TEFSİR SAFFAT Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
151. Haberiniz olsun ki onlar, sırf iftirâ ederek diyorlar:

152. “Allah çocuk edindi!” Hiç şüphesiz onlar yalancıların tâ kendileridir.

153. Ne yani, Allah kızları erkek çocuklara tercih mi etmiş?

154. Ne oluyor size? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?

155. Hiç aklınızı başınıza alıp düşünmüyor musunuz?

156. Yoksa elinizde kesin bir deliliniz, bir dayanağınız mı var?

157. Eğer doğru söylüyorsanız, haydi getirin o kitabınızı!


Müşriklerin meleklerle alakalı bir takım yanlış inançları vardı. Meleklerin Allah’ın kızları olduğunu söylüyor ve onlara tapıyorlardı. Taptıkları heykeller, aslında bu gibi ruhî varlıkların sembolleri idi.

Onların inançları şu açılardan yanlıştı:

Çocuk edinmekten pak ve uzak olan Allah’a çocuk isnat ediyor, böylece Allah’ı cismanî bir varlık olarak düşünüyorlardı. Çünkü çocuk edinmek ancak cismanî varlıklara has bir durumdur.
Melekler sadece Allah’ın emirlerini yerine getiren, erkeklik ve dişilikleri olmayan nuranî varlıklar iken, onların dişi ve Allah’ın kızları olduğunu söylüyorlardı. Böylece de melekleri aşağılamış oluyorlardı.
Kendileri kız çocuklarına sahip olmaktan hoşlanmazken, hatta diri diri toprağa gömecek kadar onlardan nefret ederken, tutup bunları Allah’a nispet etmeleri, Cenâb-ı Hakk’a en büyük bir saygısızlıktı. Bir bakıma kendilerini –hâşâ- Allah’tan daha üstün bir seviyede görüyorlardı.

Böyle düşünmelerinin ne aklî bir tutarlılığı ne de naklî bir delili vardı. Dolayısıyla bu âyetlerde onların bu yanlış inançları gerçekten son derece sert bir üslupla reddedilmektedir.
Müşriklerin sahip oldukları bir başka yanlış inanç da şuydu:

158. Bir de kalkıp Allah ile cinler-melekler arasında bir soy bağı uydurdular. Oysa melekler çok iyi biliyor ki, bu tür iftirâda bulunanlar toplanıp hesapları görülmek üzere Allah’ın huzuruna çıkarılacak ve cehenneme atılacaklardır.

159. Allah, onların bu asılsız yakıştırmalarından çok uzaktır, yücedir!


Bu âyetlerin tefsiriyle ilgili şu izahlara yer vermek mümkündür:

Burada kullanılan “cinler” ifadesinden maksat, görünmez varlıklar olmaları sebebiyle meleklerdir. Buna göre âyet, melekleri Allah’ın kızları sanan anlayışı kınar. Meleklerin, kendilerini Allah’ın kızı sanan müşriklerin yakalanıp cehenneme atılacaklarını bildikleri, dolayısıyla böyle yanlış bir inanca onay vermelerinin mümkün olmadığı hatırlatılır.

Âyette “nesep” ile ortaklık kastedilmiştir. Dolayısıyla âyet-i kerîme, müşriklerin cinleri Allah’a ortak koşmalarını ve onlara tapmalarını kasteder. “Müşrikler, tuttular cinleri Allah’a ortak koştular” (En‘âm 6/100) âyeti bunu haber verir.

“Nesep” ile akrabalık kastedilmiştir. Müşrikler Allah’ın –hâşâ- cinlerle evlendiğini ve bu evlilikten meleklerin dünyaya geldiğini söylüyorlardı. Bu görüş, âyetlerin muhtevasına daha uygun düşer. Buna göre cinlerin, günah işledikleri takdirde yakalanıp cehenneme atılacaklarını bildikleri; dolayısıyla hesaba çekilip işlediği günahtan ötürü cehenneme atılacak varlıkların ilâh olamayacakları ve kendilerini dahi kurtarmaktan aciz olan varlıklara tapmanın tutarsızlığı vurgulanır.

Dini tam anlamıyla öğrenip kavrama imkanı bulamayan pek çok insanda böyle yanlış inanç ve yakıştırmalar olabilir:

160. Ancak Allah’ın ihlâsa erdirdiği kulları hariç! Onlar böyle yakıştırmalarda bulunmaz; aksine Rablerini şânına lâyık sıfatlarla yüceltirler.

161. Ey müşrikler! Siz de, taptıklarınız da,

162. Allah’a karşı kimseyi azdırıp yoldan çıkaracak bir kuvvete sahip değilsiniz.

163. Siz ancak ille de cehennemi boylayıp orada kavrulmak isteyen azgınları saptırabilirsiniz.


Allah’ın ihlaslı kulları, önceki âyetlerde ele alınan bâtıl ve saçma inançlardan uzak dururlar. Çünkü onlar hakiki tevhid anlayışına sahiptirler. Allah’ı isim ve sıfatlarıyla nasıl ise öyle tanıma lütfuna erişmişlerdir. Bu bakımdan bâtıl ve temelsiz inançların ve bu inançların taraftarlarının, bu kullar üzerinde menfi bir tesiri olamaz, onların ayağını kaydıramaz. Bu saptırma ve ayak kaydırma gayretleri, ancak tuttuğu yol itibariyle “cehennemi boylayacaklar” üzerinde tesirli olacaktır. Dolayısıyla bu âyetlerde bir taraftan kâfirlerin mü’minler üzerindeki kötü emelleri kırılmak istenir. Bir taraftan da mü’minlere metanet verilerek, aynı zamanda düşmanlara karşı uyanık ve dirençli olmaları tavsiye edilir.
Meleklerin gerçek mâhiyet ve kimliğini sorarsanız:

164. Melekler şöyle der: “Bizim her birimizin Allah katında belli bir makamı ve vazîfesi vardır.”

165. “O’nun emrini alıp yerine getirmek için bizler saf saf dizilmiş beklemekteyiz.”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
166. “Biz, Allah’ın her türlü eksiklik ve ortaktan uzak olduğunu sürekli ikrar ve ilan etmekteyiz.”

Sûrenin girişinde Allah’ın huzurunda saf saf duran, O’nun emrini bekleyen ve aldığı emri yerine getiren meleklerden bahsedilmişti. Burada meleklerin dilinden bu hususa tekrar yer verilir. Maksat, müşriklerin önceki âyetlerde bahsedilen meleklerle alakalı düşüncelerinin yanlışlığını haber verip, meleklerle Allah arasında bir nesep bağı değil Rab-kul münâsebeti bulunduğunu beyân etmektir. Melekler ilâh değil, tek ilâh olan Allah’ın kullarıdır. O’na itaat eder, O’ndan emir almadan konuşmazlar ve yalnızca O’nun emri ile hareket ederler. (bk. Enbiyâ 21/27) Her bir meleğin Allah katında belli bir makamı, hizmet ettiği belli bir yeri vardır; onu da aşıp ileri gidemezler. Rivayete göre Miraç gecesi Sidre-i Müntehâ’da iken Cebrâil biraz geri durunca, Efendimiz (s.a.s.): “Burada benden ayrılacak mısın?” diye sormuştu. O da: “Bulunduğum bu noktadan daha ileri gidemem”, diye cevap vermiş, Yüce Allah da meleklerin söylediği bir sözü nakletmek üzere: “Bizim her birimizin Allah katında belli bir makamı ve vazifesi vardır” (Saffât 37/164) âyetlerini indirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, XV, 90)

Melekler hizmet ve ibâdet menzillerinde taat için saf saf dururlar. Allah’ı tesbih eder, O’nu noksan sıfatlardan tenzih ederler. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Gökte üzerinde secde eden yahut ayakta ibâdet eden bir meleğin bulunmadığı bir ayak basacak kadar bir yer dahi yoktur.” (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, X, 358)

“Gerçekten ben sizin görmediklerinizi görüyor, duymadıklarınızı duyuyorum. Gök gıcırdıyor, gıcırdaması da hakkıdır. Çünkü orada yüce Allah’a secde etmek için alnını koyan hiçbir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bir yer dahi yoktur…” (Tirmizî, Zühd 9/2312)

Allah Teâlâ’ya itaat ve kulluk bakımından meleklerin düzenli saflar halinde olması, mü’minler için de güzel bir numûne teşkil eder. Onlar da aynen melekler gibi, iman, itaat, cemaatle namaz, Allah yolunda cihad gibi dinin emirlerini düzenli saflar halinde yerine getirmeye çalışırlar.

Hz. Ömer (r.a.) da namaza kalktığında: “Saflarınızı doğru ve düzgün tutun. Saflarınızı düzeltin. Şüphesiz Allah sizin de, meleklerin Rableri huzurunda durdukları gibi durmanızı ister” der, sonra da: “O’nun emrini alıp yerine getirmek için bizler saf saf dizilmiş bekleyenleriz” (Sâffât 37/165) buyruğunu okur, “Ey filan sen geriye git, ey filan sen öne geç” der, sonra da kendisi öne geçer, tekbir alıp namaza dururdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIII, 134)

İşte Resûlullah (s.a.s.) ve sahâbenin Allah’ın âyetleriyle hemhal olup hayatlarını o âyetlerin mâna ve muhtevasında tanzim etmeleri böyleydi. İmandan nasibi olmayan müşriklerin ise itiraz ve bahaneden başka yaptıkları bir şey yoktu:

167. Müşrikler önceleri şöyle deyip duruyorlardı:

168. “Öncekilerin kitapları gibi bizim de elimizde bir kitap olsaydı”,

169. “Hiç şüphesiz biz de, Allah’ın ihlâsa erdirdiği kullarından olurduk.”

170. Ne var ki, kendilerine Kur’an gelince onu inkâr ettiler. Fakat inkârlarının cezasız kalmayacağını yakında görecekler.


Resûlullah (s.a.s.)’in bi’setinden önce müşrikler, Ehl-i kitaba nazaran dini hususlardaki bilgisizlikleri sebebiyle ayıplandıklarında, bir bahane olarak “Bize de Allah’ın emir ve yasaklarını açıklayan bir peygamber, bir kitap gelseydi, biz de inanır ve ihlaslı kullar olurduk” gibi temennîlerde bulunurlardı. (bk En‘âm 6/156-157; Fâtır 35/42) Ancak bunlar samimiyetten uzak temennîlerdi. Çünkü Allah Teâlâ onlara Peygamberler Şâhı’nı ve kitapların en mükemmelini gönderdiği halde onları inkâr ettiler. Elbette böyle büyük bir nimete nankörlüğün cezası da ağır olacak ve başlarına neyin geleceğini yakında bileceklerdir.
Çünkü:

171. Doğrusu, peygamber kıldığımız kullarımız hakkında bizim geçmişte verdiğimiz şöyle bir söz vardır:

172. “Onlara Allah’ın yardımı kesinlikle ulaşacaktır.”

173. “Neticede üstün gelen, kesinlikle her zaman bizim ordumuz olacaktır.”


Ordumuz” yani Allah’ın ordusu ile kastedilen, Resûlullah (s.a.s.) ile birlikte savaşan mümin ordularıdır. Ayrıca Allah’ın emriyle müslümanlara yardım eden gizli güçler, melek orduları vb. de kastediliyor olabilir. Allah Teâlâ, peygamberlerini ve onlara tabi olan mü’minleri mutlaka galip ve muzaffer kılacağını üst üste tekitlerle va‘detmektedir. Ancak bu, peygamberlerin her zaman siyasî sahada galibiyet sağlayacakları mânasına gelmez. Galibiyet elde edilecek olan sahalar çoktur ve siyaset bunlardan sadece biridir. Nitekim peygamberler, siyasî başarı kazanamadıkları birçok yerde ahlâkî başarılar elde etmişlerdir. Bazı kavimler kendilerine gelen peygamberleri yalanlayarak, onları reddettiklerinde helâk olmuşlardır. Ancak cahilî düşünce ve inanışlar geçici bir süre rağbet görmüş olsalar dahi, kısa bir zaman sonra silinip gitmişlerdir. Fakat peygamberlerin getirdikleri gerçek, binlerce sene geçmiş olmasına rağmen bugün de hakikattir, kıyamete değin de hakikat olarak kalacaktır. Hayır dâimîdir, şer ise ârizîdir; dâimî olan ârizî olandan her zaman daha güçlü olacaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Allah: «Ben ve peygamberlerim mutlaka ve mutlaka galip geleceğiz» diye hükmetmiştir. Şüphesiz Allah, çok kuvvetlidir, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir.” (Mücâdile 58/21)
O halde:

174. Rasûlüm! Bir süre için sen onları kendi hâline bırak.

175. Onların başına gelecekleri gözetle! Zâten kendileri de başlarına gelecekleri yakında görecekler.

176. Yoksa onlar, azabımızın bir an önce tepelerine inmesini mi bekliyorlar?

177. Fakat bir an önce gelmesini bekledikleri o azap onların yurtlarına indiğinde, önceden uyarılıp da uyarıya kulak asmayanlar pek kötü bir sabaha uyanırlar!

178. Yine bir süre için sen onları kendi hâline bırak!

179. Onların başına gelecekleri gözetle! Zâten kendileri de başlarına gelecekleri yakında görecekler.


Hakla bâtıl arasındaki amansız mücâdele ilk insan ve ilk peygamberden beri devam edegelmiştir. Bu mücâdele, Allah Resûlü (s.a.s.)’in gelmesiyle daha da şiddetlenmiştir. Mekke döneminin sonu itibariyle hâdiseler hem hicreti hem de bilfiil savaşı gerektirecek istikâmette akmaya başladı. Artık mutlaka sıcak çatışmalar olacak, fikrî mücâdeleden sonra şartların oluşmasıyla silahlar konuşacaktı. Cenâb-ı Hak Peygamberini ve mü’minleri bu konuda hazırlamakta, onları cihada teşvik etmektedir. Gelecekte vuku bulacak ve lehlerine sonuçlanacak büyük hâdiselere dikkatlerini çekmektedir:

Birincisi; gerek fikrî gerek fiilî mücâdelede mü’minler gâlip gelecek, kâfirler mağlup olacaklardır. Nitekim Medine dönemi itibariyle Bedir’de, Hendek’te, Hayber’de, Mekke’nin fethinde bu müjdeler aynıyla tahakkuk etmiştir. Taarruzlar daha çok sabah erken saatlerinde yapıldığı ve düşman o vakitte dağıtılıp perişan edildiği için veya bu vakitte yapılacak taarruzların daha başarılı olacağına işaret için “Önceden uyarılıp da uyarıya kulak asmayanlar pek kötü bir sabaha uyanırlar!” (Saffât 37/177) buyrulur. Âdiyât sûresinde “O hızla sabah erkenden düşmana baskın yapanlara” (Âdiyât 100/3) âyeti de yine aynı hakikati imâ eder. Bunun mecaz olarak “uykudan uyanma” mânasında olması da mümkündür. Yani “uyarılmış olanların gelen azapla uyanmaları çok kötü olacaktır” mânasına gelir.

Nitekim Hz. Enes’in, Hayber’in fethiyle ilgili şu rivayeti ne kadar dikkat çekicidir:

“Resûlullah (s.a.s.) sabahleyin güneş doğarken Hayber’e geldi. Ben de beraberdim. Hayber halkı, sabahleyin durumdan habersiz işlerine gitmek üzere baltalarıyla, sepetleriyle evlerinden çıktıklarında orduyu görünce

«- İşte Muhammed ve ordusu!» dediler ve kalelerine geri döndüler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
«- Allahu ekber, harap oldu Hayber. Çünkü biz bir kavmin sahasına indik mi o uyarılıp korkutulanların sabahı çok kötü olur.» (Buhârî, Salât 12; Müslim, Cihad 120-121)

İkincisi; bu âyetlerde âhiret azabının kastediliyor olması da mümkündür. Zira mahşer sabahı kâfirler için tam bir felâket olacaktır. Mü’minler pek hayırlı neticelerle karşılaşıp sevineceklerken, kâfirler hazin âkıbetlerini görüp kahrolacaklardır.
İslâm’ın geleceğiyle ilgili müjdeler içeren bu bilgilerden sonra sûre, Allah Teâlâ’nın yüceliği ve münezzehliği teyid edilerek tamamlanır:

180. Bütün izzet ve şerefin sahibi olan Rabbin, onların yakıştırdıkları bütün noksanlıklardan pak ve uzaktır!
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
181. Selâm olsun gönderilen bütün peygamberlere!

182. Hamdolsun Âlemlerin Rabbi olan Allah’a!


Allah (c.c) âlemlerin Rabbidir. Fakat O’nun rubûbiyet vasfı kâmil mânada insanda, en kâmil mânada ise insan-i kâmil olan Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’de tecelli etmiştir. “Senin Rabbin” (Saffât 37/180) hitabında bu mâna gizlidir. Dolayısıyla bir kul, Allah Resûlü (s.a.s.)’e sîreten ve sûreten ne kadar yaklaşabilir ve onunla aynîleşebilirse Allah’ın rubûbiyet sıfatından o kadar nasip alır. İkinci olarak Allah Teâlâ, “izzetin Rabbi” (Saffât 37/180) olarak vesfedilir. Bütün izzet, şeref ve yücelik yalnızca O’na aittir. İzzet ve şeref kazanmak isteyenler, şirki ve putları terk edip yalnızca Âlemlerin Rabbine kulluk edeceklerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir.” (Fâtır 35/10)

Burada dikkat çekilen önemli bir husus da şudur: Allah Teâlâ’yı tanımak ve O’na lâyıkıyla kul olmak bakımından peygamberlerin ehemmiyeti büyüktür. Onlar Allah’ı en iyi tanıyan, O’ndan en çok korkan, Allah’ı tanıtan ve sevdiren model şahsiyetlerdir. Be sebeple Yüce Rabbimiz “Onlara selâm olsun!” buyuruyor. Sûre içinde ismi geçen peygamberlere ayrı ayrı isim vererek “ona selâm olsun” buyurduğu gibi, sûre sonunda tekrar toplu olarak “onlara selam” buyuruyor. Buna göre onlar dünyada da âhirette de selâmettedirler. Âyetlerde gerçek mü’minlere, Allah dostlarına müjde verilen “onlara hiçbir korku yoktur; onlar mahzun da olmazlar” (bk. Yûnus 10/62) sırrı en kâmil mânada onlarda tecelli eder. Onlar için ilâhî garanti vardır. Bu sebeple peygamberlerin izinden yürümek ve onlara yakın olmak, onların erişeceği selâmet, huzur ve mutluluktan nasip alabilmek için zaruridir. Hamde gelince kulluğun başı da sonu da Allah’a hamdetmektir. Çünkü hamde layık olan yalnızca O’dur. Kur’ân-ı Kerîm hamd ile başlar. (bk. Fâtiha 1/1) Mü’minlerin cennette dualarının sonu da hep “Bütün övgüler Âlemlerin Rabbi olan Allah’adır” olacaktır. (Yûnus 10/10)

Bu âyetler, Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ve tenzih ederek hamd ile anmanın ve peygamberleri salât ve selamlarla yâd etmenin en güzel ifadelerini ihtiva eder. Bu sebepledir ki, hususiyle Kur’an’dan bir süre veya aşır okunduktan ve dua edildikten sonra bu üç âyetin okunması müslümanlar arasında güzel bir âdet olarak devam etmektedir.

Saffât sûresinin 168-169. âyetlerinde ifade edildiği üzere, müşrikler doğru yolu bulup Allah’ın ihlaslı bir kulu olmaları için kendilerine bir kitap verilmesini istiyorlar. İşte müşriklerin ve daha sonraki dönemlerde gelecek aynı düşüncedeki insanların bu tür taleplerine karşılık, şimdi gelen Sād sûresi, “İşte size istediğiniz kitap!” diyerek başlamakta; Kur’ân-ı Kerîm’in, insanların bu yöndeki ihtiyaçlarını en yüksek seviyede karşılayacak hükümler, öğütler, hikmetler ve hatırlatmalarla dolu bir kitap olduğuna dikkat çekerek konuya giriş yapmaktadır:
 
Üst Alt