TEFSİR MURSELÂT Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
MURSELÂT SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

MURSELÂT Suresi 38. Ayet
MURSELÂT Suresi 38. Ayet
Murselât Suresi Konusu

Allah Teâlâ’nın varlığı, birliği ve kudretine işaret eden delillere dikkat çekilir. Bu yüce kudret sahibinin kıyameti koparmaya, ölüleri diriltmeye ve onları hesaba çekmeye de kadir olduğu beyân edilir. Bir taraftan gönülleri Allah’a saygıyla dopdolu takvâ sahiplerine verilecek nimetler hatırlatılırken, diğer taraftan dini ve âhireti yalanlayanların acı sonlarına tekrar tekrar vurgu yapılır.

Ahireti, yani ölüm sonrası diriliş konusunu işleyen sûrede, kıyamet ve âhiretin varlığı anlatılmaktadır. Kıyamet ve ahiretin gerçeklerini ikrar ya da inkâr eden kimselerin sonları hakkında bilgi verilmektedir. İlk yedi ayette; "Yemin olsun, iyilik için birbiri peşinden gönderilenlere. Şiddetle eserek (zararlıları) savurup atanlara (Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara (Hak ile bâtılı) birbirinden iyice ayıranlara (Allah'a yönelenleri) arıtmak, (kötüleri) sakındırmak için öğüt telkin edenlere ki, size vadolunan şey muhakkak gerçekleşecek" (1-7) buyurulmaktadır.

"Birbiri ardınca gönderilenler"den maksat, rüzgârdır. "Şiddetle esip koştukça koşanlara" ve "yaydıkça yayanlar"dan maksat da müfessirlerin görüşüne göre, yine rüzgârdır. Çünkü rüzgârlar gökyüzünde bulutları Aziz ve Celil olan Rabb'in isteği doğrultusunda yaymaktadırlar.

"Böylece ayırdıkça ayıranlara, zikri getirenlere; mazeret ve uyarı için" Bunlarla kasdolunan meleklerdir. İbn Abbas, İbn Mes'ûd, Mücâhid, Katâde, Mesrûk, Süddî ve Sevrî bu kanaati belirtmişlerdir. Bu manada ihtilâf yoktur. Çünkü melekler, Hak ile batılın, hidayet ile sapıklığın, helâl ile haramın arasını ayıran Allah'ın emrini, peygamberlere indirirler. Peygamberlere getirdikleri vahiyde, halkın mazeretini ortadan kaldıracak ve emre muhalefet ettikleri takdirde onları Allah'ın azabıyla uyaracak hususlar yer almaktadır. İnsanların ahirette Allah'a karşı kendilerini savunmak hususunda ortaya sürecekleri bir delilleri ve mazeretleri kalmasın diye onlara tebliğ edilmek tizere peygamberlere vahiy getirilir. Sûrenin başından beri kasem harfleriyle yemin edilen gerçek; kıyametin kopması, Sûr'un üflenmesi, bedenlerin diriltilmesi, öncekilerin ve sonrakilerin bir yerde toplanması, her amel sahibinin ameli; hayır ise hayırla, şer ise şerle mükâfatlandırılması hususunda va'dedilenlerin hepsi muhakkak ve mutlaka Rabb'in dilemesiyle gerçekleşecektir. "Size va'dedilen mutlaka olacaktır".

Allah Teâlâ, müşriklerin yalanlamakta oldukları ölüm sonrası dirilişin mutlaka vukubulacağına yemin etmektedir. İlk yedi ayette kasem harfleriyle yemin edilmesi, Kur'an ve Hz. Muhammed(s.a.s.)'e kıyamet hakkında verilen bilginin gerçek olduğuna, bunun yanısıra kıyametin muhakkak vukubulacağına dikkat çekmek içindir. Kıyametin gerçekleşmesinin delili, yeryüzünde hayret verici bir nizam kuran Kadir-i Mutlak(c.c.)'ın bundan aciz olmadığıdır. Apaçık hikmete dayanan bu nizam, ahiretin muhakkak gerçekleşeceğine şehadet etmektedir. Çünkü hikmet sahibi olan Allah, hiç bir şeyi maksatsız ve abes yere yaratmaz. Eğer ahiret olmasaydı bütün kâinat anlamsız olurdu.

Bu ayetlerden sonraki ilk konu, "hüküm günü"yle ilgilidir. Yerde ve gökte cereyan edecek korkunç değişiklikleri aksettirmektedir. O gün, Allah Teâlâ'nın insanlarla hesaplaştığı gün olacaktır:

"Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gök kubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve peygamberlere (ümmetleri hakkında şahitlik) vakti tayin edildiği zaman (artık) kıyamet kopmuştur" (8-11).

Yıldızların kararması, nurlarının sönmesi; semanın çatlaması, ikiye bölünmesi; dağların dağılması da, pamuk gibi atılması demektir. Sevrî, Mansûr kanalıyla İbrâhim'den nakleder ki; o, "ukkıdet" kelimesine; va'd edildiği zaman, diye manâ vermiştir. Ve o bu âyeti şu âyet gibi tefsir etmektedir: "Yer, Rabb'ının nuruyla aydınlandı, kitâb konuldu, peygamberler ve şahitler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu" (ez-Zümer, 39/69). Kur'ân-ı Kerim'de pek çok yerde, Allah'ın haşr meydanında bütün insanları kendi huzurunda toplayıp her kavmi peygamberini şahit olarak çağıracağı ve Allah'ın mesajının insanlara ulaşıp ulaşmadığına şehadet getireceği beyan edilmiştir. Sapık ve suçlu olanların karşısında Allah, ilk olarak peygamberleri şahit gösterecek ve en büyük hücceti bu olacaktır. Böylece sapıklığa düşmelerinin nedeninin kendileri olduğu açığa çıkacaktır. Allah'ın onlara bunu haber verdiği de ispatlanacaktır.

Nihayetinde kıyamet günü ile alay eden kâfirler, o korkunç olayla karşılaştıklarında dehşete kapılacaklardır. O zaman kâfirler sonlarını, felâketlerini kendi elleriyle hazırlamış olduklarını bileceklerdir: "Bu alametler ne vakte ertelenmiştir? Ayırım (hüküm) gününe. (Rasûlüm) Ayırım gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? O gün (Peygamberi ve âhireti ) yalanlayanların vay haline!" (12-15).

Hüküm günü, iyilerle kötülerin birbirinden ayrı tutulduğu, hakların ödendiği ve herkes hakkında neye lâyık ise ona göre hüküm verildiği gündür: "O gün (peygamberi ve ahireti) yalanlayanların vay haline!" Yani onlar (müşrikler) bu günün geleceği haberini yalan zannetmişler ve Allah'ın, dünyada yaptıklarını karşılıksız bırakacağını, hesap vermeyeceklerini düşünmüşlerdi.

Hüküm gününün, korku veren halinin tasvirinden sonra geçmişlerin ve geleceklerin helâki mevzûuna dönülmektedir: "Biz (bunlar gibi inkârcı olan) öncekileri helâk etmedik mi? Onlardan sonra gelenleri de onların ardına takacağız. İşte biz suçlulara böyle yaparız! O gün, yalanlayanlara çok yazık! " (16-19).

Yani daha önceden gelen peygamberlere muhalefet edip yalanlayanları biz helâk etmedik mi? Bu, âhiret hakkındaki tarihi istidlaldir. Yani bu dünyada kendi tarihinize bakınız. Ahireti inkâr ederek bu dünyayı asıl hayat zanneden ve bu dünyadaki neticeleri, hayr ve şerri ölçü kabul ederek ahlâkî değerleri ona bağlayan bütün kavimlerin istisnasız hepsi de helâk olmuşlardır. Bir gerçek olan ahireti hesaba katmadan davrananlar, hüsrana uğrarlar. Nasıl açık açık gerçeği hesap etmeden, gözü kapalı davranıp da zarara uğrayan kimsenin durumu buna benzer.

"Onlardan sonra gelenleri de onların ardına takacağız". Bu Allah Teâla'nın sünnetidir. Ahireti inkâr edenler, helake uğrayan geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, sonunda aynı felâkete uğramalarının kaçınılmaz olduğunu göreceklerdir. Bundan önce, hiçbir kavim bu sondan müstesna olmamış, ileride de olmayacaktır: "Yalanlayanların vay haline o gün! ". Onların dünyadaki sonu, onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket kıyametten sonra olacaktır.

Helâk ve yok ediş sahnesinden sonra, bir takdir ve tedbir halinde, büyük ve küçük herkesin yaratılış ve hayat bulma mevzûuna geçilmektedir: "(Ey insanlar!) Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Nitekim o suyu, belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirdik. Biz buna güç yetiştirmişizdir. Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz! O gün, yalanlayanların vay haline.'" (20-24).

Biz sizi hakir bir nutfeden başlatarak, insan olarak yetişmenizi sağlamaya kadir iken, sizi tekrar yaratma hususunda niye kadir olmayalım? Bu apaçık delil mevcût iken, ölümden sonra dirilişi inkâr etmektedirler. Bunlar ne kadar alay ederlerse etsinler, yalanlarlarsa yalanlasınlar, o gün geldiğinde bunun onlar için felâket günü olacağını göreceklerdir.

Bundan sonra mevzû tekrar yeryüzüne intikal etmekte, burada Allah'ın beşer için takdir ettiği ve kolaylıkla hayatını devam ettirme imkânları hazırladığını şu şekilde beyan buyurmaktadır: "Biz yeryüzünü dirilere ve ölülere toplanma yeri yapmadık mı? Yeryüzünde haşmetli dağlar yarattık, sizlere tatlı sular içirdik. O gün yalanlayanların vay haline!" (25-28).

Yeryüzünün sarsılıp oynamaması için, ağırlıklarıyla tutan dağlar ve bulutlardan süzülüp gelen ve yeryüzündeki kaynaklardan coşup akan tatlı sular yaratmadık mı? Yalanlayanlara tehdit vaadi vardır. Vay haline o gün yalanlamış olanların!

Bu âyetlerin ardından, hesap ve ceza günü anlatılıp öldükten sonra dirilmeyi, cezayı, cenneti ve cehennemi yalanlayan kâfirlere hitap edilerek, kıyamet günü onlara şöyle denileceği bildiriliyor: "İnkârcılara o gün şöyle denir: Yalanladığınız, şeye varın gidin. Üç kollu gölgeye gidin. Gölge yapmaz ve alevden de korumaz. O her biri bir saray gibi kıvılcım atar. Ve her biri sanki birer sarı erkek devedir. Vay haline o gün, yalanlamış olanların!" (29-34).

Cehennem'den, Cehennem ateşinin alevinden ve yakıcı azabından, dehşetli azametinden bahsedilir ve aleve mukabil olan dumanın gölgesinin ne gerçek gölgelik yapar, ne de kişiyi alevin kucağından koruyacağı anlatılır; sonra kıvılcımların çok büyük (saray gibi) olduğundan misal verilir. Hisler bu korkuya kapılıp dururken âyeti kerime; "Vay haline, o günü yalanlayanların" şeklindeki tehditle onları ürpertir.

Cehennem'in o korkutucu maddi görünüşünün beyanından sonra korkudan dilleri tutulmuş, sükût içinde bekleyenlerin halleri de şöyle tasvir edilir: "O, (kâfirlerin) konuşamayacağı bir gündür. Onlara izin bile verilmez ki (sözde) mazeretlerini beyan etsinler. O gün yalanlayanlara çok yazık!" (35-37).

Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Bilâkis, aleyhlerinde çok deliller vardır ve zulmetlerinden dolayı, haklarında azab sözü gerçekleşmiştir. Artık konuşamazlar.

Allah Teâlâ bazan bir halden, bazan diğer halden haber vermektedir. Ki bu, o günün şiddetini, sarsıntısını gösterir. Bu sebeple sözün her bölümünün sonunda, "Vay haline o gün, yalanlayanların" buyurulmaktadır.

Ardından, günün hüküm günü olduğu, özür beyan etme günü olmadığı zikredilir: "Bu sizleri ve öncekileri topladığımız hüküm günüdür. Eğer bana karşı bir düzeniniz varsa; onu hemen kurun. Yalanlayanların vay haline o gün" (38-40).

Suçluları tehditten sonra hitap bir ikram müjdesi vermek için müttakîlere yönelmektedir: "Muhakkak ki müttakiler gölgeliklerde ve pınar başlarındadırlar. Canlarının istediği meyveler arasındadırlar. İşlediklerinize karşılık afiyetle yeyin, için. Şüphesiz ki biz böyle mükâfatlandırırız, iyilik edenleri. Vay haline o gün yalanlamış olanların" (41-45).

Allah Teâlâ, farzları eda edip haramları terkederek kendisine ibadet eden müttaki kullardan bahisle, onların kıyamet günü cennetlerde olacağını bildiriyor. Muttakilerin altında bulunacakları gölgelikler, küfredenlerin inkârlarına rağmen gerçektir. Onlar için orada istedikleri her şey vardır.

Sûrenin devamında, dünya hayatını ilgilendiren ve gözlerimizi yeniden ve ani olarak bu hayata yönelten bir sahne sunulmaktadır. Mücrimleri küçük düşüren ve helakı haber veren durum; "Yeyin ve biraz zevklenin bakalım, doğrusu sizler suçlularsınız. Vay haline o gün yalanlamış olanların" (46-47) âyetleriyle bildiriliyor.

Sanki mücrimlere şöyle denilmektedir: "İki durumu ayıran noktaya şahit olunuz. Bu dünya hayatında biraz olsun faydalanınız. Zira öteki alemde bunlardan mahrum kalacak üstelik de çetin bir azaba uğrayacaksınız".

Son olarak hidayete davet edildikleri halde, yüz çevirenlerin hayret veren işleri gözler önüne serilmektedir:

"Onlara rüku edin denildiği zaman rükua varmazlar. Vay haline o gün yalanlamış olanların. Bundan sonra artık hangi söze inanacaktır onlar?" (48-50).

Kalbleri titreten, bu titreyişle de dağların sarsıldığı bu ilâhi kelama inanmayan kimse bundan sonra ebediyen hiçbir söze inanmaz. Onun bu hali helaktır, bedbahtlıktır.

Murselât Suresi Hakkında

Mürselât sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 50 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “gönderilenler” mânasına gelen اَلْمُرْسَلَاتُ (mürselât) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 77, iniş sırasına göre ise 33. sûredir.

Murselât Suresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada yetmiş yedinci, iniş sırasına göre otuz üçüncü sûredir. Hümeze sûresinden sonra, Kaf sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 48. âyetinin Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (Şevkânî, V, 411; İbn Âşûr, XXIX, 418).
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
MURSELÂT SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1: Yemin olsun ilâhî emirlerle, iyiliklerle birbiri ardından gönderilenlere,

2: Şiddetle esip savuranlara,

3: Yaydıkça yayanlara,

4: Hakla bâtılı birbirinden ayırdıkça ayıranlara,

5: Böylece peygamberlere ilâhî vahyi taşıyanlara,

6: İnsanların özrünü ortadan kaldırmak veya uyarmak için:

7: Size va‘dedilen kıyâmet kesinlikle gerçekleşecektir!


Allah Teâlâ, kıyâmetin mutlaka kopacağını haber vermek üzere, sonsuz kudretini gösteren beş şey üzerine yemin eder. Bunlar hakkındaki izahlardan ikisi bizim için önem taşımaktadır:

Birincisi; üzerine yemin edilen varlıklar meleklerdir. Allah meleklerle vahiy ve diğer buyruklarını gönderdiği için onlara اَلْمُرْسَلَاتُ (mürselât) denir. Şiddetle esen rüzgar gibi Allah’ın emirlerini sür’atle yerine getirdikleri için onlara اَلْعَاصِفَاتُ (âsıfât) denir. Gökte kanatlarını açtıkları ve yeryüzünde şeriatleri yaydıkları, yahut mahşerde amel defterlerini yaydıkları için onlara اَلنَّاشِرَاتُ (nâşirât) denir. Hak ile bâtılı birbirinden ayırdıkları için bunlara اَلْفَارِقَاتُ (fârikât) denir. İnsanların özür dilemelerine mâni olmak ve inkârcıları korkutmak üzere Peygamberlere vahyi getirdikleri için de onlara اَلْمُلْقِيَاتُ (mülkıyât) denir. (bk. Sâffât 37/1-3; Zâriyât 51/1-4; Nâziât 79/1-5)

İkincisi; üzerine yemin edilen bu şeyler, rüzgârlardır. Allah onları değişik yönlerden ard arda gönderdiği için bunlara اَلْمُرْسَلَاتُ (mürselât) (bk. Rum 31/48); bazan esişleri şiddetlenip fırtına haline geldikleri için اَلْعَاصِفَاتُ (âsıfât) (bk. Yûnus 10/22); bulutları kaldırıp yaydıkları, bitkilerin, ekinlerin, ağaçların yetişip yayılmasına yardımcı oldukları için اَلنَّاشِرَاتُ (nâşirât) (bk. Rum 31/48; Hicr 15/22); zâlimleri helak ederek Allah’ın dostlarıyla düşmanlarını birbirinden ayırdıkları için اَلْفَارِقَاتُ (fârikât) (bk. Hâkka 69/6); gördükleri hâdiselerden ders ve ibret alan akıllı kimseler rüzgarların şiddetli esişini görünce Allah’ın kudretini hatırlayıp O’na sığındıkları, böylece rüzgarlar onların kalbine Allah’a yönelme, O’na iman ve kulluk bakımından bir öğüt bıraktığı için de اَلْمُلْقِيَاتُ (mülkıyât) denmiştir.

İster melekler isterse rüzgârlar olsun, hepsini yaratan, onlara belli vazifeler yükleyen, onları gönderen, estiren, koşturan, böylece muazzam kâinat nizamını kurup devam ettiren Allah Teâlâ olduğu için, şüphesiz O, kıyâmetle birlikte bu nizamı bozmaya ve âhirete ait yeni bir nizam kurmaya, va‘dettiği şeyleri yerine getirmeye elbette kadirdir. O halde size vaat edilen kıyamet ve ötesindeki her şey mutlaka vuku bulacaktır.
Şimdi seyredin o dehşetli günde neler olacağını:
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
8: Yıldızlar silindiği zaman,

9: Gökyüzü yarıldığı zaman,

10: Dağlar ufalanıp savrulduğu zaman,

11: Peygamberlerin ümmetleri için ne vakit şâhitlik yapacakları belirlendiği zaman artık kıyâmet kopmuştur!

12: Peki, bütün bunlar hangi güne ertelenmiştir?

13: Hüküm gününe.

14: Sen, hüküm gününün ne olduğunu bilir misin?


Kıyâmetle birlikte gökte ve yerde büyük bir yıkım olacak; yıldızlar silinecek, gökyüzü yarılacak ve dağlar yerlerinden sökülecek, darmadağın olup savrulacaklardır. Peygamberlere, gönderildikleri toplumlar hakkında lehte veya aleyhte şâhitlik yapmaları için vakitleri tâyin edilecektir. O da mahşerde toplanma günüdür. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Allah kıyamet günü peygamberleri toplayacak ve: «Tebliğinize karşılık ümmetlerinizden nasıl bir mukâbele gördünüz?» buyuracak, onlar da: «Bizim bu hususta hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz bütün gizlilikleri hakkiyle bilen ancak sensin» diyecekler.” (Mâide 5/109)

“Kıyâmet günü her ümmetten bir şâhit getirip, Rasûlüm, seni de bunlar üzerine şâhit kıldığımız vakit o kâfirlerin halleri nice olacak?” (Nisâ 4/41)

“Yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanır. Kitap ortaya konur. Peygamberler ve şâhitler getirilir. İnsanların arasında hak ve adâletle hüküm verilir. Kimseye zerre kadar haksızlık yapılmaz.” (Zümer 39/69)

Kıyâmetin bir ismi de “fasıl günü”dür. Bu, “hüküm günü” demektir. Çünkü o günde insanlar arasında adâletle hükmedilecek, haklı ile haksız, iyi ile kötü, cennetlikle cehennemlik birbirinden ayrılacaktır.
Bu bakımdan dini yalanlayanlar şöyle uyarılır:
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
15: Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!

وَيْل (veyl), bir felaket olunca durumun fecaatini belirtmek için söylenen bir sözdür. “Yazık yazık! Vay haline!” demektir. Bu kelime “uçuruma yuvarlanmak”, “helak ve ziyana uğramak” gibi mânalar yanında, birine azap temennî etmek için de kullanılır. Buna göre “Yalanlayanlara veyl olsun” buyrulmakla, hem onların hallerinin fecaati, hem de belâya layık olup cezayı hak ettikleri haber verilmiş olur. Bu âyet sûre boyunca on kez tekrar edilir. Her defasında da peşine geldiği âyetlere göre bir mâna ifade eder. Burada “hüküm gününü yalanlayanlar” kastedilir. İçinde bulunduğunuz çağda dini yalanlayanlar, önceki inkârcıların acı sonlarına bir baksınlar:

16: Biz önceki nesilleri, bu yalanlamaları sebebiyle helâk etmedik mi?

17: Onların arkasından gelip, aynı şekilde davrananları da elbette onların âkibetine uğratırız.

18: İşte hayatları günah hasadından ibaret inkârcı suçlulara biz böyle yaparız.

19: Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!


Âhiretin varlığı hakkında tarihten delil getirilir. İnsanlık tarihine bakılacak olursa âhiretin gerçekliği anlaşılır. Çünkü âhireti inkâr edip bu dünyayı asıl hayat zanneden; bu dünyada elde edeceği neticeleri, iyilik ve kötülüğü ölçü kabul ederek ahlâki değerleri ona bağlayan bütün kavimlerin istisnasız hepsi de helak olmuşlardır. Dolayısıyla âhireti hesaba katmadan davrananlar hüsrana uğrarlar. Bir ticâret erbabının, ticâretle alakalı bilinen açık bir gerçeği, yüzlerce kez tecrübe edilmiş bir kâideyi hesaba katmadan, gözü kapalı davranıp da zarar etmesi gibi, bunlar da kesinlikle zarar ederler. Zira Allah’ın tarihte cereyan eden değişmez kanununa göre, âhireti inkâr edenler, helaka uğrayan geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, sonunda aynı felakete uğramalarının kaçınılmaz olduğunu göreceklerdir. Bundan önce hiçbir kavim bu akıbetten istisna edilmemiştir, kıyâmete kadar da istisnâ edilmeyecektir. Bu açık hakikati yalanlayanların hali, o gün pek feci olacak, helak ve azaba düçar kalacaklardır.Halbuki insan, kendi varlığı üzerinde cereyan eden şu ilâhî kudret akışlarını ve azamet tecellilerini düşünecek olsa, hiç inkâra saplanması mümkün olabilir mi:
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
20: Ey insanlar! Biz sizi değersiz bir sudan yaratmadık mı?

21: Sonra onu sağlam bir yere yerleştirdik;

22: Belli bir süreye kadar.

23: Biz, insanın yaratılışını işte böyle gerçekleştirdik. Ne mükemmeldir bizim bir şeyi gerçekleştirme kudretimiz!

24: Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!


Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz kudretine ve ölüleri dirilteceğine dair üçüncü delil, bizzat insanın kendi yaratılışıdır. Onun yaratıldığı “hakir, değersiz su”, meni ve onun içinde insanın tohumunu teşkil eden nutfedir. Menî necisdir; temizlenmek için onun değdiği yeri yıkamak gerekir. O suyun yerleştirildiği sağlam yer, “ana rahmi”dir. “Belli bir süre” ise, bebeğin ana rahminde gelişimini tamamladığı hamilelik müddetidir. İnsanı, pek önemsenmeyen bir damla sudan, en gelişmiş mikroskopla bile görülmesi mümkün olmayan bir nutfeden başlatıp belli kademelerden geçirerek mükemmel bir varlık haline getiren Allah Teâlâ, elbette kusursuz bir ilim ve kudret sahibidir. İnsanın bunu unutup Rabbine isyan etmesi ise cezayı gerektiren en büyük bir nankörlüktür. Diğer taraftan, böyle basit bir sudan insan gibi son derece mükemmel bir varlığı yaratan ilâhî kudretin, onu öldükten sonra da yaratmaya güç yetireceği gözler önüne serilmiş olmaktadır.

İsterseniz bir de, büyük bir ilâhî kudret delili olarak yere ve dağlara bakın:

25: Biz yeryüzünü bir toplanma mekânı yapmadık mı:

26: Hem diriler, hem ölüler için?

27: Üstüne de sarsılmaz, sâbit yüce dağlar diktik; size tatlı sular içirdik.

28: Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!


Dördüncü delil, yeryüzüdür; Allah Teâlâ’nın buradaki kudret tecellileridir. اَلْكِفْتُ (kift) ve اَلْكِفَاتُ (kifât), toplamak, kendine çekmek, kucaklamak demektir. Bilindiği ve görüldüğü üzere yeryüzü bütün insanları, ölüleri ve dirileri bir ana kucağı gibi bağrına basmaktadır. Eğer arz çekim kuvvetiyle üstündekileri kendine çekmese, üzerinde bulunan her şey, ölüler ve diriler savrulur gider. Fakat o ilâhî kudretin kendine verdiği çekim kuvvetiyle dirileri toprağın üstünde, ölüleri de altında taşımaktadır. Ayrıca âyetlerin işaretine göre mahşer yerinde ilâhî huzurdaki büyük toplantı da yine bu yer üzerinde olacaktır. Kimse buradan başka bir yere kaçamayacak, ilâhî kudretin kabzasından dışarı çıkamayacaktır. Ayrıca yeryüzüne yerleştirilen, bir taraftan ağır basan sabit oturaklı, bir taraftan da başlarını göklere kaldırmış yüce dağlar; nehirlerden, derelerden, çeşmelerden akan tatlı sular hem birer büyük nimet hem de Allah’ın kudretinin açık işaretleridir. Bu işaretleri yalanlayanlara, görmezden gelenlere elbette yazık, çok yazık olacaktır. Bu inkârcı nankörler âhirette pek dehşetli bir azaba uğrayacaklardır. Şöyle ki:
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
29: O gün inkârcılara şöyle denir: “Haydi, yalan saydığınız o azaba doğru gidin!”

30: “Üç sütun hâlinde yükselen o kapkara cehennem dumanının gölgesine girin!”

31: Bir gölge ki ne serinlik verir, ne de alevden korur.

32: O ateş, saraylar büyüklüğünde kıvılcımlar fırlatır;

33: Sarı erkek deve sürüleri gibi dağılan kıvılcımlar.

34: Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!


Bu âyetlerde, Allah’ın kudretini ve hüküm gününü yalanlayanların o gün çarptırılacakları azabın korkunçluğu tasvir edilir. Onlara, azarlayıcı ve aşağılayıcı bir hitapla, “Haydi, defolun!” denilerek yalanladıkları o azabın içine girmeleri emredilir. Böylece yeryüzü onlardan boşaltılır ve inkâr ede geldikleri o azaba sevk edilirler. “Üç sütun halinde yükselen duman”, cehennem yakıtlarının çıkardığı üçe ayrılmış yoğun dumandır. Fakat bu gölgeler, öyle serinlik veren bir gölge değildir. Çatal çatal dikilen cehennem alevlerinin gölgesidir. Bunlar, altına sığınanları alevlerden de korumaz. Çünkü çatallıdır; çatallarının arasından alevler hücum eder. Onun için bu gölgeler bir şeye yaramaz, sığınmaya gelmez. O cehennemin alev saçan ateşi, öyle büyük ve dehşetlidir ki, saraylar gibi yahut büyük odun kütükleri gibi kıvılcımlar atar. Bu benzetme, saçılan kıvılcımların büyüklüğünü gösterir. Sanki o kıvılcımlar, sarı sarı erkek deve sürüleri gibidir. Bu benzetme de renk, çokluk ve hareket itibariyledir. Üstelik erkek deve daha büyük ve daha kuvvetlidir. İşte sadece kıvılcımları böyle olan cehennem ateşinin ve alevlerinin ne kadar salgın ve dehşetli olduğunu tasavvur etmek gerekir.

Mahşer gününden bir başka dehşet tablosu:

35: Bugün, onların tek bir kelime bile edemeyecekleri bir gündür.

36: Kendilerine izin verilmez ki, özür dileyebilsinler.

37: Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!

38: Bugün hüküm günüdür. Sizi de, öncekileri de bir araya topladık.

39: Cezamdan kurtulmak için varsa bir hîleniz, bir düzeniniz, hiç durmayın, beni atlatmak için hemen uygulayın!

40: Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!


Kur’an’daki verilen bilgilerden anlaşıldığına göre mahşer gününün çeşitli safhaları olacaktır. Her safhanın kendine has halleri vardır. Burada kâfirlerin cehenneme girmeden önceki son durumları arz edilir. Zira bu hususla alakalı başka âyetlerin bildirdiğine göre kâfirler ve günahkârlar bundan önce mahşer meydanında pek çok mazeret ileri sürecekler. Kendi suçlarını birilerine yüklemeye çalışacak, kendilerinin masum olduğunu ispata gayret edecekler. Kendilerini saptıranlarla cedelleşecekler. Hatta bazıları, pek çok âyette belirtildiği gibi utanmadan suçlarını inkâr etmeye çalışacak. Fakat onların elleri, ayakları ve bütün azaları aleyhlerinde şâhitlik edecektir. Suçları tamamen ispatlanıp, ilâhî hak ve adâlet ölçülerine göre hiçbir yönden eksiklik kalmadıktan sonra suçlarının cezası bildirilecektir. İşte o zaman onlara hiçbir söz hakkı kalmayacaktır. Artık hiç bir mazeretleri kabul edilmeyecektir. Ne özür dilemelerine imkân, ne de kendilerini müdafaaya izin verilecektir. Bundan maksat, onların kendilerini savunma haklarını gasp değil, elbette ki bütün suçları ispatlandıktan sonra artık hiçbir delilleri kalmayacağını beyândır. Böylece onların ağızları kapatılmış olacak ve ebedi azaba sürükleneceklerdir.Ömürlerini Allah’a duydukları derin bir saygı ve korku içerisinde güzel bir kullukla dolduranlara gelince:
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
41: Gönülleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olup O’na itaatsizlikten sakınanlar, serinletici gölgeler altında ve pınar başlarındadır.

42: Canlarının çektiği türlü türlü meyveler arasında.

43: Onlara: “Dünyada yaptığınız iyiliklerin mükâfatı olarak şimdi âfiyetle yiyin, için!”

44: “İyilik eden ve işini güzel yapanları işte biz böyle mükâfatlandırırız” buyrulur.

45: Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!


Kâfirlerin hazin ve feci durumlarına karşılık kalplerinde Allah’a karşı pek derin bir saygı besleyip, O’na itaatsizlikten kaçınan ve emirlerini titizlikle yapmaya çalışanların nimet, huzur ve saadet dolu halleri tasvir edilir. Önceki âyetlerde cehennemlikler için üç türlü azap sayıldı: Onlar;

Saraylar veya kütükler gibi kocaman,
Sarı erkek deve sürüleri gibi çok ve hareketli kıvılcımlar atan,
Serinlik vermeyen ve alevden korumayan üç çatallı bir gölgenin altına götürüldüler.

Buna mukâbil Allah’tan korkup günahlardan sakınanlara üç nimet sayılır: Onlar da;

Serinletici gölgeler altına,
Pınarların, çeşmelerin başlarına,
Gönüllerinin çektiği türlü türlü meyvelerin arasına yerleştirildiler. Bunlardan afiyetle yiyip içmelerine müsaade buyruldu.
Elbette kıyameti, cenneti ve cehennemi yalanlayanların, takvâ sahiplerine verilen bu nimetler karşısında içine düştükleri azabın fecaat ve vahameti daha da artacak ve hallerinin perişanlığı bütün netliği ile ortaya çıkacaktır.

O halde:

46: Ey kâfirler! Şu pek kısa ömürde yiyin, için, zevklenin bakalım. Ama unutmayın ki, siz inkârcı suçlularsınız.

47: Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!

48: Onlara: “Haydi, Allah’ın huzurunda boyun eğin, O’na kullukta bulunun!” dendiği zaman boyun eğmezler.

49: Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!


Hitap, yaşamakta olan ve henüz tevbe fırsatını kaçırmamış olan tüm kâfirleredir. Onlara dünya hayatının fâniliği hatırlatılmakta ve onun geçici zevklerine aldanmamaları öğütlenmektedir. İtikâdî, amelî ve ahlâkî bütün günahlardan uzaklaşarak tevhide, Allah’a kulluğa dönmeleri istenmekte ve onlara yöneltilen şu susturucu soruyla sûre sona ermektedir:

50: Bu Kur’an’a da inanmazlarsa, artık bundan sonra hangi söze inanacaklar acaba?

Dünya üzerinde meydana gelen en büyük hâdise, insana doğru yolu gösteren, hakla bâtıl arasındaki farkı en ince noktalarına kadar anlatan Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olmasıdır. O, Allah’ın en büyük rahmet tecellisidir. Göklerin, yere emsalsiz armağanıdır. Mûcizedir; kıyâmete kadar bir âyetinin bile benzerini getirmek mümkün değildir. İnanmak, bağlanmak ve şükretmek gereken en büyük nimet odur. Dolayısıyla Kur’an’ı okuyarak ve dinleyerek iman etmeyen bir kişiye, başka hangi söz tesir edebilir ve onu doğru yola getirebilir?

Bu âyet, kalplerin kilitlerini açıp onları iman nûruna kavuşturacak hakiki hidâyet anahtarının Kur’ân-ı Kerîm olduğuna işaret etmektedir.

Ağırlıklı olarak öncekilerin ve sonrakilerin toplanıp aralarında hüküm verilerek ayrılacağı kıyâmet gününün anlatıldığı Mürselât sûresini, Kur’ân’ın inişiyle birlikte Resûlullah (s.a.s.)’in bu büyük haberi getirmesi üzerine müşriklerin gâh telâş gâh alay etme tarzında sorup soruşturarak bu haber etrafında tartışmalara dalmış bulunmalarını söz konusu ederek başlayan Nebe sûresi takip edecektir:
 
Üst Alt