Ebu Nasır El Farabi hayatı, Ebu Nasır El Farabi kimdir? ( 870 - 950 )
Ebu Nasır El Farabi ; Ebu Nasır El-Farabi Kıpçak bozkırlarından çıkmış büyük ansiklopedist âlim, düşünür, filozof, matematikçi, edebiyat ve musiki araştırmacısı, şairdir. Tam adı: Ebu Nasır Muhammed ibn Tarhan ibn Uzlug el Farabi’dir. Geleceğin bilgini önceleri doğduğu şehir Otrar Medresesinde, daha sonra Şaş (Taşkent), Semerkant, Buhara, Mısır, Halep ve Bağdat şehirlerinde eğitim alarak bilimde kendini geliştirdi. O dünya bilim ve kültürünün (Aristo’dan sonra) ikinci öğretmeni adını aldı. Dünyanın ikinci öğretmeni el Farabi yetmişe yakın dil biliyordu. Onun felsefe, fen bilimleri, astronomi, matematik, tıp mantık, etika, metafizik, coğrafya, edebiyat araştırmaları, dil bilimi ve musiki gibi bilim alanlarında 164 risale yazdığı bilinmektedir.
Ebu Nasır El Farabi ( 870 - 950 )
Bu büyük bilgenin bu çalışmalarından günümüze ancak kırk kadarı ulaşmıştır. Farabi edebiyat teorisiyle de geniş çaplı meşgul olmuştur. Edebiyat teorisi ile ilgili birçok çalışma yaptığını eserlerinin günümüze ulaşan listesinden biliyoruz. Arap bilgini ibn Ebi Useybia’nın (1203-1270) söylediğine göre, Farabi’nin şiir yapısını inceleyen Şiir ve Kafiye Hakkında Söz, Şiir Ritmi ve Şiir Sanatının Kuralları Risalesi isimli çalışmaları vardır. Bu alanda bize tam olarak ulaşan iki incelemesi özellikle dikkat çekicidir. Şiir Sanatı isimli ilk çalışması esasen Arap şiirinin teorik meseleleriyle ilgilidir. Burada şiirin içeriği ve biçimi arasındaki uyum meselesi ve beyit, gazel, mesnevi vb. söz konusu edilir. Şiir Sanatının Kuralları Risalesi isimli ikinci çalışmasında Farabi Yunan şiirinin konuları, terminolojisi ve şiir ölçütlerini ele alır.
Son yıllarda Farabi’nin daha önce ilim âlemine meçhul olan çok değerli bir eseri Bratislava Üniversitesi’nin kütüphanesinde bulundu. Arapça kaleme alınan bu bilimsel eser Şiir Kitabı adını taşımaktadır. Bu eseri Arapça’dan Özbekçe’ye çevirip önsöz ve bilimsel izahlar yazarak kitap halinde yayınlayan ünlü Özbek âlimi A. İrisov oldu.
Farabi’nin Şiir Kitabı hacim bakımından küçük bir eserdir. Eserin başlangıçta geniş kapsamlı yazılmış olması da ihtimal dâhilindedir. Daha sonra bazı sebeplerden dolayı kitabın hacmi mahsustan kısaltılarak bize sadece özet halinde ulaşmış olması mümkündür. Farabi’nin bu araştırması kitap olarak muhafaza edilmemiştir. Büyük âlimin on iki bölümden oluşan mantık alanındaki kitabının içine eklenerek onunla birlikte ciltlenmiştir.
Farabi Şiir Kitabı’na şu sözlerle başlar: “Şiirle haşır neşir olan birçok milletlere bakıldığında, Araplar şiirlerinde beyitin son tarafına daha çok önem verirler. Bu yüzden Arap beyitleri belirli ölçülerle sınırlanan kelimelerle ikmal edilir ve güzelleştirilir. Bu da onlarda nadir kullanılan veya halka meşhur olan kelimelerle gerçekleştirilir. Daha önce ifade edilen beyitlerdeki kelimelerden doğan mana bizim bahse konu ettiğimiz şey ile olaylara benzeyen özenti olsa gerek. Böyle durumda kullanılan bileşik kelimeler ritimli, belirli parçalara bölünmüş olmalı ve hatta oradaki herbir ritm, hece ve boğum sayısının da sınırlı olması şarttır. Şiirin her bir ritminde kullanılan kelime parçaları düzeninin de kendine özgü sınırı olur.
Şiir dizelerindeki herbir hece boğumundaki ritm düzeni ve diğer dizelerdeki düzenin kendi aralarında uyumlu olması gerekir. İşte bu şekilde daha önce ifade edilen şartların yerine getirilmesi sonucunda, şiirin herbir parçası okunduğunda kendi aralarında aynı anda okunur. Herbir ritmde kullanılan beyit kelimelerinin de belirli bir düzeni, sınırı vardır. Burada beyit kelimelerinin son tarafı da sınırlandırılmıştır. Ya sesler tam kendisi gibi olmalı veya sesli okunduğunda denk gelen kelimeler olmalıdır.
Beyitteki kelimelerde, konu ne hakkında ise, ona benzer olmalı ve simgeli olarak söylenmelidir. Bununla birlikte beyitlerin birbirleriyle kafiyeli olması da talep edilir. …Ancak Yunan şairi Homeros’un fiil kullanmasına bakarsak, o kendi şiirlerinde mısralarındaki son kelimelerin uyumlu olmasına önem vermez…” (187, 13-14).
Farabi bu eserinde “beyit kelimelerinin son tarafı da sınırlandırılmıştır” şeklinde görüş bildirir. Bunu şiirin sonu birinci bölümde nasıl geldiyse, ikincisinde de öyle gelmesi gerekir diye anlamak gerekir. Burada Farabi kendi arasında kafiyeli kelimeler hakkında bilgi vermekte olsa gerek. Çünkü, böyle durumda, bölüm sonundaki harfler ve sesler her zaman aynı olur, özellikle son heceler böyledir.
Ayrıca Farabi “beyitteki kelimelerde konu ne hakkındaysa, ona uygun simgeli bir şekilde söylenmesi gerekir” der. Orta Çağ filozofları tabiattaki herbir olgunun etkisinin toplumsal hayatta aynı şekilde tekrarlanıp, kendi yansımasını bulacağını düşünmekteydi. Bu yüzden tabiat ile hayattaki olguları dile getiren ozanlar onları “tabiata özenen” olarak isimlendirmektedir. Ancak burada Farabi belagat sanatındaki benzetme hakkında bilgi vermektedir. Demek ki, o hayattaki her olayın sadece benzetme yoluyla ve imge aracılığıyla ancak okuyucuya ulaşacağı fikrini ima etmektedir.
Ebu Nasır el Farabi Şiir Kitabı’nda şiirin bazı teorik meseleleri, şiirin kompozisyon yapısı, dörtlükleri, ölçüsü ve kafiyesi gibi konular üzerinde durduktan sonra, şiirin tüm unsurlarının şairin söylemekte olduğu düşünce sistemine uygun olması gerektiği sonucuna varmaktadır. İyi bir şiirde hiç zaman başı sonu olmayan ve eğreti duran dörtlük veya bölüm olamayacağını ikaz eder.
Şiir Kitabı’nda söylenmek istenen ana fikre göre, şiirin iç muhtevası ve manası ile dış biçiminin kendi arasında uyum sağlayarak mantık açısından bütünlük oluşturmalıdır. Manzum eserin ancak herbir hecesi, boğumu, kafiyesi, sesi, ölçüsü vb. birbirleriyle ahenkli olduğu takdirde, okuyucunun beğenisini kazanır. Yetenekli şair bir usta gibi, basit kelimelerden bile hayret verici ürünler çıkartabilir. Farabi’nin edebi mirasının anlaşılmasında onun son zamanlarda bulunan Şiir Kitabı’nı etraflıca inceleyip öğrenmenin ehemmiyeti büyüktür.
Farabi’yi şiirin doğasını derin araştıran bir bilim adamı olarak tanıtan çalışmalarından biri Şiir Sanatının Kuralları Risalesi’dir. Bunu Londra’da Hindistan Bürosu (Indian Office) kütüphanesinin ünlü şarkiyatçısı Arthur Arberry 1937’de bulmuştu. Bu çalışmanın Aristotel’in Poetika isimli eserinin etkisiyle yazıldığı biliniyor. Elbette Poetika’da geçen eski Yunan edebiyatının konuları, terminolojisi ve şiir ölçüleri gibi hususlarını bilmeyen bir kimseye Farabi’nin risalelerini anlayarak okuması zordur. Bu sebeple biz şiir sanatının kurallarına atfedilen çalışmanın bazı kısımlarına kendimize göre izahat vermeyi uygun gördük. Farabi Şiir Sanatının Kanunları isimli risalesinde hocası Aristotel’in Poetika isimli çalışmasına referans vererek şiir yazımındaki şair ustalığı ve sanat hakkındaki bilimsel görüşlerini ortaya koyar.
Farabi şiirde iki çeşit olgu olduğunu söyler. Onlardan birincisi sofistika, ikincisi ise özenmedir. Farabi bunların iki aynı kaynaktan beslenen değil, hatta ikisi birbirine zıt olan kavramlar olduğunu söyler. İkisinin de amacının iki farklı yönde olduğunu söyler: “Sofist dinleyici zihninde varlıktan başka, ona zıt herhangi bir hayal doğurur, o yüzden var olanı yok, yok olanı var olarak düşünür. Bunun aksini düşünen dinleyicisini eşgüdüme göre düşünmeye sevk eder. Ona duyguları yardımcı olur”.
Farabi’nin şair düşüncesiyle yorumlama, şiir ölçüsü ve içeriği konusundaki fikirlerini somut bir biçimde anlamak için risaleyi biraz daha okuyalım: “Şair yorumunu ölçüsüne veya muhtevasına göre gruplamak mümkündür. Ölçüsüne göre gruplama ahenge veya vurguya yorum hangi dilde yapıldığına bağlıdır ve aynı zamanda musikinin seviyesiyle de ilişkilidir. İçeriğine göre bilimsel yorum, isabetli tahmin şiiri analiz edenin, şiirsel manayı inceleyenin, çeşitli halk şiiri ve onun herbir ekolunü bilenlerin alanına girer” .
İşte Farabi bu durumları ifade ettikten sonra, eski Arap ve Farsi şiir ve destanlarını araştıranların bu halkların şiirini mizah, şiir, koşma, komedi, gazel, bilmece ve diğer türlere tasnif ettiğini hatırlatır. Bununla birlikte Farabi kendi yaşadığı devirde ve eski dönemlerde birçok halkların şairleri efsane ve ölçü arasına sınır koymadığına okuyucunun dikkatini çeker. Şiirdeki böyle bir durumdan sadece eski Yunanlıların hariç tutulması gerektiğine işaret eder. Çünkü Yunanlılar her bir şiirsel konuya özel bir ölçü kullanmıştır.
Böylece Farabi Yunan şiirini aşağıdaki gibi gruplara tasnif ederek anlatır: trajedi, ditiramp, komedi, yamb (iambos), drama, destan, diagramma, satira, epika, retorika, amfigenesis (kozmogoni), akustik.
Elbette bu ifade edilen şiir türleri günümüz edebiyatına iyice yerleşmiş edebi türlere dönüştüğü muhakkaktır. Ancak, Farabi’nin ifade ettiğine göre, bir zamanlar bunların hepsi şiirin çeşitleri olarak görevini ifa etmişti.
Farabi Yunan şiirine has bu şiir türlerinin herbirine kendine göre tespit yapar: “Trajedi dediğimiz özel ölçüsü olan, herkese, yani hem dinleyiciye ve hem de söyleyene zevk veren bir şiir türüdür. Onda özenmeye layık örnek alınacak yerinde olay vardır: Onda yöneticiler ve şehir ileri gelenleri övülür. Şiir okuyucuları genelde onu hükümdarlar önünde büyük bir ustalıkla okurlar. Eğer hükümdar ölürse, trajedi yerine bazı makamlar ilave ederek ölene ağıt yakarlar.
Ditiramp trajediden iki misli fazla ölçüsü olan şiir türüdür. Onda da genel olarak beyzadeler hakkında övücü şeyler, insanlığa has iyi şeyler söylenir. Ditirampta çoğunlukla hükümdarlara övgü yapmaya çalışılır. Fakat esasen genel olarak hayırlı işler dile getirilir.
Komedi ise özel bir ölçüsü olan şiir türüdür. Ona yersiz, uygunsuz durumlar konu edilip fertler, huy ve davranışların olumsuz yönleri konu edilir. Bazen insan ve hayvana mahsus davranışlar ve dış görünüşteki biçimsiz durumlar hicvedilir.
Yamb özel ölçüsü olan şiir türüdür. Onda halka malum olan olumlu ve olumsuz durumlar dile getirilir. En önemlisi konu halka geniş çaplı malum olmalıdır. Mesela, atasözleridir. Şiirin bu türü tartışma, rekabet ve savaşta, öfke ve rahatsızlık duyulduğu zamanlarda kullanılır.
Drama bir önceki türde olduğu gibi şahıslarla ilgili atasözleri ve deyişler girer.
Destan oldukça sanatsal ve olağandışı duygusallık gücüyle zevk veren şiir türüdür.
Diagramma kanun koyucuların kullandığı şiir türüdür. Onda insanları bekleyen talihsizlik tasvir edilir (eğer edep dışına fazla çıkmış ise).
Epika ve retorik eski idare ve hukuk şekillerini dile getiren şiir türüdür. Bunda hükümdarların feraseti, yiğitliği, seferleri ve başlarından geçen ilginç durumlar anlatılır.
Satira müzisyenlerin bulmuş oldukları şiir türüdür. Bu ölçüyü onlar şarkılarında kullunmış ve bunun aracılığıyla vahşi hayvanlara normalde yapmadıkları çeşitli davranışları yaptırırlar.
Poema güzellik ile kabalığı, düzenlilik ile düzensizliği dile getiren şiir türüdür. Bu hususta her şiirin türü anlatacağı konuya güzellik ve estetik, ahenk ile uyumsuzluğa uygun düşer.
Amfigenesis fen bilimlerini anlatan aydınların bulmuş oldukları şiir türüdür. Şiirin tüm türlerinden şiir sanatına en uygun düşeni budur.
Akustik öğrenciyi müzik sanatına öğreten şiir türüdür. Onun tek faydası budur, başka bir yararı yoktur” .
Şiir Sanatının Kuralları isimli risalesinde Farabi şairleri üç grupta ele alır ve her bir gruba kendine göre sıfatlar verir. Birinci gruba Farabi doğal yeteneği yüksek ve güzel benzetmeler bulmaya oldukça eğilimli, fakat şiir sanatının sırlarını, yani teorisini pek fazla bilmeyen şairleri sokar. İkinci gruptakileri ise şiir sanatıyla iyice haşır neşir şairler olup bunlar şiir yazma kanunlarını da, tasvir kurallarını da kullanmaya ustadır. Üçüncü gruptakiler yukarıda ifade edilen iki şair grubuna özenenler denilebilir. Bunların henüz kendi yazı stilleri tam oturmamıştır.
Farabi bizim bahse konu ettiğimiz eserinde eski dönemdeki Arap, Farsi ve Yunan şiirinin tarihi, konusu, kompozisyon yapısı, ölçüsü, dörtlüğü, ritmi, bölümü, hecesi, boğumu, kafiyesi ve biçimi gibi meseleleri bir edebiyat araştırmacısı olarak etraflıca incelemektedir.
Ayrıca Ebu Nasır El Farabi’nin kendisi de döneminin önde gelen şairlerden biridir. Bu hususta Farabi’nin çağdaşları ve ondan sonra yaşamış Doğu’nun önemli şairleri, edebiyatçıları ve tarihçileri de yazdıkları eserlerinde birçok bilgiler vermektedirler. Mesela, ünlü Arap tarihçileri İbn Ebi Useybia (1203-1270) ve İbni Hallikan (1211-1282) eserlerinde Farabi’nin Arap ve Farsi dillerinde yazılmış şiirlerinden alıntılar vermektedirler. Böyle şiirlerin bazıları yakın zamanda yayınlanan edebi antolojilere girmiştir. Bu şiirlerin birinde şu dizelere rastlıyoruz:
Esâr-e vucûd hâm-o nâ-pohte bemând,
Vân goher-e bes şerîf nâ-softeh bemând.
Her kes be delil-i akl çîzî goftîd
Ân nokte-i asl bûd nâ-gofte bemând
(Manası: Varlığın esrarına dokunulmadan aynı şekilde kaldı. Ve bu değerli cevher kullanılmadan kalmaktadır. Herkes kendi aklı yettiğince yorumlamaya çalıştı. Yine de söylenmesi gereken esas nokta ise söylenmeden kalmaktadır.)
Bir başka misal verelim:
Ey ân ke şomâ pîr-o jevân dîdârîd
Ezregh pûshân-e in kohen dîvârîd
Tefli ze Şomâ dar bere mâ mahbûs est
Û râ be khelâs hemmet begomârîd
(Manası: Ey genç görünen yaşlı insanlar! Sizler bu eski cihanın sûfîleri gibisiniz. Sizin nefsiniz bu dünyada hapiste bulunmaktır. Kendinizi maddiyat tutkusundan kurtarıp maneviyata gönül bağlayınız.)
İslamî dönem edebiyat ile Kazak ozan şairlerinin şiiri arasındaki edebi gelenek devamlılığını araştırmada akılda tutulması gereken önemli bir husus vardır.
Herhangi bir halk edebiyatındaki gelenek devamlılığı, o toplumdaki tarihi devamlılığın da ayrılmaz bir parçasıdır. Tarihi devamlılık olarak kast ettiğimizin ise öncelikle akıl ve feraset devamlılığı olduğu malumdur. Mesela, Farabi’nin felsefi, sosyo-etik düşünce ve yorumları kendinden sonraki dönemlerdeki düşünürlerin eserlerinde gelenek devamlılığını buldu. Mesela, Farabi Akıl Üzerine Risale isimli eserinde insanın akıl ve feraset yeteneklerine derinlemesine analiz yaparken onu potansiyel akıl [akl bi'l-kuvve], fiili akıl [akl bi'l-fi'l], edinilmiş akıl [akl müstefad] ve faal akıl [akl el-fa'al] gibi felsefi kategorilere ayırarak inceler. Farabi “edinilmiş akıl” hususunda bilgi verdikten sonra insanın doğuştan akıllı ve bilgili doğmayacağını, aklın kendisi zamanla duyarak, görerek geliştiğini hatırlatır (5, 30-33). Ayrıca Farabi’nin Devlet Adamlarının Deyişleri isimli çalışmasında insandaki iyi ve kötü özelliklerin hepsinin doğuştan değil, zamanla içinde bulunduğu toplumsal hayata uygun bir şekilde değişmekte olduğunu söyledikten sonra, şu yorumu yapmaktadır: “Bir insan dokumacı veya katip olarak doğmayacağı gibi, iyilik ve kötülük gibi hasletler de insana doğuştan gelmez. Ancak insanın iyilik veya kötülüğe yaradılışından eğilimli olması mümkündür. Bu yüzden ona başka davranışlardan ziyade eğilimli olduğu davranışları yapmak kolay gelir… Sanat alanındaki herşeye doğuştan yetenekli bir kimsenin olmasının gerçekle bağdaşmayacağı gibi, iyilik, ahlak ve aklın hepsine yaradılışından tam eğilimli insanın da olması gerçek dışıdır ve mümkün değildir” .
Farabi’nin akıl hakkındaki bu felsefi düşüncesini arada dokuz asır geçtikten sonra Kazak toplumunun yeni tarihi şartlarında Abay Kunanbayoğlu devam ettirmiş görünmektedir. Abay “On Dokuzuncu Sözünde”: “İnsan doğumunda şuurlu olmaz: işiterek, görerek, tutarak ve tadarak dünyadaki iyiliği ve kötülüğü tanır ve bu şekilde bilmesi ve görmesi çok olan kişi bilgili olur. Ferasetlilerin sözlerini dinleyen kimsenin kendisi de ferasetli olur. Ferasetlilerden duyduğu ve öğrendiği iyi hasletlere önem verip kötülüklerden korunursa o zaman faydalı olur, o zaman ona adam derlerse olur”, - demektedir . Ayrıca Farabi’nin ilim öğrenmedeki aklın rolü hakkındaki felsefi düşüncesini Abay “On Dokuzuncu Sözünde” oldukça iyi bir şekilde izah etmektedir: “İlmi ilk başta çocuğun kendisi arayıp bulamaz.
Başlangıçta zorlamayla veya aldatmacayla onu ilme alıştırmak gerek, ta ki, alıştıktan sonra kendisi ilim arayacak duruma gelene kadar. Ne zaman bir çocuk ilmi aşkla arayacak bir hale gelir, işte o zaman onun ismi insan olur”. Farabi’nin bahse konu ettiğimiz eserinde “can kuvveti” hakkında kullandığı kavram ve terminolojiler aynen Abay’ın nesir yazılarında tekrarlanması tesadüf değildir. Farabi “Akıl ve feraset gücü insanın düşünmesi, yorumlaması, ilim ve sanatı anlaması, iyi ve kötü davranışları birbirinden ayırt etmesine yardımcı kuvvettir” demektedir .
Farabi’nin Faziletli Şehir İnsanlarının Görüşleri isimli felsefi risalesinde “gayret”, “akıl” ve “yürek” gibi kavramları izah ettikten sonra: “Yürek en önemli aza, bunu vücudun başka hiçbir organı yönetmez. Bundan sonra beyin gelir. Bu da önemli organdır, fakat bunun üstünlüğü birinci sırada değildir” ifadesinde bulunur.
Farabi’nin “gayret”, “akıl” ve “yürek” hususundaki bu felsefi görüşü Abay’ın “On Yedinci Sözünde” mantık olarak devam ettirilmiş görünmektedir. Abay’ın burada belirttiğine göre, “gayret”, “akıl” ve “yürek” üçünün herbiri kendisini diğerinden büyük sayar ve tartışırlar, sonunda “ilmin” hakemliğine baş vururlar. O zaman “ilim” bu üçünün de söylediklerinin doğru, üçünün de lüzumlu olduklarına işaret eder ve devamında:
“Ey Gayret sensiz hiçbir şeyin olmayacağı doğrudur, fakat gücüne göre de çok sertsin, faydan da çok, zararın da çok, bazen iyiliğe destek olursun, bazen de kötülüğe destek olursun, bu yönün kötü”, - demiş.
Bundan sonra “ilim” “akıla” dönmüş: “Yaradan Allah’ı da sen tanıtırsın. Yaratılan iki dünyayının da durumunu sen bilirsin. Fakat bununla kalmazsın, çare de, hile de hepsi senden çıkar. İyinin de, kötünün de dayanağı, güvendiği sensin, ikisinin de aradıklarını bulup verirsin, senin bu tarafın kötü”, - demiş. Bundan sonra Abay bu üç kategori hakkında yorum yaparak Farabi’nin daha önce söylenen fikri okuyucularının anlayışına uygun olarak ifade eder: “Bu üçününü birleştir, hepsini ‘Yürek’in’ yönetimine ver, - diye ikna edip söyleyen ‘ilim’ imiş. – Bu üçünüz tek bir kişi gibi hareket ederseniz, ayağının tozu göze sürülecek mübarek bir insan ortaya çıkar. Üçü birbiriyle kavgalı olursa, ben ‘Yürek’i’ desteklerim. Allah’a iman onda, kendi varlığını temiz tut, Allah’ü Teala senin varlığına her zaman bakar diye kitabın söyledikleri budur”, - diye bir sonuca ulaşır .
Farabi “gayret”, “akıl” ve “yürek” hakkındaki felsefi görüşlerini Abay “Hırslı Olma Herşeye” isimli şiirinde de hem bir düşünür ve hem de yetenekli bir söz sarrafı olarak okuyuculara büyük bir ustalıkla dile getirmiştir.
Abay akıl ve gayret sahibi olan insanı “yarım insan” olarak nitelemektedir. Çünkü, böyle bir insan sadece “soğuk akıl” ile “kontrolsüz gayretin” temsilcisi olabilir. Kendisinde bu iki özellikle beraber adalet ve şefkat (yürek) de olan insana “tam insan” [kamil insan], yani o artık “nurlu aklın” temsilcisi olarak tanınır. Böylece Abay’ın “nurlu akıl” hakkındaki yorumunun kaynağı Farabi’nin akıl hakkındaki görüşlerinde yattığını görmek zor değildir.
Farabi’nin sosyo-etik görüşlerini ortaya koyan araştırmaları da vardır. Onlar Mutluluk Yoluna Başvurma, Sivil Politika, Devlet Adamlarının Deyişleri, Mutluluk Yolunda olarak adlandırılan bilimsel eserleridir. Farabi incelemelerinde ahlak ve etik meselelerine özel bir yer vermiştir. Etiğin araştırma konusunun ahlak, huy-davranış ve terbiye normları olduğunu etraflıca ortaya koymuştur. Farabi’nin ifadesine göre, etiğin en yüksek kategorisi mutluluktur. Ayrıca Farabi insandaki akıl ve feraseti etik ve insanlık değerlerinden ayırarak ele almanın doğru olmadığı konusunda görüş bildirir. Akıl, insanlık ve iyiliğin kendi aralarında doğal bir biçimde ilişkisi olan olgular olduğunu anlatır. Farabi’nin düşüncesine göre, insan kendisinin huy ve davranışını olgunlaştırmak için ilk önce kendisine karşı samimi olması gerekir. O zaman ancak insan kendindeki iyi hasletleri olabildiğince geliştirme imkanına sahip olur. Farabi “hangi gelişmiş metodun yardımıyla iyi huy ve davranışa ulaşabileceğimizi araştırımamız lazımdır” dedikten sonra şakalaşma ve gülme gibi olgulara ahlak ve etik açısından değer verir. Toplumdaki herbir olgu aşırıya gidildiği takdirde insana olumsuz etki yapacağı gibi, insanın huy ve davranışındaki ölçüyü kaçıran görüntüler de iyi hasletlere olumsuz etki yapar. Farabi bu fikrini şu şekilde sonuca bağlar: “Şaka severlik şakayı aşırı yapmaktan meydana gelir. Şaka yapmak kolay olduğundan, biz ona meyilli olmaya başlarız. Şimdi bize düşeni bir uçtan diğer uca veya orta seviyede değişim için hangi tedbirlerin var olduğunu bilmektir” (7, 25). Farabi’nin bu ahlak ve etik yorumunu Abay “Dördüncü Sözünde” devam ettirir: “Gülmeye çok fazla meyilli olan kimse işinden ve aklından eksik kalır ve mahçup durumlara düşüp vaktini gaflette geçirse gerek” .
Farabi ile Abay arasındaki bilgece düşüncelerin benzerliği konusunda bunlardan başka da birçok örnekler verilebilir.
Farabi kendi döneminin önde gelen şairlerinden biridir. Bu hususta Farabi çağdaşları ve daha sonra yaşamış olan Doğu’nun ünlü şairleri, edebiyatçıları ve tarihçileri birçok bilgiler vermektedirler. Mesela, ünlü Arap tarihçileri İbn Ebi Useybia (1203-1270) ve İbni Hallikan (1211-1282) eserlerinde Farabi’nin Arap ve Fars dillerinde yazılmış şiirlerinden alıntılar vermektedirler.
Bir zamanlar Arap tarihçisi İbni Hallikan’ın eserlerinde zikretmiş olduğu Farabi’nin dizelerinden birkaç dörtlüğün satır satır çevirisini vermeyi uygun gördük:
Kardeşim, sen kötü yola düşmüş insanlara uyma,
Onlardan uzak dur, her zaman adaletin yanında ol.
Bu dünya, biz sonsuza dek yaşayacağımız bir yer değil.
Dünyada hiç kimse ölümü yenemedi.
İnsanlar yoksa kuma düşmüş bir iz midir?
Biz o kadar aciz olduk mu?
Bir kere rüzgâr eserse hepimiz,
Bu dünyadan bir anda yok olup gidecek miyiz?
İnsana bir anlık kısa bir ömür verilmiş.
Göz açıp kapamalık anı bile çok görüp,
İnsanlar birbirlerini acımasızca yiyor
Birbirlerini sıkıntıya sokup azap veriyor.
Hiçbir şeye değmez şan şöhret için çekişmek,
Ne zamana kadar birbirimize zulm edeceğiz?
Onun yerine Gök Tanrı’ya yakarıp,
Ölüp gitmek daha evla değil midir?
Böylelikle akıl ve feraset ile eğitim işlerinin ateşli savunucusu olan Farabi zulüm ve baskıya bütün gücüyle karşı çıkmıştır. Bu fikrini şiirlerine konu edinmiştir. Şairin hümanist düşünceleri bugünkü okuyucuları da hayretler içinde bırakıp beğenisini kazanmaktadır.
Farabi tabiat incemelerine materyalist açıdan yaklaştı. Büyük âlim, sanat ve bilimin hamisi, büyük düşünce adamı olarak nitelesek de Farabi kendi döneminin insanıydı. Farabi’nin Arapça yazmış olduğu bir şiirinin içeriği şu şekilde olmaktadır: “Ey tüm şeylerin sebebi! Bu dünyadaki her şey senin nurundan yaratılmıştır. Sen kendi kudretinle kat kat semayı yarattın, bu katlar ortasında toprak ve denizleri yarattın. İşte bu toprak ve denizler tüm âlemin ortası, merkezidir. Allahım sen bunların hepsinin sahibisin. Ben ise senden himaye bekleyen zavallı bir günahkârım. Benim gibi bir günahkârdan sadır olan hata ve kusurlar için affet, yarlığa! Sen kendi gücünle tabiat ve unsurlarının bulaşıcı kir ve lekelerinden benim canımı ve vücudumu temizle!”.
Farabi’nin düşüncesine göre, tabiatın kötü unsurları insanı etkisi altına alır. Böyle durumlarda insanlar bozulur, insanlığa aykırı, iğrenç tavır ve davranışlar sergilerler. Bu şiirinde şair “beni böyle kir ve pis unsurlardan temizle” diyerek Allah’a yalvarmaktadır.
Orta Çağda yaşamış Arapların meşhur şairleri ve tarihçilerinin eserlerinde Farabi’nin çok sayıda şiir yazdığı belirtilmektedir. Ünlü Şarkiyatçı E. E. Bertels de böyle bir yorumda bulunmaktadır. Fakat onun şiirleri günümüze ulaşmamıştır. Bize Farabi’nin birkaç kısa şiiri ulaşmıştır.
Farabi’nin şiirlerindeki temel konu hayatın manası hususunda düşünmeye sevk etmek, eğitim ve bilimi övmek, iyiliğe davet etmektir.
Şairin şu şiirinden onun şiirlerinin konuları hakkında fikir sahibi olmak mümkündür.
Uzaktasın vatanım, kalabalık milletim,
Nice hızlı atlar yoruldu koşmaktan.
Yoruldum ben,
Kanadımda derman kalmadı benim.
Tozlu yola gözlerimi devamlı diktim.
Geri dönmüyor yıllarım akıp geçiyor,
Felaketin yaşlarına göz yıkanır.
O Yaradan, çok ileri giden ahmağın,
Kum gibi çabuk ısınır, çabuk soğur.
Aydınlar az, çok kısa hayatta,
Makama herkes koşuyor.
Gönlümle seziyor, çok ah çekiyorum,
Canım benim azap çekip üzülüyor.
Ne yapayım ben ufak gönlümü,
Gelecek günlere ümitle yol açıyorum.
Bir çift çömlekle geçirdim hayatımı,
Onu medet tutuyor geleceğim (6, 32).
Bir çömlekte mürekkep doluysa,
İkincisinde şarap var durumu belli.
Bilgeliği mürekkeple olgunlaştırırken,
Şarapla derdimden uzaklaşıyorum
Farabi bir başka şiirinde bu hayatın sonsuz olmadığını söyledikten sonra, genç yüreğin ateşini bu hayatın hayırlı işlerini gerçekleştirmeye kullanmak gerektiğini ima eder:
Kardeşim, ne kadar sevsen de,
Hayat geçer mücadeleyle.
Gerçeğe baş koy ateşlenerek,
Gafletten ol uzak.
Her zaman yenilenen
Bu hayat değildir sonsuz.
Vefasız bu zamanda,
Metin olup gider insan da.
Halk tüm gününü eğlenerek,
Zamanını boşa geçirir.
Kâğıdın düştü yüzüne,
Çizgi gibi resim çekilmiş.
Düçar olup gayret gevşemiş,
Rastgele hayatın kendisine,
Sarsılmadan dursa yiğit doğan.
Yine de verip gideceğiz,
Yüreğin ateşini bolluğunda.
İsteklerimizi peşinde hayattan geçeceğiz,
Biz ulu maksat yolunda
Aşağıdaki şiir dizelerinde Farabi’nin şairlik yeteneğinin çok yüksek olduğunu bize göstermektedir:
Akıyor bal huzurlu çevremden,
Tılsım geceye kucağını açmış bozkırım.
Ben yatıyorum uykusuz tek başıma,
Canımı düşünce aydınlığı sarmalamış.
Akan yıldız düşerse bazen eğer,
Senin nurlu siman olarak göğsüme girer.
Herhangi bir gaipten zuhur ederek,
Hayatıma acayip bir ışık verir.
Sesin ulaşır yankılanıp en uzaklardan,
Hissedip ben nefesini gül atsam bile,
Bu bile bir anlık… ondan sonra,
Dertli ezgiyi devam ettiririm fakat ben… (6, 36).
Hayatta çelik gibi ol dayanıklı,
Birçok defa aldatsa da kendini.
Kaderine hiçbir zaman isyan etme,
Hatta bazen olsa da şeytan kışkırtan.
Yükseklere çıkan örnek işinle,
Seç samimi dost kendi akranlarının içinden.
Gezenler çok dostluk adını sahiplenerek,
Ancak yalnız kalma buna kanarak .
Farabi’nin yaşadığı devirde büyük âlimlerin şiir yazması bir gelenek halini almıştı. Mesela, Farabi’nin çağdaşı, büyük âlim, tıp biliminin temelini atanlardan Ebu Ali ibni Sina, ansiklopedist âlim Biruni, ulu matematikçi el Harezmî vb. zamanında az veya çok şiir yazmakla meşgul olmuşlardı. Fakat Orta Çağın edebiyat araştırmacıları ve tarihçileri şiir konusunu ele aldıklarında çoğunlukla Farabi’nin ismini zikrederler. Maalesef Farabi’nin şiir mirası günümüze tam olarak ulaşmamıştır. Yine de sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen şiir dizelerinden bile onun büyük ilham sahibi, geniş görüşlü, derin düşünceli, ince duygulu ve yetenekli şair olduğunu anlıyoruz.
Orta Çağ Alimlerinin Farabi Hakkındaki Görüşleri
Farabi hakkında o dönemdeki birçok yazarlar kendi görüş ve düşüncelerini kâğıda dökmüştür. Büyük düşünür Ebu Ali bin Sina (980-1037) tarihçi alimlerden Zahireddin el Beyhaki (ö. 1169), Cemaleddin ibn el Kıfti (1172-1248), ibn Ebi Useybia (1203-1270) ve İbni Hallikan (1211-1282) gibi ünlü bilim adamları eserlerinde büyük filozof Farabi hakkında bazı bilgiler vermektedirler. Ünlü Şarkiyatçı A. İrisov bunların bazılarını Arapçadan Özbekçeye tercüme ederek yayınladı. Biz buradan bazı bilgileri okuyucuya sunmanın faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Ebu Ali ibn Sina: Mantık, fen bilimleri ve riyaziyet (matematik ve geometri) bilimlerini iyi öğrendim. Daha sonra teoloji okuyup öğrenmeye başladığımda Aristotel’in Metafizik kitabını okudum. Fakat yazdıklarını anlayamadım. Kitabı yazan kişinin maksadı bana gizli kaldı. Hatta onu kırk defa tekrar tekrar okudum. Kitabı ezberledim de. Fakat buna rağmen onu anlayamadım. Sonunda ondan ümidimi keserek onun anlaşılmaz bir kitap olduğu sonucuna ulaşmıştım.
Bir gün öğle namazı sırasında kitap satıcısına gittim. Orada bir aracı ciltli ve kapaklı bir kitabı elinde tutarak methediyormuş. Beni yanına çağırdı ve elindeki kitabı gösterdi. O zaman ben bu ilmi bilmenin faydası olmadığı düşüncesiyle ilgilenmedim ve kitabı almayacağımı söyledim. Aracı bana: “Bu kitabı al, fiyatı ucuz üç dirhem, kitabın sahibi paraya muhtaç”, - dedi. Böylece ben kitabı satın aldım. Kitap Ebu Nasır el Farabi’nin Metafizik kitabının amacı hususunda yazılmış eseriymiş. Eve geldiğim gibi okumaya başladım. Metafizik ezberimde olduğu için kitabının içeriğini hemen kavradım. Buna çok sevinmiştim. Böyle bir kitabın elime geçtiğine şükrederek ertesi günü yoksullara biraz sadaka verdim.
Zahireddin el Beyhaki: Şeyh Ebu Nasır el Farabi’nin adı Muhammed ibn Tarhan olup aile kökleri Türkistan’ın Farab şehrindenmiş. Bu kişi “Muallim-i Sani” “İkinci Öğretmen” ünvanını almıştır. İslam âlimleri arasında ondan önce böylesine akıllı ve zeki adam olmamıştır.
Ebu Nasır’ın birçok risaleleri vardır. Ben Rey şehri valisinin kütüphanesinden Ebu Nasır’ın birçok eserlerini gördüm. Hatta böyle kitaplar hakkında daha önce hiç işitmemişim. Bu konuda bir diğer ifade etmek istediğim husus gördüğüm kitapların çoğunluğu Ebu Nasır’ın kendi eliyle yazdıkları veya onun öğrencisi Ebu Zekeriya Yahya ibn Adi’nin eliyle istinsah edilenler edi.
…Alim Ebu Nasır El Farabi söylemiş: “Kim hikmet (felsefe, bilgelik) ilmini okuyup öğrenmek isterse öncelikle genç, niyeti halis, terbiyeli ve iyiliksever bir insan olmalıdır. Böyle bir kişi insanlara merhametli, saf, adil olmalı, azgın davranışlar, günah, hiyanet, zalimlik ve kötülükten uzak bulunmalıdır. Bilim yoluna giren kimse günlük geçim derdini düşünmemesi gerekir. Hikmet bilimini okuyup öğrenmeye çalışan kimse bilgili ve âlimlere hürmet gösteren kişi olması şarttır. Böyle bir kişi ilim adamlarından başka hiçbir şeye değer vermemelidir.
Bilimi meslek ve sanat edinmemelidir ve ondan mal mülk edinme aracı olarak istifade etmemelidir.
Kim bunun aksine hareket ederse, o zaman o göz boyayıcılık sayılır.
Sahte para, hakiki para sayılmayacağı gibi yalan söz de hiçbir zaman değerli söz sayılmaz.
Eğer huy ve davranışları bizim söylediğimiz gibi değil ve onun aksi bir kimseyse o kişi hiçbir zaman âlimler arasına giremez.
Ağacın serpilip olgunlaşmasını dalındaki meyvasına bakarak anlarlar. Bunun gibi insanın başına konan talihin de devamlı olması iyi huy ve davranışlarla ilgilidir.
Kim kendini kendi seviyesinden daha yükseğe çıkarmak isterse, o kişinin yükselme yoluna engeller konur”.
Cemaleddin ibn el Kıfti: Ebu Nasır el Farabi Maveraünnehir’deki Türk şehirlerinden bir olan Farab’tan çıkan filozoftur. Bu kişi Müslüman olup dünyaca tanınmış bir bilgedir. Farabi Irak’a gitti ve Bağdat şehrinde kaldı. Ebu Nasır bu şehirde hikmet ilmini öğrendi. Burada Ebu Nasır o dönemde eşsiz bir insan olarak ortaya çıktı. Mantıkla ilgili kitapları araştırma, onları açıklama ve yazma konusunda birçok çalışmalar yaptı. Mantığın zor kısımlarını açıkladı, birçok kimseye anlaşılmaz ve gizli olan sırlarını açtı ve bu ilimden istifade etmenin metotlarını kolaylaştırdı. Farabi eserlerinde mantıktan yararlanmak için anlaşılır deyimler, imalı kelimeler kullandı. Hatta mantığı anlatma, öğretme ve araştırmadaki El Kindi ve diğer büyük âlimlerin eksikliklerini de tamamladı.
Ebu Nasır’ın bundan başka İhsaul Ulum ve Et-tarif (İlmi Anlamak ve Maksadını Anlatmak) hakkında yazılmış değerli bir eseri vardır. Böyle bir eser yazmada bu zamana kadar Ebu Nasır’ı geçen kimse olmamıştır. Hatta buna benzer düşünceleri o zamana kadar hiç kimse söyleyememişti. Onun çıktığı zirveye kimse çıkamamıştı. Gelişmekte olan ilimlerin tüm alanları da onun açtığı doğru yoldan ilerlemektedir diyebiliriz.
Ebu Nasır’ın Eflatun (Platon) ve Aristotel felsefesindeki fikirlere hasredilen kitabı onun felsefe alanındaki çok büyük bir âlim olduğunu ve felsefe dersini derinden kavradığını ispatlamaktadır… Felsefeyi öğrenmek isteyenler için ondan (Farabi kitabından – N. K.) daha faydalı başka bir kitabın olduğunu sanmıyorum. Bu eser tüm ilim dallarına ortaktır ve bu eser aracılığıyla başka ilim dallarına has mana ve kavramları da anlamak mümkündür. Daha önce mantıktaki kategorilerin anlamlarını, onların nelerden oluştuğunu anlamak mümkün değildi. Nasıl bu mantığın tüm ilimlere ilk defa esas, temel olabileceğini Farabi işte bu eseri ortaya koyabilmişti…
İbn Ebi Useybia: Farabi gerçek bir filozof, derin bilgisi olan bilge idi, felsefeyle ilgili ilimleri tam kavramıştı. O riyaziyat ilimlerine vakıf, bilgili, büyük bir âlim, mal ve mülkle işi olmayan sade bir insandı. O yemek konusunda dayanıklı, kanaatı yüksek bir kişiydi. Huy ve davranış bakımından eski devir filozoflarına benzerdi.
Ebu Nasır hekimlikten epeyce haberdar idi. Hekimliğin teorik kısmını iyi bilirdi. Fakat hekimlik tecrübeyi fiiliyatta kullanma ve bazı ufak tefek tedavi işlerine öyle derinlemesine nüfuz etmemişti.
…Farabi Şam’a ilk geldiği dönemde bir bağa bekçilik yapıyordu. O bağda nöbet beklerken devamlı hikmet ve felsefe ilmiyle meşgul olurdu. Ebu Nasır burada eski devir âlimlerinin fikirleri, eserleri ve onlara yazılan şerhleri başını kaldırmadan okurdu. Kendisi yoksuldu, hatta gece boyu uyumadan eser yazmakla uğraşırdı, o kadar yoksuldu ki, kendisine nöbette kullanması için verilen kandilin ışığından istifade etmek zorundaydı.
Biraz zaman Ebu Nasır böyle yaşadı. Daha sonra ismi çevrede tanındı, itibarı arttı, yazdığı eserleri de meşhur oldu. Böylece onun öğrencileri çoğaldı. Bunun neticesinde o kendi döneminin benzersiz en büyük âlimi derecesine yükseldi.
Ülke yöneticisi Emir Seyfüddevle (Abul Hasan ibn Abdullah ibn Hamdan at Taglabi) Farabi ile sohbeti seviyordu. Emir onun ilmine hayrandı. Ona çok izzet ve ikramda bulundu. Bu arada Emir’in Ebu Nasır’ın da katıldığı toplantılarda şöhret ve ünü artıyordu. Bundan Emir’in kendisi de büyük bir haz duyuyordu.
…Bazı şeyhlerin ifadelerine bakılırsa, Ebu Nasır el Farabi Mısır’a gitti, daha sonra Şam’a döndü ve burada Recep ayında Seyfüddevle Ali ibn Hamdan emirliğinde, bu ülkede er Razi Halifelik yaptığı sırada vefat etti.
Seyfüddevle ve onun yüksek dereceli on beş valisiyle birlikte Ebu Nasır’ın cenazesine katıldı. Halkın söylediğine göre, Ebu Nasır çok kanaatkâr bir kimse olduğu için Emir Seyfeddevle’nin özel saygısına mazhar olmuştu. Ancak buna rağmen Farabi günde dört dirhem gümüş akçeden başka hiçbir hediye bağış kabul etmedi. Bu dört dirhemi gündelik hayattaki zorunlu ihtiyaçları için kullanıyordu. Geleceğim ne olacak diye hiç endişe etmemiş. Hatta başını sokacak bir evinin olmasını, kendisine bir yerlerden gelecek menfaatleri hiç düşünmemiş.
…Halkın ağzındaki sözlere bakılırsa, Ebu Nasır kuzu yüreği ile reyhan şerbetiyle beslenirmiş. Ebu Nasır başlangıçta kadı olarak görev yapmış derler. İlim âlemine derinlemesine girdikten sonra bu görevi bırakıp tüm gücüyle ilmini arttırma çalışmalarına kendini adamış, mal ve mülke hiçbir zaman ilgi duymamış.
Farabi nöbet tutmak için gece bağa gidiyormuş ve orada kandilini yakıp kitap okumaya başlarmış.
Musiki alanında o çok bilgiliymiş. Bu alanda da onun araştırmaları zirveye ulaşıp oldukça kemale ermiş, musiki sanatında ondan daha ileri gitmek mümkün değilmiş.
Halkın söylediklerine bakılırsa, o mükemmel bir musiki aleti yapmış. İşte bu aletten insanın ruhunu etkileyen tılsımlı etkili bir ezgi işitiliyormuş. İbn Halikan: Ebu Nasır Farabi mantık, musiki ve bu iki alandan başka da birçok ilim sahasıyla alakalı eserlerin yazarıdır. Ayrıca Farabi Müslümanların en büyük filozofu sayılır, hiç kimse ilimde bu kişinin seviyesine çıkmış değildir. Ebu Ali ibn Sina da onun kitaplarından çok şey öğrenmiştir. Ebu Ali ibn Sina’nın söylediğine göre, o Farabi eserlerinden okumaktan büyük bir zevk alırmış. Bu kişinin aslı Türk’tür. Kendi ülkesinde doğmuş ve orada büyümüştür. Daha sonra ülkesinden çıkmış ve başka ülkelere seyahat yapmıştır. Sonunda Bağdat şehrine gelmiştir. O sırada Türk diliyle beraber Arapça ve başka birçok dilleri öğrenmiştir. Ebu Nasır Bağdat’ta Arapça öğrenmeye başlamış ve bu dile etraflıca ve derinlemesine vakıf olmuştur. Daha sonra bu dil sayesinde hikmet, yani felsefe ilmini öğrenme yoluna girdi.
…Halkın ifadesine göre, Aristotel’in Can Hakkında kitabının Ebu Nasır’ın okumuş olduğu nüshası bulunmuştur. İşte bu kitaba Farabi kendi eliyle “ben bu kitabı yüz kere okudum” diye yazmış. Bu büyük alim hakkında görüş bildirenlerin sözlerine bakılırsa, Ebu Nasır “filozof Aristotel’in Fizik isimli eserini kırk kere okudum, fakat onu birkaç kere daha okumam lazım” demiş.
…Bir keresinde Ebu Nasır el Farabi’den:
-Felsefe alanında kim büyüktür, siz mi, yoksa Aristotel mi? – diye sormuşlar:
O zaman Farabi:
-Eğer ben onun kendisinden ilim öğrenmek mutluluğuna erişmiş olsaydım, o zaman ben onun en çalışkan öğrencilerinden biri olurdum, - diye cevap vermiş.
…Bilim aşığı insanlar Ebu Nasır’a dinlenme fırsatı vermeden birinin peşisıra diğeri gelip gider. Onun yazdığı eserler parça parça dağınık bir halde dururmuş. Çalışmalarını Farabi büyük bir deftere değil, küçük varaklara yazıp bırakırmış. Bundan dolayı eserlerinin çoğunlukla kısımları ve bölümleri korunmuştur.
Türk halklarının İslamî dönemdeki ilim, kültür ve edebiyatından bahsederken Ebu Ali ibn Sina hakkında konuşmadan geçmek olmaz.
Ebu Ali ibn Sina (980-1037): Ansiklopedist, alim, filozof, edebiyat araştırmacısı, yetenekli şair, ismi dünyaca meşhur tıp bilginidir. Tam adı Ebu Ali Hüseyin ibn Abdullah olarak yazılır. Onun başlıca eserleri Danışname (Bilim Kitabı), Kitap El-Kanun fi't-Tıb (Tıp Kanunları), Musiki Risalesi, Şiir Risalesi, Kasaid va Aşar (Kasideler ve Şiirler) vb.
Ebu Ali ibn Sina ismi bir zamanlar edebiyat teorileri araştırmacısı olarak da, çok yetenekli şair olarak da meşhur olmuştu. Özellikle ibni Sina rubai yazımında muhteşem örnekler vermiştir. Şair şiirlerinde akıl feraseti, iyi huy ve davranışı toplumu ileri götüren çekici ulu güç olarak değerlendirir. Bir şiirinde “kara topraktan gökteki Zuhal yıldızına kadar olan aralıktaki hayatın sahibi akıl ve ferasettir” demektedir.
İbn Sina akıl ve feraseti göklere çıkararak meth eden etik didaktik bağlamda hacimli şiir serilerini de yazmıştır. Bunlardan biri Hay bin Yakzan (Uyanık’un oğlu Diri) olarak isimlendirilir. Burada akıl ve feraset, ilim ve sanatın dünyayı sonsuza dek dolaşacağı, insandaki en yüce haslet feraset hiçbir zaman ihtiyarlamayacağı, ancak akıl ve feraset dünyadaki tüm insanları cehalet uykusundan kaldırabileceği ifade edilir. Eski ibrani dilindeki bu kitap zamanla Türkçe, Farsça, Almanca ve Fransızcaya tercüme edilmiştir. Türk halklarının İslamî dönemindeki edebiyat tarihinde Ebu Ali ibn Sina özel bir yeri vardır.
Türk halklarının İslamî dönemdeki ilim ve edebiyatından bahsederken ansiklopedist, alim, edebiyat araştırmacısı, şair ve çevirmen Ebu Reyhan el Biruni’yi (973-1048) de zikretmek gerekir. Tam adı Ebu Reyhan Muhammed ibn Ahmed el Biruni’dir. Eski Kiyat şehrinde (Karakalpakistan) doğmuştur. “Kiyatların” Kazak halkının etnik oluşumunu meydana getiren boylardan biri olduğu malumdur. El Biruni ilmin çeşitli dallarında 150 eser yazmıştır. Bu eserlerin yetmişi astronomi, yirmisi matematik, on ikisi coğrafya ve jeodezi (arzbilim), dördü kartografya, dördü meteroloji, üçü mineroloji, biri fizik, biri tıp, on beşi tarih ve etnografya, dördü felsefe, on sekizi edebiyat araştırmaları alanlarında yapılmış araştırmalardır (182, 8). Bu büyük alim kendi ana dili Türkçenin yanısıra Farsça, Arapça, Sanskritçe (eski Hintçe) ve Yunancaya vakıftı. El Biruni araştırmaları içinde Eskilerden Kalan Miraslar, Asil Taşlar, Mesud Kasidesi, Minerallerin Özgür Ağırlığını Hesaplama Kuralı, Jeodezi ve Hindistan gibi eserleri bugüne kadar değerini kaybetmemiştir. Onun bu kitapları dünyanın birçok dillerine çevrilmiştir.
El Biruni ismi bir zamanlar edebiyat araştırmacısı, yazar ve şair olarak da meşhur olmuştu. Mesela, onun Hikmetleri’nde esasen Orta Çağdaki Müslüman toplumunun ahlak ve etik meseleleri konu edilir. El Biruni hikmetlerinin birinde: “Başkalarına baskı ve zulüm yapmak doğru değildir. Bu durumun insanın huy ve davranışlarını değiştirmesi mümkündür. Ancak huy ve davranışları iyi olan insan Allah’ı bilir ve başkalarına karşı faydalı olur”, - diye yazmaktadır (181, 42). Muhtaru’l Aşara (Seçme Şiirler) isimli kitabı şairin daha sağlığında takdirle karşılanmıştı. El Biruni kendisi hakkında yazdığı bir şiirinde:
Dünyadaki tüm ilimleri öğrenmeye çaba sarfettim,
Başıma gelen sıkıntıları misafirim gibi karşıladım.
Hindistan’dan çıkan şan şöhretim tüm dünyayı gezdi,
Batı ve Doğu okuyor kitabımı değer vererek. – demektedir
Biruni bir zamanlar ilim arayarak Hindistan’a gitti ve orada çeşitli bilimsel araştırmalar yaptığı malumdur. Şairin bu söylediği gerçekti. El Biruni’nin didaktik ve felsefi muhtevadaki hikmetleri insandaki akıl ve ferasetin çeşitli imkanlarını ortaya koymaya hasredildi. Mesela, Hikmetler adlı eserinde akılın gücü hakkında şunları söylemektedir: “İnsan her zaman bir şeye ilgi duyar ve onun sırrını ve özelliklerini öğrenmeye can atar. İnsan onu gözüyle görüp, kulağıyla duyduktan sonra öğrenir. Gözle görülmeyen olguları aklında değerlendirir. Bunu anlamaya harcadığı vakti hayatının anlamlı ve mutlu anları sayılır. Akıllı insan hayattaki lüzumlu ve lüzumsuz şeyleri birbirinden hemen ayırabilir. Ferasetli insan gereksiz şeylerle ilgilenmez.
İyi işlerle insanın gönlü her zaman mutlu olur” . El Biruni’nin bu hikmetlerini okuyunca Abay’ın “On Beşinci Sözü” gayri ihtiyarı aklımıza geliyor: “Önce insan beşer olarak yaratıldığı için dünyada bir şeylere ilgi duymadan yaşayamaz. Bu ilginç şeyin peşine düştüğü anlar hayatının en mutlu zamanları olarak aklında kalır. O zaman şuurlu insan faydalı işlere ilgi duyar iştiyakla aramaya girişir ve zamanında söylediğinde işiten kulak, düşünen gönül mutlu olurmuş” . Büyük düşünürün ilim, eğitim, terbiye, adil yönetici vb. gibi hususlardaki hikmet ve öğütleri bugüne kadar hala ahlak, etik ve estetik değerini kaybetmemiştir.
Karahanlılar tarihinde “İslamî Dönem” olarak adlandırılan X-XII. yüzyıllar sadece ilim için değil, aynı zamanda güzel söz sanatının gelişmesinde de çok önemli bir dönem olmuştur. Bu dönemde Türk ülkesinde sözlü edebiyat türü ve muhtevası açısından kemale ulaştı. Eski devirlerden yazılı edebiyatta yaygınlık kazanan Dari (Fars) dili zamanla Türk dilinin önemini azaltmaya başladı. Bilim ve kültür merkezlerine dönüşen büyük kentlerde Türk edebi dili oluştu. Kökü asırlar öncesine giden edebi geleneği olan Türk ülkesinde XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lügati’t-Türk ve Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (Kutlu Bilgi) isimli eserleri dünyaya geldi. Bir zamanlar tüm dünyada dikkatleri çeken bu iki eser tüm Türk halklarının dünyadaki şan ve itibarlarını arttırdı. Göktürk Kağanlığı çöktükten sonra, arada iki yüz elli yıl kadar zaman geçtikten sonra Türklerin yıldızı tekrar parlamaya başlıyordu.