddia ettiler. Adaletten mahrum kalmış dünyadan bıkan küçük çocuk, Samarra’da bir yeraltı mağarasında, ileride Hakk’a rehberlik edilmiş mehdi olarak dönmek ve şu anda dünya nasıl zulümle doldurulduysa onu adaletle doldurmak için dönecekti.
Şiî fırkalarından Nâvûsiyye ise Ca’fer es-Sâdık’ın vefatından sonra onun ölmediğine ve mehdî olarak bir gün zuhur edeceğine inanmıştır. Ortaya çıktığı erken devirde mehdî inancı sadece Şiî zümreleri arasında rağbet görmemiş, Emevîler de Süfyânî adını verdikleri kendi mehdîlerini icat etmişler ve buna dair hadis uydurmuşlardır. Muhtemelen ilk defa Hâlid b. Yezîd halkı Emevîler’in mehdîsi Süfyânî’ye inanmaya çağırmış ve bunu yaymaya çalışmıştır. Emevîler’den sonra iktidara gelen Abbâsîler’in yöneticileri de mehdînin kendilerinden çıkacağına dair hadis uydurup insanları buna inanmaya davet etmişlerdir.
Daha önce çeşitli din ve toplumlarda var olan Mehdi ve Mesih düşünceleri, bu kitlelerin Müslüman olması ve bir kültür olarak bu düşüncelerini yaşatmaları, onları kabul ettikleri İslam’dan da kendi düşüncelerine bir kaynak bulma cihetine yöneltmiş, hatta bu yolla Hz. Muhammed adına hadis uydurmaktan da kendilerini alamamışlardır. Dolayısıyla bunun İslam’la uzaktan ve yakından ilgisinin olmadığı görülmektedir.
Mâlik b. Enes, Buhârî ve Müslim gibi titiz davranan hadis âlimleri, mehdî kelimesinin geçtiği rivayetlere yer vermezken Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Hâkim ve Taberânî gibi muhaddisler eserlerinde bu tür rivayetleri nakletmişlerdir. Önce Şiîler, ardından Emevîler ve Abbâsîler arasında yayılan mehdî inancı, 9. yüzyılda hadislerin toplanıp kayda geçirilmesi ve hadislerin sıhhati konusunda titiz davranmayan muhaddislerce mehdî rivayetlerinin mecmualara alınmasının ardından Sünnîler arasında da benimsenmeye başlanmıştır. Ancak erken devir Sünnî literatüründe bu inanca hemen hemen hiç temas edilmemiş, konu daha çok hadisçilerin dahil olduğu Selefiyye’ye ait eserlerde yer almıştır.
Sonuç:
Kısaca Mehdî inancı, dinî deliller açısından sübut bulmamasının ötesinde İslâm tarihinin akışında birçok olumsuzluğun kaynağı olmuştur. Siyasî iktidara göz diken pek çok kimse mehdî olduğu iddiasıyla ortaya çıkıp Müslümanların sosyal birliğini parçalamış ve savaşlara yol açmıştır. Hareket noktası olarak ileri sürülen iddiaların aksine mehdî inancı insanların zulme karşı eyleme geçmesini sağlamak şöyle dursun harekete geçilmesini engellemiş, kitleleri mehdîyi beklemeye itmiş, zulmü mehdî dışında birinin yok edemeyeceği düşüncesini zihinlere yerleştirmiş ve Müslümanları çözümsüzlüğe sürüklemiştir.
Siyah Sancak, Siyah Sancaklılar ve Mehdilik İlişkisi
Mehdi ve Siyah Sancaklılar, bugün Türkiye’de kendini İslam alimi diye etiketlemeye çalışan bir çok "cüppeli" cahilin, bol avukatlı ve etrafında "Maşallah hocam çok çekicisiniz." diyen "kedicik"lerin fır döndüğü ve içten içe müritlerine kendini "Mehdi" olarak pazarlamaya başlayan "şok dansçı" hocaların, kendine gazeteci, araştırmacı ya da benzer ünvanlar biçmiş "halk avcı"larının, reyting amaçlı televizyon dizilerinin, hatta kendilerine Müslüman süsü vermiş kadınlara tecavüz edip öldüren en insanlık-dışı terör örgütlerinin hilafet arzularının, hırs ve egomanyalarının vazgeçilmez manipüle ve sömürü aracı haline gelmiştir.
Mehdi fikrini desteklemek için Siyah Sancak (Sancak-ı Şerif) ve Mehdilik arasında aşağıdaki hadislerde olduğu gibi ilişki kurulmuştur. Bunun yanında Mehdi’nin Hz. Muhammed’in Siyah Sancağı ile çıkacağı, dört köşeli ve dikişsiz olduğu, üzerinde bir hicr / hilal bulunduğu ve Hz. Muhammed’in vefatından beri açılmamış olup Mehdi tarafından açılacağı iddia edilir.
“Horasan tarafından çıkan siyah sancaklıları gördüğünüzde, kar üzerinde sürünerek de olsa onlara gidin. Çünkü onların içinde Allah’ın halifesi Mehdî vardır.”
“Allah, biz Ehl-i Beyt’e, ahireti dünyâ üzerine tercih etti ve muhakkak Ehl-i Beytim, benden sonra bela ve musibetlere ve zülme ve nefye maruz kalacaklardır. Tâ ki doğu tarafından siyah sancaklılar gelinceye kadar. Onlar gelince ekmek isterler, ama onlara ekmek verilmez , onlar savaş yaparlar ve galip olup, yardıma mazhar olurlar. O zaman istedikleri gıda yardımı kendilerine verilir, fakat onlar, sancakları (hakimiyeti) Ehl-i Beytimden bir adama (Mehdî’ye) verinceye kadar onların yardımını kabûl etmezler. Ve işi O’na teslim ederler. O Mehdî de hâkim olup, daha önce zulümle dolmuş olan yeryüzünü, adaletle doldurur. Sizden her kim ki o zamana kavuşursa, kar üzerinde, emekleyerek dahi olsa, şarktan çıkan o mücahitlere gidip tabi olsun.”
“Temim oğullarından orta boylu, esmer, meczum (hafif sakallı), kevsec (sakalı yanlarda az, aşağı tarafı uzun olan; diğer bir manası da Yemen asıllı) bir adam ki, ona Şuayb bin Salih denilir. Beyaz elbiseli, siyah sancaklı 4000 kişinin kumandanıdır. Mehdî’nin öncüsü olur ve kiminle mukatele ederse, savaşta kim ona karşı çıkarsa onu öldürür.”
“Siyah sancaklılar kendi aralarında ihtilafa düştükleri zaman sarı sancaklılar onların üzerine gelir ve Mısır’ın köprüsünde toplanırlar. Ehl-i maşrık ve ehl-i mağrib arasında 7 (gün veya hafta veya ay veya yıl mı olduğu hadîste belirtilmemiştir) harp olur.”
“Siyah sancaklılar, Abbasoğulları için çıkar. Sonra bir başka defa da Horasan’dan çıkar ki; takkeleri siyah, elbiseleri beyazdır. Onların kumandanı Temim’den Şuayb bin Salih denilen bir adamdır ki, Süfyanî’nin adamlarını hezimete uğratır. Ta Beyt-i Makdis’e iner, Mehdî’nin hakimiyetine zemin hazırlar, ona Şam’dan 300 kişi yardım eder, onun hurucuyla Mehdî’ye emrin (vazifenin) teslim edilmesi arasında yetmiş iki ay zaman vardır.”
“Horasan’dan siyah sancaklılar çıkar ki, tâ Îliya’ya (Kudüs’e) o sancağı dikinceye kadar, kimse onlara karşı koyamaz.”
“Ve muhakkak Siyah Sancaklılar çıkar, Süfyanî ile harb ederler. O siyah sancaklıların içinde Beni Haşim’den bir genç vardır ki, sol avucunda bir ben vardır. Onun ordusunun başında, Temim’li Şuayb bin Salih diye çağrılan bir adam vardır. O kumandan Süfyanî’leri hezimete uğratır. Ve Süfyanî çıktığı zaman ordusunu Horasan ahalisine gönderir ve o ordu Mehdî’ye karşı çıkar. O (Süfyanî), Haşimî ile beraber olan Şuayb bin Salih’in kumandası altındaki siyah sancaklılarla “İstehar” kapısında karşılaşırlar. Aralarında büyük bir harb olur. Siyah sancaklılar galip gelir ve Süfyanî’nin ordusu kaçar. Bu sırada insanlar Mehdî’yi temenni ediyor ve arıyorlardır.”