Ve keza, büyük bir fakr ve ihtiyaçta bulunan kâinatın envâ ve eczâsına lâzım olan işlerini, hâcetlerini evkat-ı münasipte
-1- ifa ve is'af etmek, bir Rezzak-ı Kerîmin vücub-u vücuduna delâlet eder.
Ve keza, kâinat, umumî ve hususî, maddî ve mânevî pek büyük ihtiyaçlar içindedir. Gerek vücuduna ve gerek bekasına lâzım şeyleri, işleri görmekten âcizdir. Bu gibi matluplarının şuuru olmaksızın yerine getirilmesi, elbette Rahmân-ı Rahîm ve Vâcibü'l-Vücud bir Sâni-i Hakîm tarafındandır.
Ve keza, kevn ve vücutta, imkân, kesret, infial mertebeleri vardır. İmkân mertebesi, vücub mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdet mertebesine nâzırdır, onu iktiza eder. İnfial mertebesi, fâiliyet mertebesine mütevakkıftır. Bu mertebeler arasındaki istilzam, bizzarure vâcip, vâhid, fa'al bir Hâlıkı iktiza ve istilzam eder.
Ve keza, bakıyoruz ki, kâinatta herhangi birşey, hadd-i kemale vasıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemaline vasıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücut kemali ister, kemal de sübutu iktiza eder. Öyleyse, vücudun vücudu, kemalledir. Kemalin kemali de devamla olur. Öyleyse, bir Vâcib-i Sermedî, Kâmil-i Mutlak var ki, mümkinatın bütün kemalâtı, Onun nur-u kemalinin cilvelerine birer gölgedir. Öyleyse, Cenab-ı Hak zatında, sıfâtında, ef'âlinde kâmil-i mutlaktır.
Ve keza, herşeyin bâtını zahirinden daha lâtif, daha şeffaftır. Bu ise, Sâniin o şeyden hariç ve baîd olmamasına delâlet eder. O şeyin sair eşyayla nizam ve muvazenesinin Sânii tarafından temin edildiği cihetle de, Sâniin o şeyde dahil olmamasını iktiza eder. Öyleyse, bir masnûun zatına bakılırsa, Sâniin ilim ve hikmeti görünür. Gayrısıyla birlikte bakılırsa, Sâniin fevkalküll bir sem' ve basara mâlik olduğu görünür. Bu hakikatten anlaşıldı ki, Sâni-i Âlem, âlemde dahil olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudretiyle herşeyin içinde olduğu gibi, herşeyin fevkindedir. Birşeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber görür.
Bu hakikatler, kavs-i kuzeh renkleri gibi mâcun, birtakım nurânî âyetlerdir. Kâinat, bütün evsaf-ı kemaliyeyle muttasıf bir Hâlıkın vücub-u vücud ve vahdetine delâlet ve şehadet eder. Evet, kâinat o Hâlıkın nurunun gölgesi, esmâsının tecelliyatı, ef'alinin âsârıdır.
Arkadaş! Kâinatın, şu geçen hakikatlerin lisanıyla söylediği
delâiliyle
'ı ispat eder. Ve keza,
-2- hakikati
'ı istilzam ediyor
da, imânın beş rüknünü tazammun ettiği gibi, sıfât-ı rububiyete de mazhar ve mir'attır. Bu sırra binaendir ki;
imânın mizan ve terazisinde
ile karîn ve muvazi olmuştur. Nübüvvet, sıfât-ı rububiyete nâzır ve mazhar olduğundan, umumî bir câmiiyete mâliktir. Velâyet ise, hususî ve cüz'îdir. Aralarındaki nispet
ile
arasındaki nispet gibidir ki, birisinde izafe umumîdir, ötekisinde hususidir. Veya arzdan Arşa olan miracla secdedeki miraç arasında veya Arşla kalb arasındaki nispet gibidir.
1- "Beklemediği yerden." Talak Sûresi: 65:3.
2- "Bil ki Allah'tan başka ilah yoktur." Muhammed Sûresi: 47:19.
Ve keza, kâinat, umumî ve hususî, maddî ve mânevî pek büyük ihtiyaçlar içindedir. Gerek vücuduna ve gerek bekasına lâzım şeyleri, işleri görmekten âcizdir. Bu gibi matluplarının şuuru olmaksızın yerine getirilmesi, elbette Rahmân-ı Rahîm ve Vâcibü'l-Vücud bir Sâni-i Hakîm tarafındandır.
Ve keza, kevn ve vücutta, imkân, kesret, infial mertebeleri vardır. İmkân mertebesi, vücub mertebesine bakar ve onu istilzam eder. Kesret mertebesi, vahdet mertebesine nâzırdır, onu iktiza eder. İnfial mertebesi, fâiliyet mertebesine mütevakkıftır. Bu mertebeler arasındaki istilzam, bizzarure vâcip, vâhid, fa'al bir Hâlıkı iktiza ve istilzam eder.
Ve keza, bakıyoruz ki, kâinatta herhangi birşey, hadd-i kemale vasıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemaline vasıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki, vücut kemali ister, kemal de sübutu iktiza eder. Öyleyse, vücudun vücudu, kemalledir. Kemalin kemali de devamla olur. Öyleyse, bir Vâcib-i Sermedî, Kâmil-i Mutlak var ki, mümkinatın bütün kemalâtı, Onun nur-u kemalinin cilvelerine birer gölgedir. Öyleyse, Cenab-ı Hak zatında, sıfâtında, ef'âlinde kâmil-i mutlaktır.
Ve keza, herşeyin bâtını zahirinden daha lâtif, daha şeffaftır. Bu ise, Sâniin o şeyden hariç ve baîd olmamasına delâlet eder. O şeyin sair eşyayla nizam ve muvazenesinin Sânii tarafından temin edildiği cihetle de, Sâniin o şeyde dahil olmamasını iktiza eder. Öyleyse, bir masnûun zatına bakılırsa, Sâniin ilim ve hikmeti görünür. Gayrısıyla birlikte bakılırsa, Sâniin fevkalküll bir sem' ve basara mâlik olduğu görünür. Bu hakikatten anlaşıldı ki, Sâni-i Âlem, âlemde dahil olmadığı gibi, âlemden hariç de değildir. İlmi ve kudretiyle herşeyin içinde olduğu gibi, herşeyin fevkindedir. Birşeyi gördüğü gibi, bütün eşyayı da beraber görür.
Bu hakikatler, kavs-i kuzeh renkleri gibi mâcun, birtakım nurânî âyetlerdir. Kâinat, bütün evsaf-ı kemaliyeyle muttasıf bir Hâlıkın vücub-u vücud ve vahdetine delâlet ve şehadet eder. Evet, kâinat o Hâlıkın nurunun gölgesi, esmâsının tecelliyatı, ef'alinin âsârıdır.
Arkadaş! Kâinatın, şu geçen hakikatlerin lisanıyla söylediği
1- "Beklemediği yerden." Talak Sûresi: 65:3.
2- "Bil ki Allah'tan başka ilah yoktur." Muhammed Sûresi: 47:19.