bedirhan.
Aktif Üyemiz
Meâl-i Şerifi
30. İşte seni böyle, kendilerinden önce nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmet içinde gönderdik ki, onlar Rahmân'a küfredip dururlarken, sen onlara sana vahyettiğimiz kitabı okuyasın. De ki: "O Rahmân benim Rabbimdir, O'ndan başka tanrı yoktur. Ben O'na dayandım, tevbem de O'nadır.
31. Bir Kur'ân ki, onunla dağlar yürütülse veya onunla yer parçalansa veya onunla ölüler konuşturulsa (o yine bu Kur'an olurdu). Fakat emir bütünüyle Allah'ındır. İman edenler, kâfirlerden ümit kesip daha anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, elbette insanların hepsine toptan hidayet buyururdu. O küfürde direnenlerin kendi sanatlarıyla başlarına musibet inip duracak, ya da yurtlarının yakınına konacak. Nihayet Allah'ın vaadi gelecek. Muhakkak ki, Allah vaad ettiği zamanı şaşırmaz.
30- İşte böyle Allah'ın zikri ile kalblere güven ve tatmin verecek en yüksek âyetleri yüklenen şanlı bir peygamberlikle ey Muhammed! Biz seni resul yaptık, peygamber olarak gönderdik. Bir ümmet içinde ki, onlardan önce birçok ümmetler geçti, sana vahyettiğimiz Kur'ân'ı kendilerine tilavet edesin, tane tane okuyup anlatasın diye. Sürekli okuyasın da önceki ümmetler gibi helak olup gitmesinler, güzel hayata ve mutlu sona nail olabilmek için gerekli yolu ve sarılınacak sebepleri anlatasın, halbuki onlar Rahmân'a küfrediyorlar. Rahmeti her şeyi kaplamış, nimeti her tarafı kuşatmış olan ve âlemlere bir rahmet olmak üzere seni ve bu Kur'ân'ı gönderen Allah Teâlâ'nın açık seçik rahmetini tanımıyor, hatta O'nun Rahmân ismini inkâr ediyorlar: "Rahmân ne imiş?" (Furkan 25/60) demeye kadar ileri gidiyorlar. Öylesine ümitsiz ve nankörce bir tutum içinde, o kadar fena huylar ve şartlar içinde bocalıyorlar ki, yaratılış hakkında bedbin (pesimist) olmuşlar, şiddet ve zorbalıktan başka bir şey tanımıyorlar. İyilikler boşa gidecek sanıyorlar: Yeniden yaratılmaya, tubaya ve mutlu sona inanmıyorlar. Hak Teâlâ, rahmetiyle tecelli edip sevgili bir kuluna risalet ihsan edip gönderemez zannediyorlar da âlemlere rahmet olan senin risaletini (peygamberliğini) ve kendileri için pek büyük bir nimet olmak üzere okuduğun Kur'ân'ı, ilâhî vahiy eseri açık bir mucize olan bu kitabı hiç hesaba katmayarak Rahmân Teâlâ'ya küfür ve küfranda bulunuyorlar.
De ki, O Rahmân benim Rabb'imdir. Beni yaratan ve besleyip büyüten, terbiye edip eğiten Mevlamdır. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben ancak O'na güvenir, O'na dayanırım. Tevbemi O'na sunarım, bağışlanmayı yalnızca O'ndan dilerim, tevbem de yönelişim ve dönüşüm de hep O'nadır.
31-Bu Kur'ân öyle büyük bir mucizedir ki, eğer bir Kur'ân, okunacak bir kitap onunla, (yani onun indirilmesi, yada okunması ile) dağlar yürütülmüş, veya yer parçalanmış veya ölüler konuşturulmuş olsa idi. Bunlar bu Kur'ân ile olurdu. Çünkü bu Kur'ân, şimdiye kadar indirilmiş ilâhî kitapların en mükemmeli ve okunacak kitapların en üstünüdür. Bunda ilâhî kudretin öyle acaip eserleri, öyle gizli ve celaletinin heybeti öyle açıkça bellidir ki; "Biz bu Kur'ân'ı bir dağın tepesine indirseydik, muhakkak ki, sen onu, Allah korkusundan boyun eğmiş ve çatlayıp paramparça olmuş görürdün..." (Haşr, 59/21) gereğince bu Kur'ân, misal olarak bir dağın tepesine indirilmiş olsa idi o dağı, Allah korkusundan başını eğmiş, çatlamış, hurdahaş olmuş görürdün. İşte bu Kur'ân, böylesine büyük bir ilâhî âyettir. Fakat onun indirilişinin hikmeti bunlar değildir, okunması, anlaşılması ve üzerinde derinden derine düşünülüp iman edilmesi, gereğince amel edilmesidir; ona inananların salih ameller işleyip Tuba'ya ve mutlu sona ermeleridir. Bundan dolayı Kur'ân'ın yalnızca indirilmesi ve okunması ile ne dağlar yürütülür, ne yer parçalanır, ne ölüler konuşturulur. Zaten geçmiş ümmetlere indirilmiş olan kitapların yalnızca okunması ile bunların hiçbiri olmamıştır. Böyle bir şey olsa idi, hiç şüphesiz bu Kur'ân ile olurdu.
Rivayet olunuyor ki, Mekke müşrikleri, bir gün bir kenara çekilmiş oturuyorlardı. Hz. Peygamber yanlarına vardı, onlara İslâm'ı sundu. İçlerinden Abdullah b. Ümeyyeti'l-Mahzumî dedi ki: "Mekke'nin şu iki dağı bizi çok sıkıyor, bunları buradan yürüt de yerimiz genişlesin; aralarında bize çaylar, dereler, geniş geniş otlaklar, mezralar aç! Atalarımızdan filan ve felanları da dirilt ki, söylesinler bakalım bu söylediklerin gerçekten doğru mu, değil mi?" Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.
Binaenaleyh böylece anlatılmıştır ki, vahiy indirilmesinin ve peygamber gönderilmesinin hikmeti ve gayesi böyle şeyler değildir. Gerçi Kur'ân'ın yüceliğindeki fevkaladelik bu gibi hadiselere dahi sebep olabilmekten uzak değilse de sırf Kur'ân veya Kur'ân'ın okunması, tek başına hiçbir zaman bunları sağlamanın sebebi değildir. Kur'ân'ın feyiz ve manevî bereketini böyle maddî şeylerden önce kalblerde gözetmek gerekir. O kitap her şeyden önce kalbleri Allah zikri ile tatmin etmek ve aydınlatmak için okunacak bir kitap ve rahmet âyetidir. Dağlar yürütülse, yer parçalansa, ölüler de konuşturulsa, bütün bunların sağlayacağı fayda Kur'ân'ın gönüllere yaptığı telkin ve uyarı kadar açık bir rahmet olmazdı. Kur'ân'dan alınacak ders ve duyulacak gönül huzuru bunların hiç birinden elde edilemezdi. Bununla beraber bu açıdan bakılınca da yalnızca Kur'ân veya Kur'ân'ın okunması yeterli bir etken değildir. Dağlar gibi katı ve dikbaş, yer gibi ayaklar altında ezilen ve ölüler gibi duygusuz, muhatap alınmaya liyakatsız öyle kalpsizler vardır ki, bunlar yalnızca üzerlerine Kur'ân okunmakla hakkın zikrini yüreklerinde duymazlar ve imana gelmezler. Bu da Kur'ân'ın gücünün eksikliğinden değildir.
Belki emrin bütünü Allah'ındır. Maddî ve manevi bütün kudret ve etki O'nundur. O dilerse kalplerde zikrini yaratır, itminan ve iman ihsan eder, dilerse etmez. Dilerse dağları yürütür, yeri parçalatır, ölüleri konuşturur, dilerse yapmaz. Şu halde "İyi bilin ki kalpler Allah zikri ile tatmin bulur" ifadesinde zikir failine muzaftır. Ve murad yalnızca dil ile yapılan zikir değil, fiil ve hâl olarak yapılan zikirdir. Demek ki, yukarıda açıklandığı üzere, Allah Teâlâ, rahmetine küfreden, nimetine nankörlük eden o kâfirlerin kalplerinde kendi zikrini yaratmamış, onlara hidayet ve tevfikini nasip eylememiştir.
Artık iman edenler bilmediler mi? Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, burada kelimesi "bilmek" anlamındadır ki, Havazin ve Neha lehçeleridir. Veyahut bir şeyi bilmek, karşıtından ümit kesmeyi gerektirdiği için bilginin gereğidir. Yani Allah zikri ile tatmin bulup, Kur'ân'ın öğretisi gereğince Allah'ı ve Resulü'nü tasdik edenlerin başka ihtimalleri gözardı ederek, şu hakikate tam bir ilmî kanaat ile kesin bilgileri olmadı mı? Ki, Allah dileyecek olsaydı elbette insanların hepsine hidayet verirdi. Madem ki, vermedi, demek ki dilemedi. Bundan dolayı rahmâniyetine küfredenleri, imandan, kalp itminanından, salih amelden, tubadan, mutlu son (hüsnü meâb) dan mahrum bıraktı. Ve o küfredenlerin kendi saniaları, kendi sanatları sebebiyle başlarına kaari'a isabet edip duracaktır. Ki "kaari'a" gülle ve tokmak gibi başa çarpan şiddetli musibet demektir. Veya o kaari'a yurtlarının yakınına hulul edecektir, düşecektir. Nihayet Allah'ın vaadi gelinceye kadar.Yani, isabet için tayin ettiği vakit gelip çatıncaya kadar tepelerinin üstünde veya yurtlarının yakınında hazır bir tehlike olarak bekleyip duracak, bugün olmazsa, yarın başlarında patlayacaktır. Muhakkak ki, Allah, vaadinden caymaz. verdiği sözü tam vaktinde yerine getirir.
30. İşte seni böyle, kendilerinden önce nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmet içinde gönderdik ki, onlar Rahmân'a küfredip dururlarken, sen onlara sana vahyettiğimiz kitabı okuyasın. De ki: "O Rahmân benim Rabbimdir, O'ndan başka tanrı yoktur. Ben O'na dayandım, tevbem de O'nadır.
31. Bir Kur'ân ki, onunla dağlar yürütülse veya onunla yer parçalansa veya onunla ölüler konuşturulsa (o yine bu Kur'an olurdu). Fakat emir bütünüyle Allah'ındır. İman edenler, kâfirlerden ümit kesip daha anlamadılar mı ki, Allah dileseydi, elbette insanların hepsine toptan hidayet buyururdu. O küfürde direnenlerin kendi sanatlarıyla başlarına musibet inip duracak, ya da yurtlarının yakınına konacak. Nihayet Allah'ın vaadi gelecek. Muhakkak ki, Allah vaad ettiği zamanı şaşırmaz.
30- İşte böyle Allah'ın zikri ile kalblere güven ve tatmin verecek en yüksek âyetleri yüklenen şanlı bir peygamberlikle ey Muhammed! Biz seni resul yaptık, peygamber olarak gönderdik. Bir ümmet içinde ki, onlardan önce birçok ümmetler geçti, sana vahyettiğimiz Kur'ân'ı kendilerine tilavet edesin, tane tane okuyup anlatasın diye. Sürekli okuyasın da önceki ümmetler gibi helak olup gitmesinler, güzel hayata ve mutlu sona nail olabilmek için gerekli yolu ve sarılınacak sebepleri anlatasın, halbuki onlar Rahmân'a küfrediyorlar. Rahmeti her şeyi kaplamış, nimeti her tarafı kuşatmış olan ve âlemlere bir rahmet olmak üzere seni ve bu Kur'ân'ı gönderen Allah Teâlâ'nın açık seçik rahmetini tanımıyor, hatta O'nun Rahmân ismini inkâr ediyorlar: "Rahmân ne imiş?" (Furkan 25/60) demeye kadar ileri gidiyorlar. Öylesine ümitsiz ve nankörce bir tutum içinde, o kadar fena huylar ve şartlar içinde bocalıyorlar ki, yaratılış hakkında bedbin (pesimist) olmuşlar, şiddet ve zorbalıktan başka bir şey tanımıyorlar. İyilikler boşa gidecek sanıyorlar: Yeniden yaratılmaya, tubaya ve mutlu sona inanmıyorlar. Hak Teâlâ, rahmetiyle tecelli edip sevgili bir kuluna risalet ihsan edip gönderemez zannediyorlar da âlemlere rahmet olan senin risaletini (peygamberliğini) ve kendileri için pek büyük bir nimet olmak üzere okuduğun Kur'ân'ı, ilâhî vahiy eseri açık bir mucize olan bu kitabı hiç hesaba katmayarak Rahmân Teâlâ'ya küfür ve küfranda bulunuyorlar.
De ki, O Rahmân benim Rabb'imdir. Beni yaratan ve besleyip büyüten, terbiye edip eğiten Mevlamdır. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben ancak O'na güvenir, O'na dayanırım. Tevbemi O'na sunarım, bağışlanmayı yalnızca O'ndan dilerim, tevbem de yönelişim ve dönüşüm de hep O'nadır.
31-Bu Kur'ân öyle büyük bir mucizedir ki, eğer bir Kur'ân, okunacak bir kitap onunla, (yani onun indirilmesi, yada okunması ile) dağlar yürütülmüş, veya yer parçalanmış veya ölüler konuşturulmuş olsa idi. Bunlar bu Kur'ân ile olurdu. Çünkü bu Kur'ân, şimdiye kadar indirilmiş ilâhî kitapların en mükemmeli ve okunacak kitapların en üstünüdür. Bunda ilâhî kudretin öyle acaip eserleri, öyle gizli ve celaletinin heybeti öyle açıkça bellidir ki; "Biz bu Kur'ân'ı bir dağın tepesine indirseydik, muhakkak ki, sen onu, Allah korkusundan boyun eğmiş ve çatlayıp paramparça olmuş görürdün..." (Haşr, 59/21) gereğince bu Kur'ân, misal olarak bir dağın tepesine indirilmiş olsa idi o dağı, Allah korkusundan başını eğmiş, çatlamış, hurdahaş olmuş görürdün. İşte bu Kur'ân, böylesine büyük bir ilâhî âyettir. Fakat onun indirilişinin hikmeti bunlar değildir, okunması, anlaşılması ve üzerinde derinden derine düşünülüp iman edilmesi, gereğince amel edilmesidir; ona inananların salih ameller işleyip Tuba'ya ve mutlu sona ermeleridir. Bundan dolayı Kur'ân'ın yalnızca indirilmesi ve okunması ile ne dağlar yürütülür, ne yer parçalanır, ne ölüler konuşturulur. Zaten geçmiş ümmetlere indirilmiş olan kitapların yalnızca okunması ile bunların hiçbiri olmamıştır. Böyle bir şey olsa idi, hiç şüphesiz bu Kur'ân ile olurdu.
Rivayet olunuyor ki, Mekke müşrikleri, bir gün bir kenara çekilmiş oturuyorlardı. Hz. Peygamber yanlarına vardı, onlara İslâm'ı sundu. İçlerinden Abdullah b. Ümeyyeti'l-Mahzumî dedi ki: "Mekke'nin şu iki dağı bizi çok sıkıyor, bunları buradan yürüt de yerimiz genişlesin; aralarında bize çaylar, dereler, geniş geniş otlaklar, mezralar aç! Atalarımızdan filan ve felanları da dirilt ki, söylesinler bakalım bu söylediklerin gerçekten doğru mu, değil mi?" Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.
Binaenaleyh böylece anlatılmıştır ki, vahiy indirilmesinin ve peygamber gönderilmesinin hikmeti ve gayesi böyle şeyler değildir. Gerçi Kur'ân'ın yüceliğindeki fevkaladelik bu gibi hadiselere dahi sebep olabilmekten uzak değilse de sırf Kur'ân veya Kur'ân'ın okunması, tek başına hiçbir zaman bunları sağlamanın sebebi değildir. Kur'ân'ın feyiz ve manevî bereketini böyle maddî şeylerden önce kalblerde gözetmek gerekir. O kitap her şeyden önce kalbleri Allah zikri ile tatmin etmek ve aydınlatmak için okunacak bir kitap ve rahmet âyetidir. Dağlar yürütülse, yer parçalansa, ölüler de konuşturulsa, bütün bunların sağlayacağı fayda Kur'ân'ın gönüllere yaptığı telkin ve uyarı kadar açık bir rahmet olmazdı. Kur'ân'dan alınacak ders ve duyulacak gönül huzuru bunların hiç birinden elde edilemezdi. Bununla beraber bu açıdan bakılınca da yalnızca Kur'ân veya Kur'ân'ın okunması yeterli bir etken değildir. Dağlar gibi katı ve dikbaş, yer gibi ayaklar altında ezilen ve ölüler gibi duygusuz, muhatap alınmaya liyakatsız öyle kalpsizler vardır ki, bunlar yalnızca üzerlerine Kur'ân okunmakla hakkın zikrini yüreklerinde duymazlar ve imana gelmezler. Bu da Kur'ân'ın gücünün eksikliğinden değildir.
Belki emrin bütünü Allah'ındır. Maddî ve manevi bütün kudret ve etki O'nundur. O dilerse kalplerde zikrini yaratır, itminan ve iman ihsan eder, dilerse etmez. Dilerse dağları yürütür, yeri parçalatır, ölüleri konuşturur, dilerse yapmaz. Şu halde "İyi bilin ki kalpler Allah zikri ile tatmin bulur" ifadesinde zikir failine muzaftır. Ve murad yalnızca dil ile yapılan zikir değil, fiil ve hâl olarak yapılan zikirdir. Demek ki, yukarıda açıklandığı üzere, Allah Teâlâ, rahmetine küfreden, nimetine nankörlük eden o kâfirlerin kalplerinde kendi zikrini yaratmamış, onlara hidayet ve tevfikini nasip eylememiştir.
Artık iman edenler bilmediler mi? Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, burada kelimesi "bilmek" anlamındadır ki, Havazin ve Neha lehçeleridir. Veyahut bir şeyi bilmek, karşıtından ümit kesmeyi gerektirdiği için bilginin gereğidir. Yani Allah zikri ile tatmin bulup, Kur'ân'ın öğretisi gereğince Allah'ı ve Resulü'nü tasdik edenlerin başka ihtimalleri gözardı ederek, şu hakikate tam bir ilmî kanaat ile kesin bilgileri olmadı mı? Ki, Allah dileyecek olsaydı elbette insanların hepsine hidayet verirdi. Madem ki, vermedi, demek ki dilemedi. Bundan dolayı rahmâniyetine küfredenleri, imandan, kalp itminanından, salih amelden, tubadan, mutlu son (hüsnü meâb) dan mahrum bıraktı. Ve o küfredenlerin kendi saniaları, kendi sanatları sebebiyle başlarına kaari'a isabet edip duracaktır. Ki "kaari'a" gülle ve tokmak gibi başa çarpan şiddetli musibet demektir. Veya o kaari'a yurtlarının yakınına hulul edecektir, düşecektir. Nihayet Allah'ın vaadi gelinceye kadar.Yani, isabet için tayin ettiği vakit gelip çatıncaya kadar tepelerinin üstünde veya yurtlarının yakınında hazır bir tehlike olarak bekleyip duracak, bugün olmazsa, yarın başlarında patlayacaktır. Muhakkak ki, Allah, vaadinden caymaz. verdiği sözü tam vaktinde yerine getirir.