Sahabe hayatından...

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Allahım razı olsun emeklerine sağlık...
Hepsini okuyamasamda çok değerli konular.
Telefondan zor okunuyor ama hepsini okuyacam insallah...
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Ümmü Şerik (r.anha)
Resûlullah’a iman etmiş ve bu uğurda birçok sıkıntıya katlanmış bahtiyar kadınlardan biri de Ümmü Şerik’ti (r.anha). Bütün sıkıntılara rağmen inancında sebat eden, Allah’a teslimiyet ve tevekkülden ayrılmayan bu mübarek kadın, birkaç defa Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ikramına nail olmuştu. Hicret esnasında onun şöyle bir kerametine şahit oluyoruz:

Ümmü Şerik (r.anha), kendisiyle birlikte hicret edecek bir arkadaş bulamamıştı. Medine’ye giden bir Yahudi ailesine katıldı. Yolculuk esnasında suyu tükendi. Yahudi ailenin yanında su vardı. Fakat Yahudi, Ümmü Şerik’e, dininden dönmedikçe su vermeyeceğini söyledi. Hanımını da, “Ona su verirsen fena yaparım!” diye tehdit etti.

Hava çok sıcaktı. Güneş âdeta kavuruyordu. Bu şartlarda susuz olarak yolculuk yapmak Ümmü Şerik’i (r.anha) iyice hâlsiz düşürmüştü. Zorlukla yürüyor, zorlukla konuşabiliyordu. Bu durum Yahudi’yi ümitlendiriyor, Ümmü Şerik’in biraz sonra dininden döneceğini tahmin ediyordu. Fakat Ümmü Şerik imanın tadını almıştı bir kere. Dünyayı ahirete hiçbir zaman tercih etmeyecek kadar kuvvetli bir imana sahipti. Cenâb-ı Hakk’ın mutlaka bir yerden yardım göndereceğine de inancı sonsuzdu.
Nitekim geceleyin, Allah’a olan teslimiyetinin peşin mükâfatını gördü. Herkesin uyuduğu bir sırada göğsünün üzerine bir miktar suyun konduğunu hissetti. Aldı, içti. Suya kanmıştı.

Biraz sonra yol arkadaşlarını uyandırmak için seslendi. Yahudi onun gür sesini işitince, “Ben su içmiş birinin sesini duyuyorum!” dedi. Şaşırmıştı. Hanımını sıkıştırdı. Kızdı, bağırdı. Ümmü Şerik suyu hanımının vermediğini söyledi. Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna mazhar olduğunu bildirdi. Yahudi, inanmıştı. Gördüğü bu keramet karşısında Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Böylece Ümmü Şerik (r.anha) hem dininde sebat etmiş, hem de kendisini Yahudi olmaya zorlayan birinin Müslüman olmasına sebep olmuştu. Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın ihsanını kazanmıştı.

Ümmü Şerik (r.anha) imkânı nispetinde Resûlullah’a (a.s.m.) bir şeyler ikram etmekten geri durmazdı. Resûlullah’ı kendi nefsine tercih ederdi. Bir defasında kendisi yememiş, Resûlullah için bir miktar yağ biriktirmişti. Hizmetçisini çağırdı, yağı Resûlullah’a götürmesini istedi. Hizmetçi denileni yaptı. Peygamberimiz, Ümmü Şerik’in (r.anha) bu ikramından hoşnut oldu. Hizmetçiye, yağ tulumunun ağzını bağlamamasını tembih etti. O da tulumu eve götürüp bir yere astı. Ümmü Şerik içeri girdiğinde gözüne yağ tulumu ilişti. Tulum yağ ile doluydu. Hizmetçiyi çağırdı, “Ben sana, bu yağı Resûlullah’a götür, dememiş miydim?!” diye çıkıştı. Hizmetçi, kendisinin tulumu götürdüğünü, onun şimdi yağ ile dolu olmasından bir şey anlamadığını söyledi. Birlikte Resûlullah’a gittiler. Peygamberimiz (a.s.m.) bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu söyledi. Tulumun ağzını bağlamamalarını tembihledi. Ümmü Şerik sevinçle oradan ayrıldı. Bu, Resûlullah’a olan muhabbetinin peşin mükâfatıydı.[1]

________________________________
[1]Tabakât, 8: 154-157; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 466.

Yazar:
Sahabeler Ansiklopedisi
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Ümmü Süleym (r.anha)

Ümmü Süleym’in asıl ismi “Gumeysâ” idi. Medineliydi. Neccaroğullarındandı. Peygamberimizin sütteyzesiydi. Büyük sahabi Haram bin Milhan’ın (r.a.) ve Kıbrıs’ın fethi sırasında şehit olan Ümmü Haram’ın (r.anha) kız kardeşiydi. Mâlik bin Nadr ile evliydi. Büyük sahabi Enes bin Mâlik (r.a.) bu evlilikten doğdu.
Ümmü Süleym (r.anha), Medine’de İslamiyet’in yayılmaya başladığı sıralarda Müslüman olmuştu. Kalbi ve gönlü huzurla dolmuştu. Fakat kocası Mâlik, İslam’ı kabul etmemişti, üstelik Ümmü Süleym’in (r.anha) Müslüman olduğundan da haberi yoktu.

Hz. Ümmü Süleym, kocasının İslamiyet’i kabul etmeyeceğini, kendisine de müdahalede bulunacağını biliyordu. Fakat kimden gelirse gelsin, İslam davası yolunda her türlü tepkiye ve sıkıntıya katlanmayı göze almıştı. Onun tek arzusu, o sırada henüz çocuk yaşta bulunan Hz. Enes’in Müslüman olarak yetişmesiydi. Sık sık ona Kelime-i Şehadet’i telkin ediyordu. Bir gün yine ona Kelime-i Şehadet öğretirken kocası Mâlik eve geldi. Çok kızdı. Hiddetli bir şekilde, “Ne o, sen de mi dinini değiştirdin?!” diye çıkıştı. Ümmü Süleym (r.anha) sakindi, vakarlıydı. “Hayır,” dedi, “sadece Muhammed’in Peygamber olduğuna iman ettim.” Doğrusu Mâlik bu cevabı hiç beklemiyordu. Şimdiye kadar sessiz ve sakin biri olarak tanıdığı hanımının bu cesareti nereden aldığını da anlayamamıştı. Çok kızdı. “Oğlumun ahlakını ve inancını bozmaya çalışma!” diyerek sert bir dille onu tehdit etti.

Oysa Ümmü Süleym, oğlunu ebedî olarak cehennemde yanmaktan kurtarıyor, bunun yolunu öğretiyordu. İnat etmenin, hakikatlerden yüz çevirmenin manası var mıydı? Taştan, odundan yontulan putlara ilah diye tapınma, onlardan yardım bekleme cehaleti daha ne zamana kadar devam edecekti? Ümmü Süleym (r.anha), kocasına yumuşak bir şekilde, “Ben onun inancını bozmuyorum, bilakis düzeltmeye çalışıyorum.” dedi.

Fakat Mâlik’in gözünü cehalet karanlığı bürümüştü. Çok öfkelendi. Evi terk etti. Kaderin garip bir tecellisidir ki, kendisini takip eden bir düşmanı tarafından öldürüldü. Böylece Hz. Enes küçük yaşta yetim kalıyordu.

Bu, her ne kadar bir felaket olarak görülse de, aslında bir rahmetti. Çünkü Mâlik bir İslam düşmanıydı. Anne ve oğulun İslam’ı yaşamasına ve bu pınardan kana kana içmelerine mâni olacağı şüphesizdi. Cenâb-ı Hak, İslamiyet’e çok büyük hizmetleri dokunacak olan Hz. Enes’in, müşrik bir babanın terbiyesi altında büyümesine rıza göstermemişti. Ümmü Süleym (r.anha), Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı her şeyde mutlaka bir hayır olduğuna inanırdı. Kadere teslim olarak sabretti.

Ümmü Süleym (r.anha) biricik oğlu Enes’i üvey babanın baskısı altında büyütmek istemiyordu. Onu yetiştirmek hususunda karşılaşacağı bütün sıkıntıları peşinen kabul ederek, Enes büyüyünceye kadar evlenmemeye karar verdi. “Oğlum Enes büyüyüp bana müsaade etmedikçe evlenmeyeceğim.” diye kendi kendine söz verdi.

Ümmü Süleym fakir biriydi. Bundan sonra artık sıkıntılı bir hayat yaşadı. Fakat Cenâb-ı Hakk’a tevekkülü sonsuzdu. Rabb’inin zorluktan sonra mutlaka bir kolaylık yaratacağına inanıyor, sabrediyordu.

Bu büyük sahabiye, istese maddeten zengin bir hayat yaşayabilirdi. Çünkü kendisiyle evlenmek isteyen birçok zengin vardı. Bunların teklifini kabul etse, maddeten hiçbir sıkıntısı kalmazdı. Fakat o, Enes’in büyümesini bekliyor, karşılaştığı bütün zorluklara oğlunun hatırı için gönül hoşluğuyla katlanıyordu.

Ümmü Süleym’in taliplilerinden ve teklifi birkaç defa reddedilenlerden biri de Ebû Talha idi. Yine bir gün Ümmü Süleym’e geldi, “Artık Enes büyüdü. Meclislerde söz sahibi oldu.” dedi. Bununla Ümmü Süleym’e, dul kaldığı sıradaki sözünü hatırlatmak istemişti. Ümmü Süleym (r.anha) onun ne demek istediğini anladı.

Aslında Ebû Talha birçok yönden reddedilecek gibi değildi. Çünkü hem zengin hem de kavmi tarafından sevilen biriydi. Fakat müşrikti. İmanın lezzetini henüz tatmamıştı. Ümmü Süleym’in (r.anha), eliyle yaptığı puta tapan bir insanla evlenmesi düşünülebilir miydi?

Hz. Ümmü Süleym zeki biriydi. Ebû Talha’nın kendisiyle evlenmekte ısrarlı olduğunu görünce, kalbinde bir ümit parladı. Bu evliliği, kalbi ölü bir insanı diriltmek, karanlıktan aydınlığa çıkarmak için bir vesile yapmayı düşündü. Ebû Talha’ya, “Aslında senin gibisi reddolunmaz. Fakat sen müşriksin. Seninle evlenirsem bana tabi olarak iman eder misin, yoksa şirkini gizleyerek yaşar mısın? Zira ben bir Müslüman’ım, Allah’a ve Resûlüne iman ettim.” dedi.

Medine’de İslamiyet bir hayli yayılmış olduğundan, Ebû Talha’ya da birkaç defa Müslüman olması teklif edilmişti. Aslında fayda ve zarar vermekten âciz putlara tapmanın manasızlığını o da anlamış, kalbi uyanmıştı. Zaman zaman bu düşünceler üzerinde kafa yorduğunu itiraf etti. Ümmü Süleym, onun bu sözlerinden cesaret aldı. Düşünen bir insanın reddedemeyeceği şu sözleri söyledi:

“Sana faydası ve zararı olmayan bir taşa tapmayı nasıl uygun görüyorsun?! Bir marangozun getirip senin için yonttuğu bir ağaç parçasının sana ne bir faydası dokunur, ne de bir zararı…”

Ümmü Süleym (r.anha), ihlaslı ve veciz olarak konuşuyordu. Her sözü Ebû Talha’nın yüreğinde iz bırakıyor, kalbinde yerleşen batıl inançları siliyordu. Bu sözler karşısında söyleyecek bir şey bulamadı. Oradan ayrılmak zorunda kaldı. Ümmü Süleym (r.anha), bir insana iman hakikatlerini benimsetmenin zorluğunu biliyordu. Fakat azim ve gayretiyle, hak bildiği yolda sebat ederek bu zorluğun üstesinden gelebileceğine inanıyordu.

Ebû Talha birkaç gün sonra tekrar geldi, teklifini tekrarladı. İstediği kadar para vereceğini söyledi. Ancak Ümmü Süleym (r.anha), ne kadar zengin olursa olsun, müşrik birisiyle evlenmek istemiyordu. Müslüman olmadıkça teklifini kabul etmemekte ısrarlıydı. Onun Müslüman olması için her türlü imkân ve fırsatı değerlendirmek istiyor, en tabii hakkından fedakârlık yapıyordu. Cenâb-ı Hakk’ın, erkeğin evleneceği kadına vermesi gereken bir hak olarak helal kıldığı mehir parasından dahi vazgeçiyordu. Onun bir tek gayesi vardı: Ebû Talha’nın imanını kurtarmak… Ebû Talha’ya, şayet Müslüman olursa bunu mehir olarak kabul edeceğini, ayrıca mehir istemeyeceğini söyledi. Şöyle dedi:

“Ey Ebû Talha! Ben senden para değil, Müslüman olmanı istiyorum. Sen ilah diye taptığın putu ateşe tutacak olsan, onun yanıp kül olacağını bilmez misin? Sen böyle bir şeyin karşısında eğilmekten utanmıyor musun? Eğer Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in Resûlullah olduğuna şehadet edersen, ben bunu mehir olarak kabul edeceğim, senden ayrıca mehir istemeyeceğim.”

Bu sözler, Ebû Talha’nın kalbindeki batıl inançların son kalıntılarını da teker teker yıkmaya kâfi geldi. Yüzünde iman alametleri belirmeye başladı. Bu hakikati kabul etmek hususunda daha fazla ısrarda bulunmanın doğru olmayacağını düşündü. Ümmü Süleym’e (r.anha), “Bana yaptığın teklifi kabul ettim. Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in Resûlullah olduğuna şehadet ederim.” dedi.

Ümmü Süleym böylece sabrının neticesini görüyordu. Cenâb-ı Hak, hâlis niyetinin mükâfatını bu güzel neticeyle verdi. Artık Ebû Talha’yı reddetmenin manası yoktu. Teklifini kabul etti ve onunla evlendi. Böylece hem bir insanı küfürden kurtarıyor, hem de yuvasına yeni bir düzen getirmiş oluyordu. Ümmü Süleym vasıtasıyla Müslüman olan Ebû Talha (r.a.) büyük sahabiler arasına girdi. Birçok savaşta vücudunu Peygamberimize siper etti. Servetini Allah ve Resûl’ü uğrunda harcamaktan çekinmedi. Bu sebeple birçok defa Resûlullah’ın iltifatına mazhar oldu.

Ümmü Süleym (r.anha), Hz. Ebû Talha’nın ebedî hayatını kurtardığı için çok memnundu. Diğer taraftan Ebû Talha da sevinçliydi. Hem İslamiyet’le müşerref olmuş, gönlü ve kalbi nurla dolmuştu, hem de Ümmü Süleym gibi iman fedaisi bir hayat arkadaşına sahip olmuştu. Birlikte mesut bir ömür geçirdiler.

Hz. Ümmü Süleym, bu hareketiyle kendinden sonraki hanımlara örnek oluyordu. Müslüman bir kızın veya kadının, zengin de olsa, şöhretli de olsa, reddedilmeyecek kadar güzel de olsa, inanmayan veya inancını yaşamayan bir erkekle evlenmemeleri gerektiğine dikkat çekiyordu. Ayrıca bir insanın ebedî hayatını kurtarmak için maddi hiçbir fedakârlıktan çekinmemek gerektiğini bizzat yaşayarak gösteriyordu.

Ümmü Süleym’in Ebû Talha (r.a.) ile evliliğinden çok az bir zaman geçmişti… Peygamberimiz, Mekke’den Medine’ye teşrif buyurdu. O gün yedisinden yetmişine herkes Resûlullah’ı karşılamak için sokaklara dökülmüştü. Peygamberimizi (a.s.m.) karşıladılar. Onun, evini barkını bırakarak İslam dinini ihya için buralara kadar hicret ettiğini herkes biliyordu. Bu sebeple imkânlarına göre bir şeyler hediye ediyorlardı.

Ümmü Süleym de (r.anha) Resûlullah’a bir şeyler hediye etmek istiyordu hem de herkesinkinden farklı bir şey: Yıllarca koruduğu, hayatına hayatını verdiği, uğrunda bütün sıkıntılara katlandığı biricik oğlu Enes’i… Hz. Ümmü Süleym, oğlunun Resûlullah’a hizmet etmesini kendine tercih ediyordu. Hem Enes’in Resûlullah’ın terbiyesinde yetişmesini arzuluyordu.
Hz. Enes o sırada 10 yaşında bulunuyordu. Elinden tuttu, Peygamberimize götürdü. “Yâ Resûlallah! Ensar’ın erkek ve kadınlarından size hediye vermeyen kalmadı. Ben de hediye olarak bu oğlumu size takdim ediyorum! Hizmetinizde bulunsun.” dedi. Ayrıca onun için dua etmesi ricasında bulundu.

Peygamberimiz onun bu hareketinden çok memnun olmuştu. Hz. Enes’i hizmetine almayı kabul etti ve onun için şöyle duada bulundu:

“Yâ Rab, onun çocuklarını ve malını çoğalt ve ona verdiklerini mübarek kıl!”
Hz. Enes bu dua sebebiyle çok uzun bir hayat yaşadı, çok sayıda mal ve evlada sahip oldu.
Enes (r.a.) o günden Peygamberimizin (a.s.m.) ebedî âleme göç etmesine kadar onun mukaddes hizmetinde bulundu. Resûlullah’ın ilim ve feyzinden kana kana istifade etti. Ondan en çok hadis rivayet eden sahabilerden üçüncüsü olma şerefini kazandı. Bugün birçok hadisi bu büyük sahabinin rivayetlerinden öğreniyoruz.

Ümmü Süleym ile Ebû Talha, birlikte mesut bir hayat yaşıyorlardı. Evliliğin üzerinden bir yıl geçtiğinde, bir oğulları dünyaya geldi. İsmini “Üveymir” koydular. Bu yavru, anne ve babasının gönlünü eğlendiriyor, evin içini neşe ve sevince boğuyordu. Peygamberimiz bu aileyi ziyaretine geldiğinde Üveymir’i kucağına alıp seviyor, onunla şakalaşıyordu. Günler böylece akıp gidiyordu.

Fakat bu hayat dolu çocuk bir gün hastalandı. Ebeveyni ne kadar uğraştılarsa da derdine şifa bulamadılar. Çünkü Cenâb-ı Hak bu yavruyu dünya zindanından cennet bahçelerine almak istemişti. Öyleyse çaresini bulmak mümkün değildi. Nitekim birkaç gün sonra da vefat etti. Babası o sırada evde yoktu.

Ebû Talha (r.a.), eve her gelişinde ilk defa Üveymir’i sorardı. Ümmü Süleym bunu biliyordu. Fakat hiç telaşa kapılmadı. Çünkü sakin, telaşsız ve mütevvekkil hâli, telaşına engeldi. Kadere teslimiyeti tamdı. Kaderden gelen her türlü musibete gönül hoşluğuyla razı olurdu. Çocuğun anne ve babasına Cenâb-ı Hakk’ın bir emaneti olduğuna, istediği zaman onu alabileceğine dair inancı sonsuzdu. Ölüye feryad ü figanla ağlamayacağına dair Resûlullah’a söz vermişti. Hayatı boyunca bu sözüne sadık kalmaya kararlıydı.

Bu düşüncelerle çocuğu yıkadı, kefenledi, bir kenara bıraktı. Evdekilere de, “Babasına oğlunun öldüğünü ben söylemedikçe hiçbiriniz söylemeyin.” diye tembih etti. Biraz sonra eve gelen Ebû Talha, oğlunun durumunu öğrenmek istedi. Ortalıkta göremeyince nerede olduğunu merak etmişti. Ümmü Süleym (r.anha), oğlunun ölüm haberini birdenbire vermek istemiyordu. Kocasının âniden telaşa kapılıp üzülmesine gönlü razı olmazdı. “Biraz rahatlamış olacak; ıstırabı dindi, uyudu.” dedi. Sonra da unutturmak için, daha önce hazırlamış olduğu yemeği beyinin önüne getirdi. Hz. Talha gerek Ümmü Süleym’in sözünden, gerekse onun telaşsız hâlinden, çocuğun gerçekten iyileştiğini zannetti. Birlikte yemek yediler, sohbet ettiler.

Ümmü Süleym, artık beyine acı haberi vermek istiyordu. Ancak birdenbire, “Oğlun vefat etti!” diyemezdi. Bunun için şöyle bir yol takip etti:

“Ey Ebû Talha! Falanca aileyi gördün mü? Kullanmaları için verdiğim emaneti geri almaya gittiğimde ağırlarına geldi. Vermek istemediler.” dedi. Hz. Ebû Talha, “Öyle şey olur mu? Hiç de iyi yapmamışlar!” cevabını verdi. Ümmü Süleym (r.anha) söylemek istediği şey için kocasını böylece hazırladıktan sonra, asıl meseleye geçti, “Ey Ebû Talha, işte o filancalar sensin. Oğlun da senin yanında Allah’ın bir emanetiydi. Onu geri aldı.” dedi.

Ebû Talha birden şaşırdı. Fakat söyleyecek bir şey de bulamadı. Kadere razı ve teslim olduğunu gösterdi. Çocuğu defnettiler.

Ebû Talha ertesi gün Peygamberimize gitti. Durumu haber verdi. Peygamberimiz (a.s.m.) onlar için, “Cenâb-ı Hak bu gecenizi hakkınızda mübarek eylesin!” diye duada bulundu.

Üveymir’in vefatından bir yıl sonra bir çocukları daha oldu. Peygamberimize müjde verdiler. Peygamberimiz bu çocuğun ismini “Abdullah” koydu.[1]Abdullah’ın dokuz çocuğu dünyaya geldi. Peygamberimizin duasının bereketiyle hepsi de Kur’ân’ı ezberledi, hafız oldu.

Bir insanın en fazla sevdiği şey, hayatıdır. İnsan, hayatını korumak ve muhafaza etmek için gayret gösterir. Fakat Allah ve Resûlullah sevgisi öyle bir sırdır ki, gerçek manada iman eden biri, bu sevgi uğrunda hayatını feda etmekten çekinmez. İşte, bir kadın olduğu hâlde, Ümmü Süleym de (r.anha) bu sırra erenlerdendi. O, gözü pek bir iman fedaisiydi. İslam davası uğrunda hayatını ortaya koymaktan perva etmezdi.

Uhud Savaşı’ndaydı… “Mücahitlerin bozulduğu ve Resûlullah’ın şehit edildiği” haberi Medine’yi hüzne boğmuştu. Sahabi hanımlar, bu haber karşısında neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Tek tesellileri, haberin doğru olmaması temennisiydi. Birkaç kadınla birlikte Ümmü Süleym de cepheye koştu. Önlerine ilk çıkan sahabiden Resûlullah’ı sordu. Onun sağ olduğunu haber alınca çok sevindi. Dünyalar bağışlansa bu kadar sevinmezdi.

Bir kadın olarak elbette Ümmü Süleym’in de cephede yapabileceği hizmetler vardı. Nitekim üzerine düşen vazifeyi en güzel şekilde ifa etti. Allah rızası için kanlarını sebil eden mücahitlerin yaralarını sardı, onlara su ikram etti.

Ümmü Süleym (r.anha), Huneyn Savaşı’nda da vücudunu Resûlullah’a siper etti. O bu savaşa, Resûlullah’ın izniyle, cephe gerisinde hizmet görmek için katılmıştı. Peygamberimiz (a.s.m.) onunla birlikte birkaç kadına daha müsaade etmişti.

Savaşın başlangıcı ve en şiddetli ânıydı… Düşman kuvvetleri çok güçlüydü. Yeni Müslüman olmuş, gönülleri İslam’a henüz tam ısınmamış mücahitler, Resûlullah’ın etrafından dağılıverdiler. Bir anda Peygamberimiz büyük bir tehlikeyle yüz yüze kaldı. Gözü dönmüş müşrikler fırsat kolluyorlardı. Her an Allah’ın Resûl’üne bir zarar verebilirlerdi. Ümmü Süleym (r.anha) bunu görmüştü. Müslümanların Resûlullah’ın etrafından dağılmalarına çok kızdı. Vakit geçirmeden Peygamberimizin yanına gitmek gerektiğini düşündü. Müşriklerin hücumuna karşı vücudunu ona siper etmek istiyordu. Bütün tehlikeyi göze alarak harekete geçti. Ve Allah’ın yardımı sayesinde kısa zamanda Resûlullah’a ulaştı. Birden kendisini çok sevindiren bir şeyle karşılaştı, tebessüm etti: Muhterem beyi Ebû Talha da (r.a.) Resûlullah’ın yanı başındaydı ve onu koruyordu. Bu bahtiyar karı-koca birlikte Resûlullah’ı düşmandan korumaya başladılar.

Peygamberimiz, Ümmü Süleym’i (r.anha) görmüştü. “Ümmü Süleym, sen misin?” diye sordu. Bütün varlığını Allah ve Resûl’ünün yolunda feda etmekten çekinmeyecek kadar kuvvetli bir imana sahip olan Ümmü Süleym, “Evet, benim. Anam babam size feda olsun, yâ Resûlallah!” cevabını verdi. Gözleri pırıl pırıl, sevinci ışıl ışıldı. Yüce Allah kendisine Sevgili Habibinin yanı başında bulunma imkânını bahşetmişti. Onun için bundan daha büyük bir saadet olur muydu?

Ebû Talha da (r.anha) hanımının bu cesaretinden son derece mütehassis olmuştu. Sevincinden, “Yâ Resûlallah, Ümmü Süleym’in elindeki hançeri gördünüz mü?” diye sordu. Peygamberimiz tebessüm etti. Ümmü Süleym’e, bu hançerle ne yapacağını sordu. İslam mücahidesi kahraman kadın, “Ben bu hançeri bu günler için hazırlamıştım. Hele müşriklerden biri yanıma yaklaşsın, bununla karnını deşerim!” cevabını verdi. Sonra da, “İzin verirseniz, sizin etrafınızdan dağılan Müslümanları da öldüreyim!” dedi. Peygamberimiz buna müsaade etmedi. Sonra tebessüm ederek, “Ey Ümmü Süleym, Cenâb-ı Hakk’ın yardımı bize yetişti!” buyurdu. Biraz sonra Müslümanlar toparlandılar. Savaş, İslam ordusunun galibiyetiyle neticelendi.[2]

Ümmü Süleym (r.a.) gerçi fakirdi, dünyalık namına fazla bir şeyi yoktu; fakat kanaat ehliydi, cömertti, eli açıktı. Resûlullah (a.s.m.) hanesine teşrif buyurduğu zaman, ona bir şeyler ikram etmek için can atardı. Bazen de günlerce biriktirebildiği bir miktar yağ ve benzeri yiyeceği Peygamberimize gönderir, Resûlullah’ı kendi nefsine tercih ederdi.

Bir koyunu vardı. Onun sütünden biriktirebildiği yağı bir tulumda topladı. Tulum dolunca, onu hizmetçisi Rübeybe ile, Resûlullah’a gönderdi. Rübeybe, “Yâ Resûlallah! Bu yağı Ümmü Süleym size gönderdi. Boşaltınız da tulumu geri götüreyim.” dedi. Evdekiler Resûlullah’ın emri üzerine tulumu boşaltıp Rübeybe’ye geri verdiler. Rübeybe eve döndüğünde Ümmü Süleym (r.anha) evde yoktu. Tulumu bir çiviye astı. Ümmü Süleym eve geldiğinde tulumun yağ ile dolu olduğunu gördü. Çok şaşırdı, aynı zamanda kızmıştı da… Çünkü Resûlullah’ın yağa ihtiyacı olduğunu biliyordu. Hemen Rübeybe’yi çağırdı. “Ben sana, bu yağı Resûlullah’a götür, dememiş miydim?” dedi. Rübeybe bir yanlışlık yapmamıştı. Kendisinden emin bir vaziyette, “Ben yağı götürdüm, inanmazsanız gidip sorunuz!” dedi. Ümmü Süleym, Rübeybe’ye inanıyordu; fakat meseleyi tahkik etmek, öğrenmek istiyordu. İkisi birlikte Resûlullah’ın Hane-i Saadet’ine gittiler. Ümmü Süleym (r.anha), “Yâ Resûlallah! Ben Rübeybe ile size bir tulum yağ göndermiştim, aldınız mı?” diye sordu. Peygamberimiz, “Evet, getirdi.” buyurunca, Ümmü Süleym heyecanla, “Sizi hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, tulum yağ ile dolu olup altından akmaktadır!” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz ona şu müjdeyi verdi:

“Ey Ümmü Süleym, Allah’ın kendi Resûlüne ikramda bulunduğu gibi, sana da ikram etmiş olmasına şaşıyor musun? Ye ve Allah’a şükret.”[3]

Böylece Ümmü Süleym, hâlis niyetinin mükâfatını dünyada da görüyordu. Cenâb-ı Hak onun Resûlullah’a gönderdiği yağdan daha fazlasını kendisine ikram etmişti.

Ümmü Süleym’in (r.anha) bütün ailesi, kardeşleri, kocası, oğlu hepsi de İslam’a gönül vermiş, Allah ve Resûl’ü uğrunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen kimselerdi. Bu sebeple, tüm ailenin Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Fakat Resûlullah (a.s.m.), sütteyzesi Ümmü Süleym’i (r.anha) diğerlerinden daha çok seviyordu. Bu sebeple, zaman zaman onu ziyaret ediyor, hâlini hatırını soruyor, gönlünü alıyordu. Ümmü Süleym’in bu derece Resûlullah’ın iltifatına mazhar olması, sık sık onu ziyaret etmesi, sahabilerin dikkatini çekmişti. Bir gün bunun sebebini sordular. Buyurdu ki: “Ben Ümmü Süleym’e acıyorum! Kardeşi Haram bin Milhan, beni korurken şehit oldu.”

Ümmü Süleym (r.anha), ziyaretine geldiğinde Peygamberimizin duasını almak, rızasını kazanmak için elinden gelen hizmeti yapmaktan geri durmazdı. Peygamberimize olan sevgi ve hürmetinden dolayı, onun üzerine oturduğu ve namaz kıldığı eşyayı başkasına çıkarmaz, Resûlullah’tan bir hatıra olarak saklardı. Bir gün Peygamberimiz, Ümmü Süleym’in evine gelmişti. Biraz sohbet ettikten sonra, asılı duran deriden yapılmış su kabını alarak su içmişti. Ümmü Süleym hemen kalktı, Resûlullah’ın ağzının değdiği yeri kesti, teberrüken sakladı. Ayrıca tıraş olduğunda Peygamberimizin mübarek saç ve sakal kıllarını da bir hatıra olarak saklamıştı.

Başka bir gün Peygamberimiz, Ümmü Süleym’i (r.anha) ziyaret etmiş, biraz oturduktan sonra bir müddet uyumuştu. Bu arada mübarek alınlarında ter damlaları birikmişti. Ümmü Süleym, Resûlullah’ı uyandırmamaya gayret göstererek ter damlarını toplamaya başladı. Fakat Peygamberimiz (a.s.m.) uyanmıştı. “Ey Ümmü Süleym, ne yapıyorsun?” buyurdu. Ümmü Süleym, “Yâ Resûlallah, bereket için, alnınızda biriken ter damlarını topluyorum; saklayacağım.” dedi. Resûlullah (a.s.m.) tebessüm buyurdu. Ümmü Süleym (r.anha), Peygamberimizin vefatından sonra, biriktirdiği ter damlalarını koku imalinde kullandı.[4]

Resûlullah’ın hatıraları Ümmü Süleym için büyük bir teselli kaynağıydı. Bir defasında oğlu Enes’e (r.a.), “Perçemini tamamen kesemem; çünkü Resûlullah mübarek eliyle onu okşardı.” diyerek Resûlullah’ın hatırasına olan saygısını ifade etmişti.
* * *
Hz. Ümmü Süleym, Resûlullah’tan ayrı kalmaya tahammül edemezdi. Onun en güzel günleri, tehlikeli de olsa, sıkıntılı da olsa, Resûlullah ile beraber olduğu anlardı. Bir gün Peygamberimiz hac için Mekke’ye gidiyordu. Bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Biraz sonra hareket edilecekti. Ümmü Süleym de onunla beraber bulunmak istiyordu. Fakat maddeten buna imkânı yoktu. Bu sebeple üzüntülüydü. Dokunulsa ağlayacaktı. Peygamberimiz, “Ey Ümmü Süleym, bu yıl bizimle hacca gelir misin?” buyurdu. Ümmü Süleym, üzgün bir şekilde, “Yâ Resûlallah, kocamın iki binek hayvanı var. Bunlardan birine kendi, diğerine de oğlu binecek.” dedi. Peygamberimizin, bu fedakâr hanımın üzülmesine gönlü razı olmadı. Hanımlarının yanına alarak onu da götürdü. Ümmü Süleym’in (r.anha) sevincine artık diyecek yoktu.[5]

Ümmü Süleym (r.anha), Resûlullah’ın sırrını kimseye söylemediği gibi, oğlu Enes’e de onun sırrını kimseye söylememesi için tembihte bulunurdu. Hz. Enes bununla ilgili bir hatırasını şöyle anlatıyor:

“Ben çocuklarla birlikte oynarken Resûlullah (a.s.m.) yanımıza geldi ve selam verdi. Sonra beni bir iş için gönderdi. Bu yüzden annemin yanına dönmekte geciktim. Geldiğim zaman annem bana ‘Niçin geciktin?’ diye sordu. ‘Resûlullah beni bir iş için göndermişti.’ dedim. Annem ‘Resûlullah’ın işi neydi?’ dedi. Ben, ‘Bu bir sırdır, kimseye söyleyemem!’ dedim. Bunun üzerine annem, ‘Öyleyse Resûlullah’ın sırrını kimseye anlatma!’ diye tembihte bulundu.”[6]
* * *
Ümmü Süleym (r.anha) son derece hayâlı biri olduğu hâlde, mahrem meseleleri Resûlullah’a sormaktan çekinmezdi. O, hayânın öğrenmeye mâni olmaması gerektiğinin şuurundaydı. Böylece birçok ailevi konu, onun Resûlullah’a yönelttiği sorular vasıtasıyla açıklığa kavuştu. Bir defasında zihnini meşgul eden bir meseleyi sormak için Resûlullah’ın huzuruna geldi, “Yâ Resûlallah, rüyasında erkeğin gördüğü suyu gören kadının gusletmesi gerekir mi?” diye sordu. Peygamberimiz, “Evet, kadın onu rüyasında görüp meni çıkarsa, gusletmesi gerekir.” buyurdu. Müminlerin annesi Ümmü Seleme de (r.anha) oradaydı. “Yâ Resûlallah, kadının suyu olur mu?” diye sordu. Peygamberimiz (a.s.m.), “Evet, var. Erkeğin suyu koyu, beyazdır. Kadınınki ise ince, beyazdır. İki sudan hangisi önce gelir veya diğerine galip olursa, çocuk onun sahibine benzer.” buyurdu.[7]

Gerek Resûlullah ile devamlı beraber olduğu için, gerekse birçok meseleyi Resûlullah’tan sorması sebebiyle, Ümmü Süleym (r.a.) ilimde müstesna bir yer kazandı. Öyle ki, sahabiler çözemedikleri bazı mahrem meseleleri ona sorarak öğrenirlerdi. Bir ara âlim sahabilerden Zeyd bin Sâbit ve Abdullah ibni Abbas (r.a.), hacla ilgili bir meselede ihtilafa düşmüşlerdi. Hz. Zeyd, ziyaret tavafını yaptıktan sonra hayız olan bir kadının veda tavafını da yapması gerektiğini söylüyordu. İbni Abbas da (r.a.), böyle bir kadının, isterse Kâbe’den ayrılabileceğini ifade ediyordu. Anlaşamadılar, meseleyi Ümmü Süleym’den (r.anha) sormaya karar verdiler. Ümmü Süleym (r.anha), Hz. Safiyye’nin ziyaret tavafını yaptıktan sonra âdet gördüğünü, Peygamberimizin Hz. Safiyye’nin âdetten kurtulup veda tavafını yapmasını beklemeden Medine’ye hareket etmeyi emir buyurduğunu söyleyerek meseleyi halletti.[8]

Bu büyük İslam kadını, birkaç tane de hadis rivayet etti. Bunlardan birisi şu mealdedir:
“Müslüman bir kadının üç çocuğu bülûğ çağına gelmeden ölürse, Cenâb-ı Hak fazl ve rahmeti ile onu cennete koyar.” Resûlullah’a “İki çocuğu da ölse böyle midir?” diye soruldu. O, “Evet, iki çocuğu da ölse…” cevabını verdi.[9]

Evet, Resûlullah sevgisiyle yanıp tutuşan, İslam’a bütün varlığıyla, cansiperane hizmet eden Ümmü Süleym (r.anha), elbette bu hizmetinin mükâfatını görecekti. Peygamberimiz bir hadislerinde onun uhrevi derecesine işaretle şöyle buyuruyordu:
“Cennete girdim, önümde bir hışırtı işittim. Bir de ne göreyim? Milhan kızı Gumeysâ değil mi!”[10]

______________________________________
[1]Tabakât, 8: 425-433.
[2]Sîre, 4: 88-89.
[3]Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 470.
[4]Tabakât, 8: 428.
[5]age., 8: 430.
[6]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 145.
[7]İbni Mâce, Taharet: 107; Müsned, 6: 376.
[8]Müsned, 6: 431.
[9]Müsned, 6: 431.
[10]Tabakât, 8: 434.

Yazar:
Sahabeler Ansiklopedisi
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Ümmü Rûmân (r.anha)

Ümmü Rûmân daha önce dul iken, Hz. Ebû Bekir’le evlenmişti. Hz. Âişe validemiz ile Hz. Abdurahman bu evlilikten dünyaya geldi. İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman oldu. Sıkıntılı ve işkenceli günlerde Hz. Ebû Bekir’e destek oldu. Allah yolunda karşılaştığı bütün sıkıntılara sabretti. O kadar maddi manevi sıkıntılarla iç içe olduğu hâlde, bir sefer olsun hâlinden şikâyet etmedi.
Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir’le çok sık görüşürdü. İslamiyet’in yayılması hususunda onunla istişare ederdi. Bu vesileyle sık sık evine giderdi. Evinde, İslamiyet’in yayılması hususunda sohbet edilmesi, Ümmü Rûmân’ı (r.a.) çok sevindirirdi. Peygamberimize elinden gelen hürmet ve yakınlığı gösterir, evini şereflendirmesinden dolayı memnuniyetini ifade ederdi.
Hz. Hatice validemizin vefatından sonraydı… Peygamberimize Hz. Âişe ile evleneceği vahyedilmişti. Resûlullah (a.s.m.) bu bahtiyar aileyi ziyarete gittiğinde Ümmü Rûmân’a, “Âişe’yi koruyup ona iyi muamele etmenizi tavsiye ederim.” dedi. Ümmü Rûmân zeki birisiydi. Resûlullah’ın bu tavsiyesinde mutlaka bir hikmetin bulunduğunu tahmin ediyordu. Bundan böyle Hz. Âişe’ye daha bir ihtimam gösterdi. Fakat her nasılsa bir gün Resûlullah (a.s.m.), Hz. Âişe’yi ağlarken buldu. Onun böyle hıçkıra hıçkıra ağlaması Resûlullah’ın şefkatine dokundu. Yanına yaklaşarak, niçin ağladığını sordu. Aişe (r.anha), annesi yüzünden ağladığını söyledi. Peygamberimiz, Ümmü Rûmân’a döndü ve “Ben sana Âişe’ye iyi davranmanı söylememiş miydim?” buyurdu. Ümmü Rûmân (r.anha) mahcubiyet içerisinde, artık ona sert davranmayacağına dair söz verdi.
Bu hadiseden bir müddet sonra Osman bin Maz’un’un (r.a.) hanımı Hz. Havle, Resûlullah’a gelerek, Hz. Âişe ile nikâhlanması teklifinde bulundu. Peygamberimiz de bunu kabul ederek Hz. Havle’yi dünür olarak gönderdi.
Hz. Havle’ye kapıyı Ümmü Rûmân açtı. Havle’nin (r.anha) sevinç içerisinde olduğunu görünce, bunun sebebini sordu. Hz. Havle, “Ey Ümmü Rûmân, Cenâb-ı Hakk’ın hayır ve berekette sizi hangi mertebeye eriştirdiğini biliyor musun?” diye sordu. Ümmü Rûmân meraklanmıştı. Heyecanla, “Nedir o?” dedi. Hz. Havle, “Resûlullah, Âişe’yi istemek için beni size gönderdi!” diye müjdeyi verdi. Ümmü Rûmân bu habere çok sevinmekle beraber bir cevap veremedi. Havle’ye, Hz. Ebû Bekir’i beklemesi ricasında bulundu. Biraz sonra Hz. Ebû Bekir geldi. Hz. Havle ona da müjdeyi verdi. Hz. Ebû Bekir için Resûlullah’a kayınpeder olmaktan daha güzel bir şey düşünülebilir miydi? Teklifi kabul etti. Böylece Peygamberimizle Hz. Âişe validemiz nişanlandılar.
Gerek Hz. Ebû Bekir gerekse Ümmü Rûmân bundan böyle Hz. Âişe’ye daha bir dikkat gösterdiler. Onu Resûlullah’a eş olabilecek şekilde yetiştirmek için gayret sarf ettiler.
Bir müddet sonra Peygamberimiz (a.s.m.), Hz. Ebû Bekir’le birlikte hicret etti. Her ikisi de ev halkını Mekke’de bırakmışlardı. Çünkü beraber getirmeleri tehlikeliydi. Hicret’ten birkaç gün sonra, onları getirmenin yollarını araştırdılar. Peygamberimiz evlatlığı Zeyd bin Hârise’yi (r.a.), Hz. Ebû Bekir de oğlu Abdullah’ı bu iş için vazifelendirdi. Onlar Mekke’ye gittiler. Müminlerin annesi Sevde bint-i Zem’a’yı, Hz. Fâtıma’yı, Ümmü Rûmân’ı (r.anha) ve Hz. Âişe’yi alarak Medine’ye doğru yola koyuldular.
Bir ara Hz. Âişe’nin devesi kaçtı. Ümmü Rûmân (r.anha) çok üzüldü. Başına bir felaket gelirse Resûlullah’a ne cevap verecekti? “Eyvah kızcağızım! Eyvah gelinciğim!” diye çırpınmaya başladı. Biraz sonra deve sakinleştirildi. Bu küçük kafile yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı.
Ümmü Rûmân (r.anha), Mekke’de olduğu gibi Medine’de de Hz. Ebû Bekir’in en yakın desteği oldu. Bir yandan da Hz. Âişe’ye, kuracağı yuvanın mükellefiyetlerini, Resûlullah’a karşı nasıl davranması gerektiğini öğretiyordu.
Hz. Ümmü Rûmân, ibadete düşkünlüğüyle tanınıyordu. Çok namaz kılardı. Bir gün yine namaz kılıyordu. Fakat biraz sallanıyordu. Tam o sırada Hz. Ebû Bekir geldi. Onun namaz kılarken sallanmasını uygun bulmadı. Namazı tamamlamasını bekledi. Sonra da namazda sallanmamasını istedi ve bu hususta Peygamberimizden şu hadisi nakletti:
“Sizden biriniz namaza durduğu zaman herhangi bir yerini kıpırdatmasın. Yahudiler gibi de sallanıp durmasın. Çünkü dimdik durup sağa sola kıpırdamamak, namazı tamamlayan şeylerdendir.”
Peygamberimiz (a.s.m.), kayınvalidesine karşı çok saygı gösterir, bir evladın annesine nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranırdı. Bu büyük İslam kadını Hicret’in 6. yılında Medine’de vefat etti. Defin işiyle bizzat Peygamberimiz ilgilendi, kabrine o indirdi. Sonra da şöyle buyurdu:
“Kim cennet hurilerinden birine bakmaktan hoşlanırsa Ümmü Rûmân’a baksın. İlahî, Ümmü Rûmân’ın Senin yolunda ve Resûlünün uğrunda neler çektiği Sana gizli değildir.”[1]
___________________________
[1]Tabakât, 8: 78, 276; el-İsâbe, 4: 451; Müstedrek, 3: 473.


Yazar:
Sahabeler Ansiklopedisi
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Ümmü Haram (r.anha)
“Kıbrıs’ın manevi bekçisi” olarak bildiğimiz “Hala Sultan”ın asıl adı “Ümmü Haram”dır (r.anha). Resûlullah’ın müjdesine mazhar olabilmek için yaşlı hâlinde Medine’den kalkıp Kıbrıs’a kadar gelen ve orada şehit olan bu büyük İslam mücahidesi, meşhur sahabi Enes bin Mâlik’in (r.a.) teyzesidir. Yine büyük sahabi Haram bin Milhan’ın (r.a.) kız kardeşi, Peygamberimizin de teyzeleri tarafından akrabası, aynı zamanda sütteyzesidir. İslam’dan önce Amr bin Kays ile evlenmişti. İslamiyet’in Medine’de yayıldığı ilk yıllarda Müslüman oldu. Kocasını da Müslüman olmaya davet etti. Fakat o bunu kabul etmedi. Bir müşrikle hayatını devam ettirmek istemeyen Ümmü Haram (r.anha), kocasından ayrılmakta tereddüt göstermedi. Bir müddet sonra da meşhur sahabi Ubâde bin Sâmit’le (r.a.) evlendi.

Peygamberimiz, sütteyzesi olan bu büyük İslam kadınının evini şereflendirir, zaman zaman ziyaret ederek gönlünü alırdı. Bazen “öğle uykusu”nu orada uyuduğu da olurdu. Ümmü Haram da (r.anha) Resûlullah’a ikram ve izzette kusur etmez, ona hizmet etmeyi kendisi için büyük bir şeref sayardı.

Bir gün yine Peygamberimiz onu ziyaret etmiş, biraz sohbet ettikten sonra uyumuştu. Biraz sonra uyandı. Tebessüm ediyordu. Ümmü Haram (r.anha) buna bir mana veremedi. “Yâ Resûlallah, anam babam size feda olsun! Niçin gülüyorsunuz?” diye sordu. Peygamberimiz cevap verdi: “Ey Ümmü Haram, ümmetimden bir kısmının gemilere binip kâfirlerle savaşmaya gittiğini gördüm.”

Ümmü Haram heyecanlanmıştı. Onlardan biri olmayı arzu etti. “Yâ Resûlallah, dua etseniz de ben de onlardan biri olsam!” diye ricada bulundu. Resûlullah (a.s.m.) onu kırmadı, “Yâ Rabbi, bunu da onlardan eyle!” diye duada bulundu. Sonra yeniden uyumak üzere tekrar uzandı.

Fazla bir zaman geçmemişti ki, yine tebessüm ederek uyandı. Ümmü Haram, gülmesinin sebebini sordu. Resûlullah (a.s.m.), “Bu defa da ümmetimden bir kısmının, padişahların tahtlarına kuruldukları gibi debdebeli bir hâlde gazaya gittiklerini gördüm.” Ümmü Haram, Peygamberimize tekrar dua etmesi ricasında bulundu. Kendisinin de onların arasında olmayı arzu ettiğini söyledi. Fakat Resûlullah (a.s.m.) bunu kabul etmedi. “Sen öncekilerdensin.” buyurdu.

Aradan yıllar geçti. Peygamberimizin vefatından sonra, kocası Ubâde bin Sâmit (r.a.), Humus’ta tebliğ vazifesinde bulunmak üzere görevlendirildi. Birlikte Humus’a gittiler. Uzun bir müddet orada İslamiyet’in neşri için gayret gösterdiler.
Hz. Osman’ın halifeliği devriydi… Hz. Ebû Bekir devrinden beri yapılan fetihlerle İslam Devleti’nin hudutları bir hayli genişlemişti. Fakat fethedilmesi gereken daha birçok yer vardı. Bunlardan biri de stratejik önemi sebebiyle Kıbrıs’tı. Şam Valisi Hz. Muâviye bu adayı fethetmeyi çok arzuluyordu. Bunun için teklifte bulunduysa da, Hz. Osman, henüz vaktinin gelmediği düşüncesiyle bunu kabul etmedi. Fakat Muâviye’nin ısrarı neticesinde buna izin verdi.

Hz. Muâviye bu izne çok sevindi. Kısa zamanda bir donanma düzenledi. Ubâde bin Sâmit ile (r.a.) hanımı Ümmü Haram da (r.anha) bu orduya iştirak ettiler. Hz. Ümmü Haram o sırada 86 yaşında bulunuyordu.

Kıbns Seferi, Müslümanların ilk deniz seferiydi. Dolayısıyla yolculuk esnasında birçok güçlükle karşılaşıldı. Ümmü Haram (r.anha), yaşından umulmayacak şekilde gayet sakindi. Yolculuğun verdiği meşakkatten dolayı şikâyette bulunmuyordu. Resûlullah’ın kendisine verdiği müjdeyi hatırlıyor, o müjdenin tahakkukunu arzuluyordu. Cenâb-ı Hakk’ın şehitlere ihsan edeceği ikramları düşünüyor, sıkıntılara aldırış etmiyordu. Bu hâli mücahitlere örnek teşkil ediyor, sabırlarını artırıyordu.

Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra donanma Kıbns’a ulaştı. Önce Kıbrıslıları Müslüman olmaya davet ettiler. Kabul edilmeyince cizye vermeleri teklifinde bulundular. Rumlar buna da yanaşmadılar. Artık savaş kaçınılmazdı. Ümmü Haram (r.a.) yerinde duramıyor, bir an önce neticeye varmak için sabırsızlanıyordu. Nihayet savaş başladı. Mücahitler yıldırım hızıyla taarruza geçtiler ve kısa zamanda Rum donanmasını mağlup ettiler. Sonra da bir çıkarma yaptılar. Artık savaş karada devam ediyordu. Rumlar daha fazla karşı koyamadılar.

Cizye vermeyi kabul ederek barış teklifinde bulundular. Böylece Kıbrıs, Hicret’in 28. yılında fethedildi.

Savaş sonrasında İslam ordusu Şam’a dönüyordu. Ümmü Haram (r.a.), şehitliğe nail olmamanın üzüntüsünü yaşıyordu. Fakat şehitlik bu mübarek hanım için takdir edilmişti ve mutlaka gerçekleşecekti. Nitekim birdenbire atı huysuzlandı. Ümmü Haram (r.a.) düşerek, çok özlediği şehadet mertebesine kavuştu. Böylece Cenâb-ı Hakk’ın “Ölüler demeyiniz.” buyurduğu şehitler kervanına o da katıldı.[1]

Kıbrıs’ın fethinin sembolü Ümmü Haram’ın (r.anha) kabri, Larnaka yakınlarında bulunan Tuz Gölü kıyısındadır. Yüzyıllardır oradan feyiz ve bereket saçmaktadır. Kabri devamlı ziyaret edilir.

Kıbrıs uzun yıllar Müslümanların idaresinde kaldı. Bir ara tekrar Hıristiyanların eline geçti. Fakat 1570 yılında Osmanlılar tarafından fethedilerek yine Müslümanların eline geçti. Osmanlılar Ümmü Haram’ın (r.anha) kabrini imar ettiler. Türbe yaptılar ve “Hala Sultan” ismini koydular. Yıllarca da Hala Sultan’ın kabri hizasından geçerken, hürmeten top ateşiyle onu selamladıkları rivayet edilir.
Allah ondan razı olsun!

________________________________
[1]Tabakât, 8: 433-434; Müsned, 6: 361; Üsdü’l-Gàbe, 5: 574; el-İsâbe, 4: 441; Müslim, İmâre: 160.

Yazar:
Sahabeler Ansiklopedisi
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Ümmü Gülsüm (r.anha)

Ümmü Gülsüm (r.anha), Peygamberimizin azılı düşmanı Ukbe bin Ebî Muayt’ın kızıydı. Hz. Osman’ın “anne bir” kız kardeşiydi. Mekke’deyken Müslüman olmuş ve Peygamberimize biat etmişti. Ümmü Gülsüm’ün (r.anha) annesi, Ervâ bint-i Kureyz’di. O da İslamiyet’in ilk yıllarında Müslüman olma saadetini kazanmıştı. Ervâ’nın (r.anha) annesi Beyzâ, Peygamberimizin halası oluyordu. Hz. Ümmü Gülsüm, İslamiyet’i kabul ettiği için, başta babası olmak üzere müşriklerin işkencelerine maruz kaldı. Dinden dönmesi için baskı yapıldı. Fakat bunların hiçbirine aldırış etmedi. İnancından zerre kadar taviz vermedi. Günler acı ve ıstırapla geçiyordu. Yıllar böylece akıp gitti.

Peygamberimiz, Müslümanlarla birlikte Medine’ye hicret etti. Ümmü Gülsüm de hicret etmek istiyordu, fakat babası izin vermediğinden Mekke’de kaldı. Onun için asıl acı ve ıstırap bundan sonra başlıyordu. Çünkü tek teselli kaynağı Peygamberimiz, artık Mekke’de yoktu. Ümmü Gülsüm (r.anha) öz yurdunda âdeta gurbet hayatı yaşıyordu. Bu gurbetin çabuk bitmesi için Cenâb-ı Hakk’a dua ediyor, hicret için fırsat kolluyordu. Fakat beklediği fırsatı bir türlü bulamıyordu.
Bu sıkıntıya yedi yıl daha tahammül etti. Nihayet bir gün Cenâb-ı Hak bu fırsatı ona lütfetti. Her gün gittiği yere gidiyormuş gibi, Mekke’den ayrıldı. Fakat asıl niyeti, Medine’ye hicret etmekti. Bu yolda karşılaşacağı sıkıntılara şimdiden razıydı.

Evet, Ümmü Gülsüm (r.anha), Allah ve Resûl’ü uğrunda annesinden, babasından ve memleketinden ayrılıyordu. Bundan dolayı üzülmüyor, Resûlullah’a kavuşmayı büyük bir saadet olarak görüyordu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine karşıdan göründü. Ümmü Gülsüm’ün kalbi heyecandan çarpmaya başladı. İçi içine sığmıyordu. Bir an Mekke’deki sıkıntılı günlerini düşündü. Fakat bundan elem değil, büyük bir lezzet duydu. Çünkü o günler sıkıntılarıyla birlikte geride kalmış, yerini güzel günlere bırakmıştı. Bunun sürurunu yaşıyor, bu nimetinden dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükrediyordu. Bu düşüncelerle Medine’ye giren Ümmü Gülsüm (r.anha), müminlerin annesi Ümmü Seleme’nin (r.anha) yanına misafir oldu. Ümmü Seleme validemiz ona ikramda bulundu.

Peygamberimiz evde yoktu. Ümmü Gülsüm (r.anha) endişeli bir bekleyişin içine girdi. Çünkü bir müddet önce Peygamberimizin müşriklerle yaptığı Hudeybiye Anlaşması’nın maddelerinden birisi de, Müslüman olup Medine’ye gelenlerin tekrar müşriklere iade edilmesini esas alıyordu. Bu madde gereğince, Müslüman olarak Resûlullah’a sığınan Ebû Cendel ile Ebû Basir’i (r.a.) Peygamberimiz müşriklere iade etmişti. Ümmü Gülsüm (r.anha) kendisinin de iade edilmeyeceğinden emin değildi. Bu endişesini Ümmü Seleme’ye (r.anha) şöyle açtı:

“Resûlullah’ın, Ebû Cendel ile Ebû Basir’i geri çevirdiği gibi beni de geri çevirmesinden korkuyorum! Ey Ümmü Seleme, kadınların hâli erkeklerin hâli gibi değildir. Mekke’den ayrılışımın üzerinden sekiz gün geçti. Şimdi onlar beni arayacaklardır.”

Ümmü Gülsüm’ün heyecanlı bekleyişi devam ederken, Peygamberimiz geldi. Ümmü Seleme (r.anha) durumu Resûlullah’a haber verdi. Resûlullah da bu fedakâr sahabisine “Hoş geldin!” dedi. Bu arada Ümmü Gülsüm’de (r.anha) heyecan son haddine gelmişti. Kalbi “küt, küt” atıyordu. Resûlullah’a durumunu arz etti: “Yâ Resûlallah, ben dinim uğrunda hicret ederek sizin yanınıza geldim. Beni koruyun, müşriklere geri çevirmeyin. Onlara iade ederseniz bana işkence ederler, dinimden döndürmeye çalışırlar! Ben nihayet bir kadınım, işkenceye dayanamam. Bilirsiniz ki, kadınların hâli zayıfların hâline benzer.”
Peygamberimiz onu dinledikten sonra, “Yüce Allah muhakkak kadınlar hakkında ahdi bozar, hükümsüz bırakır.” buyurarak onu rahatlattı. Nitekim biraz sonra, “imtihan edilen kadın” manasına gelen Mümtehine Sûresi’nin 10. âyeti nazil oldu. Bu âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyordu:

“Ey iman edenler! Mümin kadınlar muhacir olarak size geldiklerinde kendilerini deneyin. Allah onların imanlarını çok iyi bilir. İmtihan sonucunda mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri çevirmeyin. Artık mümin kadınlar kâfirlere helal değildir. Onlar da bunlara helal değildir.”

Vahiy tamam olunca Peygamberimiz onu Ümmü Gülsüm’e (r.anha) müjdeledi. Hz. Ümmü Gülsüm için bundan daha sevindirici bir haber olamazdı; sevinçten ağladı…

Bunlar olup biterken, babası onun Medine’de olduğunu öğrendi. Oğulları Velid ile Ümâre’yi hemen Peygamberimize yolladı. Bunlar Medine’ye gelip Resûlullah’ı buldular, “Aramızdaki anlaşmaya göre Müslüman olanları bize iade edecektin. Bunu yerine getir. Kız kardeşimizi bize teslim et!” dediler. Peygamberimiz (a.s.m.), “Cenâb-ı Hak o şartın hükmünü kadınlar hakkında bozdu.” buyurdu. Ümmü Gülsüm’ü onlara vermedi. Velid ile Ümâre daha fazla ısrar etmediler. Mekke’ye dönüp durumu müşriklere bildirdiler. Onlar da seslerini çıkaramadılar.

Ümmü Gülsüm (r.anha) evli değildi. Medine’de kalması kesinleşince büyük sahabilerden Zübeyr bin Avvam, Zeyd bin Hârise ve Abdurahman bin Avf (r.a.) ona evlenme teklifinde bulundular. Ümmü Gülsüm (r.anha) durumu kardeşi Hz. Osman’la istişare etti. Hz. Osman da bunu Resûlullah’a sorması tavsiyesinde bulundu. Peygamberimiz onun Zeyd bin Hârise ile (r.a.) evlenmesini uygun buldu ve onları evlendirdi. Hz. Zeyd ile Ümmü Gülsüm birlikte mesut bir hayat yaşadılar.

Fakat evlilikleri uzun sürmedi. Çünkü Hz. Zeyd, Mute Savaşı’nda şehit düştü. Ümmü Gülsüm (r.anha) kadere rıza gösteren biriydi. Cenâb-ı Hak’tan gelen her şeye razıydı. Kocasının şehit olmasını sabır ve metanetle karşıladı.

Bir müddet sonra Ümmü Gülsüm’ün (r.anha) annesi Ervâ da (r.anha) Medine’ye hicret etti. Bu hem Peygamberimizi, hem Hz. Osman’ı, hem de Ümmü Gülsüm’ü (r.a.) çok sevindirdi. Kısmen de olsa aile yeniden bir araya gelmişti. Ervâ (r.anha), Hz. Osman’ın hilafeti devrinde vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı ve onun için, “Allah’ım, annemi bağışla! Allah’ım, annemi bağışla!” diye dua etti.

Resûlullah’ın sohbetinden feyizler alan Ümmü Gülsüm (r.anha), Peygamberimizden birkaç tane de hadis rivayet etti. Bunlardan birisinin meali şöyledir:

“İnsanların arasını düzeltmek için, aslı olmasa bile hayır konuşan, güzel söz söyleyen ve bunları birinden diğerine taşıyan kimse yalan söylemiş olmaz.”
Yazar:
Sahabeler Ansiklopedisi
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Ümmü Eymen (r.anha)

Peygamberimiz (a.s.m.) doğmadan önce babasını, altı yaşında da annesini kaybetmişti. Hem yetim hem de öksüz olarak büyüdü. Fakat birçok kadın, bir anne şefkatiyle o Yüce Peygamber’i bağrına bastı. Ona annesizlik acısını hissettirmemek için ellerinden gelen gayreti gösterdiler.

İşte bu kadınlardan birisi de Ümmü Eymen’di (r.anha). Peygamberimizin Ehl-i Beyt’ten saydığı ve “annemden sonra annem”[1]diyerek iltifat ettiği bu büyük İslam kadınının asıl ismi, “Bereke bint-i Sâlebe” idi. Uzun yıllardan beri peygamber ocağının hizmetlerini görüyordu. Peygamberimizin babası Abdullah’ın vefatından sonra da aynı evde kaldı. Artık hem anne Âmine’nin hem de Peygamberimizin yardımcısıydı.

Resûlullah (a.s.m.) altı yaşına geldiğinde, Hz. Âmine, yanına Ümmü Eymen’i de alarak Medine’ye gitti. Niyeti hem oradaki akrabasını hem de kocası Abdullah’ın kabrini ziyaret etmekti. Bir ay Medine’de kaldılar.
Ümmü Eymen (r.anha), Medine’deki bir hatırasını şöyle anlatır:

“Bir gün Yahudi âlimlerinden ikisi yanıma geldi. ‘Bize Ahmed’i çıkar.’ dediler. Ben de onu dışarı çıkardım, iyice incelediler. Sonra da, ‘Bu çocuk, peygamberdir. Burası da onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette büyük savaşlar olacaktır.’ dediler.”[2]

Ümmü Eymen (r.anha), onların bu konuşmalarından sonra çok korkmuştu, “sevgili oğlu”na bir zarar vermelerinden endişe duyuyordu. Herhangi bir tehlikeye karşı onu korumak için, Peygamberimizin yanından ayrılmamaya gayret gösterdi.
Nihayet Mekke’ye hareket günü gelmişti. Ümmü Eymen buna çok sevindi. Artık Yahudilerin Resûlullah’a bir zarar veremeyeceklerini düşünüp rahatladı

Bu üç kişilik kafile Medine’den ayrıldılar. Mekke’ye doğru yola koyuldular. Neşeli bir şekilde yollarına devam ediyorlardı. Fakat biraz sonra beklemedikleri bir şey oldu. Hz. Âmine birdenbire rahatsızlandı. Hz. Âmine bu hastalıktan kurtulamayıp vefat edeceğini anlamıştı. Baş ucunda duran Peygamberimizin yüzüne baktı, bir rüyasını hatırladı. Şöyle dedi:
“Şayet rüyada gördüklerim doğruysa, sen Celal ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından Âdemoğullarına helal ve haramı bildirmek üzere peygamber gönderileceksin. Sen, teslimiyeti, ceddin İbrahim’in (a.s.) dinini yerleştireceksin. Cenâb-ı Hak seni devam edegelen putlardan, putperestlikten koruyacaktır.

“Her yaşayan ölür, her yeni eskir. Her yaşlanan zeval bulur. Evet, ben de öleceğim. Fakat devamlı anılacağım. Çünkü temiz bir evlat dünyaya getirdim. Arkamda hayırlı birini bırakıyorum.”

Hz. Âmine bundan sonra ciğerparesini Ümmü Eymen’e emanet etti. Ona iyi bakması ricasında bulundu. Çok geçmeden de ruhunu teslim etti. O sırada 30 yaşında bulunuyordu. Peygamberimiz böylece altı yaşındayken öksüz kalıyordu. Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlüne, küçük yaşından beri her türlü acıyı tattırıyor ve onu kemale erdiriyordu ki, ümmetine tam örnek olabilsin; ona iman edenler, peygamberlerinin çektiği sıkıntıyı hatırlayarak teselli bulsunlar, karşılaştıkları musibetlere sabretsinler…

Ümmü Eymen’in sırtına artık ağır bir yük yüklenmişti. Ağlamak hıçkırmak istiyor, fakat Peygamberimizin üzüleceğini düşünerek vazgeçiyordu. Kendini toparladı. Bundan sonra ona annesinin yokluğunu hissettirmeyecekti. Bunun için de elinden gelen fedakârlığı göstermeye çalışacaktı. Öz evladıymış gibi mübarek yavruyu bağrına bastı. Sonra da onu şöyle teselli etti:

“Üzülme, ağlama canım Muhammed’im! İlahî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. Can da O’nun, mal da… Hepsi bize emanet. O, emaneti nasıl vermişse öyle alır.”

Sevgili Peygamberimizin gözü yaşlıydı. Artık hem yetim hem de öksüz kalmıştı. Babasının yüzünü hiç görmemişti. Bundan sonra annesinin de yüzünü göremeyecekti. Gözyaşları arasında, “Ben de biliyorum. O’nun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum!” dedi. Fakat kendisini toparlamakta gecikmedi. Annesine karşı son vazifesini yerine getirmek istiyordu. Yaşından beklenmeyen bir olgunluk içerisinde dadısına şöyle dedi:

“Haydi. O, emaneti sahibine teslim etti. Biz de onun naaşını toprağa teslim edelim de rahat etsin.”
Biraz sonra annelerin en şereflisini, en bahtiyarını birlikte defnettiler.

Artık Resûlullah’ı Mekke’ye götürme vazifesi Ümmü Eymen’e kalmıştı. Peygamberimizi deveye bindirdi. Birlikte yola çıktılar. Beş günlük meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaşdılar. Ümmü Eymen gözyaşları arasında Peygamberimizi, dedesi Abdülmuttâlib’e teslim etti. Fakat gerek dedesinin yanında bulunduğu sıralarda, gerekse onun vefatından sonra amcası Ebû Tâlib’in himayesinde iken, Peygamberimizin hizmetinde bulunmaktan geri durmadı. Bunu kendisi için büyük bir şeref saydı.
Aradan yıllar geçti… Peygamberimiz 25 yaşına gelmişti. Herkes onu seviyor, “Muhammedü’l-Emîn” diye tanıyordu. O sırada kendisinden 15 yaş büyük, dul, fakat Mekke’nin en şerefli kadını Hz. Hatice ile evlendi. Hatice validemiz zengindi. Bütün servetini sevgili beyinin emin ellerine teslim etti.

Peygamberimiz, bir anne şefkatiyle kendisini bağrına basan, ancak bir annenin yapabileceği kadar fedakârlık gösteren sevgili dadısını unutmamıştı. Ona her türlü maddi yardımda bulunuyor, bir evladın annesine duyabileceği saygı kadar hürmet gösteriyordu. Bu arada sevgili dadısının bir yuva kurmasını temin etti. Onu Ubeyd bin Zeyd ile evlendirdi.
Peygamberimiz 40 yaşına geldiğinde, Cenâb-ı Hak onu kendine muhatap seçti ve peygamberlikle vazifelendirdi. Çocukluğundan beri kendisine sadakat elini uzatan Ümmü Eymen, başından beri onun mühim bir şahsiyet olacağını tahmin ediyordu. Çünkü gerek doğumunda gerekse doğumundan sonra birçok harika hâline şahit olmuştu. Bu sebeple onu hiçbir zaman yalnız bırakmadı. Devamlı yanında yer aldı. Davete başladığı zaman da onu yalnız bırakmadı. Tereddütsüz iman ederek Resûlullah’ı sevindirdi.

O devirde Müslüman olmak, akıl almaz işkenceleri peşinen kabul etmek demekti. Ümmü Eymen de (r.anha) bu acı işkencelerden hissesini aldı. Fakat imanından zerre kadar taviz vermedi. Çünkü bu yolda ölmeyi büyük bir şeref sayıyordu. İşkenceler tahammül edilemeyecek bir duruma geldiğinde önce Habeşistan’a, sonra Medine’ye hicret etti. Böylece “iki hicret” sevabı birden alıyordu.[3]Ümmü Eymen (r.a.), Mekke’de olduğu gibi Medine’de de Resûlullah’ı bir an olsun yalnız bırakmadı. Hizmetinden geri durmadı.

Peygamberimizin bahtiyar dadısı mütevekkil biriydi. En zor durumlarda bile Cenâb-ı Hak’tan ümidini kesmez, O’nun yardım edeceğine inanırdı. Bu teslim ve tevekkülünün mükâfatını bazen peşin olarak görürdü.

Hicret ederken, Revha yakınlarında gecelemişti. Çok susamıştı. Yanında bir damla dahi su yoktu. Hiç telaşlanmadı. Çünkü kullarına karşı son derece merhametli olan Rabb’inin, kendisini gördüğüne ve durumunu bildiğine inancı sonsuzdu. Susuz ve bitap düşmeyeceğinden emindi. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın yardımı gelmekte gecikmedi. Semadan beyaz bir urgana bağlanarak sarkıtılmış bir kova gördü. Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükr ederek kalktı, kovanın yanına gitti. İçi tamamıyla berrak ve buz gibi bir suyla doluydu. Kana kana içti. Tamamen susuzluğu geçti ve rahatladı. Bu vakayı nakleden Ümmü Eymen (r.anha) şöyle der:

“Artık bundan sonra bir daha hiç susamadım.”[4]
Ümmü Eymen’in bir diğer vasfı da, gözü pek bir iman fedaisi olmasıydı. İslam davası uğruna hayatını ortaya koymaktan hiçbir şekilde çekinmezdi. Uhud Savaşı’nda bir an için mücahitler bozulmuş, hattâ savaş devam ederken bazı sahabiler Medine’ye kadar gelmişlerdi. Ümmü Eymen (r.anha) buna çok üzüldü. Onların, Peygamberimizi cephede düşman karşısında bırakıp paniğe kapılmalarından çok rahatsız oldu. Cepheyi terk eden birine şöyle çıkıştı:
“Burada öreke [iğ] var! Bari onu al da iplik bük! Kılıcını da getir, bana ver. Kadınlarla birlikte Uhud’a gidip, ben çarpışayım.”
Ümmü Eymen daha fazla duramadı. Bir kadın olarak kendisinin de orada yapabileceği bir şeyler elbette vardı. Birkaç kadınla birlikte Uhud’un yolunu tuttu. Oraya vardığında hemen Resûlullah’ın durumunu sordu. Onun sağlık haberini alınca da ferahladı. Diğer kadınlarla birlikte yaralıları tedavi etti. Mücahitlere su dağıttı.[5]

Bütün sahabiler gibi Ümmü Eymen de (r.anha), Peygamberimizi çok severdi. Hayatını Peygamberimize feda edebilecek bir imana sahipti. Resûlullah’ı devamlı sevinçli görmek ister, onun üzülmesine hiç tahammül edemezdi. Resûlullah ile birlikte sevinir, onunla birlikte üzülürdü. Bir gün Peygamberimiz (a.s.m.) hasta bir çocuğu kucağına almıştı. Çocuk hastalığın tesiriyle inliyordu. Peygamberimiz şefkatinden ağladı. Resûlullah’ın ağladığını gören Ümmü Eymen de (r.anha) ağlamaya başladı. Peygamber Efendimiz, “Resûlullah yanındayken niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Ümmü Eymen (r.anha) ona olan sevgisini şöyle ifade etti:

“Resûlullah ağlarken ben nasıl olur da ağlamam?!”[6]
Ümmü Eymen (r.anha), kocası Ubeyd bin Zeyd ile (r.a.) mesut bir hayat yaşıyordu. Hz. Ubeyd, Huneyn Savaşı’na katıldı. Kahramanca mücadele etti ve şehadet mertebesini kazandı. Ümmü Eymen (r.anha) bu haber karşısında hiç metanetini bozmadı. Şehit hanımı olmayı kendisi için büyük bir şeref saydı ve Allah yolunda karşılaştığı bu musibete sabretti.
Peygamber Efendimiz, kendisine annelik yapan, imanı uğrunda her türlü yokluk, çile ve ıstıraplara göğüs geren, hattâ bunun için işkencelere maruz kalan fedakâr dadısını tek başına bırakmadı. Bir gün Ashâbına hitaben, “Cennet ehlinden bir kadınla evlenmek isteyen, Ümmü Eymen’le evlensin.” buyurdu. Böylece onun cennetlik bir kadın olduğuna işaret ediyordu. Ümmü Eymen, Resûlullah’ın kendisi hakkındaki bu sözünü duyunca sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Öyle ya, bir Müslüman için bundan daha büyük bir saadet düşünülebilir miydi?

Resûlullah’ın davetine ilk icabet eden, evlatlığı Zeyd bin Hârise (r.a.) oldu. Hz. Zeyd genç bir sahabiydi. Ümmü Eymen gibi yaşlı bir kadınla evlenmeye sırf Allah’ın Resûl’ünü memnun edebilmek için talip olmuştu. Peygamberimizin rızasını dünyevi lezzete tercih etti. Bundan sonra Resûlullah (a.s.m.) bu büyük sahabisi ile sevgili dadısını nikâhladı. İşte, babası gibi büyük bir sahabi olan İslam kumandanı Üsâme bin Zeyd (r.a.) bu evlilikten dünyaya geldi.[7]

Ümmü Eymen’in (r.anha) Peygamberimizin yanında ayrı bir yeri vardı. Bazen latifede bulunarak onun gönlünü alırdı. Fakat Peygamber Efendimiz latife yaparken bile doğru söyler, hakikati ifade buyururdu. Muhatabını incitmeden sevindirir, neşelendirirdi. Hz. Ümmü Eymen bir defasında Resûlullah’ın huzuruna girerek, “Bana bir binek temin ediniz.” diye ricada bulundu. Resûlullah (a.s.m.), “Seni dişi devenin yavrusuna bindireceğim.” buyurdu. Ümmü Eymen (r.anha), Resûlullah’ın nüktesini anlamadı. “Ey Allah’ın Resûl’ü, yavrunun beni taşımaya gücü yetmez. Hem ben deve yavrusu istemiyorum ki!” dedi. Peygamberimiz sözünü tekrarladı: “Seni ancak dişi bir devenin yavrusuna bindireceğim.” buyurdu.[8]Böylece Yüce Peygamberimiz, şaka yaparken dahi hakikati beyan ediyordu. Her deve, dişi bir deveden doğması sebebiyle dişi devenin yavrusu değil miydi?

Ümmü Eymen (r.anha), Peygamberimizin vefatında yanında bulundu. Gözyaşlarını tutamıyordu. Ona, “Niçin bu kadar ağlıyorsun?” dediler. “Ben vahyin kesilmesine ağlıyorum!” cevabını verdi.

Bu büyük İslam kadınına Peygamberimizden sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de layık olduğu hürmeti gösterdiler. Çünkü Resûlullah’ın değer verdiği kimseler sahabilerin yanında da kıymetliydi. Bu sebeple zaman zaman ziyaretine giderler, varsa ihtiyaçlarını görürlerdi. O da dua ederdi.[9]

Yaşı bir hayli ilerleyen Ümmü Eymen (r.anha), Hz. Osman’ın halifeliğinin ilk yıllarında vefat etti. Onun rivayet ettiği bir hadis-i şerif şöyledir:

“Hiçbir farz namazı kasten terk etme. Kim namazı kasten terk ederse, Allah ve Resûl’ünün koruma ve teminatından mahrum kalır.”[10]

________________________________
[1]el-İsâbe, 4: 432; Tabakât, 8: 223.
[2]Tabakât, 1: 116.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 5: 408.
[4]Tabakât, 8: 224; Hayâtü’s-Sahâbe, 3: 459; el-İsâbe, 4: 432.
[5]Tabakât, 8: 225.
[6]Tecrid Tercemesi, 4: 381.
[7]el-İsâbe, 4: 432; Tabakât, 8: 224.
[8]Tabakât, 8: 224.
[9]Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe: 103.
[10]Müsned, 6: 421.

Yazar:
Sahabeler Ansiklopedisi
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Allah ac razı olsun inşaallah. Severek ve dikkatle okuduğum konulardan biri. Çok güzel örnekler , çok derin mesajlar var. Emeğinize yüreğinize sağlık üstadım.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Allah razı olsun emeğinize sağlık, sahabenin yaşam tarzı hayatları o kadar güzelki okuyunca insan derin duygulara dalıyor.. Hep si çok değerli ve güzel... En çokta emek veren konuyu paylaşan siz üstada teşekkürler...
 
Üst Alt