NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve turkce Tefsiri

romeo

Yeni Üyemiz
NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

AYET-İ KERiME
9- Arkalarında güçsüz çocuklar bırakıp ölecek olsalar çocuklarının hali nice olur diye kaygı duyanlar yetimlere haksızlık etmekten korksunlar, Allah'tan sakınsınlar ve doğru konuşsunlar.

10- Yetimlerin mallarını haksız biçimde yiyenler, midelerini ateşle doldurmaktan başka birşey yapmıyorlar. Zaten kudurmuş alevlerin içine atılacaklardır.

11- Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder. Eğer ölenin ikiden çok kızı varsa mirasının üçte ikisi onlarındır, eğer bir kızı varsa mirasın yarısını alır.

Eğer ölenin çocuğu varsa vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra artakalacak malının altıda birerlik bölümü anasına ve babasına düşer. Eğer çocuğu olmaz da ana-babasını mirasçı olarak bırakarak ölürse anası mirasının üçte birini alır. Eğer ölenin kardeşleri varsa mirasının altıda biri annesine verilir. Ana-babanızın mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha hayırlı olacaklarını bilemezsiniz.

Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.
Ayetlerin akışı, varislerin paylarını belirlemeye geçmeden önce yetimlerin malını yemekten sakındırmaya dönüyor. Bu sefer kalpleri iki güçlü dokunuşla uyarmak için dönüyor bu konuya. İlki, babalık merhametinin, zayıf zürriyete karşı duyulan fıtri şefkatin ve hesaba çeken ve gözeten yüce Allah'ın korkusunun kaynağına dokunuştur. İkincisi de, korkunç bir somut sahnede ateşten duyulan korkunun, alevden yayılan ürpertinin yerine dokunuştur.

"Arkalarında güçsüz çocuklar bırakıp ölecek olsalar çocuklarının hali nice olur diye kaygı duyanlar yetimlere haksızlık etmekten korksunlar. Allah'tan sakınsınlar ve doğru konuşsunlar."

"Yetimlerin mallarını haksız biçimde yiyenler, midelerini ateşle doldurmaktan başka birşey yapmıyorlar. Zaten kudurmuş alevlerin içine atılacaklardır." İşte böyle ayet-i kerime ilk dokunuşu kalplerin içine küçük zürriyetlerine karşı ince duygulara sahip babaların kalplerine yapıyor. Bunu da zürriyetlerini, kanadı kırık, ne acıyanı ne de koruyanı bulunmayan bir durumda tasvir ederek gerçekleştirmektedir. Böylece babalarını yitirdikten sonra kendilerine teslim edilen yetimlere karşı şefkat duygularının harekete geçirilmesi amaçlanmaktadır. Çünkü onlar, kendilerinden sonra zürriyetlerinin, kendilerine emanet edilen şu yetimler gibi sağ kalanlardan kime teslim edileceğini bilemezler. Bu arada yüce Allah'tan korkmaları tavsiye edilmektedir. Belki yüce Allah onların küçüklerine de takva sahibi, titiz ve şefkatli birini veli kılar. Ayrıca mallarını ve eşyalarını gözettikleri gibi onları terbiye edip gözetirken yetimlere doğru söz söylemeleri de tavsiye edilmektedir.

İkinci dokunuşa gelince... Bu,korkunç bir tablodur. Karınlardaki ateş tablosu... Ve en sonunda varılacak yerdeki korkunç alev tablosu. Çünkü bu mal ateştir. Ve onlar da bu ateşi yiyorlar. Kuşkusuz onlar sonuçta ateşe varacaklardır. Bu, karınları ve derileri kavuran bir ateştir. İçi de dışı da ateştir bunun. Bu ateş somuttur. Nerdeyse karınlar ve deriler hissedecek. Öyle ki karınları ve derileri yakışını gözler görür gibi oluyor.

Kuşkusuz Kur'an'ın bu hükümleri, kat'i ve köklü işaretleriyle müslüman ruhlarda yapacağını yapmıştır. Onları cahiliye tortularından kurtarmıştır.

Onları kuvvetle sarsmış, üzerlerinden bu tortuları gidermiştir. Kalplerine korku, titizlik, takva ve yetimlerin malına dokunmaktan -evet dokunmak- sakınma duygularını yerleştirmiştir. Yetimlerin mallarında, yüce Allah'ın şu güçlü ve derin işaretleri bulunan ayetlerde sözünü ettiği ateşi görüyorlardı. Bu yüzden yetimlerin mallarına dokunmaktan çok korkuyorlardı. Bu korkularında da oldukça mübalağalı davranıyorlardı.

Ata b. Said yoluyla, Said b. Cübeyr'den o da İbn- Abbas'tan (Allah O'ndan razı olsun) şöyle rivayet edilir: "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler..." ayeti indiğinde yanında yetim bulunan kimseler hemen yemeğini yetimin yemeğinden, içeceğini içeceğinden ayırdılar. Yetim için birşey hazırlayıp bekletirlerdi. O da yerdi ya da bozulurdu. Bu onların zoruna gitti. Bunu gidip Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) anlattılar. Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:

"Sana yetimler hakkında soru sorarlar. De ki; `Onların durumlarını düzeltmek hayırlı bir iştir. Eğer kendileriyle bir adada yaşıyorsanız, onlar artık kardeşlerinizdir. Allah kimin işleri bozucu ve kimin düzeltici olduğunu iyi bilir. Eğer Allah dileseydi sizi zora koşardı..." (Bakara suresi; 220)

Bunun üzerine yemeklerini yemeklerine, içeceklerini içeceklerine kattılar." Kur'an'ın metodu bu vicdanları şu aydın ufuklara böyle yükseltiyordu. Onları böylesine olağanüstü bir şekilde cahiliye karanlığından arındırıyordu.

MİRAS NİZAMI


Şimdi miras düzenine gelmiş bulunuyoruz. Bu da yüce Allah'ın anne-babaya yönelik çocuklarına ilişkin bir tavsiye ile başlıyor. Bu tavsiye de gösteriyor ki, yüce Allah, çocuklar konusunda anne-babadan daha merhametli, daha iyiliksever ve daha adildir. Ayrıca bu düzenin tümden Allah tarafından olduğunu da göstermektedir. Çünkü anne-baba ve çocukların, akraba ve yakınlarının arasında hükmeden odur. Ona başvurmaktan, tavsiye ve hükmünü uygulamaktan başka seçenekleri yoktur onların. Daha önce değindiğimiz gibi bütün surenin açıklama ve kapsamıyla uğraştığı "din"in anlamı budur. Böylece miras konusunda genel bir ilkenin belirlenmesine başlamaktadır ayet. "Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder."

Sonra bu büyük gerçeğin ve genel ilkenin gölgesinde ayrıntılara ve payların dağıtılmasına geçmektedir. Bu ayrıntılar iki ayeti kapsamaktadır. Birincisi varislerin usul (babadan yukarısı) ve furu (çocuktan aşağısı) olmalarına ilişkindir. İkincisi de evlilik ve (ölenin usul ve furunun bulunmaması durumu) durumlarına özgüdür. Sonra surenin son ayetinde Kelâle (yeri gelince değineceğiz)'nin bazı durumlarını tamamlamak için mirasa ilişkin geri kalan hükümler gelmektedir.

Surenin sonunda yer alan aşağıdaki ayetlerde bu iki ayete bağlıdır.
AYET-İ KERiME

"Senden fetva isterler. Onlara de ki; Geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölen kimsenin mirasının nasıl bölüşüleceği hakkında Allah size şu hükmü öneriyor: Eğer geride çocuk bırakmaksızın ölen erkeğin kız kardeşi varsa mirasının yarısı kız kardeşine düşer Fakat kendisi, çocuk bırakmaksızın ölen kız kardeşinin mirasının tamamını alır. Eğer adamın iki kız kardeşi varsa bunlara mirasın üçte ikisi verilir. Eğer hem erkek hem de kız kardeşleri varsa erkeğin payı, kızın payının iki katı olur. Allah şaşırmayasınız diye, size hükmünü böyle açıklıyor. Allah herşeyi bilir." (AI-i İmran suresi; 176)
Şu üç ayet feraiz ilminin -yani miras ilminin- temel esaslarını içermektedir. Ayrıntılara gelince bazısını Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) uygulaması belirlemiştir. Geri kalanını da fakihler, temel esaslar uyarınca içtihat yoluyla belirlemişlerdir. Burada konunun ayrıntı ve uygulamasına girme imkanı olmadığından ve esasında yeri de fıkıh kitapları olduğundan -Fi Zılâl-il Kur'an'da bu hükümlerin yorumu ve kapsadığı İslâm metodunun temellerinin değerlendirilmesiyle yetiniyoruz.

"Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size, erkeklere, kızlarınınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder." Bu başlangıç -daha önce de anlattığımız gibi- bu feraizin döndüğü temeli ve kaynaklandığı merciyi göstermektedir. Yüce Allah'ın çocuklar konusunda anne babadan daha merhametli olduğunu gösterdiği gibi. Çünkü o bir şeyi farz kılıyorsa bu, anne-babanın onlar için istediğinden daha iyidir.
Her iki anlam da birbirine bağlıdır ve birbirini tamamlamaktadır.

Kuşkusuz tavsiye eden, farz kılan ve mirası insanlar arasında bölüştüren yüce Allah'tır. Nitekim herşeyi tavsiye edip farz kılan ve bütün rızıkları insanlar arasında bölüştüren de O'dur. Düzen, şeriat ve kanunlar Allah'tan alınır. İnsanlar hayatlarının belli başlı konularında -mallarının, geride bıraktıklarının, zürriyetleri, çocukları arasında bölüştürülmesi gibi- Allah'a başvurmalıdırlar. İşte din budur. O halde hayatlarıyla ilgili tüm konularda sadece Allah'a başvurmadıkları sürece insanların dini yoktur. Bu işlerden herhangi biri için -büyük veya küçük diğer bir kaynağa başvurdukları sürece orada İslâm'dan söz edilemez. Orada şirk var, küfür var ve İslâm'ın köklerini insanların hayatından söküp atmak için geldiği cahiliye var.

Yüce Allah'ın tavsiye ettiği, farz kıldığı ve insanların hayatında hükmettiği herşey -bunlar arasında, mallarının ve geride bıraktıkları şeylerin zürriyetlerinin ve çocuklarının arasında bölüştürülmesi gibi en özel işlerine ilişkin hükümler de olmak üzere- kendi kendilerine paylaştıklarından ve zürriyetleri için seçtiklerinden daha iyi ve daha yararlıdır. İnsanların, "Biz kendimiz seçeriz ve bizim yararımıza olanı en iyi biz biliriz" demeye hakları yoktur. Çünkü bu -batıldan da öte- küstahlıktır, büyüklenmedir, Allah'a karşı bilgiçlik taslamadır. Küstah cahillerden başkasının yeltenemeyeceği boş bir iddiadır.

Avfi İbn-i Abbas'tan (Allah O'ndan razı olsun) rivayet ediyor: "Mirasınızın bölüştürülmesi sırasında Allah size erkeklere, kızlarınkinin (kadınların) iki katı kadar pay vermenizi emreder."

İçinde yüce Allah'ın erkek ve kız çocuğu ve anne-babanın miras bölüşmesindeki paylarını belirleyen hükümleri inince insanların -veya bazısının- hoşuna gitmedi. "Kadına dörtte bir veya sekizde bir veriliyor, kız çocuğa yarısı veriliyor ve küçük çocuklara da veriliyor. Oysa bunlardan hiçbiri düşmanla savaşamaz ve ganimet toplayamaz" demeye başladılar. Ardından "Bu konuyu hiç konuşmayın belki Resulullah unutur ya da biz söyleriz de değiştirir" dediler. Sonra da gidip "Ya Resulullah kız çocuğuna babasının mirasının yarısı veriliyor, oysa ne ata binebilir ne de düşmanla savaşabilir. Çocuğa da miras veriliyor. Oysa hiçbir işe yaramıyor" dediler. Cahiliyede böyle yapıyorlardı. Düşmanla savaşamayanlara mirastan hiçbir pay vermezlerdi. Savaşana da bol bol verirlerdi " ( İbn-i Ebu Hatem ve İbn-i Cerir rivayet etmiştir.)

Bu Allah'ın farz ettiği ve adaletle ve hikmetle paylaştırdığının karşısında bazı göğüslerde depreşen Arap cahiliyesinin mantığıdır. Allah'ın farzı ve paylaşması karşısında bugün bazı gönüllerde depreşen çağdaş cahiliyenin mantığı Arap cahiliyesinin mantığından az çok farklı olabilir. Çağdaş mantık şöyle diyor: Çocuklarımız arasında emek sarf etmeyen ve yorulmayanlara nasıl mal veririz? Bu mantık da böyle...Her ikisi de hikmeti kavrayamıyor, edepli davranamıyor. Bu yüzden ikisi de cehalet ve edepsizlikte birleşiyor.

"Erkeğe dişinin iki payı.." Ölünün erkek ve kız çocuklarından başka varisleri yoksa bunlar, "kıza bir pay erkeğe de kızın iki payı verilir." Esasına göre tüm terekeyi alırlar.

Bu işte bir cinsin diğer cinse göre kayırılması gibi bir durum söz konusu değildir. Konu tamamen aile yapısında ve İslâm'ın toplumsal düzeninde erkek ve kadının yüklerinin arasında denge ve adaleti gözetmek amacına yöneliktir.

Çünkü erkek kadınla evlenirken onun ve ondan olan çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamayı da üstlenmektedir. Kadın ister onunla beraber olsun ister boşanmış olsun fark etmez. Kadına gelince ya kendi başına kalacaktır, ya da evlenmeden veya önce kendisine bakan bir erkek olacaktır. Hiçbir zaman ne kocasının ne de çocuklarının nafakasından sorumlu değildir. Erkek ise -en azından aile yapısında ve İslâm'ın toplumsal düzeninde kadının yükünü hafifletmekle yükümlüdür. Bu yüzden şu hikmet bölüşümde külfet ve nimet arasında bir uygunluk olduğu gibi adalet de görülmektedir. Bunun dışında bu paylaşımla ilgili söylenen sözler bir açıdan da Allah'a karşı edepsizliktir. Ayrıca toplumsal ve ailevi düzen içinde beraberinde hayatın dengede kalamayacağı bir sarsıntıdır.

Paylaşma, temelden furuu sayılanların varis olduklarının belirlenmesiyle başlıyor.

"Eğer ölenin ikiden çok kızı varsa mirasının üçte ikisi onlarındır." Ölenin erkek çocuğu yoksa ve iki veya daha fazla kız çocuğu varsa mirasın üçte ikisi onlarındır. Bir kız çocuğu varsa o zaman da yarısı onundur. Sonra terekenin geri kalan kısmı yakın akrabalarına verilir. Baba, veya dede yahut öz kardeş veya babanın kardeşi, ya da amca veya usulunçocukları gibi.

Nass şöyle diyor: "Eğer ölenin ikiden çok kızı varsa mirasının üçte ikisi onlarındır." Bu da -ikiden fazla olmaları durumunda- kızlara üçte iki pay verileceğini gösteriyor. Sadece iki kızın mirastan alacakları üçte ikilik payın belirlenmesine gelince bu konuda Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) sünneti ve surenin sonundaki ayette zikredilen iki kız kardeşin durumuna yapılan kıyasla çözümlenmiştir.

Resulullah'ın sünnetine gelince Ebu Davud, Tirmizi ve İbn-i Mace Abdullah b. Ukeyl kanalı ile Cabir'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Ya Resulullah şu ikisi Sa'd b. Rebi'nin kızlarıdır. Babaları Uhud günü seninle beraber iken şehid düştü. Amcaları onlara hiç şey bırakmadan tüm mallarını aldı. Malları olmadan da kimse onları nikahlamıyor" dedi. Cabir diyor ki: Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) buyurdu: "Yüce Allah bu konudaki hükmünü bildirecektir." dedi. Bunun üzerine miras ayeti nazil oldu. Resulullah amcalarına "Sa'dın kızlarına malın üçte ikisini, annelerine sekizde birini, vermesini gerisini de kendisine ayırmasını" haber verdi.

Bu Resulullah'ın iki kızın üçte ikilik paylarım vermesidir. Bu da gösteriyor ki, iki veya daha fazla kızların bu durumda paylarına üçte ikisi düşmektedir.

Bu paylaşmanın başka bir esası da vardır. Bu da iki kız kardeşten söz eden diğer ayette geçmektedir. "Eğer kız kardeş iki ise oğlan kardeşin bıraktığının üçte ikisini alırlar". Birinci kısımda iki kız çocuğuna üçte ikilik payın verilmesi iki kız kardeşe kıyasla yapılmıştır. Bu durumda bir kız çocuğu bir kız kardeşle eşit olduğu da ortaya çıkmış oluyor.

Çocukların paylarının belirlenmesinden sonra -şayet sağ iseler- anne-babanın değişik durumlardaki paylarının belirlenmesi geliyor. Çocukların varlığı veya yokluğu gibi.

"Eğer ölenin çocuğu varsa vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra..." Anne-babanın mirasta değişik durumları vardır:

Birinci durum: Çocuklarla birleşmeleri ve her birine altıda bir payın verilmesi. Geriye kalanın erkek çocuğuna veya bir ya da daha fazla kız kardeşle birlikte erkek kardeşe verilmesi. Tabii ki erkeğe iki dişinin payı verilir. Ölünün bir kızdan başka çocuğu yoksa kız çocuğuna mirasın yarısı verilir. Anne-babanın her birine de altıda bir pay verilir. Baba bunu dışında (asabiyet) yakınlık itibarıyla altıda birlik bir pay daha alır. Bu şekilde farz ve (asabiyet) yakınlık birleştirilmiş olur. Ancak ölünün iki veya daha fazla kızı bulunursa bunlar mirasın üçte ikisini alırlar. Anne-babanın herbiri de altıda bir pay alır.

İkinci durum: Ölünün ne çocuğu, ne kardeşi, ne kocası ya da karısı bulunmazsa anne-baba tek başlarına mirası alırlar. Anneye üçte bir verilir. Baba ise (asabiyet) yakınlık hasebiyle geri kalanını alır. Bu şekilde annenin payına düşenin iki katını almış olur. Şayet anne-babayla beraber ölünün kocası veya karısı da bulunursa, koca mirasın yarısını alır, karısı ise dörtte birini alır. Anne de üçte birlik payını alır. (Bütün mirasın üçte birini mi yoksa koca veya karısının payını almasından sonraki kısmın üçte birini mi alır? Bu konuda fakihlerin görüşleri farklıdır? Geri kalan kısmının da payı anneninkinden az olmaması için asabiyet nedeniyle baba alır.

Üçüncü durum: Anne-babanın kardeşlerle beraber olmasıdır. Anne-babadan olmaları ya da bir babadan veya bir anneden olmaları fark etmez- Ancak bu kardeşler baba ile beraber bir şeye varis olamazlar. Çünkü baba onlardan önce gelir ve asabiyet bakımından erkek çocuktan sonra o gelir. Bununla beraber kardeşler, annenin üçte birlik payına engel olup bunu altıda bire çıkarırlar. Kardeşlerle beraber anneye sadece altıda bir pay verilir. Ölünün kocası ya da karısı yoksa geri kalan terekeyi baba alır. Ancak bir tek kardeş annenin üçte birlik pay almasına engel olmaz. Aynı şekilde ölünün çocuğu veya kardeşi yoksa birlikte üçte bir pay alırlar.

Ancak bütün bu paylaşmalar, ölünün vasiyeti yerine getirilip borcu ödendikten sonra söz konusu olabilir.

"Ana-babanız mı,yoksa evlatlarınız mı size daha yararlı olacaklarını bilemezsiniz.." İbn-i Kesir tefsirinde "Selef ve Halef uleması borcun vasiyetten önce geldiğinde birleşmişlerdir" der. Borcun öncelikli olması anlaşılır bir meseledir. Çünkü bu,başkalarının hakkıyla ilgilidir. Bu yüzden borç verenin hakkını ödemek ve borçlunun zimmetini kaldırmak için mal bırakmışsa borçlunun malından borcunu ödemek zorundadır. İslâm, hayatı vicdan titizliği, uygulamalarda güvenirlilik ve toplumun atmosferinde huzur gibi temellere dayanması için borç zimmetinin kaldırılmasına büyük özen gösterir. Bu yüzden borcu borçlunun ölümünden sonra bile zimmetinden kurtulamadığı bir hak olarak boynunda bırakıyor.

Ebu Katade (Allah O'ndan razı olsun) şöyle dedi; Adamın biri "Ya Resulullah, şayet Allah yolunda öldürülürsem hatalarım affolunur mu?" dedi. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Evet, şayet sen sabreder, sevabı Allah'tan bekler, ilerler ve kaçmayıp öldürülürsen affolunursun" buyurdu. Sonra adam "Nasıl dedin?" dedi. Resulullah da tekrar edip şöyle dedi "Evet ama borç hariç. Çünkü Cebrail bunu bana haber verdi " (Müslim, Malik, Tirmizi, Nesai)

Yine Ebu Katade'den şöyle rivayet edilir: "Nebi'ye (selâm üzerine olsun) namazını kılması için bir cenaze getirdiler. Resulullah "Arkadaşınızın namazını siz kılın. Çünkü borçludur" dedi. Dedim ki "Ya Resulullah, borcunu ben üzerime alıyorum", "Ödeyecek misin?" dedi. "Evet ödeyeceğim" dedim. Bunun üzerine namazını kıldı."

Vasiyyet ise ölünün isteğine bağlıdır. Bazı varislerin bazısına engel olduğu bazı durumları telafi etmek için vasiyet etmiş olabilirler. Ya da onlarla varisler arasındaki ilişkileri güçlendirmek ve daha gelişme göstermeden kıskançlık, kin ve çekişme nedenlerini ortadan kaldırmak gibi aile için yararlı şeyler de düşünülmüş olabilir. Varis olan için vasiyet edilmez. Bu da, miras bırakanın varisleri bu haktan yoksun bırakmaması için bir güvencedir.

"Ana-babanızın mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha hayırlı olacaklarını bilemezsiniz. Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir." Birinci dokunuş, bu farizalar karşısında ruhları temizlemek amacına yönelik Kur'anî bir ayırmadır. Kimi insanların babalık şefkatleri oğullarını babalarına tercih etmeye yöneltebilir. Çünkü oğullar karşısındaki fıtri zaaf daha büyüktür. Bazılarında bu zaaf, terbiye ve ahlâk duygularına yenilir ve babalarını tercih etmeye yönelirler. Kimisi de fıtri zaaf ve terbiye duygusu arasında kararsız ve şaşkın bir durumda kalır. Nitekim, daha önce, veraset hükmünün nazil olduğunda bazılarının durumuna işaret ettiğimiz gibi çevrede geleneksel mantığıyla belli yönlere sevk edebilir. Bu yüzden yüce Allah, bütün gönüllere huzur, hoşnutluk, emrine ve farz kıldıklarına teslimiyet duygularını yerleştirmek istemiştir. Bunu da, herşeyi yüce Allah'ın bildiğini ve kendilerininse hangi akrabanın yarar bakımından daha yakın olduğunu ve iyilik bakımından hangi bölüşmenin iyi olduğunu bilmediklerini belirtmekle sağlıyor.

"Ana-babanızın mı, yoksa evlatlarınızın mı size daha yararlı olacaklarını bilemezsiniz." İkinci dokunuş, sorunun temelini belirlemek içindir. Buna göre sorun, heva ve yakın menfaat sorunu değildir. Din ve şeriat sorunudur.

"Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır." Babaları ve oğulları yaratan Allah'tır. Malları ve rızıkları veren O'dur. Farz kılan ve bölüştüren O'dur. Kanunları da O koyar. İnsanlar kendi kendilerine kanun koyamazlar. Hevalarına göre hükmedemezler. Üstelik onlar yararlarının nerede olduğunu da bilemezler.

"Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Akıştaki üçüncü dokunuş, kalplere yüce Allah'ın insanlar için hükmettiğinin -nitekim bu esastan başkasına başvurmaları söz konusu olamaz- Bir ilim ve hikmete dayandığına, bu yüzden kendileri için daha yararlı olduğunu hissettirmektedir. Allah hükmeder, çünkü O bilir -onlarsa bilmezler- Allah farz kılar çünkü 0 hikmet sahibidir. Onlarsa hevalarına tabi olurlar.

Bu değerlendirmeler, işi temel eksenine döndürmek için daha miras hükümleri bitmeden bu şekilde aralarda yer almaktadır. Bu, sorunun itikadi eksenidir. Ve bu, Allah'ın hükmüyle hükmolunmak, farzları O'ndan almak ve O'nun hükmünden hoşnut olmak anlamına gelen "Din"i açıklayıcı bir eksendir.

"Bunlar Allah tarafından belirlenmiş miras paylarıdır. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."
Ardından bu farzlardan geri kalanların açıklanmasına geçiliyor.
 

romeo

Yeni Üyemiz
NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

AYET-İ KERiME
12- Geride çocuk bırakmaksızın ölen eşlerinizin vasiyetleri yerine getirildikten ve borçları ödendikten sonra artakalacak miraslarının yarısı size düşer. Eğer ölen eşlerinizin çocukları varsa miraslarının dörtte biri sizin olur.

Eğer siz, geride çocuk bırakmaksızın ölürseniz, vasiyetiniz yerine getirildikten ve borcunuz ödendikten sonra artakalacak mirasınızın dörtte biri eşinize düşer. Eğer çocuğunuz varsa eşinizin mirasınızdaki payı sekizde birdir.

Eğer bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür (kelâle) de erkek ya da kız kardeşi bulunursa vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra artakalacak mirasının altıda birlik bölümü kardeşlerine düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasının üçte biri, hiç birine haksızlık yapılmaksızın kardeşlerine bölüştürülür.

Bu hükümler size Allah tarafından emredilmiştir. Allah herşeyi bilir ve kullarına karşı yumuşaktır.
Hükümler son derece açık ve incedir. Karısı öldüğünde -erkek ya da kız çocuğu da yoksa, mirasın yarısını alır. Ancak -erkek veya kız, bir veya daha fazla çocuğu varsa koca mirasın dörtte birini alır. Karım oğullarının çocukların kendi çocukları gibi kocanın payını yarıdan dörtte bire düşürürler. Başka kocadan olan çocukları da kocanın mirasından yarısını almasına engel teşkil ederler böylece payını dörtte bire düşürürler. Daha önce değişildiği gibi mirasın bölüşümü borcun, sonra da vasiyyetin yerine getirilmesinden sonradır.

Koca ölürse -ondan çocukları da yoksa- karısı mirasın dörtte birini alır. Şayet -erkek veya kız, bir veya daha fazla, ondan veya başkasından aynı şekilde aynı sulpten gelen- çocukları varsa bunlar karının dörtte birlik payını sekizden bire düşürürler. Borcu ödemek sonra da vasiyyeti yerine getirmek mirasta her zaman varislerden önce gelir.

İki, üç ve dört karı bir karı gibidirler. Dörtte bir veya sekizde birlik payda ortaktırlar.

İkinci ayette yer alan son hüküm Kelale (baba ve çocuğu bulunmayan)'nin mirasıyla ilgilidir.

"Eğer bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür (kelâle) de erkek ya da kız kardeşi bulunursa vasiyyeti altıda bir bölümü kardeşlerine düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasın üçte biri..." "Kelale"den kastedilen, ölüye -usul veya furu olmayıp- bunlar gibi bir bağı olmayan ve zayıf bir bağla akraba olan varislerdir. Hz. Ebu Bekir'den (Allah O'ndan razı olsun) "kelale"den sorulmuş o da şöyle cevap vermişti: "Bu konuda kendi görüşümü söylüyorum. Doğruysa Allah'tandır. Yanlışsa benden ve şeytandandır. Allah ve Resulü bundan uzaktırlar.`Kelale' çocuğu ve babası bulunmayan kişidir." Hz. Ömer (Allah O'ndan razı olsun) idarede bulunduğu zaman "Ben Ebu Bekir'in görüşüne muhalefet etmekten haya ederim" demişti. (İbn-i Cerir ve diğerleri

Şa'bi'den rivayet ederler
)

İbn-i Kesir tefsirinde "İbn-i Mes'ud ve Ali böyle dedi. İbn-i Abbas ve Zeyd b. Sabit'den birden fazla kişi tarafından doğrulanmıştır. Şa'bi, Nehai, Hasan, Katade, Cabir b. Zeyd ve (el-Hakem) bu görüştedirler. Medineliler Kufe ve Basralılar bu görüşü kabul ediyorlar. Yedi Fakih, dört imam, Selef ve Halefin çoğu hatta tümü bu görüştedir. Bu görüş üzerinde birden fazla icma nakledilir" der.

"Eğer bir erkek ya da kadın geride ne ana-baba ve ne de çocuk bırakmaksızın ölür (kelâle) de erkek ya da kız kardeş bulunursa vasiyyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra artakalacak mirasın altıda birlik bölümü kardeşlerine düşer. Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasın üçte biri..." Ölünün -aynı anneden- bir erkek bir de kız kardeşi olursa, bunlar da ayrı babalardan veya bir babadan olurlarsa, surenin son ayetinde belirtilen "Erkeğe İki dişinin payı kadar" kuralı uyarınca mirası alırlar. İster erkek, İster kız olsunlar altıda birlik payları yoktur. Bu hüküm anneleri bir kardeşleri içindir. Çünkü onlar erkek ya da kız altıda bir payı farz olarak alıyorlar, asabiyet yoluyla değil. Asabiyet, farz kılınanlardan sonra mirasın tümünü veya artan kısmını almaktır.

Sayıları ve cinsleri ne olursa olsun. Benimsenen görüşe göre hepsi de eşit olarak mirastan üçte bir pay alırlar. Ancak bu üçte birlik paydan "erkeğe iki dişinin payı kadar" kuralınca yararlanırlar görüşü de mevcuttur. Ancak birincisi daha açıktır. Çünkü bu bizzat ayetin erkek ve dişiyi eşitlediği ilkeye daha uygundur. "Onlardan her birisi için altıda bir pay vardır."

Anneleri bir olan kardeşlerin durumu -bu yüzden- geri kalan varislere karşı değişiklik arz eder.

Birincisi, erkekleri ve dişileri mirasta eşittirler.

İkincisi, ölü ve kelâle (çocuğu ve babası bulunmayan) almadığı sürece, onlar varis olamazlar. Baba, dede, çocuk ve çocuğun çocuğu ile beraber varis olamazlar.

Üçüncüsü, erkek ve dişileri ne kadar çok olsa bile bunların mirastaki payı üçte birin üzerine çıkmaz.

"Eğer kardeşlerinin sayısı ikiden fazla ise mirasının üçte biri hiçbirine haksızlık yapılmaksızın kardeşlerine bölüştürülür." Burada adalet ve iyiliğe dayanması için vasiyyetin varislere zarar vermesinden sakındırma yer almaktadır. Bununla beraber borç vasiyyetten önceliklidir. Her ikisi de daha önce dediğimiz gibi varislerden önce gelir.

Sonra -birinci ayette olduğu gibi- ikinci ayette de bir sonuca bağlama yer almaktadır

"Bu hükümler size Allah tarafından emredilmiştir. Allah herşeyi bilir ve kullarına karşı yumuşaktır." Bu sonucun tekrarlanması güçlendirmek ve iyice yerleştirmek amacına yöneliktir. Bu farizalar, "Allah'tan birer vasiyyettir". Ondan kaynaklanmaktadırlar. Ve sonuçta ona döneceklerdir. Hevadan kaynaklanmadıkları gibi hevaya da uymazlar. Bir bilgiden kaynaklanmışlardır. Bunlara uymak zorunludur. Çünkü, kanun koyma ve rızıkları dağıtma hakkına tek başına sahip bir kaynaktan gelmişlerdir. Bunları kabul etmek gerekir, çünkü gerçek ve doğru bilgiye tek başına sahip bir kaynaktan doğmaktadırlar.

ALLAH'IN HUDUDU

İslâm inancının temel ilkenin üst üste pekiştirildiğini, ısrarla vurgulandığını görüyoruz. Emirleri ve yasaları sırf yüce Allah'tan alma ilkesinin yani. Bunun tersi küfürdür, yüce Allah'a baş kaldırmaktır, bu dinin çerçevesi dışına çıkmaktır.

İşte miras paylarına, miras buyruklarına ilişkin bir uyarı niteliğini taşıyan ve bu payları, bu buyrukları "Allah'ın sınırları" diye tanımlayan şu iki ayet, bu temel ilkeyi zihinlere işlemeyi amaçlıyor. Okuyalım:
 

NuSReT

Aktif Üyemiz
NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

AYET-İ KERiME
13- Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse Allah onları içinde ebedi olarak kalacakları, altlarından ırmaklar akan Cennetlere yerleştirir. İşte büyük kurtuluş, büyük başarı budur.

14- Buna karşılık kim Allah'a ve Peygamber'e karşı gelir, O'nun çizdiği sınırları aşarsa Allah onu, içinde ebedi olarak kalmak üzere Cehennem'e atar. Onun için onur kırıcı bir azap vardır.
Yüce Allah'ın bilgisi ve hikmeti uyarınca ortaya koyduğu gerek ailenin iç ilişkilerini ve gerekse toplumun ekonomik ve sosyal ilişkilerini düzenlemek için önerdiği bu yasalar, bu hükümler "Allah'ın sınırları"dırlar. Bu ilişkilerde son çözüm yolu olsunlar, miras bölüşümünün bağlayıcı kararlarını oluştursunlar diye yüce Allah tarafından belirlenmiş sınırlardır.

Bu konuda yüce Allah'a ve Peygamberimize uymanın zorunlu sonucu "İçinde sürekli kalınacak olan Cennet" ile "Büyük kurtuluş, büyük başarı"dır. Buna karşılık bu sınırları çiğneyerek yüce Allah'a karşı gelmenin zorunlu sonucu da "İçinde sürekli kalınacak Cehennem" ile "Onur kırıcı, utandırıcı azap"tır.

Niçin? Evet, niçin miras hukuku gibi alanı sınırlı bir yasal düzenlemede, hatta bu hukukun ayrıntılı bir hükmünde, ayetin deyimi ile "Allah'ın sınırlarının" belirli bir çizgisindeki itaatin ya da karşı gelmenin zorunlu sonuçları bu kadar ağır, bu kadar dramatik oluyor?

Meselenin içyüzünü, derine inen kökünü bilmeyenlere bu zorunlu sonuçlar, karşılıkları olan eylemlerden ve davranışlardan daha ağır gelebilir.

Bu meseleyi bu surenin ileride okuyacağımız birçok ayeti açıklıyor. Surenin ana hatlarını tanıtan giriş bölümünde bu ayetlere değinmiştik. Bu ayetler dinin anlamını, imanın şartını ve İslâm'ın tanımını açıklayan ayetlerdir. Fakat miras ayetlerinin arkasından gelen, uyarı amaçlı bu iki önemli ayetten söz etmişken bu meseleye şimdiden kısaca değinebiliriz. Şöyle ki:

Gerek bu dinin -yani İslâm dininin- ve gerekse tarihin şafağından itibaren insanlığa gelmeye başlayan bütün peygamberlerin getirdikleri ilahi dinlerin açısından temel şudur: İlahlık yetkisi kimindir? Şu insanların Rabbi olma yetkisi kime aittir?

Bu sorunun iki zıt, iki alternatif cevabı vardır. Bu dinle ilgili herşey, tüm insanlar ile ilgili herşey bu iki cevaba dayanır, bu iki cevabın bağlayıcı sonucu olarak ortaya çıkar.

Evet, ilahlık yetkisi kimindir, Rabb olma yetkisi kime aittir?

Cevaplardan birincisine göre bu yetki sırf yüce Allah'a aittir, yaratıklardan hiçbirinin bu yetkide zerre kadar payı yoktur. İşte bu İslâm'dır, işte bu imandır, işte bu dindir.

İkinci cevaba göre bu yetki yüce Allah ile bazı yaratıkları arasında ortaktır, ya da bütünüyle bazı yaratıkların tekelindedir. Bu ise ya şirktir, Allah'a ortak koşmaktır, ya da açık küfürdür.

Ya ilahlığın ve Rabblığın sırf yüce Allah'ın tekelinde olduğuna inanılır. Bu inanç kulların sırf Allah'a bağlanmaları, tek olarak Allah'a kul olmaları, tek Allah'a itaat etmeleri, ortağı olmayan tek Allah'ın hayat sistemine uymaları anlamına gelir. Bu durumda İnsanların hayat sistemini tek başına yüce Allah belirleyecek, insanların uygulayacakları temel yasaları tek başına yüce Allah koyacak;insanların değer yargılarını, hayat pratiklerini ve sosyal kurumlarını yine tek başına yüce Allah dikta edecektir. Yüce Allah'ın dışında hiçbir kişinin ya da hiçbir grubun bu yetkide payı yoktur. İnsanların bu alanda getirecekleri yasal düzenlemeler, mutlaka yüce Allah'ın temel yasalarına dayalı olmak zorundadır. Çünkü bu yetki ilahlığın, Rabblığın gereğidir; onun kendine has niteliklerinin bariz ve dolaysız göstergesidir.

Ya da bu yetki yüce Allah'ın yarattıklarından birine yakıştırılacak, söz konusu yetkinin bu yaratık tarafından ya yüce Allah ile ortak biçimde ya da tek başına kullanıldığına inanılacaktır. Bu ise insanların yüce Allah'tan başkasına bağlanmaları, yüce Allah'tan başkasına kul olmaları ve yüce Allah'tan başkasına itaat etmeleri demektir. Bu da yüce Allah'ın kitabına, yüce Allah'ın otoritesine dayanmayan, başka ilham kaynaklarına dayanan ve yetkilerini bu "başka" ilham kaynaklarından alan birtakım insanlar tarafından ortaya konmuş sistemlere, düzenlere, hukuki düzenlemelere ve değer yargılarına uyma biçiminde ortaya çıkar. Bundan dolayı bu durumda ortada ne din, ne iman ve ne de İslâm vardır. Ortada olan şey kâfirliktir, fasıklıktır, müşrikliktir, yüce Allah'a baş kaldırmadır.

İşte "mesele" bütün gerçekliği ve yalınlığı ile budur. Bundan dolayı yüce Allah'ın sınırlarını birtek meselede çiğnemek ile O'nun şeriatına karşı baş kaldırmak arasında fark gözetilmemektedir. Çünkü bu açıdan bakınca o bir tek mesele de dindir, şeriatın tümü de dindir. Önemli olan insanların yaşama tarzları konusunda hangi ilkeye dayandıklarıdır. Acaba bu temel ilke ilahlık ve Rabblık yetkisine -bütün karakteristik nitelikleri ile- sırf yüce Allah'ın tekeline mi dayandırmaktadır. Yoksa ya bu yetki yüce Allah ile bazı kulları arasında bölüştürülmekte ya da sırf o kullara tanınarak kulun kula kulluğuna mı inanılmaktadır. Önemli olan bu ilkelerden hangisinin benimsendiğidir. Yoksa insanların bu dinden olduklarını iddia etmeleri, hayatlarının pratik uygulamaları ile değil de sırf dilleri ile müslüman olduklarını ileri sürmeleri değildir!

Miras paylarının yasal mirasçılara bölüştürülmesi konusunda bir yandan Allah'a ve Peygamberimize itaat etmekle altlarından ırmaklar akan ve içlerinde sürekli kalınacak Cennetler arasında ve bir yandan da Allah'a ve Peygamberimize karşı gelmekle süresiz ve onur kırıcı Cehennem azabı arasında ilişki kuran yukardaki iki uyarı amaçlı ayet, işte bu büyük gerçeğe işaret ediyor.

Yine bu büyük gerçek bu suredeki diğer birçok ayetin ana fikrini oluşturmakta, bu ayetlerde tartışmaya, zorlamalı yorumlara açık kapı bırakmadan, açık ve kesin bir ifade ile dile getirilmektedir.

Ayrıca bu gerçeği yeryüzünde kendini müslüman sayan herkesin son derece belirgin bir şekilde kavraması gerekir. Böylece herkes müslümanlık nerede kendisi nerede; bu din nerede, yaşama tarzı nerededir bunu açıkca görmelidir.

Şimdi burada İslâm'ın mïras sistemi konusunda birkaç kısa söz söylememiz gerekir. Bu söyleyeceklerimizi "Erkekler kazançlarından pay aldıkları gibi kadınlar da kazançlarından pay alırlar" ilkesi ile "Allah size erkeklere, kadınlarınkinin iki katı kadar pay vermenizi emreder" ilkesini ortaya koyarken söylediklerïmize eklemek gerekir.

Bu miras sistemi hem insan fıtratının ve hem de bütün yönleri ile aile düzeninin ve insanlık hayatının gerçekleri ile uyumlu bir sistemdir. Eğer biz bu sistemi, gerek eski ve gerekse modern cahiliye dönemlerinde ve dünyanın herhangi bir yerinde uygulanan miras sistemi ile karşılaştırırsak bu gerçeği açıkça görürüz.

Busistem aile-içi sosyal dayanışmayı tam anlamı ile göz önüne alır. Bunun sonucu olarak miras paylarını, ailedeki herkesin bu sosyal dayanışmadaki sorumluluk payına göre dağıtır. Meselâ ölenin ana-babası gibi miras payları belli yakınlardan sonra yakın akrabalara (asabe) öncelik tanınıyor. Çünkü bu yakın akrabalar, adamın geçim yükünü üstlenme konusunda da öncelikle sorumlu oldukları gibi eğer bir adam öldürme olayı meydana gelirse onun adına Diyeti ve diğer para cezalarını ödeyecek olanlar da onlardır. Demek oluyor ki, bu sistem kendi içinde bütünlük yansıtan, uyumlu bir sistemdir.

Bu sistem insanlık ailesinin bir tek kişiden türeyip oluştuğu ilkesini de göz önünde tutar. Bunun sonucu olarak kadını ve çocuğu, sırf kadın ve çocuk oldukları için mirastan mahrum etmez. Çünkü bu sistem -biraz önce değindiğimiz gibi- pratik yararları göz önünde tuttuğu gibi insanlığın bir kişide birleştiği ilkesini de göz önünde bulundurur. Bu ilkeye bağlı olarak insanlar arasında cinsiyet farkı gözetmez, yalnız aile-içi ve sosyal dayanışmadaki yükümlülük paylarının gerektirdiği farklılıkları hesaba katar.

Bu sistem genel anlamda hayat olgusunun karakterini ve özel anlamda insan fıtratının yapısını göz önüne alarak miras bölüşümünde genç kuşağa öncelik tanır, onu yaşlı kuşağın ve diğer akrabaların önüne çıkarır. Çünkü genç kuşak, devamlılığın ve türü korumanın canlı aracıdır. Bundan dolayı canlılık ve hayat olgusunun bakış açısı ile önem önceliği hakkına sahiptir. Bununla birlikte bu sistem, ne yaşlı kuşağı ve ne de diğer yakın akrabaları mirastan mahrum tutmuş değildir. Tersine fıtratın köklü mantığı uyarınca bunların her birine pay ayırmıştır.

Genel olarak bütün canlılar, özellikle insanlar soyları ile ilişkilerinin kopmamasını, yeni kuşakların varlığında, devamlılık kazanmayı arzu ederler. Bu sistem, bu içgüdünün istekleri ile atbaşı yürür. Bir ömür boyu elemeğinden arttırabildiklerini biriktiren insanoğlunu, soyunun bir birikimden yoksun kalmayacağı, öldüğünde bu mal birikiminin ailesine miras olarak kalacağı güvencesi ile tatmin eder. Bu güvence insanoğlunu daha çok çalışmaya sevk eder. Bu şevkle birkaç katına çıkabilecek olan alın teri ürünlerinden aslında bütün toplum yararlanmış olur. Üstelik bu sistemin önerdiği yaygın, sağlıklı ve somut sosyal dayanışma ilkesi zedelenmez.

Son olarak bu miras sistemi servetin her genç kuşakla yeniden bölüşülmesini, kuşaktan kuşağa dağıtıma uğramasını sağlar. Böylece servetlerin sürekli çoğalarak belirli ellerin tekeline girmesi önlenmiş olur. Oysa mirasın sadece erkek çocuğa ya da çok sınırlı aile fertlerine geçmesini öngören sistemler, sözünü ettiğimiz servet tekelciliğini hızlandırmış olurlar. Bu açıdan bakınca İslâm'ın miras sistemi, ekonomik düzenin yeniden yapılanmasında, zorlamacı devlet müdahalesine gerek kalmadan bu düzenin dengeye kavuşturulması hususunda etkin ve sürekli bir araç rolü oynar. Oysa özü bakımından cimri ve mal tutkunu olan insan tabiatı, sözünü ettiğimiz zorlamacı devlet müdahalesinden hoşlanmaz. Oysa bu sürekli servet bölüşümü, sık sık yenilenen bu mal dağılımı insan nefsini rahatsız etmeden, onun direnci ile karşılaşmadan gerçekleşir. Çünkü bu operasyon onun fıtratı ile, onun cimriliği ile, onun mal tutkunluğu ile uyumlu bir nitelik taşır. İşte insan nefsine ilişkin yüce Allah'ın şeriatı ile insan yapısı yasal düzenlemeler arasındaki temel fark budur!

Surenin birinci bölümünün eksenini şu konular oluşturuyordu: Yetimlerin mallarını ve kişiliklerini, gerek aile içinde ve gerekse toplum düzeyinde güçlü güvencelere bağlayarak müslüman toplumun hayatını düzenlemek, bu toplumu cahiliye döneminin tortularından arındırmak; aile çerçevesinde miras sistemini belirlemek; gerek yetimler ile ilgili güvenceleri ve gerekse miras sistemini temel kaynağı olan yüce Allah'ın ilahlığı, O'nun tüm insanların Rabbi olduğu ve tüm insanları birtek kişiden türetmiş olmasında somutlaşan iradesi ilkesine dayandırmak; tüm insan toplumunu aile birimine oturtmak ve sosyal dayanışma ilkesine bağlamak; insanları hayatlarının bütün gelişmelerinde yüce Allah'ın sınırlarına bilgisine ve hikmetine havale etmek; insanların bütün davranışlarına, itaat ya da baş kaldırma anlamına gelen niteliklerine göre karşılık biçmek.

Surenin ikinci bölümünde de ağırlıklı olarak yine müslüman toplumun hayatını düzenleme, bu toplumu cahiliye dönemi tortularından arındırma çabası sürdürülüyor. Bu amacı gerçekleştirmek üzere şu konuların işlendiğini görüyoruz: Toplumu fuhuştan arındırmak, içine sızan kirli unsurları, yani vücudlarına fuhuş mikrobu bulaşmış erkek ve kadınları ayıklamak; bu arada bu mikroplu unsurlar içinde tevbe edip uslanarak temiz ve namuslu insanlar sıfatı ile topluma dönmek isteyenlere tevbe kapısını açık tutmak; cahiliye döneminde pençesi altında kıvrandığı aşağılamadan, horlanmışlıktan, baskıdan ve zulümden kurtararak aileyi sağlıklı ve sarsılmaz bir temele oturtmak, böylece aile esasına dayanan topluma sağlam, temiz ve iffetli bir altyapı sağlamak; son olarak da şeriat açısında yasak olan evlilikleri belirleyerek ve bu sınırlı yasaklar dışında kalan evliliklerin serbest olduğunu ilan ederek aile hayatının son derece önemli bir yönünü düzene bağlamak.

Bu açıklama ile hem surenin bu ikinci bölümü, hem de bu cüz sona eriyor.

Şimdi bu bölümün ilk iki ayetini okuyalım:
 

NuSReT

Aktif Üyemiz
NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

AYET-İ KERiME
15- Zina suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde dört kişinin şahitliklerine başvurunuz. Eğer dört kişi aleyhte şahitlik ederse o kadınları, ölünceye kadar ya da Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar evlerinizden dışarı salmayınız.

16- Zina suçu işleyen çiftin her ikisini de eziyetli cezaya çarptırınız. Fakat eğer tevbe eder de uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız. Çünkü Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir.
ZİNA

İslâm burada toplumu arındırıp pis unsurlardan temizleme amacı güden yoluna devam ediyor. Bunun için ilk önce zina suçu işledikleri kesinlikle ispatlanan fahişe kadınları izole edip toplumdan uzaklaştırıyor. İkinci adım olarak da aralarında Hz. Lût kavminin yaptığı türden sapık cinsel ilişkiye girişen homoseksüel erkeklerin eziyetli bir cezaya çarptırılmalarını karara bağlıyor. Yalnız bu eziyetli cezanın türü ve sınırı belirlenmiyor. Daha sonra zina suçu işleyen erkek ve kadınları aynı cezada birleştiriyor. "Zina haddi" diye bilinen bu ceza, Nur suresinde belirlenen biçimi ile sopalama ve Peygamberimizin hadisinde son şekline kavuşan niteliği ile taşa tutarak öldürme (recm) cezasıdır. Bu cezaların her ikisinde de güdülen amaç toplumu pislenmekten, mikrop kapmaktan korumak; onun temiz, iffetli ve şerefli niteliğini güvenceye bağlamaktır.

İslâm şeriatı her durumda ve bütün cezalarda gerekli güvenceleri sağlıyor. Öyle ki, söz konusu güvenceler sayesinde insanların hayatını son derece ciddi bir şekilde etkileyen önemli cezalarda haksızlık yapılması, hataya düşülmesi, zayıf ve şüpheli kanıtlara dayanılarak karar verilmesi ihtimali kesinlikle ortadan kaldırılmış oluyor.

Şimdi ilk ayeti ele alalım:

"Zina suçu işleyen kadınlarınızın aleyhinde içinizden dört erkeğin şahitliğine başvurunuz. Eğer dört kişi aleyhde şahitlik ederse o kadınları ölünceye kadar Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar evlerinizden dışarı salmayınız."

Bu ayet, son derece büyük bir özen ve ihtiyat içeriyor. Sebebine gelince burada kendilerine zina cezası uygulanacak olan kadınlar `kadınlarınızın' ifadesi ile sınırlandırılıyor. Yani bu kadınların "müslüman" olmaları gerekir. Bunun yanısıra zina suçunun işlendiğini kanıtlamak üzere şahitliklerine başvurulacak olan erkekler de "içinizden olan dört erkek" ifadesi ile sınırlandırılıyor. Yani şahitlerin de "müslüman" olmaları gerekir. Bu ayete göre zina suçu kanıtlandığı takdirde kimlerin zina cezasına çarptırılabilecekleri ve bu suçun işlendiğini kanıtlamak üzere kimlerin şahitliğine başvurulabileceği kesinlikle belirlenmiş oluyor.

İslâm, zina işleyen müslüman kadınların bu suçunu kanıtlamak üzere müslüman olmayan erkeklerin şahitliğine başvurmaz. Bunun yerine dört müslüman erkeğin şahitlik etmesini şart koşar. Bu dört şahidin "sizden" olmaları gerekir. Yani bu müslüman toplumun öz üyeleri olacaklardır. Bu toplumda yaşayacaklar, İslâm şeriatına boyun eğmiş olacaklar, İslâm'ın yönetim mekanizmasına itaat edecekler, İslâm toplumunun meseleleri ile yakından ilgili olacaklar, bu şeriatte nelerin ve kimlerin yeri olduğunu yakından bilecekler.

Bu konuda müslüman olmayanların şahitlikleri geçerli değildir. Çünkü müslümanların ırzı, İslam'ın güvenlik ve takva titizliği konularında onlara güvenilemez. Üstelik bu toplumun temiz ve iffetli olması, orada adaletin geçerli olması hususunda onların ne yararları ve ne de gayretleri söz konusudur. Şahitlikle ilgili güvenceler, zina hükmü değiştikten ve bu konuda sopalama ile taşa tutarak öldürme cezaları yürürlüğe girdikten sonra da hiçbir değişikliğe uğramaksızın geçerliliklerini korumuşlardır. Ayeti okumaya devam ediyoruz:

"Eğer dört kişi aleyhte şahitlik ederse o kadınları evlerinden dışarı salmayız."

Yani bu kadınlar toplumun içine girmesinler, onu kirletmesinler, evlilik yapmasınlar, diğer toplumsal faaliyetlere katılmasınlar.

"Ölünceye kadar..."

Hayatlarının sonuna kadar evlerindeki tutukluluk halleri devam etsin.

"Ya da Allah kendileri hakkında başka bir yol gösterinceye kadar..." Yani ya Allah onların durumlarını, konumlarını değiştirinceye, ya suçlarına başka bir ceza biçinceye ya da haklarında dileyeceği herhangi bir başka uygulama buyuruncaya kadar. Bu ifade zina suçu ile ilgili bu hükmün nihaî ve sürekli olmadığını, belirli bir döneme ve toplumun belirli şartlarına ilişkin, geçici bir hüküm olduğunu, ilerde kesin ve kalıcı bir hükümle yer değiştireceğini ima eder niteliktedir. Nitekim daha sonra bu ihtimal gerçekleşti ve Nur suresindeki bir ayet ile Peygamberimizin bir hadisine bağlı olarak bu hüküm değişti. Fakat -az önce belirttiğimiz gibi- tahkikat aşamasına ilişkin güçlü güvenceler aynen geçerli kaldı.

İmam .Ahmed b. Hanbelî'nin Muhammed b. Cafer, Said, Katade, Hasan ve Hıtan b. Abdullah Rakkaşı yolu ile bildirdiğine göre bu konu ile ilgili olarak sahabilerden Ubade b. Samit şöyle diyor; Peygamberimize vahiy geldiğinde O, bu olaydan etkilenir, tedirgin olur ve çehresinin rengi değişirdi. Birgün yüce Allah tarafından 'kendisine yeni bir vahiy gelmişti. Cebrail yanından ayrılarak göğe uçtuktan sonra Resulullah bize dönerek şöyle buyurdu:

"Dinleyin beni. Allah zina işleyen kadınlar hakkında `başka bir yol' gösterdi. Evli erkeğin evli kadın ile ve bekar erkeğin bekar kadınla işleyeceği zinalar hakkında. Evlilerin cezası yüz değneklik dayak ile taşa tutularak öldürülmek; bekarların cezası ise yüz değneklik dayak ile bir yıllık sürgündür."

Aynı hadisin Müslim ve Eshabussunen tarafından kaydedilen ve Katade, Hasan, Hıtan ve Ubade b. Samit yolu ile Peygamberimize dayandırılan rivayetinde hadisin sözleri şöyledir:

"Dinleyin beni. Allah zina suçu işleyen kadınlar hakkında `başka bir yol' gösterdi. Bekâr erkek ile bekâr kadın arasında işlenen zina suçunun cezası yüz değneklik dayak ile bir yıl sürgündür. Evli erkek ile evli kadın arasında işlenen zinanın cezası ise yüz değneklik dayak ile taşa tutularak öldürülmek(recm)dir."

Öte yandan bu konuda elimize Peygamberimizin fiili uygulamasını gösteren belge de vardır. Müslim'in kaydettiğine göre Peygamberimiz, Maiz ve Gamidiye kabilelerine mensup iki zina suçlusu kadını "taşa tutarak öldürme cezasına çarptırmış, ayrıca onlara yüz sopa vurdurmuştur". Ayrıca zina suçlusu bir yahudi çift hakkında verdiği hükümde de bu çiftin taşa tutularak öldürülmelerini kararlaştırmış, bunun dışında kendilerine yüz sopalık dayak cezası vermemiştir.

Peygamberimizin bu fiili uygulamaları, bu cezaların bu konudaki en son hüküm olduğunu gösterir.

Ayetleri okumaya devam ediyoruz:

"Zina suçu işleyen çiftin her ikisini de eziyetli cezaya çarptırınız. Fakat eğer tevbe eder de uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız. Çünkü Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir."

Tefsir bilginleri arasında en çok taraftar bulan yoruma göre bu ayetteki "zina suçu işleyen çift" deyiminden maksat birbirleri ile sapık cinsel ilişki kuran iki eşcinsel (homoseksüel) erkektir. Bu, sahabilerden Mücahid'in görüşüdür. Öte yandan İbn-i Abbas Said b. Cubeyr ve daha bazı tefsir bilginleri ayetin "Onlara eziyetli ceza veriniz" cümlesini "Onlara hakaret ediniz, onları kınayınız ve kendilerini nalınlarınız (takunyalarınız) ile dövünüz" şeklinde açıklamışlardır. Devam ediyoruz:

"Eğer tevbe eder uslanırlarsa artık yakalarını bırakınız."

İlerde anlatacağımız üzere tevbe; kişilik, yapı, istikamet, izlenen yol, tutum ve davranış alanlarında köklü bir değişimin göstergesidir. Bundan dolayı ceza uygulamasını durduruyor. Bu anormal sapıklar tevbe edip iğrenç suçlarından vazgeçtiklerini belirtince müslüman toplumun eli de yakalarını bırakıveriyor. Tabii ki, bu "yaka bırakma" emri sadece bu konu ile sınırlıdır, yani bu sapıklara uygulanan eziyet verici cezaya son verilecektir.
Şimdi de şu tatlı esprili ve derin anlamlı sonuç cümlesini okuyalım:

"Çünkü Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir."

Söz konusu cezayı koyan O olduğu gibi tevbe ve uslanma durumunda bu ceza uygulamasını durdurmayı emreden de O'dur. İşlemin ne ilk aşamasında ve ne de son aşamasında insanların hiçbir inisiyatifi yoktur. İnsanlar sadece yüce Allah'ın yasasını, direktifini uyguluyorlar, o kadar. O "Tevvab" ve "Rahim"dir. Yani tevbeleri kabul eder ve tevbe edenlere karşı merhametli davranır.

Bu imalı (dolaylı anlatımlı) cümlenin bir başka nazik mesajı da kalpleri yüce Allah'ın ahlâkın gereklerine göre düzenlemeye özendirmektir. Madem ki "yüce Allah tevbeleri kabul eder ve merhametlidir" buna göre O'nun kulları vaktiyle işlenmiş, fakat sonradan tevbeye ve uslanmaya bağlanmış suçlar, günahlar karşısında birbirlerine karşı hoşgörülü ve merhametli olmalıdır. Bu tutum suçu hoş görme ve fuhuş günahı işleyenlere acıma anlamına gelmez. Böyle bir durumda hoşgörü ve merhamet söz konusu değildir. Hoşgörü ve merhamet tevbe eden, uslanan, suçundan arınan mahkûmlara karşı gösterilecektir. Bunlar yeniden topluma kabul edilecek, kendilerine geçmişleri hatırlatılmayacak; tevbe ederek bir yana bıraktıkları, arındıkları ve arkasından iyi hal gösterdikleri eski günahları yüzünden kınanmayacaklardır. Tersine bu durumda eski suçlarını unutarak yeniden temiz, pak ve onurlu bir hayata girme hususunda yardımcı olmak gerekir. Bunun tersine eğer toplum bu adamların suçunu ikide bir yüzlerine vuracak olursa bundan dolayı içlerinde eziklik duygusu, suçluluk kompleksi oluşur. Bu da onların tevbelerini bozarak tekrar ve inatla eski suçlarını işlemeye yönelmelerine, böylece hem dünyalarını hem de ahiretlerini mahvetmelerine, aynı zamanda yeryüzünde fesad çıkarmalarına, çevrelerini kirletmelerine ve toplumdan öç almaya kalkışmalarına yol açabilir.

Eşcinsellere ilişkin bu hüküm de sonradan değişikliğe uğramıştır. Nitekim Eshabussunen adlı hadis kâynağının Abdullah b. Abbas'a dayandırarak kaydettiğine göre Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bu konuda şöyle buyuruyor:

"Lût kavminin pis işini yapanları görürseniz düzeni de düzdüreni de öldürünüz."

Buhükümler İslâm sisteminin müslüman toplumu fuhuştan ve sapık cinsel ilişkiden arındırma konusuna ne kadar büyük bir önem verdiğini açıkça kanıtlar. Bu yoğun ilgi, oldukça erken bir tarihten itibaren kendini gösterir. İslâmiyet bu alandaki duyarlılığını göstermek için Medine'de devlet kuracağı, yüce Allah'ın şeriatına dayalı bir otoriteye sahip olacağı ve bu şeriatı yürürlüğe koyacağı günü beklememiştir. Çünkü zina yasağı her ikisi de Mekke döneminde inen "İsa" ve "Müminun" surelerinin aşağıdaki ayetlerinde gündeme gelmiş ve daha sonra aynı yasak "Mearic" suresinde tekrar vurgulanmıştır:
AYET-İ KERiME
"Sakın zinaya yaklaşmayınız. Çünkü iğrenç bir suç ve son derece kötü bir yoldur. (İsra suresi; 32)

"Müminler kesinlikle kurtuluşa ermişlerdir.. Onlar eşleri ve cariyeleri dışında kalan herkese karşı mahrem yerlerini korurlar. Bu iki durumda ayıplanmaları söz konusu değildir." (Müminun suresi; 6)'
Fakat İslâm'ın Mekke'de devleti yoktu, yürütme gücü yoktu. Bundan dolayı daha ilk günlerinde yasakladığı bu suça herhangi bir ceza biçmemişti. Ama Medine'de devletini kurup yürütme gücüne sahip olunca iş değişti. Artık bu suça, bu suçùn toplumu kirletmesine karşı vermiş olduğu mücadelede sadece yasaklamaları ve direktifleri yeterli görmedi. Sebebine gelince İslâm gerçekçi bir dindir. Sadece yasaklamaların ve direktiflerin yeterli olmayacağını da iyi bilir. Ayrıca dinin, insanların pratik hayatlarının dayandığı bir sistem, bir pratik düzen olduğu; sadece vicdanlarda yaşayan gizli duygulardan ibaret, otoritesiz, yasasız, yordamsız ve anayasasız bir kurum olmadığı gerçeğinin de farkında ve bilincindedir.

Mekke'de İslâm inancı bazı kalplere yerleşir-yerleşmez hemen bu kalplere egemen olan cahiliye kültürü ile mücadeleye girişerek onları temizleyip arındırma faaliyetine koyuldu. Fakat aynı İslâm Medine'de devletine kavuşarak şeriata dayalı bir otoriteye sahip olunca, yüce Allah'ın sistemini yeryüzünde belirli şekilde gerçekleştirme fırsatını elde edince toplumu fuhuştan koruma amacını gerçekleştirme hususunda -direktif ve öğüt vermenin yanısıra- yürütme otoritesini, caydırma ve cezalandırma biçiminde kullanmaya başladı. Çünkü, az önce söylediğimiz gibi, İslâm sadece vicdanlarda barındırılan saklı inançlardan ibaret değildir, bu inanç sisteminin yanısıra aynı zamanda inançlarını pratik hayatta yürürlüğe koyan bir devlet otoritesidir. Başka bir deyimle O, tek ayak üzerinde duran topal bir sistem değildir.

Aslında bazı zihinlerde kökleşen saplantılı yanılgının tersine, yüce Allah katından gelen bütün dinler böyledir. Sözünü ettiğimiz saplantılı zihinlerin, bazı semavi dinlerin şeriatsız, sosyal düzensiz ve otoritesiz olarak geldikleri yolundaki iddiaları asılsızdır. Asla böyle birşey yoktur. Din, hayat sistemidir, uygulamaya dönük bir pratik düzendir. Dinde insanlar sadece yüce Allah'a inanıp bağlanırlar, yönlendirici ilkelerini sırf yüce Allah'tan alırlar. İnançla ilgili düşüncelerini yüce Allah'tan aldıkları gibi gündelik hayatlarını düzenleyen yasal hükümlerini de yine O'ndan alırlar. Bu yasal ilkelere dayanan devlet otoritesi yürütme gücünü kullanarak bu yasal hükümleri insanların hayatında yürürlüğe koyar, bu hükümleri çiğneyenleri koğuşturarak cezaya çarptırır, toplumu cahiliye kültürünün pisliklerinden korur. Böylece insanların sırf yüce Allah'a inanıp bağlanmalarını, yüce Allah'ın dininin bütünüyle egemen olmasını sağlar. Yani dinin egemen olduğu ortamda şu ya da bu görüntü altında Allah'ın dışında başka ilahlar bulunmaz. Bu sistemde insanlar için kanun koyan, insanlar için değer yargıları ve kriterler üreten, hukuk sistemleri ve kurumlar ortaya süren başka ilahlara yer yoktur. Bütün bu fonksiyonları yerine getiren merci tek başına yüce Allah'tır. Buna göre eğer herhangi bir kul bu alanlarda herhangi bir yetkinin sahibi olduğunu iddia ederse aslında insanların önünde ilahlık iddiasında bulunmuş olur. Oysa yüce Allah'tan gelen hiçbir dinin herhangi bir insanın ilah olmasına, bu yolda bir iddia ile ortaya çıkmasına ve bu anlama gelecek bir girişimde bulunmasına hoşgörü ile bakması beklenemez. Bundan dolayı yüce Allah katından gelen hiçbir dinin sırf vicdani inançlar getirmesi, pratik şeriattan ve bu şeriatı yürürlüğe koyacak devlet otoritesinden gönüllü olarak uzak kalmayı kabul etmesi söz konusu değildir.

İşte İslâm bu ilke uyarınca Medine'de gerçek varlığını ortaya koymaya koyuldu; yasama, yürütme, kavuşturma ve cezalandırma yolu ile toplumu pisliklerden arındırmaya girişti. Bu girişimini bu surenin bazı seçilmiş ayetlerinde örneklerini gördüğümüz hükümleri yolu ile pratiğe yansıttı. Gerçi bu hükümlerin bir bölümü daha sonra değişikliğe uğradı ve yüce Allah'ın iradesi uyarınca bu değişiklikler süreklilik kazandı.

İslâm'ın, toplumu fuhuştan arındırmak ve her yolu kullanarak ona karşı ısrarlı bir mücadele yürütmek hususundaki elle tutulur gayreti süpriz olarak karşılanacak, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü dünyanın her tarafını etkisi altına alan günümüz cahiliye uygarlığında da açıkça gördüğümüz gibi, her dönemdeki cahiliye uygarlıklarının en başta gelen özelliği hiçbir ahlakî ve kanuni sınır tanımayan bir cinsel anarşi, bir hayvanî başıboşluktur. Cahiliye toplumları bu kural tanımaz, anarşik cinsel ilişkileri "kişisel özgürlüğün" vazgeçilmez göstergelerinden biri olarak kabul ederler ve bu sapık ilişkilere karşı çıkanları hemen onları önlemeye gayret edenleri bağnazlık ve dar kafalılık damgası ile damgalarlar.

Cahiliye toplumlarının mensupları bütün "insani" özgürlükleri konusunda hoşgörü gösterirler, fakat bu "hayvani" özgürlükleri konusunda hiçbir musamahaya, hiçbir uzlaşmaya yanaşmazlar. Bütün insani özgürlüklerinden vazgeçebilirler, onların tümünü gözden çıkarabilirler, fakat bu hayvani özgürlüklerini düzene bağlamak, iğrençliklerden arındırmak isteyenlere karşı birer yırtıcı kaplan kesilirler.

Cahiliye toplumların bütün kurumlarını elbirliği ile ahlaki engelleri yıkmaya uğraşırlar, insan vicdanındaki fıtrî kuralları yozlaştırmaya çalışırlar, hayvanî ihtirasları şirin gösterme ve bu ihtiraslara masum yaftalar yakıştırma yarışındadırlar, değişik yollardan cinsiyet içgüdüsünün ateşini patlatmaya ve bu içgüdüyü kuralsız pratik boşalmaya itmeye uğraşırlar, aile ve toplum denetimini zayıflatmak için ellerinden ne gelirse yaparlar, çıplak ihtiraslar karşısında tiksinti duyan sağlıklı fıtrî duyguları her fırsatta aşağılarlar, buna karşılık bu iğrenç ihtirasları; içgüdüsel, bedenî ve doyumsal çıplaklığı yüceltme, alkışlama konusunda hiçbir fırsatı kaçırmazlar.

Bütün bunlar İslâm'ın gerek insanların duygularını ve gerekse toplumları pençesinden kurtarmak üzere geldiği gerici cahiliye zihniyetinin başta gelen karakteristik özellikleridir. Bunlar tıpatıp her cahiliye uygarlığının, her cahiliye toplumunun ortak özellikleridir Arap cahiliye toplumunda yetişen ünlü İmrulkays'ın şiirlerini inceleyenler bu şiirlerin benzerlerini eski Yunan'ın ve eski Roma'nın cahiliye şiirlerinde de bulabilirler. Bunun yanısıra bu cahiliye şiirlerinin içerdiği motiflerin benzerlerini çağdaş Arap cahiliye edebiyat sanatında, aynı zamanda bütün çağdaş cahiliye sanat ve edebiyatlarında da görebilirsiniz. Tıpkı bunun gibi eski ve yeni bütün cahiliye toplumlarındaki gelenekleri, kadının muptezelleşmesini, şehvet çılgınlığını ve başıboş kadın-erkek karmalığını gözden geçirirseniz, bu toplumlar arasında şaşırtıcı bir benzerlik, sıkı bir ilişki olduğunu, bütün bu hayasızlıkların ortak bir zihniyetten kaynaklandığını ve birbirlerine yakın sloganlar kullandıklarını görürsünüz.

Oysa bu tür bir hayvani başıboşluk tarihin her döneminde egemenliği altına aldığı uygarlığı ve milleti yıkıma sürüklemiştir. Eski Yunan uygarlığının, eski Roma uygarlığının ve eski İran-Fars uygarlığının başına gelen akıbet budur. Günümüzün Avrupa ve Amerika uygarlığı da böyle bir çöküşün eşiğindedir. Bu uygarlıklar endüstri ve teknoloji alanlarındaki bütün baş döndürücü gelişmişliklerine rağmen hızlı bir gerileme yolundadırlar. Bu durum o toplumların aklı başında insanlarını paniğe kaptırmıştır. Fakat kendi sözlerinden de açıkça anlaşılacağı gibi, bu kimselerde bu yıkıma sürükleyici akıntının önünde duracak güç yoktur.

Bu hayvanî başıboşluğun evrensel akıbeti bu olduğu halde her dönemin ve her yörenin cahiliye tutkunları bu uçuruma doğru doludizgin koşarlar. Kimi zaman bütün "insanî" özgürlüklerini kaybetmeye göz yumdukları halde bu "hayvani" özgürlüklerinin yolu üzerinde herhangi bir engelin dikilmesini kesinlikle kabul etmezler. Başka bir deyimle köleler misali kula kul olmaya razıdırlar, tek bu "hayvanî" başıboşluk hakkı ellerinden alınmasın!

Aslında bu başıboşluk bir bağımsızlık, bir özgürlük de değildir. Tersine o bir hayvansal içgüdü bağımlılığı, bir hayvanlık alemine geri dönüş akımıdır. Hatta böyleleri hayvanlardan bile daha aşağı düzeydedirler. Sebebine gelince, hayvan bu konuda kendi fıtratının kanunlarına iradesiz biçimde bağlıdır. Bu kanunlar cinsel ilişkiyi yılın belirli mevsimleri ile sınırlamışlardır ve hayvan bu mevsimsel sınırlamaları aşmamaktadır! Yine bu kanunlar hayvanlar arası cinsel ilişkiyi döllenme ve üreme fonksiyonuna bağlamıştır. Buna bağlı olarak ne dişi hayvan üreme sezonu dışında erkeğinin cinsel ilişki amaçlarına yatkınlık göstermekte ve ne de erkek hayvan böyle bir arzu göstermeyen dişisinin üzerine çullanmaya kalkışmaktadır.

Oysa yüce Allah insanı aklı ile baş başa bırakmış ve aklını da inancının denetimine bağlamıştır. insan inancın denetiminden sıyrıldıkça aklı baskılar karşısında zayıf kalır ve iç yapısında başıboş kalan güdülerini dizginleyemez duruma düşer. Bundan dolayı içgüdüleri dizgine vuracak bir inanç olmadıkça, bunun yanısıra kaynağını bu inanca dayandırarak denetim dışına çıkan azgınları koğuşturup cezalandıracak, böylece insan denen varlığı hayvanlık çukurundan çıkararak "insanlık" düzeyine yükseltecek bir otorite, bir devlet gücü bulunmadıkça bu içgüdü selini kontrol altına almak ve toplumu bu pisliğin mikroplarından arındırmak imkansızdır.

İnsanlar, günümüzün cahiliye uygarlığında, inançsız yaşadıkları gibi inanca dayalı bir otoriteden, bir yürütme gücünden de mahrum yaşıyorlar. Bu yüzden cahiliye toplumlarının aklı başında insanları feryad ediyor, fakat hiç kimseden feryatlarına olumlu cevap alamıyorlar. Çünkü hiç kimse arkasında yürütücü güç bulunmayan, suçları koğuşturup cezalandırmaya gücü yetmeyen havada uçup giden sözlerden ibaret bir çağrıya kulak asmaz. Öte yandan kilise ve din adamları da çığlık koparıyorlar, fakat hiç kimse bu çığlıklara aldırış etmiyor. Çünkü hiç kimse arkasında koruyucu gücü bulunmayan, direktiflerini ve hükümlerini yürürlüğe koyamayan erime ve silinme yolunda olan bir inanç sisteminin sesine kulak vermez. Bütün bunların sonucu olarak insanlık uçuruma doğru doludizgin koşmaktadır. Bu bilinçsiz koşu sırasında hem yüce Allah'ın hayvana verdiği fıtri dizgininden ve hem de insan için ortaya koyduğu inanç ve şeriat freninden yoksundur.

Bu uygarlığın yıkılması, çökmesi kesin bir akıbettir. Çünkü insanlığın bütün geçmiş tecrübelerinin ortak mesajı budur. Gerçi gerek uygarlığın kendisi gerekse dayandığı temeller dıştan bakanlara sağlam görünüyor. Ama, hiç kuşkusuz, bir uygarlığın en önemli temel dayanağı "insan"dır. İnsan yıkıma uğrayınca uygarlık sırf fabrikaların ya da bu fabrikalarda üretilen sanayi ürünlerinin üzerinde duramaz.

Bu derin gerçeği kavradığımız takdirde İslâm'ın ne yüce bir din olduğunu, insanı mahvolmaktan koruyup köklü insancıl temellere dayalı bir insanî hayat düzeni gerçekleştirmek amacı ile fuhuşa ağır cezalar öngörürken ne kadar haklı olduğunu da anlarız. Bu arada fuhşu yücelten, şirin gösteren, hayvani içgüdülerin bağlarını çözerek bu içgüdüleri ortalığa salan, sonra da bu içgüdüsel başıboşluğa kimi zaman "sanat" kimi zaman "özgürlük" ve kimi zaman da "ilericilik" gibi parlak yaftalar yakıştıran ve böylece insani hayatın temellerini dinamitleyen sosyal kurumların aslında ne büyük bir cinayet işlediklerini de fark etmiş oluruz. Oysa insanı mahveden, yıkıma uğratan her girişime, her eyleme hakettiği adı koymak, yani bu girişimlerin ve bu eylemlerin birer suç, birer cinayet olduklarını belirlemek gerekir. Sonra da hem nasihatle ve hem de ceza ile bu suçlara karşı koymak gerekir. İşte İslâm'ın yaptığı da budur. Bunu böyle yapan, tutarlı ve eksiksiz bir bütün oluşturan sistemi ile sadece İslâm'dır.

TEVBE


Yalnız, İslâm, kapılarını günahkâr erkek ve kadınların yüzlerine kapatmıyor, eğer böyleleri arınmış ve tevbekâr olmuş olarak geri dönmek isterse bunlarıtoplumdan kovmuyor. Tersine önlerindeki yolu açıyor ve kendilerini bu yolda yürümeye teşvik ediyor. Bu teşviki, bu özendirmeyi o kadar ileri boyutlara vardırıyor ki, yüce Allah, bu günahkârların tevbesini samimi olması şartı ile kabul edeceğine güvence veriyor; bunu kendi yüce sözü ile sağlama bağlıyor. Bunun ötesinde bir lütuf hiç düşünülebilir mi? Okuyoruz:
 

NuSReT

Aktif Üyemiz
NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

AYET-İ KERiME
17- Allah, kötülüğü bilmeyerek işleyip de fazla geç kalmaksızın tevbe edenlerin tevbelerini kabul edeceğini vaad etmiştir. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.

18- Yoksa sürekli kötülük yapıp dururken ölümün eşiğine gelince "Şimdi tevbe ettim" diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi geçerli değildir. Biz böyleleri için acı bir azap hazırladık.
Bu cüzün daha önceki sayfalarında Al-i İmran suresinde geçen "Onlar ki, bir kötülük işlediklerinde ya da nefislerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak O'ndan günahlarının affedilmesini dilerler..." ayetini açıklarken tevbe konusuna değinmiştik. Orada söylediğimiz sözler tümü ile buraya aktarılabilir. (Al-i İmran suresi; 135) Fakat yukarıdaki ayetler başka bir amaç taşıyorlar, tevbenin mahiyetinin ve özünün açıklanmasını gündeme getirmek istiyorlar.

Yüce Allah'ın kabul edeceği, hatta lutfederek kabul edeceğine ilişkin güvence verdiği tevbe, yürekten yapılan tevbedir. Böyle bir tevbe pişmanlık duygusu ile derinden sarsılmış, şiddetli bir ürpertiye tutulmuş, bunun sonucunda toparlanarak dönüş yapmış, bu dönüşü iyimser arzuların kucağında ömrünün rahat yıllarını yaşarken yapan, içinde gerçek bir arınma arzusu duyan ve sahiden yeni bir yola girmeye niyetli olan insan nefsi için bir tür "yeniden doğuş" anlamına gelir. Okuyalım:

"Allah, kötülüğü bilmeyerek işleyip de fazla geç kalmadan tevbe edenlerin tevbelerini kabul edeceğini vaad etmiştir. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir." "Bilmeyerek kötülük işleyenler"den maksat günah işleyenler, suçlulardır. Yalnız burada sözü edilen "bilmezliğin (cehaletin)" uzun ya da kısa süreli, fakat canın boğaza dayanacağı ana kadar uzamamış olan bir sapıtma, doğru yolu şaşırma anlamına geldiğine ilişkin bilginleri arasında hemen hemen görüş birliği vardır. "Fazla geç kalmadan tevbe edenlerden maksat ise ölecekleri belli olmadan, henüz komaya girmeden, ölümün eşiğine geldiklerini hissetmeden önce Allah'a dönenlerdir. Böyle bir tevbe pişmanlık duygusundan, günahtan sıyrılmak, tan, iyi amel işleyerek geçmiş kötülükleri telafi etme niyetinden kaynaklanmış kabul edilir. İşte o zaman tevbe insan nefsi için bir yeniden doğuş, insan vicdanı için bir uyanış olur. İşte:

"Allah böylelerinin tevbelerini kabul edeceğini vaad etmiştir. Hiç şüphesiz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir." Yani O'nun bütün tasarrufları bilgiye ve hikmete dayanır. O, zayıf iradeli kullarına yeniden temiz kullarının saflarına katılma fırsatı tanır. Güvenli sığınağına ve esirgeyici himayesine kucak atma arzusu gösteren kullarının asla bu sığınağının surları dışına atmaz.

Yüce Allah rahmetine yönelen, yaptıklarına pişman olup dergahına sığınmak isteyen zayıf iradeli kullarını geri kovmaz, dışlamaz. Aslında yüce Allah'ın onlara ihtiyacı yoktur, yaptıkları tevbenin de O'na sağlayacağı hiçbir yarardan söz edilmez. Yaptıkları tevbenin yarar görecek olanlar kendileridir. Böylece hem kişisel hayatları ve hem de içinde yaşadıkları toplumun hayatı düzene girecek, sağlıklı bir niteliğe kavuşacaktır. İşte bu gerekçe ile, yüce Allah, onların önünde, tevbe edip arınmışların saflarına katılmalarının yolunu açık tutaktadır. Fakat:

"Yoksa sürekli kötülük yapıp dururken ölümün eşiğine gelince `Şimdi tevbe ettim' diyenlerin tevbesi geçerli değildir." Çünkü bu tevbe sapıklığı ısrarla sürdürmüş ve kötülükleri tarafından çepeçevre kuşatılmış günahlarından mecburiyet altında yaptıkları bir tevbedir. Artık günah işleme olanağı kalmamış, bütün kötülük işleme fırsatlarını pervasızca kullandıktan sonra köşeye sıkışmış kimselerin tevbesidir bu tevbe. Bu yüzden yüce Allah bu tevbeyi kabul etmez. Çünkü böyle bir tevbe ne kalbin tekrar ıslâh olmasını sağlar ne hayata düzelme, iyileşme getirir ve ne de kişilikte ve gidişatta olumlu bir değişimin göstergesidir.

Acaba tevbe niçin kabul olunuyor? Yoldan çıkmışlar ona sığınarak yüce Allah'ın güvenlik bölgesine geçsinler, şaşkınlık çölünde taban tepmekten kendilerini kurtarsınlar, şeytanın sancağı altındaki sapıklar sürüsünden kurtularak insanlık ailesinin onurlu saflarına katılsınlar, böylece eğer tevbe ettikten sonra ki ömür dilimleri yeterli olursa iyi ameller işlesinler, yok eğer nerede ve ne zamançıkageleceklerini bilmedikleri, günü belirli ölüm kapılarının eşiğinde kendilerini yakalamayı bekliyorsa hiç değilse doğruluğun sapıklığa karşı üstünlüğünü ilan etsinler diye kabul olunuyor. Devam ediyoruz:

"Bir de kafir olarak ölenlerin tevbesi geçerli değildir." Çünkü onlarla tevbe arasındaki bütün ipler kopmuş, bütün bağlar kesilmiştir. Onlar yüce Allah'ın affediciliği ile aralarında varolan bütün fırsatları kaçırmışlardır. Dahası var:

"Böyleleri için acıklı bir azap hazırladık."

Yani bu azabı şimdiden onlar için kotarıp düzenledik. O onları bekliyor. Başkaca bir hazırlığa, kotarma işlemine ihtiyacı yok.
Görülüyor ki, ilahi sistem, bir yandan tevbe kapısını ardına kadar açık tutarken öte yandan da ceza şıkkını ısrarla vurguluyor. Böylece bu eşsiz ilahi sistemde denge kuruluyor. Bu iki kutuplu denge hayatın pratiği üzerindeki etkisini meydana getirmekten geri kalmıyor. Bu pratik etkili dengeyi İslâm'dan başka hiçbir şey ya da yeni sistem kuramaz.

KADIN


Bu bölümün ikinci konusu kadın meselesidir.

Cahiliye dönemi Arap toplumunda -çevredeki diğer cahiliye toplumları gibi kadına son derece kötü muamele edilirdi. Ona insan haklarının hiçbiri tanınmazdı. Erkeğe göre konumu utanılacak düzeyde düşük tutulurdu. Bu konum insandan çok bir eşya konumu idi. Bunun yanında toplum kadını bir gönül eğlencesi, bir zevk aracı olarak kullanıyor, onu erkekleri baştan çıkaran bir fitne unsuru, birayartma faktörü, çıplak ve hayasız bir şehvet aracı olarak başıboşluğun kucağına atıyordu.

İşte bu durumda İslâm geldi ve kadını bütün bu olumsuzlukların bataklığından çıkararak aile yuvası içindeki doğal üstünlüğüne, toplumdaki ciddi rolünün düzeyine yükseltmeye girişti. Kadının bu onurlu düzeyi, bu surenin ilk ayetinde açıklanan temel ilke ile uyum halinde idi. Okuyalım:
AYET-İ KERiME
"Ey insanlar, Rabbinizden korkunuz. Ki O sizi tek bir kişiden türetti, O tek kişinin eşini de kendi özünden yarattı, sonra bu çiftten çok sayıda erkek ve kadın meydana getirerek yeryüzüne yaydı..." (Nisa suresi; 1)
İslâm bu ilk adımı attıktan sonra evlilik hayatına egemen olan duyguları geri kalmış hayvanî düzeyden ileri insanlık düzeyine yükseltmeye, bu duygulara karşılıklı saygı, sevgi, hoşgörü, anlayış ve nezaket rengi vurmaya, bu duyguları daha ilk sarsıntı ve ilk parlama aşamasında kopmayacak derecede pekiştirmeye ve güçlendirmeye yöneldi. Okuyoruz:
 

NuSReT

Aktif Üyemiz
NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

AYET-İ KERiME
19- Eymüminler, akrabalarınızın dul eşlerini zorla nikahlamanız helal değildir. İspatlanmış bir edepsizlik işlemedikleri sürece kendilerine verdiğiniz mehrin bir kısmını geri almak amacı ile onlara baskı yapmayınız. Onlara karşı iyi davranınız. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, biliniz ki; hoşlanmadığınız birşeyi Allah hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir.

20- Eğer eşinizi bırakıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz önceki eşinize gayet yüklü miktarda bir mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir şey geri almayınız. Yoksa kadına iftira atarak ve apaçık bir günaha girerek mi verdiğinizi geri alacaksınız?

21- Verdiğinizi nasıl geri alırsınız ki, sizler birbirinizle içli-dışlı olmuşsunuz ve onlar sizden güçlü bir güvence almışlardır.

22- Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın evlenmiş olduğu kadınlar ile evlenmeyiniz. Bu bir edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece çirkin bir gelenektir.
İslâm tarafından içinde debelendikleri bataklıktan kurtarılarak o onurlu düzeye yükseltilmeden önceki dönemlerinde Araplar arasında şöyle bir gelenek vardı: Herhangi bir kadın öldüğünde adamın yakın akrabalarına kadın üzerinde öncelik hakkı tanınırdı. Başka bir deyimle bu kadın, ölen akrabalarının hayvanları ve diğer malları gibi kendilerine miras kalırdı. İsterse aralarından biri kadınla evlenir, isterlerse onu everip başlık parasını alırlar -tıpkı hayvan ya da başka bir mal satar gibi- isterse de onu, fidye ödeyip kendini serbest bıraktırıncaya kadar evlenmesine izin vermezler, evlerinde tutarlardı.

Yine aralarındaki bir başka geleneğe göre kadının kocası ölünce adamın mirası üzerinde yetkili olan en yakın akrabası eve gelir, dul kadının üzerine elbisesini atardı, böylece hiç kimse o kadına yanaşamaz, adam ona tıpkı bir haraca, bir ganimet malına konar gibi konardı! Eğer kadın güzelse adam onunla evlenir, çirkin ise ölünceye kadar yanında tutar, sonra mirasını yerdi. Bir üçüncü ihtimâlde kadının fidye ödeyerek kendini kurtarması idi. Yalnız eğer kocası ölen kadın yakayı ele verip başına elbise geçirilmeden önce davranarak ailesinin yanına kaçarsa bu işlemden kurtulmuş, özgürlüğünü kazanmış, kocasının mirasçısından paçayı sıyırmış sayılırdı.

Bazı Araplarda karılarını boşarlar. Fakat arkasından eski eşlerinin sadece kendi istedikleri erkekle evlenmesi şartını koşarlardı. Bu yükümlülükten kurtulmak isteyen boşanmış kadın, eski kocasından vaktiyle aldığı başlık parasının ya tamamını ya da bir bölümünü geri ödemek zorunda tutulurdu.
Bazı cahiliye Arapları da ölen akrabalarının dul eşini ailesinin küçük yaştaki bir erkek çocuğu adına alı koyarlardı, zavallı dul kadın bu çocuğun büyümesini bekleyecek ve yaşı tutunca onun karısı olacaktı.

Bu arada gözetimi altında yetim bir kız bulunduran kimse, kimi zaman, kızın yaşı kemâle erince evlenmesine izin vermez, o sıra yaşı tutmayan oğlu adına onu bekletir, ilerde bu yetimi oğlu ile evlendirerek malına el koyardı.

Cahiliye döneminde Araplar arasında bunlara benzer daha nice gelenekler vardı. Bu geleneklerin tümü İslâm'ın kadına, yani insanlığın oluşum kaynağı olan "tek nefs"in eşine yönelik onurlu bakış açısı ile ters düşüyor, kadınınki kadar erkeğin de insanlık düzeyini düşürüyor, bu iki cins arasındaki ilişkiyi mal alım satımı ya da hayvanlar arası ilişkiler düzeyine indirgiyorlardı.

İşte İslâm kadın-erkek ilişkilerini bu sıfır-altı çukurdan çıkararak o yüce ve onurlu düzeye, insan onuruna yaraşır düzeye çıkardı. O insan ki, yüce Allah ona özel bir şeref bağışlamış, kendisini diğer alemlerin çoğundan üstün tutmuştur. Şunu hemen vurgulayalım ki, İslâm'ın insana ilişkin düşüncesi, insan hayatına yönelik bakış açısı o kadar yüksek düzeylidir ki, insanlık bu düzey yüksekliğine bu saygın kaynak dışında hiçbir yerde rastlamamıştır.

İslâm, kadının mal ve hayvan gibi miras konusu olmasını yasakladı. Ayrıca kadını evlenme hakkından yoksun bırakıp evde alıkoymayı, onu mutsuzluğa mahkûm etme, zararlı duruma düşürme aracı olarak kullanılan bu haksız uygulamayı da yasakladı. Yalnız zina suçu işleyen kadınlar hakkında böyle bir uygulamaya izin verdi. O da şimdi bildiğimiz zina haddi, belirleninceye kadar yürürlükte kaldı: Kadına istediği erkek ile evlenebilme özgürlüğü tanıdı. Bu özgürlüğü hem ilk evlilikte hem daha sonraki evliliklerde hem bakireler için hem boşanmışlar için hem de dullar için, kısacası bütün meşru evlilikler için geçerli saydı. Kadın ile iyi geçinmeyi, kadına karşı iyi davranmayı erkeğe farz kıldı. Hatta eşlerinden hoşlanmayan erkekleri bile, bir arada yaşamayı imkansız hale getirecek istisnai durumlar dışında, bu zorunluğun kapsamı içinde tuttu. Bu durumdaki erkeklere ilk duygusal reaksiyonlarının etkisi altında kalarak aziz yuvalarını yıkmamayı tavsiye etti. Böyle yapacakları yerde gayb alemine, yüce Allah'ın bilgisine dikkatlerini yöneltmelerini, umut bağlamalarını önerdi. Çünkü eşlerini sevmeyen erkekler ne bileceklerdi. Belki yüce Allah o kadınları kendi haklarında hayırlı kılmıştı. Bu telkin ile onların soğuk gönüllerine ılık bir meltemin esintilerini yansıtmıştı. Gerçekten hoşlarına gitmeyen bu eşlerinde kendileri hesabına hayır gizlenmiş olabilirdi. Eğer ilk duygusal reaksiyonlarını bastırarak eşleri aralarındaki ortak hayatı sürdürdükleri takdirde ilerde bu saklı hayr ile karşılaşabilirlerdi.

"Ey müminler, akrabalarınızın eşlerini zorla nikâhlamanız helâl değildir. İspatlanmış bir edepsizlik yapmadıkları sürece kendilerine vermiş olduğunuz mehrin bir kısmını geri almak amacı ile onlara baskı yapmayınız. Onlara karşı iyi davranınız. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, bilesiniz ki, Allah hoşlanmadığınız bir şeyi hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir."

Ayetin bu son cümlesinin meltemi insan nefsini yüce Allah'a bağlıyor, öfkeninşiddetini yatıştırıyor, antipatinin sertliğini yumuşatıyor. İnsan kendini soğuk-kanlı bir şekilde yeniden değerlendirsin diye. Karı-koca ilişkileri rüzgârda uçuşan bir tüy parçasına dönüşmesin diye. Bunun yerine bu ilişkilerin ilmeği en kopmaz kulpa, varlığı sürekli kulpa, müminin kalbini yüce Allah'ına bağlayan kulpa, bu kulpların en güvenlisine ve en kalıcısına bağlansın diye.

İslâm, aile ocağına huzur, güven ve barış yuvası gözü ile bakar. Karı-koca ilişkilerini de karşılıklı sevgi, merhamet ve dirlik temeline oturtur. Eşler arasındaki ilişkiye karşılıklı anlayış, sempati ve sevgi egemen olsun diye bu ilişkinin başlangıcını özgür iradeye ve serbest tercihe dayandırır. İşte bu İslâm kocalara "Eğer onlardan (eşlerinizden) hoşlanmıyorsanız, biliniz ki, Allah hoşlanmadığımız bir şeyi hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir." buyuruyor. Nikâh bağını ciddiye alsın, onu aklına ilk estiğinde kesmesin diye. Karı-koca ilişkisine sımsıkı yapışsın, ilk duygusal parlamada ondan kopmasın diye. Bu son derece önemli insanlar arası kuruma gereken ciddiyeti atfetsin, onu değişken duyguların ani parlamalarına ve bir oraya, bir buraya konan hercai karakterli isteklerin budalalığına kurban etmesin diye.

Eşini "sevmediği" gerekçesi ile boşamak istediğini söyleyen birine Hz. Ömer'in verdiği şu cevap ne kadar güzel ve ne kadar anlamlıdır!; "Yazık sana! Yuvalar sadece sevgi temeline mi dayanır? Sorumluluk, vefakârlık duyguları nerede?"

İnsanların dillerinde geveledikleri şu "sevgi" sözü ne kadar ucuz ve kof bir sözdür! Onlar bu söz aracılığı ile değişken bir içgüdüsel duyguyu dile getirmek istiyorlar ve bu yanar-döner duygu adına karı-kocanın ayrılmasını, aile yuvasının yıkılmasını, hatta kadının kocasını boynuzlamasını -kocasını sevmiyor ya!ve erkeğin eşini aldatmasını -karısını sevmiyor ya, değil mi?- mubah görüyorlar, normal sayıyorlar.

Bu kof ve basit vicdanlarda bu ucuz ve değişken içgüdüsel duygudan, bu doyumsuz hayvanî ihtirastan daha üstün ve anlamlı bir duyguya rastlanmaz. Onların şu hayatta mertlik, soyluluk, erdemlilik, nezaket ve vefakârlık gibi yüce duyguların da varolduğunu ve bu duyguların şu kavramsal planda basitleştirdikleri, ayağa düşürdükleri ve durmadan dillerine doladıkları sevgiden daha önemli olduğunu hiç akıllarından geçirmedikleri kesin. Başka bir kesin olan gerçek de onların yüce Allah'ı hiç düşünmedikleri, hiç hatırlarına getirmedikleri. Onlar göz boyayıcı cahiliye sarhoşluğu içinde O'ndan uzak yaşıyorlar. Bu yüzden yüce Allah'ın müminlere yönelttiği "Eğer onlardan (eşlerinizden) hoşlanmıyorsanız, biliniz ki Allah hoşlanmadığınız bir şeyi hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir." uyarıcı telkin onlara hiçbir şey söylemez, kendileri için hiçbir anlam taşımaz.

Çünkü vicdanları yüksek düzeylere çıkaran, ideallere seviye kazandıran; insanın hayatını hayvansal içgüdülerin, tüccar hırsının ve başıboşluk kofluğunun aşağılığından kurtararak üst düzeylere çıkaran tek faktör, hakka bağlı inanç sistemidir.

Erkeğin göstereceği bunca sabır, nezaket, çırpınma ve ümit dolu bekleyişe rağmen eğer bu ortak hayatın artık devam edemeyeceği, mutlaka eşinden ayrılıp başka biri ile evlenmek zorunda olduğu sonucuna kesinlikle varılırsa o zaman kadına yol verilebilir. Yalnız giderken vaktiyle almış olduğu mehri ve kendisine miras alarak düşen malları yanında götürecektir. Bunlar külçelerle altın tutarında bile olsalar hiçbir parçasını geri almak caiz değildir. Bunlardan herhangi birşey almak açık vebal ve şüphe götürmez bir günahtır. Okuyalım:

"Eğer eşinizi bırakıp başka bir kadın ile evlenmek isterseniz, önceki eşinize gayet yüklü miktarda bir mehir vermiş olsanız bile bundan hiçbir şey geri almayınız. Yoksa kadına iftira atarak ve apaçık bir günaha girerek mi verdiğinizi geri alacaksınız?"

Şimdi şaşırtıcı ve duyurucu bir ifadede derin bir vicdan okşayışı ile, evlilik hayatının ılık ve yeşillikli bir meltemi ile karşı karşıyayız:

"Verdiğinizi nasıl geri alırsınız ki, sizler birbiriniz ile içli-dışlı olmuşsunuz ve eşleriniz sizden güçlü bir güvence almışlardır." Buradaki "girmek, bütünleşmek" anlamına gelen "Efda" fiili tümleçsiz bırakılıyor. Yani sözün önü açık tutuluyor. Bütün muhtemel anlamlarını düşündürsün, bütün esintilerini yansıtsın, bütün mesajlarını duyursun diye. Bu fiil sadece vücudların birbirine girmesi, bütünleşmesi kavramı ile sınırlandırılamaz. Bu yolda duyguları, sezgileri, düşünceleri, aile sırlarını ortak arzuları ve her anlamdaki iletişim biçimlerini de içerir. Fiilin genel anlamlı oluşu bu ortak hayatın gecelerine ve gündüzlerine ilişkin birçok manzarayı gözler önüne getirir ve karıkocayı uzun süre bir arada tutan bu kuruma ilişkin birçok hatıra akla getirir. Bu açıdan bakınca her sevgi parlayışı bir bütünleşmedir, her sevgi dolu bakış bir bütünleşmedir, her el ele dokunuş, her bedeni temas bir bütünleşmedir, her ortak acı ya da ortak emel bir bütünleşmedir, her anlık ya da geleceğe ilişkin ortak düşünce bir bütünleşmedir, her geçmişe yönelik ortak özlem bir bütünleşmedir, her yeni 'çocuktaki buluşma bir bütünleşmedir...

İşte "Birbiriniz ile içli-dışlı olmuşsunuz" ifadesi bu şaşırtıcı ve duygu yüklü ifade, bütün bu düşünce, duygu, esinti, heyecan ve imaj birikimini gözler önünde canlandırıyor. O zaman bu manzaranın yanında sözü edilen basit maddi endişe küçülüyor, ayrılık anının üzüntüsü içinde bütün bu kesik kesik imaj birikimini, bütün bu hatıra yığınını hayalinde ve vicdanında canlandıran koca, evlenirken karısına verdiklerinin bir bölümünü geri istemekten utanır.

Arkasından bu imaj, hatıra ve duygu birikimine değişik renkte başka bir faktörün daha eklendiğini görüyoruz:

"Eşleriniz 'sizden güçlü bir güvence almışlardır." Bu güvence Allah adına, Allah'ın yasası uyarınca verilen nikah sözüdür. Bu hiçbir mümin kalbin hafife alamayacağı güçlü ve son derece önemli bir güvencedir. İşte o müminleri muhatap tutan bu ayet, bu sıfatlarına dayanarak onları bu ağır sorumluluklu söze, bu sağlam güvenceye saygı göstermeye çağırmaktadır.

Bu bölümün sonunda oğulların, babaların eski eşleri ile evlenmeleri, ayıplama ve kınama yüklü bïr dille, yasaklanıyor. Arapların cahiliye döneminde serbest olan bu duygularına kimi zaman dul kadınların evlenmelerini engellemenin sebebini oluşturuyordu. Ya ölmüş babanın küçük yaştaki oğlu büyüsün de babasının dul eşi ile evlensin ya da eğer erkek çocuğu evlilik çağında ise babasının eski eşine herhangi bir eşya gibi mirasçı olsun diye böyle bir gelenek vardı. İslâm gelince bu uygulamayı son derece kesin ve ağır bir dille yasakladı. Okuyoruz:

"Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın evlenmiş olduğu kadınlar ile evlenmeyiniz. Bu bir edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece çirkin bir gelenektir." Biz bu yasağın arkasında üç önemli sebep görüyoruz. Gerçi biz insanlar şeriat hükümlerinin bütün hikmetlerini kavrayamayız. Fakat bu hükümlere boyun eğmemiz, onlara isteyerek teslim olmamız, onların hikmetlerini anlayıp anlayamamıza bağlı değildir. Bu hükümlerin mutlaka bir hikmete dayandıklarından, insanların yararına olduklarından emin olmamız için onların yüce Allah tarafından yasallaştırdıklarını bilmemiz yeterlidir.
Evet, dediğimiz gibi biz bu yasağın arkasında şu üç hikmetin bulunduğunu görüyoruz:

1- Her şeyden önce babanın eşi ana konumundadır.

2- Bu yasak babanın yerine geçecek olan evladın babasını bir rakip olarak hayalinde canlandırmasını önleme endişesi taşır. Çünkü erkek, karısının eski kocasına karşı fıtri olarak, doğal bir eğilimle antipati duyar. Eğer bu tür bir evlilik olursa o zaman evlat babasına karşı antipati duyacak, ona nefret besleyecek demektir!

3- Bu yasak, baba eşine basit bir miras malı gibi konma kuşkusunu kökünden silme amacı taşır. Daha önce söylediğimiz gibi bu anlayış ve ona bağlı uygulama cahiliye döneminde geçerli idi. Oysa bu anlayış ve bu uygulama hem kadının hem de erkeğin insanlık değerini düşüren bir ayıptır. Çünkü kadın ile erkek bir tek ortak insandan türemişlerdir. Buna göre birinin küçük düşürülmesi, horlanması, hiç kuşkusuz diğerinin de küçük düşmesi, onurunun zedelenmesi anlamına gelir.

İşte gerek bu görebildiğimiz ve gerekse kavrayamadığımız diğer başka sebepler yüzünden İslâm, bu evlilik türünü son derece çirkin saydı, onu iğrenç bir rezillik ve çok kötü bir gelenek kabul etti. Yalnız İslâm'ın bu yasaklamayı getirmeden önceki geçmiş cahiliye dönemi uygulamaları hariç. Onlar bağışlanmış ve hesapları noksanlıkların her türlüsünden münezzeh olan yüce Allah'ın iradesine kalmıştır.

EVLENİLMESİ YASAK OLANLAR

Bu derste yer alan üçüncü bölüm, evlenilmesi yasak olan diğer kadınları ele almaktadır. Kuşkusuz bu, gerek ailenin gerekse toplumun düzenlenmesinde atılan bir adımdır.
 

NuSReT

Aktif Üyemiz
NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

AYET-İ KERiME
23- Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle analarınız, kızlarınız, kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz, sütkardeşleriniz, kaynanalarınız, cinsel ilişkide bulunduğunuz èşlerinizden doğan gözetiminiz altındaki üvey kızlarınız -eğer anaları ile cinsel ilişkide bulunmamış iseniz bu kızlar ile evlenmenizin sakıncası yoktur- öz oğullarınızın eşleri ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikahınız altında bulundurmanız size haram kılındı. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir.
Evlenilmesi yasak olan kadınlar, ilkel-ileri tüm milletlerde bilinmektedir. Ancak yasağın nedenleri ve dereceleri değişik milletlerin yanında farklılık arz etmiştir. İlkel halklarda bu çemberin oldukça genişken, ileri halklarda ise çemberin daraldığı görülmektedir.

İslâm'da evlenilmesi yasak olan kadınlara gelince, bunlar şu ayette, öncekinde ve sonraki ayette açıklanan sınıflardır. Bunlardan bazısı ebediyyen yasaktır, bazısı ise geçicidir. Kimisi hesap nedeniyle, kimisi emzirmeden dolayı, kimisi de evlilikten doğan akrabalık yüzünden yasaktır.

Bunun dışında, diğer toplumlarda tanınan her tür bağı ortadan kaldırmıştır İslâm. İnsanların ırk, renk ve kavmiyetlerinin bir de bir ırk ve bir vatan için deki sınıfsal ve toplumsal konumların farklılığından doğan bağlar gibi..." İslâm şeriatında yakınlık nedeniyle evlenilmesi yasak olan kadınlar dört sınıftır:

Birincisi; ne kadar yukarda olursa olsun usûl, (yukarıya doğru say) dolayısıyle, ne kadar yukarıda olurlarsa olsunlar kişinin anasıyla, gerek ana tarafından gerekse baba tarafından neneleriyle evlenmesi yasaktır. "...Analarınız size haram kılındı.."

İkincisi; aşağıya doğru tüm çocuklar (fürû); Yani kişinin kızlarıyla ve kız erkek çocuklarının kızlarıyla evlenmesi yasaktır. "...Kız çocuklarınız..."

Üçüncüsü; aşağıya doğru anne-babanın tüm çocukları. Buna göre kişinin kız kardeşiyle, erkek veya kız kardeşlerinin kızlarıyla ve kardeşlerinin çocuklarının kızlarıyla evlenmesi yasaktır. "...kız kardeşleriniz..." ".... Erkek kardeşinizin kızları ve kız kardeşinizin kızları..."

Dördüncüsü; Dedelerine doğrudan bağlanan çocukları, yani kişinin halası, teyzesi, babasının halası, babadan veya anadan taraf ninesinin halası ile evlenmesi yasaktır. "...Halalarınız, teyzeleriniz..." Ancak dedelere doğrudan bağlanmayan çocuklarla evlenmek helâldir. Bu nedenle amca ve hala çocuklarının, dayı ve teyze çocuklarının evlenmesi serbesttir.

Evlilik nedeniyle meydana gelen yasaklar ise beş tanedir:

1- Karının yukarıya doğru (usul) akrabası, adamın eşinin anasıyla, ne kadar yukarıda olursa olsun baba veya ana tarafından nenesiyle evlenmesi yasaktır. Bu yasak erkeğin eşiyle yalnızca nikah ahdini gerçekleştirmesiyle birlikte yürürlüğe girer. Cinsel ilişkide bulunması ya da bulunmaması fark etmez. "...Kaynanalarınız..."

2- Karının aşağıya doğru tüm çocukları... Yani kişinin eşinin kızıyla ne kadar aşağıda olursa olsun erkek kadın tüm çocuklarının kızlarıyla evlenmesi yasaktır. Ancak bu yasak, cinsel ilişkide bulunmadığı sürece yürürlüğe girmez. "...Cinsel ilişkide bulunduğunuz eşlerinizden doğan gözetiminiz altındaki üvey kızlarınız. Eğer analarıyla cinsel ilişkide bulunmamış iseniz bu kızlarla evlenmenizin sakıncası yoktur."

3- Babanın ve ne kadar yukarıda olursa olsun her iki tarafın dedelerin eşleri. Yani kişinin babasının karısı ve ne kadar yukarıda olursa olsun ana ve baba tarafından dedelerinden birinin karısıyla evlenmesi yasaktır. "Geçmiş uygulamalar bir yana bundan böyle babalarınızın nikahladığı kadınları kendinize nikahlamayın." Yani bu tür nikahtan cahiliyede yaptıkları müstesna. Bilindiği gibi cahiliyyeden bu nikahı caiz görürlerdi.

4- Oğulların ve aşağıya doğru tüm çocukların oğullarının eşleri. Kişinin kendi sülbünden olan oğlunun ve ne kadar aşağıda olursa olsun oğlunun ve kızının oğullarının karılarıyla evlenmesi yasaktır. "...Öz oğullarınızın eşleriyle evlenmeniz haram kılındı..." Böylece bu ayet cahiliyede evlatlığın karısıyla evlenmeyi yasaklayan adeti iptal edip bu yasağı öz oğullarının karısıyla sınırlandırmaktadır. Ahzab suresinde değinileceği gibi evlatlıklar öz babalarının adıyla çağrılırlar.

5- Karının kız kardeşi. Bu yasaklama geçicidir. Ve karının sağ oluşuna ve adamın nikahında bulunmasıyla bağlıdır. Yasak olan iki kız kardeşi aynı anda bir nikah altında tutmaktır.

"...İki kız kardeşi birlikte nikahınız altında bulundurmanız size haram kılındı... Geçmiş uygulamalar bir yana." Yani cahiliye de yaptığınız bu tür nikah hariç. Çünkü o dönemde bu nikahı caiz görüyorlardı.

Nesep ve evlilik dolayısıyla yasak olanların tümü emzirme nedeniyle de yasaktırlar. Bu da dokuz yasağı içermektedir:

1- Süt anne ve ondan yukarısı (usul) "...Sizi emziren süt anneleriniz.. "
2- Süt kızı ve aşağıya doğru onun kızları (Adamın süt kızı nikahı altındaki karısının emzirdiği kızdır)
3- Süt kız kardeş ve aşağıya doğru onun kızları "...Süt kardeşleriniz..."
4- Süt hala ve teyze (süt teyze, süt annenin kız kardeşidir. Süt hala ise sütannenin kocasının kız kardeşidir.)
5- Karının süt annesi (çocukluğunda kadını emziren kadın) ve ondan yukarısı. Bu yasak nesepte olduğu gibi kadının yalnızca nikahlamakla yürürlüğe girer.
6- Karının süt kızı (kadının evlenmeden önce emzirdiği kız) ve aşağıya doğru onun kızları . Kadınla cinsel ilişkiye girilmedikçe bu yasak yürürlüğe girmez.
7- Süt baba, süt dede ve bundan yukarısının eşleri. (Süt baba çocukları karısına emzirten adamdır. Bu çocuğun yalnızca kendisini emziren eşiyle evlenmesi yasak değildir, bu onun süt annesidir. Süt babasının karısı olan diğer kadınlarla evlenmesi yasaktır.)
8- Süt oğlunun ve ondan aşağısının karıları.
9- Kadınla süt kız kardeşini, süt halasım, süt teyzesinin veya emzirme nedeniyle mahrem olan herhangi bir kadını nikah altında bulundurmak yasaktır.·

Yukarıda açıklanan yasakların bir, iki ve üçüncüsü ayetin nassıyla yasaklanmıştır. Ancak diğer yasaklar Resulullah'ın (salât ve selâm üzerine olsun) "Nesep bakımından haram olanlar emzirme yoluyla da haramdır."·(Buhari ve Müslim) hadisi uyarınca belirlenmiştir.

Bunlar, İslâm şeriatında evlenilmesi yasak olan kadınlardır. Ancak ayet yasaklamanın -özel ya da genel- bir nedenini belirlememektedir. İleri sürülen tüm nedenler, insanların düşünce, görüş ve de değerlendirmesidir

Ancak burada genel bir neden olacaktır. Aynı zamanda her yasağın kendine özgü yasaklama nedenleri de bulunacaktır. Bazı yasakların arasında ortak dedenler de olacaktır kuşkusuz.

Örneğin şöyle denilebilir; "Akrabalar arasındaki evlilik neslin cılızlaşmasına zamanla da zayıflaşmasına neden olmaktadır. Çünkü zayıflık özellikleri çocukta odaklaşıp birleşirler. Bunun tersine, sürekli yeni yabancı kanların karışmasına fırsat verilirse çocuğun seçkin yetenekleri artar, neslin canlılık ve yetenekleri tazelenir.

Ya da "Anneler, kızlar, kız kardeşler, halalar, teyzeler, erkek ve kız kardeşin kızları, aynı şekilde emzirme nedeniyle akraba olunan benzerleri, karıların anneleri, eşlerin kızları, -himayedeki üvey kızlar- gibi evlenmesi yasak sınıflarla kurulacak ilişkinin gözetim, şefkat, saygı ve vakara dayanması istenmektedir. Bu yüzden evlilik hayatında boşanma ve ayrılığa kadar götüren ihtilaflar gibi şeylere meydan verilmemesi arzu edilmektedir. Çünkü -bu ayrılıkların bıraktığı kötü etkilerle- kalıcı olması istenen duygular tahrip olur" denilebilir.

Veya şöyle denilebilir: "Himaye edilen üvey kızlar, iki kız kardeşi bir nikahta bulundurmak, karının annesi ve babanın karısı gibi sınıfların yasaklanmasıyla oğulluk ve kardeşlik duygularının zarar görmemesi hedeflenmektedir. Çünkü kızının kocası konusunda kendine rakip gören annenin -kız ve kız kardeş de bu durumdadır- hayatını paylaştığı kızına, ya da bir anne-baba da birleştikleri kız kardeşine ve annesine -annesi olduğu halde- karşı tertemiz duygularının devam etmesi mümkün değildir. Kendisinden sonra karısının oğluna kalacağını düşünen baba ya da boşanan babanın kendisine rakip olduğunu düşünen oğul da öyle. Baba ile oğul arasında lekelenmesi istenmeyen ilişkiler nedeniyle aynı şey soyundan gelen oğullar için de geçerlidir."

Şöyle de denilebilir; Evlilik ilişkisi, aile çemberinin genişleyip akrabalık bağlarının ötesine taşması için bir araçtır. Bu yüzden yakın akrabalık bağlarıyla birbirine bağlı kimseler arasında evlenme zorunluluğu yoktur. Bir hikmeti bulunmadığından bu durumda olanların evlenmesi yasaklanmıştır. Akrabalık bağı nerdeyse kopmak üzere olacak kadar uzak bulunanların dışında akrabaların evlenmesine müsaade edilmemiştir."

Nedeni ne olursa olsun biz, yüce Allah'ın seçtiklerinin ötesinde bir hikmetin, bir iyiliğin bulunduğunu kabul ediyoruz. Bilmemiz ya da bilmememiz fark etmez. Bunun soruna herhangi bir etkisi söz konusu değildir. Hoşnutluk ve kabullenme ile birlikte uyup uygulama zorunluluğundan herhangi bir şey eksiltmez. Çünkü Allah'ın şeriatıyla hükm olunmadan sonra da buna karşı göğsünde herhangi bir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla teslim olmadıkça bir kalpte iman gerçekleşmez.

Ardından Kur'an'ın hüküm bildiren nassının açıkladığı tüm yasaklara ilişkin son bir söz yer almaktadır.

Kuşkusuz bu yasaklar, iki durumun dışında cahiliye geleneğinde de yasaktı. Bunlar babaların nikahladıkları kadınlar ve iki kız kardeşi birlikte nikahlamaktı. Cahiliye toplumunda hoş karşılamamakla beraber caizdi bu tür evlilik.

Ancak -bütün bu yasakları koyan- İslâm, bunları yasaklarken kesinlikle cahiliye geleneğine dayanmamaktadır. Bu yasakları yeni baştan ve kendine özgü otoritesine dayanarak koymaktadır. Hüküm şöyle geliyor:

"Analarınız size haram kılındı..."

Buradaki sorun göstermelik bir sorun değildir. Bir bütün olarak bu dinin sorunudur. Bu konudaki düğümün kavranması bir bütün olarak bu dinin kavranması demektir. Onun dayandığı temelin kavranması demektir. uluhiyet temeli ve tek başına Allah'a özgü kılma...

Bu din, helal kılma (serbest bırakma) ve haram kılma (yasaklama)'nın tamamen Allah'a ait olduğunu yerleştiriyor. Çünkü her ikisi de uluhiyetin en belirgin özellikleridir. Allah'tan başka hiçbir otoritenin helal kılma (serbest bırakma) ve haram kılma (yasaklama) yetkisi yoktur. Tek başına Allah insanlar için dilediğini helal dilediğini haram kılar. Bunda ve şunda Allah'tan başka hiç kimse herhangi bir hüküm koyamaz. Kimse böyle bir iddiaya kalkışamaz. Çünkü bu davranış uluhiyyet iddiasında bulunmakla eş anlamlıdır.

Bu yüzden cahiliye herhangi bir şeyi serbest ya da yasak kıldığında bu yasaklama ve serbest bırakma temelden batıldır. Düzeltmek mümkün değildir. Çünkü daha başlangıçtan varlığı söz konusu değildir. İslâm cahiliyenin helal ya da haram kıldığı şeylerle karşılaşınca, işin başında temelden bunların battığına hükmeder ve onları tümden yok sayar. Çünkü bunlar böyle bir hüküm koymaya yetkisi bulunmayan -çünkü ilah değildir- bir kaynaktan doğmaktadırlar. Bundan sonra İslâm hükümlerini yeni baştan inşa eder. Cahiliyede helal olan şeyi helal kılarken ya da haram bir şeyi o da haram kılarken bile bunu yeni baştan belirliyor, İslâm. Temelden batıl kabul ettiği cahiliyenin hükümlerine bu konuda itibar etmez. Çünkü cahiliye batıldır. Tek başına bu hükümleri koyma yetkisine sahip merciden kaynaklanmamaktadır. Kuşkusuz bu merci yüce Allah'tır.

İnsan hayatındaki herşeyi kapsayan helal ve harama ilişkin İslâm'ın görüşü budur. Bu hayattaki hiçbir şey bu çerçevenin dışına çıkamaz. Nikahta yeme içmede, giyim-kuşamda, hareket ve davranışta inanç ve ilişkilerde, bağlılıklarda, gelenek ve hayat düzeninde onun şeriatına uymak suretiyle yetkisini yüce Allah'a dayandırmadıkça hiç kimsenin helal veya haram kılma yetkisi yoktur.

Bunun dışında insan hayatında -büyük, küçük- yasaklama (haram) veya serbest (helal) bırakma işlevini gören tüm mercilerin hükümleri temelden boştur, batıldır. Ve temyizi mümkün değildir. İslâm şeriatında yer alan hükümler cahiliyede bulunan hükümleri düzeltmek veya onlara dayanmak için gelmemişlerdir.

Aksine bunlar, tek başına bu hükümleri koyma yetkisine sahip merciden kaynaklanan yeni baştan bir inşadır.

İslâm helal ve harama ilişkin hükümlerini böyle inşa etti. Sistem ve düzenini işte böyle kurdu İslâm. Gelenek ve göreneklerini İslâm böyle düzenledi. Bu faaliyetinde tek başına bu yetkiye sahip güce dayanmıştır kuşkusuz.

Kur'an bu görüşün yerleşmesine büyük özen gösterir. Bu yüzden bütün haram ve helal kılma olaylarında cahiliye mensuplarıyla tekrar tekrar mücadeleye girişmektedir. İlkeyi belirlerken istinkârı bir soru yöneltmektedir:
AYET-İ KERiME
"De ki; Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz rızıklan kim haram edermiş?" (A'raf suresi; 32)

"De ki; gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyalım." (En'am suresi; 151)

"De ki; Bana vahyolunanlar içinde yiyen bir kimsenin yiyeceğinde ölü yahut akıtılan kan veya domuz etinin dışında haram edilmiş bir şey bulmuyorum..." (En'am suresi; 145)
Bu istinkâri sorularla yüce Allah onları şu temel ilkeyle yüzyüze getirmeyi istemektedir: Haram ve helal kılma hakkına tek başına Allah sahiptir. Allah'ın şeriatına uygun olarak onun otoritesine dayanandan başka fert, sınıf, ulus veya tüm insanlar içinde hiç kimsenin böyle bir yetkisi söz konusu değildir. Helal ve haram kılma -serbest bırakma ve yasaklama- şeriat demektir, din demektir. Buna göre helal ve haram kılan bütün insanların boyun eğdiği din koyma yetkisine sahip kimsedir. Haram ve helal kılan Allah'tan başka biriyse bu durumda insanlar ona boyun eğiyorlar, onun dinindendirler, Allah'ın değil.

Bu şekliyle sorun uluhiyyet ve özellikleri sorunudur. Bu sorun din ve anlamı sorunudur. İman ve sınırları sorunudur. O halde yeryüzündeki müslümanlar, kendileri ile bu durumu gözden geçirmelidirler. Kendileri nerede bu din nerede? Nerede onlar nerede İslâm? Ona bir baksınlar. Şayet henüz onlar müslümanlık iddiasını sürdürüyorlarsa.

5. CÜZ'ÜN BAŞLANGICI

Sûrenin giriş bölümünde de işaret ettiğimiz amaçların ve konuların çoğunu içeren bu cüzde Nisa suresini incelemeye devam edeceğiz. Bu cüzde surenin temel hedefleri ve ana konularının başlıcaları işleniyor. Bu temel hedefler ile ana konuları şöyle sıralayabiliriz:

Cüzün ilk bölümündeki ayet demetinde şunları buluyoruz: Aile kurumuna ilişkin yasal düzenlemelerin devamı; bu kurumu fıtratın değişmez kurallarından oluşmuş bir temel üzerine oturtmak; yine bu kurumu, eşlerin hayatını etkileyen geçici şartların sarsıntılarından korumak; bunun yanısıra hem aileyi ve-hem de toplumu fuhuşa düşmekten, yasakların çiğnenmesinden ve aile-içi ilişkileri zedelemekten korumak konuları bulunmaktadır.

Yine bu derste, sosyal ve ekonomik düzenlemelere yeni hükümlerin eklendiğini görüyoruz. Bu hükümler, mali ve ticari ilişkileri içerdikleri gibi bazı miras hükümlerini ve hem erkeğin, hem de kadının toplumda mülk edinmesinin hukukî kurallarını da açıklamaktadır.

Bütün bu yasal düzenlemelerin -surenin giriş bölümünde dediğimiz gibi temel amacı şudur: Müslüman toplumu, cahiliye düzeninden uzaklaştırıp İslam'ın önerdiği hayat düzenine geçirmek, ayrıca cahiliye sisteminin toplumsal niteliklerinin artıklarını silip yerlerine İslâm'ın yeni toplumsal vasıflarını yerleştirmek. İlâhi sistemin cahiliye bataklığından çekip çıkardığı bu İslâm toplumuna yükseliş merdivenini basamak basamak çıkmasını sağlayarak o yüce doruğa tırmanmasına imkan hazırlamak.

Beşinci cüzün ikinci bölümünün âyetlerinde İslâm düşüncesinin temel ilkelerinin belirlenmesinin yeniden ele alındığını görürüz. Bu ayetlerde imanın sınırları belirleniyor, müslüman olmanın temel şartı vurgulanıyor. Bu yenilenen vurgulama ile sosyal dayanışmanın diğer yasal düzenlemelerine temel oluşturuluyor. En dar anlamıyla ailede başlayıp toplumdaki tüm yoksulları ve düşkünleri içerecek şekilde genişliyor. İyilikseverliğin ve sosyal dayanışmanın emredildiği bu bölümde cimriliğin, malla böbürlenmenin, nankörlüğün ve gösteriş olsun diye iyilikte bulunmanın kınandığını görüyoruz.

Yine burada yapılmakta olan ibadete ilişkin psikolojik eğitimin bir yönüne; bu ibadet için temizlenmeye-arınmaya, alkollü içkiyi bu ibadetle bağdaşmaz bir pislik olarak kabul etmeye de değiniliyor. Böylece bu hikmetli eğitim sisteminin planı uyarınca alkollü içki yolunda bir adım daha atılmış oluyor.

Üçüncü bölümde bu surenin ana konularından biri olan ehl-i kitapla hesaplaşma konusu gündeme geliyor. Bu hesaplaşma ayetlerinde kitap ehlinin müslüman cemaate ilişkin kötü niyetleri ve kirli emelleri açığa vuruluyor,tuzaklarının ve entrikalarının mahiyeti açıklanıp, tutumları belirtilerek sonunda kendilerini bekleyen kötü akıbetle ve acıklı azapla tehdit ediliyorlar.

Bu cüzün dördüncü bölümünü oluşturan ayetlerin amacı ise; dinin anlamını, mümin olmanın vazgeçilmez şartını ve İslâm'ın tanımını kesin ve yoruma kapalı bir dille açıklamaktır. Bu ayetlerde İslâmi düzenin mahiyeti; müslümanın itaat, bağlılık, emir ve yasakları sadece yüce Allah'tan alma, sırf yüce Allah'ın sisteminin hakemliğine başvurma, peygamberimizin hükümlerine uyma ve boyun eğme konuları açıklığa kavuşturuluyor. Bunların yanısıra müslümanların, emanetleri ehillerine teslim etme, insanlar arasında adil hükümler verme, insanların hayatında yüce Allah'ın sistemini egemen kılma uygulamalarına ilişkin yükümlülükleri vurgulanmakta ve bu yükümlülükler, imanın pratikte gerçekleşebilmesinin şartı sayılmaktadır. Bu prensiple bağlantılı olarak mümin olduklarını iddia ettikleri halde imanın bu ilk şartına, yani yüce Allah'ı ve peygamberimizi her konuda hakem kabul edip bunların hükümlerine tam bir gönül hoşnutluğu ile teslim olma şartına sırt çevirenlerin çelişkili tutumları hayretle karşılanmakta ve bu açık ve kesin şartı yerine getirmeyenlerin, bu yoldaki bütün kuru iddialarına rağmen asla mümin olamayacakları ısrarla vurgulanmaktadır.

Bu ilke ile bağlantılı olarak yine bu beşinci bölümde müslüman cemaat, bu apaçık sistemi savunma uğrunda savaşmaya çağrılmakta, bu çağrıya yan çizen yılgınlar ile ona sırt çeviren münafıklar kınanmakta, müminlerin kalblerine cihad şevki aşılanmak amacı ile İslâmi savaşın amaçları açıklanmakta; baskı altında yaşayan müminleri küfür diyarından kurtararak İslâm ülkesine kavuşturmanın, onlara bu yüce sistemin egemenliği altında onurlu bir hayat sürdürme imkânı sağlamanın bu cihadın başta gelen hedefi olduğu belirtilmektedir. Ayrıca kalbleri korkudan ve yılgınlıktan arındırmak amacı ile ölümün ecelin ve kaderin mahiyeti anlatılmaktadır. Bu bölüm tek başına bile kalsa cihada devam etmesini içeren peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) şahsına yönelik bir emirle sona eriyor. Demek ki; bu dini, bu tutarlı ilâhi sistemi egemen kılmak için sürekli savaşmak, kaçınılmaz bir görevdir.

Bu cüzün altıncı bölümünü oluşturan ayetlerde savaşma yükümlülüğü ile bağlantılı olarak devletlerarası hukukun birçok kuralı açıklanıyor; İslâm toplumu ile ateş-kes imzalamış ya da barış antlaşması yapmış düşman devletler arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiği anlatılıyor. Buna göre mesele basit bir kaba kuvvet, bir tepeleme ve boyunduruk altına alma meselesi değildir. Tersine farklı ideolojilere bağlı düşman blokların bağlılarına hadise ve şartların gerektirdiği gerçekçi bir yaklaşımla muamele yapmak gerekir.

Yedinci bölümün ayetlerinde belirli bir İslâm devleti kurulduğu, İslâm'ın aziz ve onurlu sancağı bu devletin göklerinde dalgalandığı halde buraya göç etmeyi ihmal ederek küfür diyarında dini inançlarının zayıflaması ihtimaline meydan verenlerin çekingenlikleri kınanırken bununla bağlantılı olarak mali ve bedeni cihad görevi işlenmektedir. Bu kısım, müminleri savaşmaya, düşmanlarının izini sürmeye, onlara soluk aldırmamaya, düşmanlarını kovalama hususunda gevşekliğe kapılmamaya teşvik eder. Bunun yanısıra müminlerin

durumu ile İslâm düşmanlarının durumunu; her ikisinin istikametleri, akıbetleri ve Ahirette görecekleri karşılıklar bakımından birbirlerinden farklı olduklarını belirten ayetler ile sona erer.

Sekizinci bölümün ayetleri İslâm adaletinin bir şahikasını, doruk noktasına ulaşmış somut bir uygulamasını gözlerimizin önüne getiriyor. Bilindiği gibi bir yahudi haksız olarak zırh hırsızı olmakla suçlanmış ve bu suçlama asılsız şahitlikler ile perçinlenmişti. İşte bunun üzerine yüce Allah'ın katından birbiri peşi sıra inen bir dizi ayet, bu masum yahudiyi aklıyor. Oysa yahudiler o sırada İslâm'a ve müslümanlara karşı komplo üstüne komplo düzenlemekle meşguldürler. Fakat İslâm adaleti, sempati ve antipati gibi duyguların etkisi altında kalmayan ilahi bir adalettir. Bu olay; insanlığın bu eşsiz ve yüce sistemin dışında hiçbir sistemde ulaşamadığı, benzerini yaşamadığı bir adalet doruğudur.'

Dokuzuncu bölümün konusu; şirk, müşrikler, şirk kaynaklı hurafeler, bu hurafelerin etkisi ile oluşmuş sapık sloganlar ve saçma düşüncelerdir. Bu kısmın ayetlerinde yüce Allah'ın adaletine ilişkin asılsız saplantılar ve kuruntular ele alınıp düzeltiliyor, cezaların ve ödüllerin bu saplantılara ve kuruntulara göre değil, işlenen amellere göre biçileceği belirtiliyor; bunun yanısıra tek gerçek dinin sadece İslâm olduğu ve bu dinin aynı zamanda Hz. İbrahim'in (selâm üzerine olsun) de dini olduğu vurgulanıyor.

Onuncu bölümün ayetlerinde ise bu surenin ilk konusunu oluşturan kadınların -özellikle yetim kızların- ve kimsesiz çocukların haklarına tekrar dönüldüğünü görürüz. Bununla bağlantılı olarak kadının, kocası tarafından ihmal edilmesi ya da aldatılması olaylarına ilişkin çözümler anlatılıyor. Bu arada ideal karı-koca hayatının gerçekleşebilmesi için hangi şartlara uyulması gerektiği açıklanıyor. Eğer bu şartlara uyulmaz ise ortak aile hayatının yürüyemeyeceği ve bu şartlara ilişkin aksaklıklar giderilemezse eşlerin birbirinden ayrılmalarının daha hayırlı olacağı belirtiliyor.

Eşlere adil davranma ve genel anlamda aile hayatına ilişkin bu hükümlerin arkasından gelen uyarıcı sonuç cümlelerinde; bu hükümler ile bu direktifler, yüce Allah'a, Allah'ın göklerin ve yeryüzünün maliki oluşuna ve yüce Allah'ın şimdiki bütün insanları ortadan kaldırıp yerlerine başka insanlar getirmeye gücü yettiğine bağlanıyor. Bu da meselenin, ilahlığın dehşet verici gerçeği ile ilgili son derece önemli bir husus olduğunu kanıtlar.

Arkasından kalplerdeki Allah korkusu harekete geçiriliyor ve müminlere, her türlü insanlar arası ilişkilerinde ve verdikleri bütün hükümlerde mutlak anlamda adil olmaları çağrısı yenileniyor. Bu çağrı yenilemesi, Kur'an'ın bildiğimiz üslûbu uyarınca, belirli bir konunun dar alanından hareket ederek genel ve yaygın bir çevreye açılıyor.

Arkasından bu cüzün son bölümünü oluşturan ayet demeti geliyor. Bu kısmın hemen hemen tek konusu münafıklığı ve münafıkları kınamak;

müminleri ciddi belirgin ve istikametli bir imana sahip olmaya çağırmaktır. Bunun gereği olarak müminleri müslüman cemaatten başka bir dost, bir dayanak edinmekten, İslâm yönetiminden başkasına bağlılık göstermekten kaçınmak, gerek münafıklara ve gerekse bu dinin açık düşmanlarına karşı yersiz bir nezaket göstererek ya da onlarla aradaki sosyal ve şahsi ilişkilerin etkisinde kalarak dini konularda gevşek ve savsaklayıcı davranmamalarım müslümanlara önemle telkin etmektir. Buson tutum münafıklığın belirtilerinden biridir. Münafıkların yeri ise cehennemin en alt katıdır. Münafıklar; kâfirleri dost ve müttefik edinen kimselerdir.

Daha sonra bu cüzle birlikte bu bölüm yüce Allah'ın sıfatlarına, O'nunla kulları arasındaki ilişkinin niteliğine ve yine O'nun yoldan çıkmışları ve sapıkları neden cezalandırdığına ilişkin etkili bir açıklama ile noktalanıyor. Eğer kullar Allah'a iman etseler, O'na şükretseler, O'nun onları cezalandırmakta hiçbir yararı yoktur. Allah şöyle buyuruyor:
AYET-İ KERiME
"Eğer Allah'a şükreder, inanırsanız, O sizi niye azaba çarptırsın ki? Hiç şüphesiz, Allah şükre karşılık verir ve her şeyi bilir." (Nisa Suresi, 147)
Bu ifade acayip bir ifade., Yüce Allah'ın rahmetini, insanlara azap çektirmede hiçbir yararı olmadığını, eğer O'nun sistemine uygun yaşasalar, bu sistemi sunuşundaki lütfa ve bağışa karşı şükretseler insanları azaba çarptırmasının söz konusu olmayacağını kalplere duyuran, şaşırtıcı derecede sıcak ve cana yakın bir ifade. Fakat durum böyleyken insanlar; kâfirlikleri, inkârcılıkları, bu küfür ve inkârcılığın sebep olduğu psikolojik (ferdi), sosyal ve uluslararası bozgunculukları yüzünden ilâhi azabı kendi elleri ile satın alıyorlar.

İşte bu cüz bu konular ve amaçlar yığınını bu kadar geniş çapta ve boyutta sayfalarına sığdırıyor. Burada bazı kısa değinmeler yapmakla yetiniyor ve yüce Allah'ın yardımı ile tek tek ayetlerin ayrıntılı açıklamasına geçiyoruz.

EVLİLİK KURUMU

Bu surenin aşağıda inceleyeceğimiz ayetleri, aile kurumunu fıtri temellere oturtma çabasının tamamlayıcısı niteliğini taşır. Surenin akışı boyunca iki nokta dışında bu konuya bir daha değinilmeyecektir. Bu iki nokta ile de bu son derece önemli temel konuya ilişkin ek niteliğinde bazı hükümler açıklanacaktır. Gerçekten aile kurumunun yasal düzenlemeye kavuşturulması o kadar önemlidir ki, insan hayatının fıtrî mecrası (doğuştan gelen akışı) içinde dengeli ve sağlıklı seyri bu yasal düzenlemeye bağlı olduğu gibi bu kurumun amacından sapması kesinlikle yeryüzünde kargaşalığa ve sosyal çalkantılara yol açar.

Bu bölümün ayetleri kendileri ile evlenmenin yasak olduğu kadınlara ilişkin ek bir açıklama gündeme getiriyor; sağlıklı bir aile kurumu içinde yüce Allah'ın kadınlar ve erkekler tarafından ortaklaşa gözetilmesini istediği şartları belirliyor. Bu şartları gözetmenin temiz ve sağlıklı bir aile yuvasını güvence altına alıcı niteliği yanında insanlar için kolaylık ve problemsizlik sağladığı anlatılıyor. Bunların yanısıra bu kurumun dayanağını oluşturan temel yasal kurallar ile evlilik akdini gerçekleştiren tarafların her ikisinin omuzlarına yüklenen karşılıklı haklar ve görevler açıklanıyor.

Sözü edilen aile kurumu düzenlemesine paralel olarak müslüman toplumda geçerli olacak mali ilişkilerin bazı yasaları da belirtiliyor. Gerek ferdi teşebbüs ve gerekse miras yolu ile kazanılan mallara ilişkin hukuki düzenlemeler getirilip bununla bağlantılı olarak akraba olmayanlar arasında evlilik yolu ile birbirine miras geçişini sağlayan sözleşmelerin nasıl çözüme bağlanacakları açıklanıyor.

Bu bölümde genel olarak şu nokta dikkatimizi çekmektedir. Bu kısmı oluşturan ayetler, bütün bu yasal düzenlemeler ve hükümler ile imanın başta gelen temel ilkesi arasında sıkı bir bağ kuruyor. Bu temel ilke şudur: Bütün bu yasal düzenlemeler, bu hükümler yüce Allah'tan kaynaklanıyor ve bunlar O'nun ilâhlığının vazgeçilmez gerekleridir. Çünkü bu surenin giriş bölümünde ısrarla vurguladığımız gibi, en başta gelen karakteristik özellik kayıtsız-şartsız egemenlik konusudur, insanlar için yasa koyma yetkisidir, insanların hayatlarının ve karşılıklı ilişkilerinin dayanağını oluşturan temel ilkeleri düzenleme tekelidir.

Bu dersin ayetleri boyunca bu duyarlı ilişki ısrarla tekrarlanır ve özel yetkinin ilâhlığın karakteristik niteliklerinden biri olduğu vurgulanır. Bunun yanısıra bu yasal düzenlemelerin engin bilgi ve hikmet sahibi olan, Kur'an'ın deyimi ile "Alîm" ve "Hakîm" olan yüce Allah'tan kaynaklandığı gerçeği de ısrarla vurgulanır. Bu ısrarlı vurgulama derin bir anlam taşır. Sebebine gelince bu ilâhi sistemin temel özelliği, her şeyden önce kapsamlı ve eksiksiz bilgi ile kavrayıcı ve geniş görüşlü hikmete dayalı olmasıdır. Oysa bu özellikler insanda yoktur. Buna göre insan, sosyal hayatın isabetli temel kurallarını koyma yeteneğinden kesinlikle yoksundur.

İşte insanoğlunun yeryüzündeki bahtsızlığı ve mutsuzluğu bu noktadaki yanılgıdan kaynaklanıyor. İnsan ne zaman engin bilgi ve hikmetin mutlak sahibi olan yüce Allah'ın sistemine sırt çevirirse sapar. Böylece uçsuz-bucaksız bir çölde kılavuzsuz olarak taban tepmiş olur. Eksik bilgisini azgınlığını ve şahsi arzuların tutsağı olmaya yatkın yapısını göz ardı ederek yüce Allah'ın kendisi ve sosyal hayatı için seçmiş olduğu sistemden daha yararlı bir sistem ortaya koyabileceği yanılgısına düşerse kesinlikle mutsuz ve bedbaht olur!

Aşağıda ayetlerini okuyacağımız bu bölümün ısrarla vurguladığı bir başka gerçek de şudur: Yüce Allah'ın sistemi, insanların şahsi arzularının ürünü olarak ortaya koymak istedikleri bütün sistemlerden daha kolay, daha külfetsiz ve fıtrata daha yakındır. Yüce Allah'ın bu sistemi ortaya koymuş olması, O'nun insan yetersizliğini telâfi edici bir rahmetidir. Eğer insanoğlu bu sistemden saparsa hayvanlık düzeyine doğru inişe ve gerilemeye geçeceği gibi ayrıca kendini ağır bir zorluk ve sıkıntı yükünün altına da sokmuş olacaktır. Aşağıda bu bölümün ayetlerini açıklamaya çalışırken, bu gerçeğin insanlık tarihinin pratiği tarafından doğrulandığını ve ispatlandığını hep birlikte göreceğiz. Bu gerçek, sözünü ettiğimiz tarihi pratiğin gözler önüne serdiği açık bir realitedir.

Fakat bu gerçeği görebilmek için insan ihtiraslarının kalpleri dumûra uğratmaması, gözleri kör etmemesi, cahiliye zihniyetinin karanlık baskısı altında kalplerin ve gözlerin tabiî fonksiyonlarını yitirmemiş olması gerekir.

Şimdi bu dersin ilk ayetlerini okuyalım:
 

Nur Hanım

Aktif Üyemiz
Cevap: NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

AYET-İ KERiME
24- Savaş tutsağı olarak elinize geçmiş cariyeler dışında evli kadınlar ile evlenmeniz haramdır. Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır. Bunların dışında kalan kadınları iffetli yaşamanız, zina işlememeniz şartı ile mehirlerini vererek nikahlamanız size helâl kılındı. Bu kadınlardan sağladığınız faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda kararlaştırdığınız mehirlerini hakları olarak veriniz. Daha önce belirlenen mehri eşinizle anlaşarak yeni bir miktara bağlamanızın sakıncası yoktur. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir.

Dördüncü cüzün sonunda yer alan aşağıdaki ayette, nikâhlanmaları doğrudan doğruya, yani hiçbir yan sebebe bağlı olmaksızın yasak olan kadınların kimler olduklarını açıklamıştık. Şimdi bu ayeti bir kere daha okuyalım:
AYET-İ KERiME
"Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle babalarınızın evlenmiş olduğu kadınlar ile evlenmeyiniz. Bu bir edepsizlik, iğrenç bir hareket ve son derece çirkin bir gelenektir." (Nisa Suresi, 22)
AYET-İ KERiME
"Geçmiş uygulamalar bir yana, bundan böyle analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz, sütkardeşleriniz, kaynanalarınız, cinsel ilişkide bulunduğunuz eşlerinizden doğan gözetiminiz altındaki üvey kızlarınız, -eğer anaları ile cinsel ilişkide bulunmamış iseniz bu kızlar ile evlenmenizin sakıncası yoktur- öz oğullarınızın eşleri ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikâhınız altında bulundurmanız size haram kılındı. Hiç kuşkusuz Allah affedici ve merhametlidir." (Nisa suresi, 23)

Yukarıda okuduğumuz "Evli kadınlar..." ifadesi ile başlayan ayet, bu konuda ek bir yasaklama getiriyor. Çünkü bu kadınlar başka erkeklerin (kocalarının) ırz korunağı içindedirler. Erkekler ile evli oldukları için bu korunağın sınırları içine girerek dokunulmaz olmuşlardır. Bu yüzden bu kadınlar kocaları dışındaki erkeklere haramdırlar, başka erkeklerin onlarla evlenmeleri helâl değildir.

Bu yasak; İslâmî toplum düzeninin ana ilkesini gerçekleştirme amacı güder. Bu ana kurala göre, İslâm toplumu aile temeline dayanır, aile kurumu bu toplumun birimidir. Buna göre aileyi, gerek "ortaklaşmalı" cinsel ilişkilerden ve gerekse toplumu kirletecek yaygın fuhuş alışkanlıklarından kaynaklanabilecek neseb karışıklığı, soy belirsizliği gibi lekeleyici uygulamalara karşı korumak gerekir.

Belirli bir kadının belirli bir erkeğe ait olduğunu resmîleştiren ve sözünü ettiğimiz "ırz koruma"sını gerçekleştiren açık evliliğe dayalı aile, "insan" fıtratı ile, insanın insan olmasından doğan gerçek ihtiyaçları ile uğraşan, bağdaşan en mükemmel sistemdir. Çünkü insan hayatının, hayvan hayatını aşan ondan çok daha yüce bir amacı vardır. Gerçi bu yüce amaç, söz konusu hayvanî amacı da içerir. Açık evliliğe dayalı aile yuvası bunun yanısıra, insan toplumunun amaçlarını da gerçekleştirir. Aynı zamanda vicdan huzuru, aile dirliği ve son çözümde toplumsal barış güvencesi getirir.

Şurası açıkça gözlenen bir gerçektir ki, insan yavrusu, diğer bütün canlı yavrularından çok daha uzun süren bir bakım ve gözetim dönemine muhtaçtır. Bunun yanısıra insan yavrusu, insanı diğer canlılardan ayırarak imtiyazlı bir konuma yükselten, ileri düzeyli bir sosyal hayatın gereklerini kavrayabilmek için, yine hayli uzun zaman alan bir eğitim dönemine de muhtaçtır.

Bilindiği gibi hayvanlardaki cinsiyet içgüdüsü, cinsel birleşmeyi, üremeyi ve çoğalmayı sağlamakla hedefine ulaşmış olur. Fakat insandaki cinsiyet içgüdüsü bu fonksiyonları gerçekleştirmekle amacına ulaşamaz, onun amacı daha da ötelere uzar. Bu aşkın amaç, erkek ile kadın arasında sürekli ve uzun ömürlü bir ilişkiyi gerekli kılar. Çünkü bu sürekli ana-baba ilişkisi, beraberliği sayesinde insan yavrusunun varlığı ve hayatı korunacak, onun beslenmesi ve diğer zaruri ihtiyaçları karşılanacaktır. Bunun yanısıra insan hayatının gerekleri açısından bundan daha önemli olmak üzere; bu yavrunun eğitilmesi, insanlığın ortak deney birikimi ve bilgi hazinesi ile donatılması gerekir. İnsan yavrusu, ancak bu eğitim sayesinde toplumsal hayata katılabilecek, ardarda gelecek kuşaklar ile gerçekleştirilmesi gereken gelişme süreci içindeki ortak yükümlülük payını taşıyabilecektir.

İşte bundan dolayı, karşıt insan cinslerinin temel hayat dayanağı "cinsel haz" değildir. Cinsel haz, insan hayatının sadece bir aracıdır, amacı değildir. İnsan hamuruna bu mayanın katılmış olmasının sebebi, erkek ile kadını bir araya getirmek, sonra bu ilişkiyi devam ettirerek insan türünün ortak gelişme sürecine katkıda bulunma görevini yerine getirmektir. Demek ki, karşıt insan cinslerinin temel hayat dayanağı "sorumluluk"tur. Eşler; buluşmalarının ve birleşmelerinin ürünü olarak meydana gelen güçsüz yavrularının bakımı ve gözetimi ile yükümlüdürler. Bunun yanısıra bu konuda insanlık toplumunun omuzlarına bindirdiği bir başka yükümlülükleri daha vardır: Yavrularına ilerde insânî sorumluluklarının gereğini yerine getirme, insan varoluşunun amacını gerçekleştirme gücü ve yeteneği sağlayacak düzeyde bir eğitim vereceklerdir.

Bütün bufaktörler bizi şu kaçınılmaz sonuçlara götürür: Erkek-kadın ilişkisini aile temeli üzerine oturtmak tek sağlıklı sistemdir. Belirli bir kadının belirli bir erkeğe ait olmasını resmileştirmek, karşıt cinsler arasındaki bu ilişkiye devamlılık sağlayacak en sağlıklı çözümdür. Gerek aile yuvasının kurulmasında ve sürdürülmesinde gerek ortak hayat boyunca baş gösterebilecek problemlerin çözümünde ve gerekse -kesin bir kaçınılmazlık haline gelince- bu yuvanın dağılmasında birinci derecede rol oynayacak faktör "sorumluluk duygusu" olacak, sırf cinsel haz ya da şahsî arzular olmayacaktır.

Buna göre aile ilişkilerine ve bu ilişkilerin temel dayanağına yönelik her zayıflatma girişimi, ağır bir suç niteliği taşır. Ki bu ilişkileri zayıflatma girişimi, "sorumluluk duygusu"nu bu ilişkilerin temeli olmaktan çıkarıp onun yerine ya değişken karakterli "şahsi arzular"ı ya gelip geçici "içgüdüler"i ya da bilinçsiz "şehvet"i geçirmek anlamına gelir. Bu zayıflatma girişimlerinin ağır bir insanlık suçu olmaları sadece cinsel anarşiye, fuhuşa ve toplumsal çözülüşe sebep olmaları ile değil, aynı zamanda toplumun temel dayanaklarını dinamitleyerek onu kesin bir yıkıma götürmeleri yüzündendir.

İşte bu gerçeği kavrayınca, kendilerini aile ilişkilerini zayıflatmaya, evlilik bağını küçümsemeye, bu bağı gölgelemeye ve horlamaya, buna karşılık sırf değişken karakterli arzulara yanar-döner heyecanlara ve şuursuz içgüdülere dayalı kadın-erkek ilişkilerini yücelten bunlara, evlilik bağını ortadan kaldırmaya yol açacak derecede övgüler düzmeye adayan iğrenç kalemlerin ve propaganda kurumlarının ne büyük çapta bir insanlık suçu işlediklerini iyi anlarız.

Aynı zamanda eşini eskisi gibi sevmediğini ileri sürerek onu boşamayı düşündüğünü söyleyen müslümana cevap olarak Hz. Ömer'in (Allah ondan razı olsun) söylediği şu sözün ne kadar derin bir hikmet içerdiğini iyi anlarız; "Yazıklar olsun sana! Aile yuvalarının temeli sevgi midir? Karşılıklı bağlılık duygusu; sorumluluk duygusu nerede kaldı?" Hz. Ömer'in bu sözü, yüce Allah'ın şu direktifine, Allah'ın seçkin kulları olan müminlere yönelik şu eğitici Kur'an buyruğuna dayanıyordu:
AYET-İ KERiME
"Kadınlara karşı iyi davranınız, onlarla iyi geçininiz. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, biliniz ki, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah hakkınızda çok hayırlı kılmış olabilir." (Nisa Suresi, 19)

Bu ilâhi telkinin amacı; mümkün olduğu oranda yuvaları ayakta tutmak, yıkıcı duygusal parlamalara karşı koymak, onları yatıştırmak, genç kuşağın muhtaç olduğu gözetimi güvence altına alabilmek için -bütün yapıcı çabalar iflas etmedikçe- evlilik bağının koparılmasına meydan vermemek; bu kutsal bağı değişken heyecanların, bilinçsiz içgüdülerin ve havada uçuşan arzuların sarsıntılarına karşı korumaktır.

Bu yüce ve derin anlamlı bakış açısının ışığı altında, az önce sözünü ettiğimiz yıkıcı yaygaraların ne kadar yüzeysel ve basit olduğu gerçeği meydana çıkar. Bu sorumsuz yaygaracılar, sorumluluk duygusunun egemen olduğu ve insan soyunun omuzlarındaki kutsal emaneti gözetmeyi amaçlayan evlilik ilişkisi dışındaki bütün kadın-erkek ilişkilerine methiye düzerler. Sözünü ettiğimiz kutsal emanet; faziletli insanlık hayatının gereklerini yerine getirecek genç kuşaklar yetiştirmek ve bu kuşakların yararını güvenceye almaktır. Yoksa kısa ömürlü, gelip geçici heyecanların yararını gözetmek değildir.

Bu ucuz ve iğrenç kalemler, kirli ve alçak propaganda kurumları ile kalbi kocasından hafifçe soğuyan her kadına derhal bir kadın avcısının gayri meşru kucağına atılmayı telkin ederler. Kadının böyle bir erkekle arasındaki ilişkiye "kutsal ilişki" yaftası takarlar. Oysa aynı kadının hafif kırgın olduğu kendi erkeği ile sürdüreceği ilişkiye "Vücudunu maddî çıkar karşılığında satışa çıkarma" sözleşmesi adını takarlar.

Yüce Allah, nikâhlanması yasak olan kadınları anlatırken "Evli kadınlar ile evlenmeniz haramdır" buyurarak nikâhlı kadınların "İlişki kurulması yasak" kadınlar olduklarını belirtiyor. Bu yüce Allah'ın sözü. Yukarda değindiğimiz yıkıcı propaganda ise, kendilerini toplumun temellerini dinamitlemeye, fuhşu yaygınlaştırmaya adamış olan yaygaracıların sözleri.
AYET-İ KERiME
"Hiç şüphesiz Allah gerçeği söyler ve doğru yola eriştiren sadece O'dur." (Ahzab Suresi, 7)

Toplumda yüce Allah'ın diledikleri dışında, başka kriterler, değer yargıları ve düşünceler oluşturmaya yönelik sistematik çabalarla karşı-karşıyayız. Yüce Allah'ın koydukları dışında başka hayat prensipleri ve insanlar arası ilişki türleri ortaya koymak için yoğun gayretler harcanıyor. İnsanları ve hayatı yüce Allah'ın belirlediği istikametin dışında başka yönlere sürüklemek uğruna gece-gündüz çalışılıyor. Bu amansız kampanyayı yönlendirip yürütenlerin hesabı şùdur: İslâm toplumunun temel dayanaklarını dinamitlemek, müslüman ülkelerde yaşanan İslâmî hayat tarzını yıkmaktır. Böylece, İslâm'ın inanç sistemini, ahlâkını ve toplum yapısını çökerttikten sonra bu ülkelere yönelik tarihi emperyalist emelleri önünde hiçbir engel kalmayacak diye düşünüyorlar. Fakat hazırlanan felaketin çapı ve etki alanı onların bu sinsî maksatlarını fazlası ile aşmaktadır.

Çünkü hazırladıkları felâket sadece İslam toplumunun temellerini değil, bütünüyle insanlık toplumunun temellerini dinamitliyor. İnsan hayatının dayanağını oluşturan fıtratın temellerini yıkıyor, insan toplumunu, büyük emaneti taşıyacak unsurlardan yoksun bırakıyor. Bu büyük emanet faziletlerle dolu insanca hayat tarzıdır. Çünkü bu felaketli kampanya insanlığı, istikrarlı, sağlıklı; azgın şehvetlerin, değişken içgüdülerin ve rüzgârda uçuşan arzuların kasırgalarından emin bir aile yuvasının sıcak ortamında yetişecek analı-babalı çocuklardan yoksun bırakıyor. Oysa tümüyle insan soyunun omuzlarındaki emaneti ancak böyle kuşaklar taşıyabilir. Bu nitelikteki kuşakları yetiştirme amacı; sırf hayvansal üremeden, sırf "içgüdüler"e dayalı şehvet motivasyonlu çiftleşmelerden, dengeli değişmez ve soğukkanlı "sorumluluk duygusu" ilkesini kadın-erkek ilişkilerinin temel dayanağı olmaktan çıkarma girişiminden bambaşka bir şeydir.

Böylece bütün insan soyu yüce Allah'ın lânetine çarpılmış oluyor. Çünkü insanlık, kendi kendini mahvediyor, bugünkü kuşaklar ilerdeki kuşakların geleceğini yıkıma uğratıyorlar. Bunu kendi hazlarını, kendi şehvetlerini tatmin etmek ve gelecek kuşakları İlâhî lanete müstehak kılmak için yapıyorlar. Tabii ki, yüce Allah'ın sözünün, yönlendirmesinin ve istediği fıtratın dışına çıkanlar O'nun tehditkâr hükmünün kapsamına girmekten kendilerini kurtaramayacaklar ve böylece insanlık soyu tümü ile yaptıklarının cezasını tadacaktır.

Bunun tek kurtuluş yolu vardır: Yüce Allah, sözünü ve yeryüzüne ilişkin hayat sistemini onaylayan mümin cemaat aracılığı ile insanlığa acıyacak, bu cemaat insanlığın elinden tutarak onu Allah'ın hayat sistemine yöneltecek ve böylece müminler insanlığı, onların kendi elleri ile hazırladıkları yok edici felâketlerin şerrinden kurtaracaklardır. Demek oluyor ki, sadece İslâm dünyasının temellerini çökerteceğini ve böylece emelleri önünde engelsiz ve savunmasız bir sömürge alanı oluşturacağını sandıkları bu yolda kaleyi içerden fethedebilmek için kiralık kalemlerini ve iğrenç propaganda kurumlarını seferberliğine koştukları felâketlerinin, cinayetlerinin şerrinden onları yine ancak müslümanlar kurtarabileceklerdir.

"Savaş tutsağı olarak elinize geçmiş cariyeler dışında, evli kadınlar ile evlenmeniz haramdır."

Buradaki istisna İslâm uğruna cihad etmek amacı ile girişilmiş savaşlarda esir olarak alınmış cariyeler ile ilgilidir. Bu kadınlar, müslümanlar için "Darü'l-Küfr" ve "Daru'l-Harb" olan kendi yurtlarında evlidirler. Fakat yurtları ile ilişkileri kesilince oradaki kâfir kocaları ile ilişkileri kopar ve artık korumasız, serbest kadınlar haline gelirler. Bunların İslâm yurdunda da kocaları yoktur. Bundan dolayı rahimlerinin boş olduğunu anlamak için bir defa âdet görmeleri yeterlidir. Böylece hamile olmadıkları meydana çıkmış olur. Bu durumda eğer müslüman olurlarsa nikâhlanmaları helâl olur. Bunun yanısıra ister müslüman olsunlar ister olmasınlar esir paylaşımı sırasında payına düştükleri müslüman savaşçı arada nikâh sözleşmesi olmaksızın cariye sıfatı ile bunlarla cinsel ilişkide bulunabilir.

Daha önce ikinci cüzde İslâm'ın genel olarak kölelik konusuna ilişkin tutumunu anlatmıştık. Ayrıca yirmialtıncı cüzde yer alan Muhammed suresinin "Savaşta kâfirler ile karşılaştığınızda boyunlarını vurunuz, sonunda üstün geldiğinizde onları esir alınız, savaş sona erince bu esirleri ya karşılıksız olarak ya da fidye karşılığında salıveriniz" ayeti açıklanırken bu konu bir kere daha ele alındı. (Muhammed Suresi, 4) Daha geniş bilgi edinmek isteyenler bu söylediğimiz yerlere başvurabilirler.

Burada sadece şu kadarını söylemekle yetinelim: İslâm blokunun savaş tutsaklarını köleleştirme konusundaki tutumu ilke olarak düşmanlarının bu konudaki kendisine yönelik tutumu gibidir. Fakat köleleştirme noktasındaki bu tutum benzerliğinin yanında İslâm'ın kölelere karşı takındığı tavır ve onların insanlıklarına gösterdiği saygı bakımından düşmanlarından çok üstün olduğu kesindir.

İslâm'ın savaş esirlerini köleleştirme uygulamasına katılmaktan başka çaresi yoktu. Çünkü, tutsakları köleleştirmek o günün dünyasında milletlerarası geçerliliği olan bir düzendi. İslâm, bu uygulamayı tek yanlı olarak ortadan kaldıramazdı. Çünkü o zaman kâfirlerin eline tutsak düşen müslümanlar köle olurlarken müslümanların ellerine düşen kâfir tutsaklar, özgür kalacaklardı. Bu durumda kâfirler bloğu, müslüman bloğu karşısında aradaki dengeyi müslümanlar aleyhine değiştirecek nitelikte önemli bir avantaj elde edecekti. Bunun sonucu olarak kâfirler, müslümanlara karşı cesaretlendirilmiş olacak ve onlara saldırılarının akıbetini düşünmeden pervasızca saldırma, hatta bu saldırılardan her zaman kazançlı ve ganimetli çıkma imkânı verilmiş olacaktı.

Bundan dolayı İslâm toplumunda tutsak kâfir kadınlardan oluşmuş cariyelerin bulunması kaçınılmazdı. Peki İslâm bunlara karşı nasıl davranacaktı? Fıtrî istekler, sadece yemek ve içmekle bitmez. Fıtratın bunlar dışında bir cinsel içgüdüsü de var ki, kadınların mutlaka onu da tatmin etmeleri gerekiyordu. Yoksa fuhuş yoluna başvurarak toplumun tümünün ahlâkını bozacaklar, yapısını kirleteceklerdi. Öte yandan müslüman erkekler, bu kadınlar ile kâfir kaldıkları sürece evlenemezlerdi. Çünkü müslüman erkek ile kâfir kadın arasında evlilik ilişkisi kurmak haramdı. (Bir cariye müslüman olunca onunla cinsel ilişkide bulunabilmek için mutlaka kendisini nikâhlama zorunlucu yoktur. Bu durumda onunla evlenmek caiz hale gelir, o kadar.) Bu durumda bir tek çözüm yolu kalıyor. O da bu kadınlar kâfir kaldıkları sürece nikâhsız olarak kendileri ile cinsel ilişkide bulunulmasını serbest bırakmak. Yalnız bunun için daha önce ülkelerinde evli olan cariyelerin gebe olmadıklarından emin olmak ve kâfir kocaları ile ilişkilerinin koptuğunu tespit etmek şarttır.

Bu ayette, nikâhlanması haram olan kadınlar belirtildikten sonra, nikâhlanması helal kadınlardan söz edilmeden önce helâl ve haram kılma ilkesi ile helâl ve haram kılma kaynağı arasındaki sıkı ilişkiye parmak basılıyor. O kaynak ki, O'nun dışında hiçbir mercî herhangi bir şeyi, haram ya da helâl yapamaz, O'ndan başka hiç bir merci insanların hayatına ilişkin herhangi bir hüküm kovamaz. Ayetin bu cümleciğini birlikte okuyalım:

"Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır."

Yani bu yasaklar, yüce Allah'ın sizi uymakla yükümlü tuttuğu taahhütler, sözleşmeler ve yazılı talimatlardır. Burada ne keyfï arzulara uymak ne herhangi bir geleneğe bağlı kalmak ve ne de geçmişten miras kalan toplumsal birikimin önerdiği uygulamaları sürdürmek mümkündür. Söz konusu olan yüce Allah'ın direktifi, taahhüdü ve sözleşmesidir. Helâllik ya da haramlık hükümlerini dayandıracağınız, tek kaynak budur. Sadece bu kaynağın size dikte ettiği, emir ve yasak olarak bildirdiği direktiflere uyacak, yalnız O'nun emirleri ve taahhütleri konusunda hesaba çekileceksiniz.

Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir gerçek var ki o da şudur: Bir önceki ayette nikâhlanması yasaklanan kadınların çoğunluğu cahiliye döneminde de yasak evlilikler olarak sayılıyordu. Bunların içinde sadece babanın eski eşlerini nikâhlamak ile aynı anda iki kız kardeşi nikâh altında bulundurmak serbestti. Üstelik üvey anneler ile evlenmek o dönemin gelenekleri tarafından da hoş karşılanmıyor, "şiddetle kınanacak bir hareket" olarak anılıyordu. Fakat İslâm gelip bu yasak evliliklerin yasaklığını onaylayınca yasaklama hükmünü söz konusu cahiliye geleneklerine dayandırmadı. Bunun yerine yüce Allah "Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır" buyurdu.

Gerek İslâm inancının ve gerekse İslâm hukukunun kaynağının ne olduğunu açıklığa kavuşturmak için bu ince nokta üzerinde biraz durmamız gerekir. Ayetin bu ifadesi pratik hayatımızın birçok meselesinin çözümünde bize yol gösterecektir.

İslâm'a göre insanların uyacağı kanunların tek kaynağı yüce Allah'ın emri ve iznidir. Çünkü bu emirler ve müsaadeler ilk ve son otorite kaynağını oluştururlar. Buna göre başlangıçta bu kaynağa dayalı olarak ortaya çıkmayan her hüküm, kökeni bakımından batıldır, geçersizdir. Bu yüzden sonradan düzeltilmeye elverişli değildir. "Varlığını bu biricik doğru kaynağa dayandırmayan bütün hükümler ve uygulamalar" anlamına gelen cahiliye düzeni bütünüyle kökten batıldır, geçersizdir. Bütün düşünceleri ile, bütün değer yargıları ile, bütün kriterleri ile, bütün adetleri ve gelenekleri ile, bütün kanunları ve hükümleri ile batıldır, geçersizdir.

İslâm hayata egemen olup ona yön vermeye girişince onu bütünüyle ele alır. İlk iş olarak cahiliye düzeninin bütün kurumlarını, bütün değer yargılarını, bütün geleneklerini ve bütün yasal düzenlemelerini yürürlükten kaldırır. Çünkü bunların tümü kökenleri itibarı ile batıldırlar, düzeltilip sürdürülmeye elverişli değildirler. Eğer İslâm, cahiliye düzeninde geçerli olan bir geleneği onaylıyorsa onu bu cahiliye kökeni ile, bu kaynağa dayalı olarak onaylamaz: İslâm o geleneği, yüce Allah'ın emrinden ve izninden kaynaklanan başlangıç otoritesine dayandırarak onaylar. Cahiliye döneminde geçerli olan o eski geleneğe gelince o artık yürürlükten kalkmıştır, artık hiçbir yasal nitelik taşımamaktadır.

Bu arada, eğer İslâm hukuku, (fıkıh) bazı meselelerde "geleneği (örfü)" dayanak olarak kabul ediyorsa daha baştan yüce Allah'ın izni ile geleneğe kendinden kaynaklanan bir yetki vermesinden ötürüdür. O zaman söz konusu meselelerde gelenek, kanun koyma gücü kazanmış oluyor. Ama bu gücünü, asıl kanun koyucu olan yüce Allah'tan alıyor, yoksa bu gücü insanlardan, daha önce o geleneği uygulaya gelmiş olan sosyal yapıdan almıyor. Yani bu geleneğe yasal dayanak olma gücünü, yetkisini veren faktör onun o sosyal yapıdaki uygulanışı değildir, asla. Ona yasal dayanak olma yetkisini veren faktör, asıl kanun koyucu olan yüce Allah'ın onu kaynak olarak kabul etmesidir. Yoksa o temeldeki batıl, geçersiz olma niteliğini sürdürecektir. Çünkü yüce Allah'ın emrine dayanmayacaktı. Oysa tek yetki kaynağı Allah'tır. O, daha sonra kendi iznine bağlanmamış olan cahiliye kaynaklı yasa koyma girişimleri hakkında bize şöyle buyuruyor:
AYET-İ KERiME
"Yoksa onların Allah'tan başka ilâhları var da bu ortaklar dini konularda Allah'ın iznine dayanmayan yasalar mı koyuyorlar?" (Şura Suresi, 21)

Bu ayet kanun koyma yetkisinin yüce Allah'ın tekelinde olduğunu vurguluyor. Yani "Onların Allah'ın izin vermemiş olduğu hükmü yasal ilan eden, Allah dışında başka ilahları mı var?"
"Bunlar Allah'ın üzerinize yazdığı yasaklardır" cümlesinin dile getirdiği bu önemli temel ilkeyi, Kur'an'ın kanun koymadan söz eden bütün ayetleri ısrarla vurguluyor. Kur'an-ı Kerim ne zaman bir yasa koyma olgusundan bahsederse mutlaka bu kanun koyma olayına yetki kazandıran kaynağa parmak basar. Buna karşılık cahiliye yasalarından, cahiliye geleneklerinden ve cahiliye düşüncelerinden söz ettiğinde çoğunlukla hemen arkasından
AYET-İ KERiME
"Allah, onların doğruluğu hakkında hiç bir delil, hiçbir güç gerekçesi indirmiş değildir" (Yusuf Suresi, 40)

ifadesini kullanır. Böylece daha baştan söz konusu yasaları, gelenekleri ve düşünceleri otorite dayanağından soyutlar, onların batıl olma ve geçersiz olma gerekçelerini açıklar. Bu gerçekçe; o yasaların, geleneklerin ve düşüncelerin O tek doğru kaynağa dayanmamalarıdır.

Anlatmaya çalıştığımız bu temel ilkeyi İslâm hukukunun kanun koyma usulüne ilişkin şu ünlü kuralı ile karıştırmamak gerekir. Bu kurala göre "Nesnelerde aslolan nitelik helâl olmaktır, haram olduğuna dair delil bulunmayan herşey helâldir". Bu iki ilke birbiri ile çelişmez. Çünkü nesnelerin asıl niteliklerinin helal oluşu kuralı yüce Allah'ın emrinin ve izninin bir sonucudur. Buna göre bu kural, anlattığımız temel ilkenin kendisine dayanıyor. Biz cahiliye toplumunun yüce Allah'ın şeriatına başvurmaksızın koyduğu yasalardan ve hükümlerden söz ediyoruz. Bunların temel niteliği, tümü ile ve top yekün anlamda batıllık ve geçersizliktir. Yalnız yüce Allah'ın şeriatı bu yasalar ve gelenekler içinden dilediğini yeni baştan onaylayabilir. O takdirde bu yasa ya da gelenek Allah'ın şeriatının kapsamına girdiği andan itibaren meşrûluk ve yaptırım gücü kazanır.

CAHİLİYET DÖNEMİNDE KADIN

Haram evlilikler anlatıldıktan ve bu yasaklama yüce Allah'ın emrine ve direktifine bağlandıktan sonra insanların evlenme yolu ile fıtrî içgüdülerini tatmin edebilecekleri alanın anlatımına, yüce Allah'ın erkek ve kadınların hangi yoldan bir araya gelerek yuvalar oluşturmalarım, ev-bark kurmalarını sevdiğinin belirtilmesine ve yine O'nun bu kurumun önemine yaraşır temizlik, namusluluk ve ciddiyet içinde erkek ve kadının birbirinden yararlanmalarına ilişkin direktiflerinin irdelenmesine geçiliyor:

"Bunların dışında kalan kadınları, iffetli yaşamanız, zina işlememeniz şartı ile mehirlerini vererek nikâhlamanız size helâl kılındı. Bu kadınlardan sağladığınız faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda kararlaştırdığınız mehirlerini hakları olarak veriniz. Daha önce belirlenen mehri eşinizle anlaşarak yeni bir miktara bağlamanızın sakıncası yoktur. Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir." Yani, belirtilen bu yasak evlilikler dışında kalan evlilikler helâldir, serbesttir. Yalnız evlenmek isteyenler, kadınlara mehirlerini vereceklerdir, yoksa onların ırzlarını nikâhsız olarak para karşılığında satın almaya başvurmayacaklardır. İşte bu noktayı vurgulamak amacı ile ayette "İffetli yaşamanız, zina işlememeniz şartı ile..." buyuruluyor

Ayet, cümleyi tamamlamadan, sözün devamını getirmeden önce mehir vererek evlenme isteğini bu şarta bağlıyor, bu kayıtla sınırlandırıyor. Üstelik bu şartı sadece olumlu biçimde, yani "İffetli yaşamanız" şeklinde ifade etmekle yetinmemiş, bu anlamı bir de olumsuz biçimde dile getirerek "zina işlememeniz..." diye buyurmuştur. Maksat yasal düzenlemenin, hüküm getirmenin eşiğinde bu şartı daha da pekiştirmek, daha da açıklığa kavuşturmaktır. Diğer bir amaç da, yüce Allah'ın, gerek sevdiği ve gerekse nefret ettiği kadın-erkek ilişkilerinin somut biçimlerini iki zıt tablo halinde zihinlere işlemektir. O'nun sevdiği ve istediği kadın erkek arası ilişki biçimi evlilik, buna karşılık nefret ettiği ve kendisinden kaçınılmasını istediği kadın-erkek ilişki şekli de dost edinme ve metresliktir. Bu ilişkilerin her ikisi de cahiliye toplumunda bilinen ve normal karşılanan ilişkilerdi. Nitekim Hz. Ayşe (Allah ondan razı olsun) bu konuda şöyle diyor:

"Cahiliye döneminde dört türlü nikâh vardı:

1- Bunlardan biri insanların günümüzde de bilip uyguladıkları nikâhtır. Yani adam, birinin kızına ya da evlatlığına talip olur, arkasından mihrini vererek onu nikâhlardı.

2-
Cahiliye döneminde geçerli olan bir başka nikah şekli şöyle idi: Erkek, aybaşı kanaması kesilen karısına "Falancaya haber gönder de döl almak amacı ile kendisi ile cinsel ilişkide bulun" derdi. Karısının o erkekten gebe kaldığı anlaşılıncaya kadar ondan uzak durur ve kendisi ile cinsel ilişkide bulunmazdı. Kadının gebe kaldığı anlaşılınca adam, isterse karısı ile yatıp kalkmaya başlardı. Erkekler bu yola, soylu çocuk edinmek amacı ile başvuruyorlardı. Bu erkek kadın birleşmesine "Döl alma amaçlı birleşme" denirdi.

3-
Bir başka kadın-erkek arası birleşme biçimi de şöyle idi: On kişiden az sayıda bir erkek grubu bir arada bir kadına gider ve ayrı ayrı onunla cinsel ilişkide bulunurlardı. Kadın hamile kaldığı taktirde doğum yaptıktan birkaç gece sonra o erkeklere haber salarak kendilerini çağırırdı. Bu çağrıyı alan erkekler gelmemezlik edemezlerdi. Adamlar yanına gelince kadın "Marifetinizin ürününü tanımış oldunuz, onu doğurdum" şeklinde, bir giriş yaptıktan sonra o erkekler arasında kimi seviyorsa ona döner ve kendisine adı ile seslenerek "Ey falanca, bu çocuk senindir" derdi. Bunun üzerine çocuk o erkeğin sayılırdı ve adam bu işe itiraz edemezdi.

4- Cahiliye döneminde geçerli olan diğer bir kadın-erkek arası birleşme biçimi de şöyle idi:

Çok sayıda erkek bir arada bir kadının yanına giderlerdi. Kadın kendisine gelen erkeklerden hiç birini geri çevirmezdi. Bunlar kapılarına özel işaret olsun diye bir bez parçası asan genelev fahişeleri idi. İsteyen herkes onlarla yatmaya gidebilirdi. Bu tür kadınlardan biri gebe kaldığı takdirde doğum yapınca söz konusu erkekler bu kadın için bir toplantı yaparlar ve bu işi bir uzmanlar (bilirkişiler) gurubuna havale ederler, onlar da bu erkekler arasında kimi uygun görürlerse onu bu çocuğun babası ilan ederlerdi. Böylece çocuk o adamın soyuna katılır, onun oğlu olarak anılırdı. Adam bu karara karşı çıkamazdı." (Sahih-i Buhari ve Tercemesi)

Bu kadın-erkek birleşmelerinin üçüncü ve dördüncü biçimleri ayetin açıkça yasakladığı "zina" türünde ilişkilerdir. İster dost tutulan bir kadınla ve isterse bir genelev fahişesi ile yatıp kalkma biçiminde olsun, fark etmez. Bu ilişkilerin birincisi ise ayetin erkekleri teşvik ettiği namuslu evlenme biçimidir. Bu birleşme türlerinin ikincisine ise ne isim vereceğimizi bilemiyoruz!

Kur'an, burada yüce Allah'ın istediği kadın-erkek ilişki biçimini "koruma", `kollama", "sağlama alma" ve "gözetme" anlamlarına gelen "ihsan" kavramı ile tanımlıyor. Burada her erkeğin korunması ve gözetim altına alınması söz konusudur. Bu kavram bizim de benimsediğimiz kıraat şeklinde ism-i fail olarak "muhsanîne" ve başka bir kıraat şeklinde ism-i mefûl olarak "muhsanîne" biçiminde okunuyor. Sözünü ettiğimiz namuslu, sağlıklı ve iffetli birleşme biçimi bu okuyuşların her ikisinin de verdiği anlamı içerir. Bu anlam evin, aile yuvasının, çocukların; bu değişmez, köklü ye temelli esasa dayanan sosyal kurumun korunması, gözetim altında tutulmasıdır.

İkinci şekil de zinadır. Ayette kadın-erkek ilişkisini tanımlamak amacı ile kullanılan öbür terim "Sifah"tır. Bu terim "Suyun eğimli bir yatak, bir çukur boyunca akıtılması" anlamına gelen "safh" kökünün işteşlik (müşareket) ifade eden kalıbıdır. Yani burada erkek ile kadının ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir eylem meydana geliyor. Bu eylemde kadın ile erkeğin ortak katkısı altında, temiz soylu çocuk meydana getirmek, bu çocuğu gözetmek, eğitmek ve büyütmek amacı ile kullanılsın diye Allah tarafından verilmiş olan "hayat suyu"nu geçici bir haz, içgüdüsel bir dürtü uğruna "Eğimli bir toprak parçası bir çukur boyunca akıtılması" söz konusudur. Bu başıboş aldatma eylemi ne bu çifti kirlenmekten, ne ortaya çıkacak çocuğu telef olmaktan ve ne de aile yuvasını yıkımdan kurtaramaz.

Burada Kur'an-ı Kerim, iki kelime aracılığı ile iki ayrı hayat tarzını iki eksiksiz tablo halinde gözlerimizin önünde canlandırıyor. Bir yandan bu iki ilişki biçiminin pratik hayattaki mahiyetlerini tasvir ederken öbür yandan beğendiği ilişki biçimini övme ve hoşlanmadığı ilişki biçimini yerme amacını gerçekleştiriyor. Bu ifade, Kur'an üslûbunun en sanatsal örneklerinden birini oluşturur."

Mal vererek eş edinilmesi işleminin öncesinde yer alan şart açıklandıktan sonra mal vererek eş edinme işleminin nasıl olacağının anlatımına geçiliyor.

"Bu kadınlardan sağladığınız faydanın karşılığı olarak kendilerine aranızda kararlaştırdığınız mehirlerini hakları olarak veriniz."

Bu ifade, kadınların mehrini, onlardan yararlanmanın karşılığı olan bir hak, ödenmesi zorunlu olan bir borç olarak belirliyor. Erkek, daha önceki bir ayette tek tek sayılan yasaklı kadınlar dışındaki bütün kadınlardan yararlanabilir. Fakat bunun yolu, bu kadınlarla "ihsan" şartına bağlı kalarak, yani nikaha dayalı evlenme aracılığı ile eşleşmektir, başka bir şekilde onlara el sürmeye kalkışmamalıdır. Ayrıca erkek, evleneceği kadının mehrini de vermelidir. Mehir, kadının kesin ve belirli bir hakkıdır. Yoksä erkeğin kadına vereceği bir bağış, bir hediye, "Olmasa da olur" türünden bir cömertlik tezahürü değildir. Tersine yüce Allah tarafından verilmesi farz kılınmış bir kadın hakkıdır. Bunun yanısıra erkek kadına, cahiliye döneminin bazı uygulamalarında görüldüğü gibi, karşılıksız bir miras biçiminde sahip olamaz. Ayrıca erkek, cahiliye döneminin takas esasına dayalı evlilikleri gibi değiş-tokuş nitelikli bir yolla da evlilik yapamaz. Bu tür cahiliye dönemi evliliklerinde "Ben sana istediğin bir kızı ya-da kadını vereyim, karşılığında sen de bana kızını ya da evlâtlarını ver" şeklinde pazarlık yapılırdı. Başka bir deyimle kadınlar ya da kızlar birer hayvan ya da ticaret malıymışlarcasına birbiri ile takas edilirlerdi.

Ayet, mehrin kadının hakkı olan bir farz olduğunu belirttikten sonra karı ile kocanın, ortak hayatlarının gerekleri, karşılıklı duygularının bütünleştiriciliği uyarınca bu konuda yeni bir uyuşmaya varmalarının önündeki kapıyı açık bırakıyor. Şöyle ki:

"Daha önce belirlenen mehri eşiniz ile anlaşarak yeni bir miktara bağlamanızın sakıncası yoktur." Mehrin miktarı belirlendikten ve açıklandıktan, kadının diğer malları gibi istediği şekilde kullanabileceği öz malı ve hakkı olduğu kesinliğe kavuştuktan sonra kendisi isterse bu hakkının tümünden ya da bir bölümünden vazgeçebilir. Ayrıca erkek de daha önce belirlenen mehir miktarını arttırabilir. Bu onun arzusuna kalmış bir şey. Kısacası bu konuda karı ile kocanın karşılıklı özgürlük ve hoşgörü içinde diledikleri yeni bir karara varmalarının hiçbir sakıncası yoktur.

Bu cümlenin arkasından ayetteki bütün bu hükümleri ana kaynağına bağlayan ve dikkatlerimizi bu hükümlerin arkasındaki engin bilgiye ve ufuk açıcı hikmete çeken yorum cümlesi geliyor. Okuyalım:

"Hiç kuşkusuz Allah herşeyi bilir ve hikmet sahibidir."

Buhükümleri yasallaştıran, onları bilgiye ve hikmete dayalı olarak ortaya koyan O'dur. O halde müminin vicdanı, özellikle eşi ile arasındaki meseleleri ve genel olarak hayatının tüm gelişmelerini düzenleyen hükümleri nereden alacağını bilir. Bunun yanısıra bilgiden ve hikmetten kaynaklanan bu hükümler ile tatmin olur. Çünkü "Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir."

CARİYELİK OLAYI

Eğer müslüman erkeğin özel şartları özgür bir kadın ile evlenmesine elverişli değil ise özgür olmayan bir kadın ile yani bir cariye ile evlenebilir. Özgür bir kadın ile evlenebileceği güne kadar sabredemeyen, sıkıntı çekmekten ya da kötü yola sapmaktan çekinen erkeklere böyle bir kolaylık tanınmıştır. Okuyalım:
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

MURATS44

Özel Üye
Cevap: NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

]
AYET-İ KERiME
25- İçinizden mâli durumu mümin ve özgür kadınlarla evlenmeye elverişli olmayanlar. ellerini;,de bulunan mümin cariyeler ile evlensinler. Hanginizin imanı olduğunu en iyi Allah bilir. Hepiniz aynı soydansınız. Onlarla; namuslu olmaları, zinadan uzak durmaları ve gizli dost tutmamış olmaları halinde velilerinden izin alarak evleniniz. Ve kendilerine geleneğe uyacak miktarda mehir veriniz. Eğer evli iken zina islerler ise kendilerine özgür kadınlara verilecek cezanın yarısını uygulayınız. Bu, içinizden günaha gireceklerinden korkanlara tanınan bir imkândır. Yoksa eğer sabrederseniz sizin için daha iyi olur. Allah affedici ve merhametlidir.
] İslam dini "insan"a, onun fıtratına, gücüne, pratik şartlarına ve gerçek ihtiyaçlarına göre davranır: O, insanın elinden tutup onu, cahiliye bataklığından çıkararak İslâmî hayatın doruğuna tırmandırırken fıtratını, gücünü, pratik şartlarını ve gerçek ihtiyaçlarını göz ardı etmez. Tersine bu yüce doruğa tırmandırıcı yolu boyunca bu faktörlerin gereğine uyar.
Fakat İslâm, cahiliye realitesini alternatifi olmayan vazgeçilmez bir realite olarak kabul etmez. Cahiliye realitesi geriye götürücü, düşük düzeyli bir realitedir. İslâm, insanlığı bu realitenin bataklığından çıkarmak için geldi. İslâm "İnsan realitesi"ni onun fıtratına ve özüne bağlı olarak düşünür ve bu realiteden daha yüksek aşamalı bir seviyeye çıkmaya yetenekli olduğunu hareket noktası kabul eder. Başka bir deyimle insan realitesi, sadece cahiliye bataklığından her hangi bir cahiliye bataklığına bağımlı kalınarak, bu bataklığın içinde debelenmek değildir. Yüce Allah tarafından fıtratına katılmış yetenekleri sayesinde bu bataklıktan çıkarak yüceliklere doğru tırmanabilmesi de onun realitesinin bir parçasıdır. "İnsanın realitesi"ni tümü ile bilen yüce Allah'tır. Çünkü "İnsanın özünü, gerçek mahiyetini" O bilir; insanı yaratan ve içinde cirit atıp duran tüm duyguları tanıyan O'dur. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor:
AYET-İ KERiME
"Yaratan bilmez mi hiç? O lâtiftir ve herşeyden haberdardır." (Mülk Suresi, 14)

İlk İslâm toplumunda savaşlardan kalma esirler vardı. Bunlar için daha sonra gerekli önlemler alınacaktı. Bu önlem, ya onları karşılıksız olarak tek taraflı bir kararla salıvermek ya kendilerini müslüman esirlere karşılık serbest bırakmak veya müslümanlar ile savaşçı düşmanlarının arasındaki şartların türüne bağlı olarak para karşılığında özgürlüklerine kavuşturma şıklarından biri idi.

İslâmiyet bu pratik probleme, efendinin sahibi olduğu cariyesi ile cinsel ilişkide bulunmasını serbest bırakarak çözüm getirdi. Daha önce söylediğimiz üzere cariyelerin fıtrî realitelerini gerçekçi bir yaklaşımla ele almak için bu çareye başvuruldu. Cariyeler ile cinsel ilişkide bulunmak onların müslüman olanları ile evlenmek yolu ile olabileceği gibi kendilerini nikâhlamaksızın da mümkün idi. Bu konudaki tek şart, bir adet görme dönemi geçirmeleri ve böylece karınlarında "Daru'l-Harb"de kalan kocalarının çocuğunu taşımadıklarının ortaya çıkması idi. Fakat İslâm, bu cinsel ilişkide bulunma serbestisini sadece bu cariyelerin efendilerine tanımıştı. Diğer erkekler onlarla ancak evlilik yolu ile böyle bir ilişki kurabilirlerdi. Bu arada İslâm bu kadınlara toplumda namuslarını satarak para kazanmayı yasakladığı gibi efendileri tarafından yine para karşılığında kendi rızaları ile Pazarlaşmalarına da izin vermemişti.
İşte bu ayette bu cariyeler ile nasıl evlenileceği, nikâhlanmalarının hangi şartlar altında serbest olduğu anlatılıyor:

]"İçinizden mâli durumu mümin ve özgür kadınlarla evlenmeye elverişli olmayanlar. ellerinde bulunan cariyeler ile evlensinler."]

] İslâm, erkeğin mâlî imkânları elverdiği takdirde özgür kadın ile evlenmesini tercilı eder. Çünkü özgür kadının özgür niteliği onun için koruyucu bir zırh oluşturur, bu sayede o ırzını nasıl koruyacağını, kocasının namusunu nasıl gözeteceğini öğrenir. Burada bu kadınların "Korumalı" olmakla nitelenmeleri, hiç kuşkusuz evli olmaları anlamında değildir. Çünkü evli kadınları nikâhlamanın yasak olduğu daha önce belirtilmişti. Buradaki "Korumalı"lık terimi, bu kadınların özgür olmaları, özgürlük zırhının koruması altında bulunmaları, özgürlüğün vicdanlarına sağladığı ..nurluluğun ve hayatlarına kazandırdığı güvencelerin sakındırıcılığından yararlandıkları anlamını taşır.

Gerçekten özgür kadının bir ailesi, bir yuvası, bir çevresi, bakımını üstlenen yakınları vardır. Bu yüzden namusunun lekelenmesinden çekinir. İçinde, vicdanında şeref ve onurluluk duyguları egemendir. Bundan dolayı fuhuştan ve başıboş cinsel ilişkilerden kaçınır. Fakat özgür olmayan cariye üzerinde bu faktörlerin hiç biri etkili değildir. Bundan dolayı o evlendiği takdirde bile "Koruma zırhı içinde" değildir. Çünkü içinde kölelik günlerinin tortularını, kalıntılarını taşır. Bundan dolayı özgür kadın için varolan korunmuşluk, iffet ve onur onda bulunmaz. Üstelik lekelemekten çekineceği bir aile şerefi de yoktur. Bütün bunlara ek olarak bir cariyenin hür bir kocadan edineceği çocuklara şu ya da bu oranda köleliğin aşağılayıcılığı bulaşır. Bu ayetin koyduğu yasaya muhatap olan toplumda bütün bu faktörler geçerlidir.

İşte bütün bu faktörler yüzünden İslâm, özgür kadınlarla evlenebilecek imkânlara sahip olan müslüman erkeklerin cariyeler ile evlenmemelerini tercih etti ve cariyeler ile evlenmeyi maddî durumu normal evlilik yapmaya elverişli olmadığı gibi bekâr kalmanın sıkıntısına da katlanamayan erkeklerin yararlanabilecekleri bir kolaylık kabul etti.

Eğer müslüman erkekler bekârlıktan sıkılmışlar ise, gerek bu sıkıntının ve gerekse kötü yola sapma endişesinin baskısını içlerinde duyuyorlarsa İslâm önlerine dikilip kendilerini kolaylıktan, rahatlamaktan ve tatmin olmaktan yoksun tutmuyor. Bunun yerine böyle erkeklerin, başkalarının sahip olduğu mümin cariyelerle evlenmelerini serbest bırakıyor.

Fakat İslâm söz konusu özgür erkekler ile cariyeler arasında kurulmasını tercih ettiği tek ilişki biçimini belirliyor. Bu ilişki biçimi, daha önce özgür kadınların evlenmesinde öngörülen ilişki biçiminin aynısıdır ve şu şartları içerir:

1- Her şeyden önce bu cariyelerin mümin olmaları gerekir. Okuyalım:

"...ellerinizde bulunan mümin cariyeler ile evlensinler."]

] 2- Bu cariyelerin hakları olan mehir, efendilerine değil, doğrudan doğruya kendilerine verilecektir. Çünkü bu onların öz haklarıdır. Okuyoruz:

"Kendilerine geleneğe uygun miktarda bir mehir veriniz."

3- Cariyelere ödenecek bu meblağın mutlaka mehir adı altında ödenmesi gerekir. Bunun yanısıra onlardan metres ya da fahişe olarak değil, nikahlı eş olarak yararlanılacaktır.
Ayette geçen "Metres (hıdn)" deyimi belli bir erkekle gayri meşru ilişki kuran kadın anlamına gelirken "fahişe (sefiha)" deyimi isteyen her erkek ile yatıp kalkan kadın için kullanılır.

Okuyoruz:

"Onlar ile namuslu olmaları, zinadan (fuhuştan) uzak durmaları ve gizli dost tutmamış olmaları halinde velilerinden izin alarak evleniniz."

Yukarda okuduğumuz Hz. Aişe'nin hadisinde belirtildiği gibi o günlerin Arap toplumunda özgür erkek ve kadınlar arasında bu tür gayri meşrû ilişkiler oldukça yaygındı. Ayrıca köleler arasında da birçok fuhuş türleri yaygındı. O günün ileri gelenleri sahip oldukları cariyelerini bu iğrenç yoldan kendi hesaplarına para kazanmak için kullanıyorlardı. Meselâ aynı zamanda kabilesinin şefi olan Medine münafıklarının başı Abdullah b. Ubeyy b. Selul'un bu yoldan kendisine para kazandıran dört kadın kölesi vardı. Bu gayri meşrû cinsel ilişkiler cahiliye dönemi iğrençliklerinin kalıntıları idi. İslâm önce arapları ve arkasından insanlığın tümünü bu iğrençliklerin bataklığından çekip çıkarmak, arıtıp temizlemek için gelmişti.

Bunun yanısıra İslâm, hür erkekler ile bu "Kadın" köleler arasındaki ilişkiyi tek bir yola bağlamıştı. Bu yol evlenmek, aile yuvası oluşturmak amacı ile kadını belli bir erkeğe bağlayan nikâhlama yoludur. Hayvanlarda olduğu gibi cinsel içgüdülerin başıboş biçimde tatmin aramaları yolu tıkanmıştır. Yine İslâm, kadınlara hakları olan mihri versinler diye malı erkeklerin ellerine verdi. Yoksa bu mallar, metreslere ya, da fahişelere peşkeş çekilmek için verilmiş değildir.

İslâmiyet cinsel ilişkileri, köleler dünyasında da cahiliye bataklığının iğrençliklerinden arındırmıştır. İnsanlık her cahiliye geriliğinin pençesine düştüğünde bu bataklıkta debelenmektedir. Nitekim günümüzde dünyanın her yerinde insanların bu debelenişine tanık oluyoruz. Çünkü her yerde dalgalanan cahiliye bayrağıdır, İslâm sancağı değil.

Okuduğumuz ayetin gündeme getirdiği bu konuyu noktalamadan önce İslâm toplumunda özgür insanlar ile köleler arasındaki ilişkilerin özüne ışık tutan Kur'an üslubuna, bu dinin bu mesele karşısında daha onunla yüzyüze geldiği ilk günlerde nasıl bir tutum takındığına parmak basmalıyız. Âyet köle kadınlardan "kadın köleler", "cariyeler" ya da "dişi tutsaklar" diye söz etmiyor, onlardan söz ederken "kızlarınız (kadınlarınız)" ifadesini kullanıyor. Tekrar okuyalım:

"...ellerinizde bulunan mümin kızlarınızdan (kadınlarınızdan)..."

Görüldüğü gibi ayet, özgür olan ve olmayan insanlar arasında insanlık tabanına inecek şekilde köklü bir ayırım gözetmiyor. Oysa o günün dünyasında egemen olan inanç sistemleri, o çağın toplumlarında geçerli olan görüşler bu konuda böylesine köklü bir ayırımı olabildiğince ortaya koyuyorlardı. Bunun tam tersine ayet, özgür olan ve olmayan insanların aynı kaynaktan türediklerini hatırlatıyor, bu iki insan kesimi arasındaki irtibatın eksenini ortak insanlık bağı ile inanç bağının oluşturduğunu vurguluyor:

"Hanginizin imanlı olduğunu Allah bilir. Hepiniz aynı soydansınız." Ayrıca İslâm, bu tutsak kadınların sahiplerinden "efendi" diye değil, "aile, veli" diye söz ediyor. Okuyalım:
"Ailelerinin (velilerinin) izni ile onlarla evleniniz.']

] Yine İslâm, bu kadınların mehrini efendilerine vermiyor, mehri kendilerinin öz hakkı sayıyor. "Kölenin tüm kazancı efendisinindir" kuralı bu noktada geçerli değil. Çünkü mehir, bir kazanç türü değil, kadının kocasına bağlanmasından doğan bir haktır. Okuyalım:

"Kendilerine geleneğe uygun miktarda bir mehir veriniz"

Bunların yanısıra İslâm, bu cariyeleri ırzlarını para karşılığında satma aşağılığına düşürmüyor, tersine onları nikâhın, evliliğin koruyucu zırhı altına alarak onurlandırıyor. Okuyoruz:

"Cariyeler ile namuslu olmaları, fuhuştan uzak durmaları ve gizli dost tutmamış olmaları halinde... evleniniz." Görüldüğü gibi ayette yer alan bu dokunaklı direktiflerin tümü; bu konuda kadıncağızların insanlık onurunu okşama niteliği taşır. Özel şartların kendilerine empoze ettiği geçici konumları yüzünden insan olmaktan kaynaklanan temel haklarının zedelenmemesi gerektiği mesajını verir.

Oysa İslâm'ın geldiği günlerde dünyanın her tarafındaki yaygın cahiliye uygarlığının geçerli mantığına göre "insan" olma onuru sadece efendilere özgü bir imtiyazdı. Köleler bu onuru paylaşmaktan yoksundu. Bununla bağlantılı olarak onlar "İnsan" olmanın gerektirdiği diğer temel haklardan ve dokunulmazlıklardan da mahrumdu. Eğer İslâm'ın kölelere onur kazandırma çabasını, o günkü cahiliye zihniyetinin bu aşağılayıcı tutumu ile karşılaştırırsanız, bu dinin "İnsan"a onur kazandırma alanında ne büyük bir aşama gerçekleştirdiğini görürsünüz. Üstelik İslâm insana sağladığı bu saygınlığı her durumda gözetir, bu konuda kölelik gibi bazı insanların konumunu aşağı indiren geçici şartları engel saymaz.

Eğer İslâm'ın köleliğe ilişkin bu tutumu, savaş şartlarının doğurduğu bu geçici insanlık problemine yönelik yaklaşımı, günümüzün istilâcı ordularının ele geçirdikleri ülkelerin kızlarına ve kadınlarına karşı reva gördükleri iğrenç muamelelerle karşılaştırılırsa bu dinin bu alanda ne büyük bir aşama gerçekleştirdiği daha açıklıkla görülür. Dünyanın her tarafındaki istilâcı cahiliye ordularının kendilerine çektikleri "kadın-kız ziyafetleri"nin hikâyelerini, bu saldırgan güçlerin yerli halkın ırz ve namusuna yönelik pervasız cinayetlerini, maceralarını hepiniz duymuşsunuzdur. Öyle ki, bu pervasız saldırılara hedef olan toplumlar bu saldırganların işgalleri ortadan kalktıktan sonra uzun yıllar boyunca bu iğrenç cinayetlerin sosyal sarsıntılarına katlanmak zorunda kalıyorlar.

Sonra İslâm, bu tutsak kadınların evlilik zırhına büründükten sonra işleyecekleri fuhuş suçları için, normal kadınların bu tür suçlarına göre daha hafif bir ceza öngörüyor. Bu tutumu benimserken bu kadınların özel şartlarını göz önüne alıyor. Bu özel şartlar bu kadınları özgür kadınlara göre kötü yola düşmeye daha yatkın, kışkırtıcı faktörlere karşı daha az dirençli bir duruma düşürür. İslâm, kölelik konumunun, kadındaki psikolojik korunma refleksini zayıflattığı gerçeğini hesaba katar. Çünkü cariyeler kişisel onurdan ve aile şerefi bilincinden büyük oranda yoksundurlar. Oysa bu iki faktör özgür kadınları fuhuş işlemekten caydırma konusunda çok etkin bir rol oynar. Ayrıca İslâm, köle kadınların sosyal ve ekonomik şartlarını, bu şartların özgür kadınlarınkinden daha büyük oranda farklı olduğunu da göz önünde bulundurur. Bu farklı sosyal ve ekonomik şartlar cariyeleri, ırzları konusunda daha cömert davranmaya iter; kendilerine para ve doğacak çocuklarına soylu bir baba vaad eden erkeklerin ayartmalarına karşı onları daha dirençsiz duruma düşürür.

İşte bütün bu faktörleri hesaba katan İslâm, evlilik zırhı içine alınan cariyelerin işleyebilecekleri zina suçlarını, özgür bakirelerin evlenmeden önce işleyebilecekleri zina suçlarının cezasının yarısına çarptırmayı uygun görmüştür:

"Eğer (cariyeler) evli iken zina işlerler ise kendilerine özgür kadınlara verilecek cezanın yarısı verilir."

Besbelli ki, bu "yarı ceza", bölünebilen ceza için geçerlidir. Bu da sopa vurma cezasıdır. Taşa tutarak öldürme (recm) cezasında böyle yarıya indirme söz konusu değildir. Çünkü bu cezanın bölünmesi mümkün değildir. Buna göre eğer evli ve mümin bir cariye zina ederse bekâr bir özgür kadının çarptırılacağı cezanın yarısına çarptırılır. Bekâr bir cariye bu suçu işlediği zaman nasıl bir cezaya çarptırılacağı konusu ise fıkıh bilginleri arasında tartışmalıdır. Acaba bu durumdaki cariyeye yine özgür ve bekâr kadınlara verilecek cezanın yarısı mı verilecek ve bu ceza devlet başkanının (imamın) gözetimi altında mı uygulanacak, yoksa ona uslandırma amacı güden, evli cariyelerin cezasından daha hafif caydırıcı bir ceza mı biçilecek ve bu cezayı uygulamada efendisi mi yetkili olacak? Bunlar fıkıh kitaplarında ayrıntılarına başvurulacak tartışmalı konulardır.

Bu arada, "Kur'an'ın Gölgesinde" İslâm'ın, insanların ellerinden tutup onları doruğa doğru çıkarırken içinde bulundukları pratik şartları nasıl bir titizlikle göz önüne aldığına parmak basmak istiyoruz.

Dediğimiz gibi bu din, insanların içinde bulunduğu pratiği göz önünde bulundurur, fakat pratiklik ve gerçekçilik bahanesine sığınarak onları bataklıkta debelenmekle baş başa bırakmaz.

Yine, cariyelerin hayatını etkileyen çevre faktörlerini, bu faktörlerin evli cariyeleri bile erkeklerin ayartıcı vaadleri karşısında kötü yola düşmeye yatkın ve dirençsiz duruma düştüğünü hiç kuşkusuz biliyor. Bu yüzden bu pratik gerçeği göz ardı edip onların zina suçu işleyenlerine özgür kadınlarınki kadar ceza biçmiyor. Fakat bu pratik gerçeğe kesin bir egemenlik tanıyarak onları suçlarının cezasından tamamen muaf tutmayı da uygun görmüyor.

Burada bütün faktörleri ve bütün şartları hesaba katan dengeli bir tutumla, orta yolu benimseyen bir uygulama karşısındayız.

Bunun yanısıra İslâm, kölelerin sosyal statü düşüklüğünü, onlara verilecek cezaları ağırlaştırıcı bir gerekçe olarak kullanmaya da yanaşmamıştır. Oysa o günün cahiliye dünyasının her tarafındaki tutum ve uygulama bu yolda idi. Yani o zamanın yaygın ceza anlayışı toplumun alt sınıfları ile üst sınıfları arasında ayırım güdüyor, üst sınıfların suçlarını hafif cezalar ile geçiştirirken alt sınıfların garip suçlularına katmerli ve ağır cezalar veriyordu.

Meselâ ünlü Roma kanunlarındaki uygulamaya göre sınıf düzeyi düştükçe yani aşağı sınıflara doğru inildikçe cezalar ağırlaşıyordu. Nitekim bu kanunların bir maddesinde şöyle deniyordu; "Kim bir namuslu dulu ya da bir bakireyi baştan çıkarırsa eğer yüksek sınıftansa cezası malının yarısına el konulması ve eğer aşağı sınıftan ise sopalanarak dövülmesi ya da sürgün edilmesidir."

Öte yandan "Manuşastr" kanunları diye bilinen ve "Manu" adlı bir mitolojik Hind düşünürü tarafından düzenlenen Hind kanunlarına göre "Eğer Brahman kastına mensup bir seçkin, ölümü gerektirecek bir suç işlerse hakim onun sadece başını traş edebilir, ama eğer ölüm cezasını hak eden suçlu Brahman kastından değilse öldürülür. Eğer bir parça bir Brahmana şiddet amacı ile el ya da sopa kaldırırsa eli kesilir."

Bu arada yahudiler arasında egemen olan ceza hukuku anlayışına göre eğer eşraftan biri hırsızlık ederse kendisine ilişilmez, buna karşılık aşağı sınıftan biri hırsızlık ederse suçunun gerektirdiği cezaya çarptırılırdı." (Buhari, Müslim, Tirmizî, Neseî ve İbn-i Davud'un ortaklaşa kaydettikleri hadis')

İslâm ise hakkı yerine oturtmak ilkesi ile geldi. Bunun sonucu olarak bütün pratik etkenleri göz önüne almak şartı ile kimliğine bakmaksızın her suçluya hakkettiği cezayı verme prensibini yasallaştırdı. İşte bu düşünce ile evlendikten sonra zina işleyen cariyeler için, aynı suçu işleyen özgür ve bekar kadınlara verilecek cezanın yarısını öngördü. Böylece onları tamamen cezadan muaf tutmadı. Eğer öyle yapsaydı, onları yaptıkları her davranışı dış şartların baskısı altında yapanı ortaya koyan yoksun robotlar gibi kabul etmiş olurdu ki, bu yaklaşım gerçeğe aykırı olurdu. Buna karşılık onların özel şartlarını görmezlikten gelerek kendilerini özgür kadınlarınki ile aynı olan bir cezaya çarptırmayı da uygun görmedi. Çünkü cariyelerin içinde bulundukları şartlar ile özgür kadınların şartları birbirinden farklı idi. Ayrıca cahiliye uygulamalarında görülen zavallılara ağır cezalar verip seçkinleri kayırma adaletsizliğinden de titizlikle uzak durdu.

Günümüzde Amerika'da, Güney Afrika'da ve dünyanın daha bir çok ülkesinde egemen olan modern cahiliye uygarlığında .aynı ayırımcı mantığın geçerli olduğunu görüyoruz. Bu toplumlarda "beyaz"lar tarafından işlendikleri takdirde hoşgörü ile karşılanan nice suçlar "siyah"lar tarafından işlenince ağır cezalara çarptırılır. Demek ki, cahiliye her zaman ve her yerde aynı cahiliye olduğu gibi İslâm da her yerde ve her zaman da yine aynı İslâm'dır.

Okuduğumuz ayet, cariyeler ile evlenme izninin bekârlık sıkıntısından ya da kötü yola sapmaktan çekinen erkeklere tanınmış bir kolaylık olduğunu vurgulayarak sona eriyor. Buna göre bekârlık bunalımına düşmeksizin ve kötü yola sapmaksızın özgür ve mümin bir kadınla evlenme imkânı doğacak güne kadar sabretmek daha hayırlıdır. Çünkü daha önce değindiğimiz gibi cariyeler ile evlenmenin, beraberinde getirdiği birçok olumsuz sonuçlar vardır. Okuyoruz:

"Bu içinizden günaha gireceklerinden ve bunalıma düşeceklerinden korkanlara tanınan bir imkândır. Yoksa eğer sabrederseniz sizin için daha iyi olur. Allah affedici ve merhametlidir."]

] Yüce Allah, kullarını baskı altında tutmak, sıkıntıya sokmak ve kötü yollara düşürmek istemez. Gerçi kulları için uygun gördüğü din onların yücelmelerini, hayvansal içgüdüleri aşmalarını, yüksek doruğa tırmanmalarını ister, ama O, bütün bunları onlardan fıtratlarının, potansiyel güçlerinin ve gerçek ihtiyaçlarının sınırları içinde ister. Bundan dolayı İslâm kolay uygulanabilir bir hayat sistemidir. Fıtratın kapasitesini göz önünde bulundurur, ihtiyacı bilir ve kaçınılmazlığı takdir eder. Püf noktası şurası ki, İslâm hayvanlık düzeyine doğru alçalmakta olanlara alkış tutmaz, bataklığa doğru baş aşağı inmekte olan bu tür zavallıların karşısına geçerek "Bravo size, geri gitmekle ne iyi ediyorsunuz" demez, onların seviye kaybetmelerine, aşağılaşmalarına övgü düzmez; onları yükselmek, yukarılara çıkmak için sürekli çaba göstermekten, içgüdülerin ayartıcılığı karşısında yeterince direnç göstermemenin sorumluluğundan muaf tutmaz.

Görülüyor ki, İslâm, burada erkekleri, özgür kadınlarla evlenecek imkânlara kavuşacakları güne kadar sabretmeye teşvik ediyor. çünkü özgür kadınlar, psikolojik bakımdan evlilik zırhının koruması içine girmeye daha yatkındırlar, ideal yuva kurmaya daha elverişlidirler. Doğacak çocuklarına onur bahşetmeye, genç kuşakların bakımına özen göstermeye, kocalarının yatak namusunu korumaya daha yeteneklidirler. Fakat eğer erkek böyle bir sabrın yol açacağı baskının sıkıntısından, bunalımından çekiniyorsa, ya da içgüdülerinin baskısı:.n katlanamayarak gayri meşrû cinsel tatmin yollarına sapacağından korkuyorsa, önünde anlattığımız bu kolaylık-vardır.

Bu arada ayette cariyelerin itibarlarını yükseltmeye büyük çapta özen gösteriliyor, onlar için onur kazandırıcı ifadeler kullanılıyor. Meselâ ayete göre bu cariyeler "Sizin kızlarınız"dır. Efendileri onların "Aileleri, velileri"dir. Bütün insanlar, özgür-köle ayırımı söz konusu olmaksızın aynı soydan geliyor. İnsanlar arasındaki ortak bir bağ imandır. İmanı da en iyi bilen Allah'tır. Cariye;er;, mehirlerini vermek farzdır. Onlarla ilişki kurmanın yolu evlenmektir, metres tutmak ya da paralı fuhuş yoluna sapmak değildir.

Ayrıca bu kadınlar, yuvalarının namusuna yönelik suçlarından dolayı sorumlu tutulacaklardır. Fakat kendilerine yumuşak, hafifletici ve özel şartlarını göz ardı etmeyen bir hoşgörü ile yaklaşılacaktır. Şimdi de ayetin son cümlesini okuyoruz:

"Hiç şüphesiz Allah affedicidir, merhametlidir." Bu uyarıcı sonuç cümlesi bir yandan cariyelerle evlenmeyi zorunlu kılan psikolojik duruma, öbür yandan da bu kadınların cezalarını hafifletme uygulamasına yorum getiriyor. Çünkü yüce Allah'ın affediciliği ve merhameti her suçun ve her zorunlu durumun arkasındadır.

ALLAH'IN HÜKMÜ]

] Arkasından yüce Allah'ın bu İslâm sisteminde evlilik ve aile kurumuna ilişkin tüm hükümlerini kapsayan birbirine bağlı üç tane ayeti geliyor. Yüce Allah'ın bu hükümleri yasallaştırmaktaki amacı müslüman toplumu daha önce içinde debelendiği cahiliye bataklığından çıkarmak, bu toplumu psikolojik, ahlâki, sosyal yönlerden sonraları görülen yüksek, parlak ve temiz doruğa tırmandırmaktır. Okuyacağımız bu yorum ayetleri, yüce Allah'ın bu hayat sistemini, bu hükümleri, bu yasal düzenlemeleri ve bu sosyal kurumları ortaya koymakla dilediklerinin mahiyetini, bunun yanısıra şehevî içgüdülerine uyarak yüce Allah'ın sistemine sırt çevirenlerin asıl maksatlarının ne olduğunu açıklıyor:
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Cevap: NİSÂ Suresi Latin Harfli Okunuşu ve Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

Emeklerinize sağlık Allah razı olsun sizlerden.
 
Üst Alt