ceylannur

Yeni Üyemiz
mükerrer suâllerine cevaptır. Müessise, tespit etmek için tekrar lâzımdır, te’kid için terdad lâzımdır, teyid için takrîr, tahkik, tekrîr lâzımdır.
Hem öyle mesâil-i azîme ve hakàik-ı dakîkadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif sûretlerde tekrar lâzımdır.
Bununla beraber, sûreten tekrardır, fakat mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faydaları, çok vücuh ve tabakàtı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve fayda ve maksadlar için zikrediliyor.
Hem Kur’ân’ın, mesâil-i kevniyenin bâzısında ibhâm ve icmâli ise, irşâdî bir lem’a-i i’câzdır. Ehl-i ilhâdın tevehhüm ettikleri gibi medâr-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir.
Eğer desen: "Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudâttan bahsettiği gibi etmiyor? Bâzı mesâili mücmel bırakır, bâzısını nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir sûret-i basitâne-i zâhirânede söylüyor."
Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatin yolunu şaşırmış onun için. Hem, geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hàlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur’ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mâdem ki Kur’ân-ı Mürşid, bütün tabakàt-ı beşere hitâb eder; kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdır. Elbette irşâd ister ki, lüzumsuz şeyleri ibhâm ile icmâl etsin ve dakîk şeyleri temsil ile takrîb etsin; ve mugàlâtalara düşürmemek için zâhirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyir etmemektir.
Meselâ, güneşe der: "Döner bir siracdır, bir lâmbadır." Zîrâ, güneşten güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizâmın merkezi olduğundan; intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i mârifeti olduğundan bahsediyor.
Evet, der:
b510.gif
"Güneş döner." Bu "döner" tâbiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder. İşte, bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez.
Hem, der:
b511.jpg
* Şu "sirac" tâbiriyle âlemi bir kasır sûretinde; içinde olan eşya ise, insana ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenât ve mat’umât ve levâzımât olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hàlıkı ifham eder. * Güneşi de bir kandil olarak asmıştır. (Nuh Sûresi: 16​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Şimdi bak; şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: "Güneş, bir kitle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı, etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir." Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor. Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şâşaa-i sûriyesine aldanıp, Kur’ân’ın gayet mu’ciznümâ beyânına karşı hürmetsizlik etme.
İhtar: Arabî Risâle-i Nur’da On Dördüncü Reşhanın Altı Katresi, bâhusus Dördüncü Katrenin Altı Nüktesi, Kur’ân-ı Hâkîmin kırk kadar envâ-ı i’câzından on beşini beyân eder. Ona iktifâen burada ihtisar ettik. İstersen ona mürâcaat et; bir hazîne-i mu’cizât bulursun.


b512.gif
-1-
b513.gif
-2-
Said Nursî
1 Allahım! Kur’ân’ı, bizim için, onu yazan ve benzerleri için, her türlü hastalıktan şifâ, bize ve onlara hem dünyada, hem de âhirette dost, dünyada yoldaş, kabirde arkadaş, Kıyâmette şefaatçi, Sırat üzerinde nur, Cehenneme karşı perde ve örtü, Cennette arkadaş ve bütün hayırlara bizi sevk eden rehber ve önder kıl. Bunu fazlın, cömertliğin, keremin ve rahmetinle yap ey merhametlilerin en merhametlisi ve ey bütün cömertlerden daha cömert olan! Duâmızı kabul buyur.
Allahım! Kendisine hakla bâtılı ayırt eden Kur’ân-ı Hakîmin indiği zâta, onun bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle. âmin, âmin. 2 Baki olan yalnız Allah’tır​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Şakk-ı Kamer Mu’cizesine Dâirdir
b514.gif



b515.gif
-1-
Kamer gibi parlak bir mu’cize-i Ahmediye (a.s.m.) olan inşikâk-ı kameri, evhâm-ı fâside ile inhisâfa uğratmak isteyen feylesoflar ve onların muhakemesiz mukallitleri diyorlar ki, "Eğer inşikâk-ı kamer vukù bulsa idi, umum âleme mâlûm olurdu. Bütün tarih-i beşerin nakletmesi lâzım gelirdi."
Elcevap : İnşikâk-ı kamer, dâvâ-i nübüvvete delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, vakt-i gaflette, âni olarak gösterildiğinden; hem, ihtilâf-ı metâlî ve sis ve bulut gibi, rü’yete mâni esbâbın vücudu ile beraber, o zamanda medeniyet taammüm etmediğinden ve husûsi kaldığından ve tarassudâtı semâviye pek az olduğundan; bütün etrâf ı âlemde görülmek, umum tarihlere geçmek, elbette lâzım değildir. Şakk-ı kamer yüzünden, bu evham bulutlarını dağıtacak çok noktalardan şimdilik Beş Noktayı dinle.
BİRİNCİ NOKTA: O zaman, o zemindeki küffârın gâyet şedid derecede inatları tarihen mâlûm ve meşhur olduğu halde; Kur’ân-ı Hakîmin,
b516.gif
-2- demesiyle, şu vak’ayı umum âleme ihbar ettiği halde; Kur’ân’ı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yani ihbar ettiği şu vâkıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise, o küffarca katî ve vâki bir hâdise olmasa idi, şu sözü serrişte ederek, gâyet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vak’aya dâir siyer ve tarih, o vak’a ile münâsebettar küffânn adem-i vukùuna dâir hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. Yalnız,"veyekulusihr ummüntesir" ayetinin beyan ettiği gibi, tarihçe

1 Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla Kıyâmet yaklaştı, ay yarıldı. · Onlar bir mu’cize görseler yüz çevirir ve "Bu kuvvetli bir sihirdir" derler. (Kamer Sûresi:1.) 2 Ay yarıldı. (Kamer Süresi:1.​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
menkul olan şudur ki:0 hâdiseyi gören küffar, "Sihirdir" demişler ve "Bize sihir gösterdi. Eğer sâir taraflardaki kervan ve kâfileler görmüşlerse, hakîkattir; yoksa bize sihir etmiş" demişler. Sonra, sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kâfileler ihbar ettiler ki, "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i Âlem (a.s.m.) hakkında, hâşâ, "Yetim-i Ebû Tâlib’in sihri semâya da tesir etti" dediler.
İKİNCİ NOKTA : Sa’d-ı Taftazânî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki, "İnşikâk-ı kamer; parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, câmide hutbe okurken dayandığı kuru direğin müfârakat-ı Ahmediyeden (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevâtirdir. Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesîre nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhâldir. Hâle gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevâtirdir. Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi, tevâtürle vücudu katîdir" dèmişler. İşte böyle gâyet katî ve şuhûdî mesâilde teşkikât-ı vehmiye yapmak, akılsızlıktır. Yalnız muhâl olmamak kâfîdir. Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.
ÜÇÜNCÜ NOKTA: Mu’cize, dâvâ-i nübüvvetin ispatı için, münkirleri iknâ etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise, dâvâ-i nübüvveti işitenler için, iknâ edecek bir derecede mu’cize göstermek lâzımdır. Sâir taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine münâfı olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhâliftir. Çünkü, "Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak" sırr-ı teklif iktizâ ediyor. Eğer Fâtır-ı Hakîm, inşikâk-ı kameri, feylesofların hevesâtına göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksa idi ve beşerin umum tarihlerine geçse idi, o vakit sâir hâdisât-ı semâviye gibi, ya dâvâ-i nübüvvete delil olmazdı ve risâlet-i Ahmediyeye (a.s.m.) husûsiyeti kalmazdı, veyahut bedâhet derecesinde öyle bir mu’cize olacaktı ki, aklı icbar edecek, aklın ihtiyârını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek; Ebû Cehil gibi kömür ruhlu, Ebû Bekir-i Sıddîk gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zâyi olacaktı. İşte bu sır içindir ki, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilâf-ı metâli, sis ve bulut gibi sâir mevânü perde ederek, umum âleme gösterilmedi, veyahut tarihlere geçirilmedi.
DÖRDÜNCÜ NOKTA: Şu hâdise, gece vakti herkes gatlette iken, âni bir sûrette vukù bulduğundan, etrâf-ı âlemde elbette görülmeyecek Bâzı efrâda görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vâhid ile tarihlere bâkî bir sermâye olmayacak.
Bâzı kitaplarda, "Kamer, iki parça olduktan sonra yere inmiş" ilâvesi ise, ehl-i tahkik reddetmişlerdir. "Şu mu’cize-i bâhireyi kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münâfık ilhak etmiş" demişler.
Hem meselâ, o vakit, cehâlet sisiyle muhât İngiltere, İspanya’da yeni gurûb; Amerika’da gündüz; Çin’de, Japonya’da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
esbâb-ı mâniaya binâen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız mûterize bak; diyor ki, "İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor. Öyle ise vukù bulmamış." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerin başına!
BEŞİNCİ NOKTA: İnşikâk-ı kamer kendi kendine, bâzı esbâba binâen vukù bulmuş, tesâdüfì, tabiî bir hâdise değil ki, âdi ve tabiî kânunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîmi, Resûlünün risâletini tasdik ve dâvâsını tenvir için, hârikulâde olarak o hâdiseyi îkâ etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risâletin iktizâsıyla, hikmet-i Rubûbiyetin istediği insanlara ilzâm-ı hüccet için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktizâ etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-i nübüvveti henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâlî haysiyetiyle, bâzı memleketin kameri daha çıkmaması ve bâzılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurûb etmesi gibi o hâdiseyi görmeye mâni pekçok esbâbâ binâen, gösterilmemiş. Eğer, umum onlara dahi gösterilse idi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin (a.s.m.) neticesi ve mu’cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti: o vakit, risâleti bedâhet derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyârı kalmazdı; iman ise, aklın ihtiyâriyledir; sırr-ı teklif zâyi olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semâviye olarak gösterilse idi, risâlet-i Ahmediye (a.s.m.) ile münâsebeti kesilirdi ve onunla husûsiyeti kalmazdı.
Elhâsıl, şakk-ı kamerin imkânında şüphe kalmadı. Katî ispat edildi. Şimdi, vukùuna delâlet eden çok bürhanlarından altısına HAŞİYE işaret ederiz. Şöyle ki:
Ehl-i adâlet olan Sahâbelerin, vukùuna icmâı ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin,
b517.gif
tefsirinde, onun vukùuna ittifâkı ve ehl-i rivâyet-i sâdıka bütün muhaddisînin pekçok senetlerle ve muhtelif tarîklerle vukùunu nakletmesi ve ehl-i keşif ve ilhâm bütün evliyâ ve sıddıkînin şehâdeti ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamların ve mütebahhir ulemânın tasdiki ve nass-ı katî ile dalâlet üzerine icmâları vâki olmayan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) o vak’ayı telâkkî-i bilkabul etmesi, güneş gibi, inşikâk-ı kameri ispat eder.
Elhâsıl: Buraya kadar tahkik namına ve hasmı ilzam hesâbına idi. Bundan sonraki cümleler, hakikat nâmına ve îman hesabınadır. Evet, tahkik öyle dedi. Hakikat ise diyor ki:
Semâ-i risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Dîvân-ı Nübüvvet, nasıl ki mahbûbiyet derecesine çıkan ubûdiyétindeki velâyetin kerâmet-i uzmâsı ve mu’cize-i kübrâsı olan Mîrac ile, yani bir cism-i arzı semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhâniyeti ve mahbûbiyeti gösterildi ve velâyetini isbat HAŞİYE
Yani, altı defa icmâ suretinde, vukùuna dâir altı hüccet vardır. Bu makam çok izaha lâyık iken, maattessüf kısa kalmıştır​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
etti; öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine o arzlının risâletine öyle bir mu’cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nûrânî kanadı gibi, risâlet ve velâyet gibi iki nûrânî kanadıyla, iki ziyâdar cenah ile, evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kâb-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza, medâr-ı fahr olmuştur.


b518.gif
-1-


b519.gif
-2-
1 Ona ve Äline yer ve gökler dolusu rahmet ve selâmlar olsun. 2 Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Süresi: 32.​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m) Zeylinin Bir Parçasıdır
Risalet-i Ahmediye (a.s.m) delaili hakkında olup, Mirac Risalesinin Üçüncü esasının nihayetindeki üç mühim müşkülden birinci müşküle ait suale, muhtasar bir fihriste suretinde verilen bir cevaptır.
Sual: Şu Miracı Azim ne için Muhammed-i Arabi Aleyhissalatü Vesselama mahsustur.
Elcevap: Birinci müşkülünüz Otuz adet Sözlerde tafsîlen halledilmiştir. Yalnız, şurada zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) kemâlâtına ve delâil-i nübüvvetine ve o Mi’rac-ı âzama en elyak o olduğuna icmâlî işaretler nevinde bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki:
Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pekçok tahrifâta mâruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyn-i Cisrî gibi bir muhakkik nübüvvet-i Ahmediyeye (a.s.m.) dâir, yüz on dört işarî beşâretleri çıkarıp, Risâle-i Hamîdiye’de göstermiştir.
Sâniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Satîh gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman Peygamberi o olduğuna beyânâtları gibi çok beşâretler, sahih bir sûrette tarihen nakledilmiştir.
Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbe’deki sanemlerin sukùtuyla, Kisrâ-i Fârisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi gibi, irhâsât denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.
Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-i azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfârakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) deve gibi enîn ederek ağlaması;
b520.gif
nassı ile, şakk-ı
Ay yarıldı. (Kamer suresi: 1.​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine bâliğ mu’cizâtla serfirâz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.
Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muâmelâtının şehâdetiyle secâyâ-i sâmiye, vazifesinde ve tebligàtında en âlî bir derecede ve din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehâdetiyle şeriatında en âlî hisâl-ı hamîde en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.
Sâdisen: Onuncu Sözün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi; Ulûhiyet, muktezâ-i hikmet olarak tezâhür istemesine mukabil, en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediye (a.s.m.), dinindeki âzamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir.
Hem Hàlık-ı âlemin nihayet kemâldeki cemâlini bir vâsıta ile göstermek muktezâ-i hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil, en güzel bir sûrette gösterici ve tarif edici, bilbedâhe o zâttır.
Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san’atı üzerine enzâr-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.
Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakàtında Vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil, tevhidin en âzamî bir derecede, bütün merâtib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.
Hem Sahib-i âlemin nihayet derecede âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemâlinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini aynalarda muktezâ-i hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil, en şâşaalı bir sûrette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet hârika mu’cizeleri ile ve gayet kıymettar cevâhirler ile dolu hazîne-i gaybiyelerini izhâr ve teşhir istemesi ve onlarla kemâlâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acâib ve zînetlerle süslendirmek sûretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyir ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhâl etmesi ve muktezâ-i hikmet olarak onlara o âsâr ve sanâyîinin mânâlarını, kıymetlerini ehl-i temâşâ ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir sûrette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur’ân-ı Hakîm vâsıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gàyeyi tazammun eden tılsım-ı muğlâkını ve mevcudâtın "Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?" olan şu üç suâl-i müşkülün muammâsını bir elçi vâsıtasıyla umum​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir sûrette ve en âzamî bir derecede hakàik-ı Kur’âniye vâsıtasıyla o tılsımı açan ve o muammâyı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnuâtıyla Kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli ni’metlerle Kendini onlara sevdirmesi, bizzarûre onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyâtı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vâsıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla o marziyât ve arzuları beyân eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır.
Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya müptela olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.
İşte, mevcudâtın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir sûrette ifâ eden zât, elbette o Mi’rac-ı Azîm ile Kàb-ı Kavseyne çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazîne-i rahmetini açacak, imânın hakàik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.
Sâbian: Bilmüşâhede şu masnuâtta gayet güzel tahsînât, nihayet derecede süslü tezyinât vardır. Ve bilbedâhe şöyle tahsînât ve tezyinât, onların Sâniinde, gayet şiddetli bir irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irâde-i tahsin ve tezyin ise, bizzarûre o Sâni’de, san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuât içinde en câmi’ ve letâif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuâttaki güzellikleri deyip istihsan eden, bilbedâhe o san’atperver ve san’atını çok seven Sâniin nazarında en ziyâde mahbub, o olacaktır.
İşte masnuâtı yaldızlayan mezâyâ ve mehâsine ve mevcudâtı ışıklandıran letâif ve kemâlâta karşı, "Sübhanallah, Maşaallah, Allahü Ekber!" diyerek semâvâtı çınlattıran ve Kur’ân’ın nağamâtıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşâhede o zâttır.
İşte böyle bir zât ki,
b521.gif
sırrınca, bütün ümmetin işlediği hasenâtın bir misli onun kefe-i mîzanında bulunan ve umum ümmetinin salâvâtı, onun mânevî kemâlâtına imdad veren ve risâletinde gördüğü vezâifin netâicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhiyenin nihayetsiz feyzine Bir şeye sebep olan, onu işleyen gibidir. ["Hayrın yolunu gösteren, onu işleyen gibidir" (Feyzü’l-Kadîr, c.3, s. 537, hadîs no: 4250; Keşfü’l-Hafâ, c. 1, s. 399.) hadîsinden alınan bir ölçü.​
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
mazhar olan bir zât, elbette Mi’rac merdiveniyle Cennete, Sidretü’l-Müntehâya, Arş’a ve Kàb-ı Kavseyne kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir. Haşiye
b522.gif
*
Said Nursî * Baki olan yalnız Allah’tır​
 
Üst Alt