Hz. Süleyman (as)

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Zenginliği ve İhtişamı, İslam’ın Menfaati, Allah’ın Rızası İçin Kullanmaları
Hz. Süleyman sahip olduğu zenginlikleri Allah’ın dinini anlatmak ve İslam ahlakını dünya üzerinde yaymak için en güzel şekilde kullanmıştır. Fethettiği ülkelerde yaşayan insanları öncelikle Allah’a iman etmeye ve teslim olmaya davet etmiştir. Sebe Ülkesi’ne gönderdiği İslam’a davet mektubu bu konuda çok önemli bir delildir. Hz. Zülkarneyn de “... Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkan) daha hayırlıdır...” (Kehf Suresi, 95) ayetinden de anlaşıldığı gibi, Allah’ın nimetiyle sağlam bir iktidara sahiptir. Ve bu büyük gücü, yeryüzünde bozgunculuğu engellemek için kullanmıştır. Altınçağ döneminde de insanlar çok büyük bir zenginliğe, refaha ve huzura kavuşacaklardır. Mehdi yeryüzünün tüm zenginliğini Allah’ın dinini yeryüzüne hakim kılmak için kullanacak, fethettiği ülkelerde güzel ahlakı ve barışı esas alacaktır. Onun eşi ve benzeri olmayan uygulamaları insanların İslam ahlakına karşı kalplerinin yumuşamasına vesile olacak ve İslam ahlakı çok kısa bir sürede tüm dünyaya hakim olacaktır. Bu konudaki hadislerden bazıları şu şekildedir: Ümmetim arasında Mehdi çıkacak, Allah onu insanları zengin kılmak için gönderecektir. Ümmet nimetlenecek, hayvanlar bol bol yiyip içecek, arz nebatını çıkaracak... (Kitab-ül Burhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 15) ... Biattan önce, insanlar grup grup ona akın edecekler ve oraya giden herkes ondan bereket kazanacaktır. (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 25)

Altınçağ’da Yaşanacak Bolluk ve Bereket
Ayetlerden Hz. Süleyman döneminde çok büyük bir zenginlik yaşandığı ve insanların müreffeh bir yaşam sürdükleri anlaşılmaktadır. Hz. Süleyman’ın sarayı son derece görkemlidir, çok büyük orduları vardır ve o dünyanın dört bir yanına hakim olmuştur. Altınçağ da bolluk ve bereketiyle Hz. Süleyman dönemiyle çok büyük bir benzerlik gösterecektir. İnsanlara her istedikleri sayılmadan, bol bol verilecek, havadaki kuşlar dahi Mehdi’nin hilafetinden razı olacaktır. Peygamber Efendimizin Altınçağ’daki bolluk, bereket ve refah ortamını tasvir eden çok detaylı açıklamaları bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şu şekildedir: O zaman, yer ve gök ehli, bütün yabani hayvanlar, kuşlar, hatta denizdeki balıklar bile onun hilafetiyle sevineceklerdir. Onun devrinde, akan ırmaklar bile suyunu fazlalaştıracaktır. (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 31) ... Ümmetim onun zamanında iyi ve kötünün benzeri ile nimetlendiği bir nimetle nimetlenecek, sema üzerlerine bol yağmur yağdıracak, arz nebatından hiçbir şey saklamayacaktır. (Kitab-ül Burhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 9) ... Sema yağmurunu indirecek, yer bereketini çıkaracak, daha önce görülmemiş bir biçimde ümmetim onun zamanında rahata erecektir. (Kitab-ül Burhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 9) Muhammed ümmetinin gönlü, zenginlikle dolacaktır. (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 20) Gökten bolca rahmet yağacak, yerlerde bereket artacak; bütün defineleri bulacak. (Kıyamet Alametleri, s. 164)

Altınçağ Dönemindeki Adalet ve Hoşgörü
Hz. Süleyman hoşgörülü bir yönetime sahiptir ve demokratik uygulamalarıyla dikkat çekmektedir. Aynı durum Altınçağ için de geçerlidir. İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olduğu Altınçağ döneminde de çok hoşgörülü ve barış dolu bir dünya oluşacaktır. İnsanlara şefkatle ve merhametle yaklaşılacak, her dinden insan huzur içinde, güvenle yaşayacaktır. Dünya zenginlikleri insanlar arasında eşit bir şekilde dağıtılacak, yeryüzünden fakirlik ve yokluk kalkacaktır. Bu konu ile ilgili bazı hadisler şu şekildedir: Zulüm ve fıskla dolu olan dünya, o geldikten sonra adaletle dolup taşacaktır. (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 20) Onun adaleti her yeri kaplayacak.. (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 20) Hz. Mehdi, o kadar merhametli olacaktır ki, zamanında ne bir kimse uykusundan uyandırılacak, ne de bir kimsenin burnu kanayacaktır. (El-Kavlu’l Muhtasar Fi Alamet-il Mehdiyy-il Muntazar, s. 44) O (Mehdi) arza sahib olur ve kendisinden önce basık ve zulümle dolu olan arzı adaletle doldurur. Sizden ona kim yetişirse, kar üzerinde sürünerek dahi olsa gelsin, ona katılsın. Zira o Mehdi’dir. (Kitab-ül Burhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 14) ... Onun döneminde iyi insanların iyiliği artar, kötülere karşı bile iyilik yapılır. (Kitab-ül Burhan fi Alamet-il Mehdiyy-il Ahir Zaman, s. 17) Bütün ülkeler ona kapılarını açacaklar... Yeryüzünde emniyet ve sükun hakim olacak. (Kıyamet Alametleri, s. 164)

SONUÇ

Kitap boyunca Allah’ın Hz. Süleyman’a bahşettiği eşsiz nimetlerden ve daha önce hiçbir insana verilmeyen üstün ilimlerden bahsettik. Dikkatle bakan ve örnek almak kastıyla okuyan her insan için Hz. Süleyman kıssasında çok önemli öğütler ve günümüze yönelik dikkat çekici işaretler bulunmaktadır.
Hz. Süleyman bir devlet adamı olarak ideal bir tavır göstermektedir. Her Müslümanın bu mübarek insanın güzel tavrını örnek alması gerekir. Her Müslümanın Hz. Süleyman gibi, adaletli, tevazulu, ihlaslı, akıllı, tedbirli, sabırlı ve kararlı olması gerekmektedir. Çünkü Allah’ın tüm insanlığa örnek gösterdiği bu ahlak, ahirette olduğu gibi, dünya hayatında da iman edenleri büyük başarılara ve zaferlere götüren bir yoldur.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kuran’da Hz. Süleyman gibi yeryüzünde büyük bir güç ve hakimiyet elde eden Hz. Zülkarneyn’den de bahsedilmektedir. Hz. Zülkarneyn’in hayatında da Müslümanlar için çok güzel örnekler vardır. Allah ona “yeryüzünde sapasağlam bir iktidar ve herşeyden bir yol” (Kehf Suresi, 84) vermiştir. O gittiği her yerde insanlara huzur, güven ve adalet götürmüş, dünyaya Allah’ın dinini hakim kılmıştır. Müslümanların kendilerine bu güçlü ve kararlı bir kişiliğe sahip olan bu kutlu insanı da örnek almaları gerekir. (Detaylı bilgi için bkz. Kehf Suresi’nden Günümüze İşaretler, Harun Yahya, Kültür Yayıncılık, 2001)
Eğer Müslümanlar Allah’ın birer hidayet rehberi olarak gönderdiği bu kutlu insanların ahlaklarını ve tüm yaşamlarını kendilerine örnek alır ve sadece Allah’ın rızasını hedeflerlerse onlar da mutlaka büyük bir başarıya ve zafere ulaşacaklardır.
Günümüzde İslam ahlakının dünya hakimiyetine yönelik işaretler birbiri ardına gerçekleşmektedir. Dünya genelinde Allah’a yöneliş çok büyük bir hızla artmaktadır. Özellikle de İslam’a yöneliş ile ilgili haberler dünyanın en çok okunan gazetelerinde yer almakta, farklı dinlere mensup binlerce insan İslam’ı kabul edip Peygamberimizin yoluna tabi olmaktadır. İnsanları barışa, hoşgörüye ve huzura davet eden İslam ahlakı daha yakından tanındıkça bu yöneliş hiç şüphesiz çok daha artacaktır.
Tüm bu gelişmelerden, Allah’ın izniyle, İslam ahlakının dünya hakimiyetinin, güçlü bir lider millet öncülüğünde, çok kısa sürede gerçekleşebileceği anlaşılmaktadır. Dünya üzerinde bu deneyime ve birikime sahip olan yegane millet Türk Milleti’dir. Bu, günümüzde pek çok Batılı siyasetçi ve stratejist tarafından da dile getirilen açık bir gerçektir. Bugün çatışmaların ve kaosun merkezi konumunda olan Balkanlar, Orta Asya, Kafkaslar, Ortadoğu’nun yanı sıra tüm dünya ülkeleri, milletimizin öncülüğünde, İslam ahlakının getirdiği huzur ve barış sayesinde, içinde boğuldukları kaos ortamından çıkacaktır.
21. yüzyıl Allah’ın izniyle Türk Milleti’nin dünyaya İslam ahlakıyla yön verdiği ve cennet gibi bir dünyanın oluşmasında öncülük ettiği kutlu bir dönem olacaktır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
KURAN’DA CİNLER

Kitabın önceki bölümlerinde Hz. Süleyman’ın emrine cinlerin verilmesinin onun için Allah’tan çok büyük bir destek olduğunu anlattık. Bu noktada Kuran’da verilen bilgiler üzerinde durmak gerekir.
Kuran’da cinlerin ateşten yaratıldıkları bildirilir. İlgili ayetler şu şekildedir:

Cann’ı (cinni) da ‘yalın-dumansız bir ateşten’ yarattı. (Rahman Suresi, 15)

Ve Cann’ı da daha önce ‘nüfuz eden kavurucu’ ateşten yaratmıştık. (Hicr Suresi, 27)

Kuran ayetleri incelendiğinde cinlerin de aynı insan toplulukları gibi bir hayatları olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerde cinlerin de gelmiş ve geçmiş ümmetleri olduğundan bahsedilmektedir. Onların da soyları, ataları bulunmaktadır. (Araf Suresi, 38; Kehf Suresi, 50) İnsanlardan daha farklı bir boyutta yaşamakta, ancak insanları görüp izleyebilmekte, konuşmalarını dinleyebilmektedirler.
Cinlerden İfrit Hz. Süleyman’a o daha makamından kalkmadan, Sebe Melikesi’nin tahtını getirebileceğini söylemiş ve “... ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim.” (Neml Suresi, 39) diye belirtmiştir. Bu ifadeyle, onun bir yerden diğer bir yere çok büyük bir hızla hareket ettiğine, bir maddeyi başka bir yere iletebildiğine işaret ediliyor olabilir.
Allah cinlerin yaratılış amacını “Ben cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 56) ayetiyle bildirmiştir. Onlar da elçiler ve elçilere indirilen kitaplar vasıtasıyla uyarılıp korkutulmakta, dünya hayatında nasıl davranışlarda bulunacaklarıyla denenmekte, ibadet ve itaat etmekte, bunun sonucunda da Allah’tan bir karşılık bulmaktadırlar. Allah Enam Suresi’nde şu şekilde bildirir:

Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size ayetlerimi aktarıp-okuyan ve bu karşı karşıya geldiğiniz gününüzle sizi uyarıp-korkutan elçiler gelmedi mi? Onlar: “Nefislerimize karşı şehadet ederiz” derler. Dünya hayatı, onları aldattı ve gerçekten kafir olduklarına dair kendi nefislerine karşı şehadet ettiler. (Enam Suresi, 130)

Ayette de bildirildiği gibi cinlerle insanların imtihanları birbirine çok benzemektedir. Onların bazıları da dünya hayatının geçici süslerine aldanmakta, uyarıldıkları halde hidayet yolundan uzaklaşmaktadırlar. Yine ayetlerden, peygamberlerin tebliğlerini dinledikleri, Kuran okunurken ona kulak verdikleri ve öğrendikleriyle kendi kavimlerini uyardıkları anlaşılmaktadır. Ahkaf Suresi’nde cinlerin Hz. Muhammed (sav)’in tebliğini dinlediklerini Allah şöyle haber verir:

Hani cinlerden birkaçını, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: “Kulak verin;” sonra bitirilince kendi kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler. Dediler ki: “Ey kavmimiz, gerçekten biz, Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan bir kitap dinledik; hakka ve doğru olan yola yöneltip-iletmektedir.” (Ahkaf Suresi, 29-30)

Allah birçok ayetinde cinlere ve insanlara birlikte hitap etmekte, çeşitli öğütlerde bulunmakta ve onları cehennem azabıyla korkutmaktadır. Araf Suresi’nin 38. ayetinde Allah “Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle birlikte ateşe girin...” şeklinde buyurmaktadır. Hz. Muhammed (sav)’e bir hidayet rehberi olarak indirilen Kuran’ı yalanlayan cin ve insan topluluklarının durumu ise İsra Suresi’nde şöyle bildirilmektedir:

De ki: “Eğer bütün ins ve cin (toplulukları,) bu Kuran’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile- onun bir benzerini getiremezler.” (İsra Suresi, 88)

Allah’ın cinlere ve insanlara birlikte hitap ettiği ayetlerden bazıları şu şekildedir:

İşte bunlar, cinlerden ve insanlardan kendilerinden evvel gelip-geçmiş ümmetler içinde (azab) sözü üzerlerine hak olmuş kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır. (Ahkaf Suresi, 18)

Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
İman Edenler ve İnkarcılar
Ayetlerde cinlerden bir kısmının Allah’a iman edip, hidayet yoluna uyduklarından bahsedilirken, bir kısmının da isyankar ve inkarcı olduklarından bahsedilir. Müslüman olanlar Kuran okunurken dinlemektedirler:

De ki: “Bana gerçekten şu vahyolundu: Cinlerden bir grup dinleyip de şöyle demişler: “Doğrusu biz (büyük) hayranlık uyandıran bir Kur’an dinledik. O (Kur’an,) ‘gerçeğe ve doğruya’ yöneltip-iletiyor. Bu yüzden ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız. Elbette Rabbimizin şanı yücedir. O ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk. (Cin Suresi, 1-3)

Cinlerin bir bölümü Allah’ı tesbih edip yücelten, O’na hiçbir kimseyi ortak koşmayan Müslüman kimselerdir. Kuran’a karşı büyük bir hayranlık duymakta, Allah’ın emir ve tavsiyelerine uymaktadırlar. Onlar kendi aralarında iman etmeyenlerin olduğunu bilmekte ve bu durumu şu şekilde ifade etmektedirler:

“Doğrusu şu: Bizim beyinsizlerimiz Allah’a karşı ‘bir sürü saçma şeyler’ söylemişler. Oysa biz, insanların ve cinlerin Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık.” (Cin Suresi, 4-5)

Cinler kendi aralarında birçok farklı gruplardan oluşmuşlardır. Bazıları samimi Müslüman, bazıları müşrik, bazıları Allah’a karşı yalan söyleyenlerdir. Cin Suresi’nin devamında iman edenler, cinlerin genel durumu hakkında şu bilgileri vermektedirler:

Gerçek şu ki, bizden salih olanlar vardır ve bunun dışında (ya da aşağısında) olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz. Biz, şüphesiz Allah’ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı, kaçmak suretiyle de O’nu hiçbir şekilde aciz bırakamayacağımızı anladık. Elbette biz, o yol gösterici (Kur’an’ı) işitince ona iman ettik... (Cin Suresi, 11-13)

Cinler de aynı insanlar gibi Allah’ın kitabıyla sorumlu kılınan varlıklardır. Onlar da tüm yapıp ettiklerinden Allah’a hesap verecek ve yaptıklarıyla hiçbir haksızlığa uğramadan karşılık bulacaklardır. İman edenler Allah’tan güzel bir karşılıkla müjdelenmişlerdir:

... Artık kim Rabbine iman ederse o ne (ecrinin) eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından. Ve elbette, bizden Müslüman olanlar da var zulmedenler de. İşte (Allah’a) teslim olanlar artık onlar ‘gerçeği ve doğruyu’ araştırıp-bulanlardır.” (Cin Suresi, 13-14)

Allah’ın varlığını inkar edip isyan eden ve zulmedenlerin sonunu ise Allah ayetlerde şu şekilde haber vermektedir:

“Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır. (Cin Suresi, 15)

... “Andolsun cehennemi cinlerden ve insanlardan (kafirlerin) tümüyle dolduracağım.” (Hud Suresi, 119)
İnsanlarla Görüşmeleri
Ayetlerden Allah’ın dilemesiyle cinlerle insanların görüşebilecekleri, hatta insanların emrine girebilecekleri anlaşılmaktadır. Allah Hz. Süleyman’ın emrine cinleri vermiş, Hz. Süleyman onları türlü işlerinde kullanmıştır.
Burada vurgulanması gereken önemli bir konu da insanların cinlerle ne şekilde görüşebileceğidir. Her ne kadar tam olarak açıklığa kavuşmuş olmasa da, günümüzde “cin çağırma” insanlar arasında yaygın bir uygulamadır. Çoğu insan hayatında bir ya da birkaç kez cin çağırmıştır. Özellikle gençler arasında bu, çok uygulanan bir yöntemdir. Bazı kişiler buna “kalp çağırma”, bazıları da “ruh çağırma” gibi isimler verse de, aslında bu tarz ortamlarda gelenler hep cinlerdir. (Bazı durumlarda da ortamda bir cin olmamasına rağmen insanlar kendi kendilerini buna inandırırlar.)
Ancak bunlar çoğunlukla iman etmemiş, dinsiz cinlerdir. Bunu yaparken amaçları ise muhtemelen insanları oyalamak ve onların boş vakit geçirmelerine sebep olmaktır. İnsanlar da bu cinlere aldanarak kendilerinin bir kazanç sağlayabileceğini, gayba dair haberler alabileceklerini zannetmektedirler. Oysa cinlerin -Allah’ın dilemesi dışında- insanlara gaybtan haber vermeleri mümkün değildir. Nitekim “... Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azab içinde kalıp-yaşamazlardı.” (Sebe Suresi, 14) ayetinde haber verildiği gibi, Hz. Süleyman’ın ölümünden sonradan haberdar olmaları bunun bir delilidir. Ayrıca unutulmamalıdır ki, Neml Suresi’nin 65. ayetinde bildirildiği gibi; “Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez...”

Cinleri Allah’a Ortak Koşanlar
Bazı insanlar cinlerin kendilerine ait bir güçleri olduğuna inanmaktadırlar. Oysa bu çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü onları yaratan Allah’tır ve onların kendilerine ait hiçbir güçleri yoktur. Allah dilemedikçe onların herhangi bir kişiye zarar vermeleri ya da fayda sağlamaları mümkün değildir. Ancak buna rağmen insanların bir bölümü cinlerden medet umar, onları veli kabul ederler:

Cinleri Allah’a ortak koştular. Oysa onları O yaratmıştır. Bir de hiçbir bilgiye dayanmaksızın O’na oğullar ve kızlar yakıştırıp-uydurdular. O, ise nitelendiregeldikleri şeylerden yücedir, uzaktır. (Enam Suresi, 100)

Bir Kuran ayetinde Allah, insanların cinlerle temas kurmak suretiyle saptıklarını şöyle haber verir:

“Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı adamlar cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki onların azgınlıklarını arttırırlardı.” (Cin Suresi, 6)

Melekler de bir ayette bazı insanların cinlere ibadet ettiklerini bildirirler:

(Melekler) Derler ki: “Sen yücesin, bizim velimiz Sensin onlar değil. Hayır, onlar cinlere tapıyordu ve çoğu onlara iman etmişlerdi.” (Sebe Suresi, 41)

İnsanların cinleri Allah’a şirk koşmalarının ve onlardan medet ummalarının en önemli sebeplerinden biri, onların gaybı bildiklerini düşünmeleridir. Oysa bu çok büyük bir yanılgıdır. Çünkü Allah ayetinde onların gayba dair bir bilgiye sahip olmadıklarını bildirmektedir. (Sebe Suresi, 14) Ayetlerde cinlerin insanlar için bir yol gösterici olmadıkları, hatta insanları doğru yoldan saptırmak için onlara süslü sözler fısıldadıkları bildirilir. Ancak unutulmamalıdır ki, cinlerin Allah dilemedikçe insanlar üzerinde bir etkisi olması mümkün değildir. Onları Allah yaratmıştır ve onlar da kainattaki tüm canlılar gibi Allah’ın emriyle hareket etmektedirler:

Böylece her peygambere insan ve cin şeytanlarından bir düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapmazlardı. Öyleyse onları yalan olarak düzmekte olduklarıyla başbaşa bırak. (Enam Suresi, 112)

Hem insanları yoldan saptıran cinler, hem de cinleri Allah’a şirk koşanlar; bu yaptıklarına karşılık olarak Allah onları sonsuz cehennem azabıyla cezalandıracaktır. Dünya hayatlarında cinlerin yaldızlı sözlerine kananlar ahirette çok büyük bir yanılgıya düştüklerini anlayacaklardır. Çünkü o gün tüm şirk koştukları kimseler kendilerinden uzaklaşacak, Allah’ın karşısında yapayalnız, tek başlarına olduklarını kavrayacaklardır. Cehennem azabıyla karşılık bulacaklarını anladıklarında ise şu şekilde yalvaracaklardır:

İnkâr edenler dediler ki: “Rabbimiz cinlerden ve insanlardan bizi saptırmış olanları bize göster ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda bulunanlardan olsunlar.” (Fussilet Suresi, 29)

Bir diğer ayette ateşin onlar için süresiz bir konaklama yerini olduğunu Rabbimiz şu şekilde bildirmektedir:

Onların tümünü toplayacağı gün: “Ey cin topluluğu insanlardan çoğunu (ayartıp kendinize kullar) edindiniz” (diyecek). İnsanlardan onların dostları derler ki: “Rabbimiz, kimimiz kimimizden yararlandı ve bizim için tespit ettiğin süreye ulaştık.” (Allah) Diyecek ki: “Allah’ın dilediği dışta olmak üzere ateş sizin içinde süresiz kalacağınız konaklama yerinizdir.” Şüphesiz Rabbin hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir. (Enam Suresi, 128)
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
İsyan Edenlerin Alacakları Karşılık
Rahman Suresi’nde cin ve insan topluluklarının Allah’ın ilhamıyla hareket eden aciz varlıklar oldukları hatırlatılmaktadır. Allah’ın ayetlerini inkar edip, isyan ettikleri takdirde hiçbir şekilde bir başarı elde edemeyecekleri, çünkü yerlerin ve göklerin tek hakiminin alemlerin Rabbi olan Allah olduğu bildirilmektedir:

Ey cin ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmaksızın aşamazsınız. (Rahman Suresi, 33)

Böyle bir girişimde bulunanların alacakları karşılık ise “İkinizin de üzerine ateşten yalın bir alev ve (bakır gibi erimiş) kıpkızıl bir duman salıverilir de ‘kurtulup-başaramazsınız.’” (Rahman Suresi, 35) ayetiyle bildirilir.
Nitekim Müslüman cinler bu gerçeği bilmektedirler ve “Biz, şüphesiz Allah’ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı kaçmak suretiyle de O’nu hiçbir şekilde aciz bırakamayacağımızı anladık.” (Cin Suresi, 12) ayetinde de belirtildiği gibi acizliklerinin farkındadırlar. Aynı ayetlerin devamında isyan eden toplulukların sonunun cehennem olduğu şöyle bildirilir:

Sonra gök yarılıp yağ gibi erimiş olarak kıpkırmızı bir gül olduğu zaman; Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İşte o gün, ne insana, ne cinne günahından sorulmaz. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Çünkü o gün) Suçlu-günahkarlar, simalarından tanınır da alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İşte bu, suçlu-günahkarların kendisini yalanladıkları cehennemdir. (Rahman Suresi, 37-43)

Bu bölüm boyunca cinlerin çeşitli özelliklerini anlattık. İnsanlarla aynı sorumluluklara sahip olduklarını ama yaratılış olarak farklı özellikleri olduğunu Kuran’dan ayetlerle açıkladık. Kuşkusuz insanlardan farklı bu varlıklara hakim olmak, ancak çok derin ve güçlü bir imanın karşılığında Allah’ın verdiği bir nimettir. Hz. Süleyman, Allah’ın bu nimetiyle ödüllendirdiği, azim sahibi bir peygamberdir. Allah Hz. Süleyman’a rahmet etmiş ve onu dünyada çok az kuluna nasip ettiği büyük bir hakimiyet ile ödüllendirmiştir.

KURAN’DA ŞEYTAN Şeytanla ilgili Allah Kuran’da birçok ayet bildirmiş, insanları şeytanların vesveselerine karşı uyarmıştır. Şeytanın Kuran’da bildirilen özelliklerini öğrenmek, insanın onun zayıf tuzak ve hilelerine düşmemesi için son derece önemlidir.


İblis’in Allah’a Olan İsyanı ve Küçük Düşürülmesi
Kuran’da, Allah’ın Hz. Adem’i yarattıktan sonra tüm meleklerden ona secde etmelerini emrettiği istediği bildirilir. Meleklerin hepsi Allah’ın emrine uymuş, ancak İblis bu emre itaat etmemiştir. Hz. Adem çamurdan, kendisi ise ateşten yaratıldığı için kendisinin daha üstün olduğunu öne sürmüş ve bu nedenle Hz. Adem’e secde etmeyeceğini söylemiştir:

Andolsun, Biz sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: “Adem’e secde edin” dedik. Onlar da İblis’in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. (Allah) Dedi: “Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?” (İblis) Dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (Araf Suresi, 11-12)

İblis, Hz. Adem’e secde ettiğinde küçük düşeceğini sanmış, kibirinden ve büyüklenme arzusundan dolayı Allah’ın emrine itaat etmemiştir. Allah’ın herşeyin yaratıcısı olduğunu bildiği, herşeyin tasarrufunun yalnızca Allah’a ait olduğundan haberdar olduğu halde, kendince büyüklenmiş ve insandan “daha hayırlı olduğunu” iddia etmiştir. Üstelik bunları iddia ederken son derece saygısız bir üslup kullanmış, bir yandan Allah’a iman ettiğini iddia ederken, bir yandan da O’na karşı gelme cüretinde bulunmuştur.
Büyüklük peşinde olan İblis, bu hareketi ile kibirini koruyacağını düşünmüş, ama yanılmıştır. Çünkü beklentisinin aksine çok küçük düşmüş, aşağılanmış ve kovulmuştur. Dahası, tüm insanlık tarihi boyunca onun kovulan, yerilen, aşağılanan ve kötülerin en kötüsü olarak cehennemde azap görecek olan bir varlık olduğu bilinmektedir ve gelecekte de bilinecektir. İblis’in Allah’ın huzurundan kovuluşu ayetlerde şöyle bildirilir:

(Allah:) “Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin.” (Araf Suresi, 13)

(Allah) Dedi: “Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak oradan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım.” (Araf Suresi, 18)

Aslında şeytanın içine düştüğü bu durum, kibirli, kendini beğenmiş insanların düştükleri durumla aynıdır. Onlar şeytanın tuzaklarına düşerek büyüklenir, bu şekilde saygı ve itibar göreceklerini zannederler. Ancak tam aksine aşağılanırlar. Herşeyden önce Allah katında küçülürler, çünkü, “Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez”. (Nisa Suresi, 36) İnsanlar arasında da küçülürler; kibirli insanların hiçbirinin gerçek bir dostu, gerçek bir seveni yoktur, hatta herkes böyle insanlardan için için nefret eder. Bu, aşağılanmanın en kötülerinden biridir. Daha büyük bir aşağılanma ise, bu insanların cehennemde şeytanlarıyla birlikte görecekleri şiddetli azap olacaktır.


Şeytan İlk Olarak Hz. Adem ve Eşine Vesvese Verdi

İblis Allah’ın huzurundan kovulduktan sonra, kıyamete kadar sürecek olan mücadelesine başladı. İnsanları aldatarak saptırmak için onlara türlü yollardan sokuldu. İlk büyük tuzağı, cennette yaşamakta olan Hz. Adem’i ve eşini kandırarak, onları Allah’ın emrine itaatsizliğe sürüklemesiydi. İnsanlık tarihinin başlangıcındaki bu olay Kuran’da şöyle anlatılır:

Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz. Şeytan, kendilerinden “örtülüp gizlenen çirkin yerlerini” açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.” Ve: “Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin de etti. Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: “Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?” Dediler ki: “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.” (Allah) Dedi ki: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta (geçim) vardır.” Dedi ki: “Orda yaşayacak, orda ölecek ve ordan çıkarılacaksınız.” (Araf Suresi, 19-25)

İşte insanlığın dünyadaki yaşamının başlangıcı, Hz. Adem’in üstteki ayetlerde anlatılan durumuydu. Ancak Hz. Adem Allah’a tevbe etti ve Allah onu bağışladı. İblis’in insanların aleyhine yürüttüğü mücadelesi ise son bulmadı.


Şeytanlar İnsan Şeklinde Olabilirler
Allah Kuran’da şeytanların insan veya cin şeklinde olabileceklerini, konuşarak veya insanların kalplerine vesvese vererek onları etkileyip, doğru yoldan saptırabileceklerini bildirmiştir. Yani şeytanlar insan şekline de girip, insanların arasında dolaşabilmektedirler. Allah bu durumu Kuran’da şöyle bildirmektedir:

De ki: İnsanların Rabbine sığınırım. İnsanların Malikine, İnsanların (gerçek) İlahına; “Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran” vesvesecinin şerrinden. Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar); Gerek cinlerden, gerekse insanlardan. (Nas Suresi, 1-6)
Ayette görüldüğü gibi, “insan ve cin şeklindeki şeytanlar”dan insanların sakınmaları gerekir. İblis -Allah’ın dilemesi dışında- insana görünmez, ancak zihinlerine etki eder. İnsanlar, bazen akıllarından geçen kötülükleri, kuruntuları, dine muhalif düşünceleri kendilerinden zannederler. Oysa bunları onlara fısıldayan şeytandır. Eğer şeytanın etkisi altında olduklarını fark edip, Allah’a sığınır ve hemen hayır ve güzellik yönünde düşünür, Kuran ayetlerini akıllarına getirirlerse, şeytanın bu fısıldamalarının üzerlerinde hiçbir etkisi olmaz:

Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Allah’tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (Araf Suresi, 200-201)

Şeytanlar aynı zamanda insan olarak da karşımıza çıkarlar. Bu bir insanın dostu olarak gördüğü bir yakını, bir fikir adamı veya saldırgan bir insan olabilir. Bu şeytanlar tüm özellikleri ile insana benzerler. Ancak konuşma ve tavırları ile insanları Allah’ın yolundan saptırmaya, onları dünya hayatına tutku ile bağlamaya çalışırlar.
Allah, birçok ayetinde şeytanın orduları olduğunu bildirmektedir. Ve bu şeytan orduları, binlerce yıldır insanları doğru yoldan saptırmak için mücadele vermektedirler. Ancak üstün gelenler daima Allah’ın yolunda olanlardır. İblis ve ordusu ise, cehennemle karşılık bulacaktır:

Artık onlar ve azgınlar onun içine dökülüverilmiştir. Ve İblis’in bütün orduları da. (Şuara Suresi, 94-95)
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
İsyan Edenlerin Alacakları Karşılık
Rahman Suresi’nde cin ve insan topluluklarının Allah’ın ilhamıyla hareket eden aciz varlıklar oldukları hatırlatılmaktadır. Allah’ın ayetlerini inkar edip, isyan ettikleri takdirde hiçbir şekilde bir başarı elde edemeyecekleri, çünkü yerlerin ve göklerin tek hakiminin alemlerin Rabbi olan Allah olduğu bildirilmektedir:

Ey cin ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşın; ancak ‘üstün bir güç (sultan)’ olmaksızın aşamazsınız. (Rahman Suresi, 33)

Böyle bir girişimde bulunanların alacakları karşılık ise “İkinizin de üzerine ateşten yalın bir alev ve (bakır gibi erimiş) kıpkızıl bir duman salıverilir de ‘kurtulup-başaramazsınız.’” (Rahman Suresi, 35) ayetiyle bildirilir.
Nitekim Müslüman cinler bu gerçeği bilmektedirler ve “Biz, şüphesiz Allah’ı yeryüzünde asla aciz bırakamayacağımızı kaçmak suretiyle de O’nu hiçbir şekilde aciz bırakamayacağımızı anladık.” (Cin Suresi, 12) ayetinde de belirtildiği gibi acizliklerinin farkındadırlar. Aynı ayetlerin devamında isyan eden toplulukların sonunun cehennem olduğu şöyle bildirilir:

Sonra gök yarılıp yağ gibi erimiş olarak kıpkırmızı bir gül olduğu zaman; Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İşte o gün, ne insana, ne cinne günahından sorulmaz. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Çünkü o gün) Suçlu-günahkarlar, simalarından tanınır da alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar. Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? İşte bu, suçlu-günahkarların kendisini yalanladıkları cehennemdir. (Rahman Suresi, 37-43)

Bu bölüm boyunca cinlerin çeşitli özelliklerini anlattık. İnsanlarla aynı sorumluluklara sahip olduklarını ama yaratılış olarak farklı özellikleri olduğunu Kuran’dan ayetlerle açıkladık. Kuşkusuz insanlardan farklı bu varlıklara hakim olmak, ancak çok derin ve güçlü bir imanın karşılığında Allah’ın verdiği bir nimettir. Hz. Süleyman, Allah’ın bu nimetiyle ödüllendirdiği, azim sahibi bir peygamberdir. Allah Hz. Süleyman’a rahmet etmiş ve onu dünyada çok az kuluna nasip ettiği büyük bir hakimiyet ile ödüllendirmiştir.

KURAN’DA ŞEYTAN Şeytanla ilgili Allah Kuran’da birçok ayet bildirmiş, insanları şeytanların vesveselerine karşı uyarmıştır. Şeytanın Kuran’da bildirilen özelliklerini öğrenmek, insanın onun zayıf tuzak ve hilelerine düşmemesi için son derece önemlidir.


İblis’in Allah’a Olan İsyanı ve Küçük Düşürülmesi
Kuran’da, Allah’ın Hz. Adem’i yarattıktan sonra tüm meleklerden ona secde etmelerini emrettiği istediği bildirilir. Meleklerin hepsi Allah’ın emrine uymuş, ancak İblis bu emre itaat etmemiştir. Hz. Adem çamurdan, kendisi ise ateşten yaratıldığı için kendisinin daha üstün olduğunu öne sürmüş ve bu nedenle Hz. Adem’e secde etmeyeceğini söylemiştir:

Andolsun, Biz sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: “Adem’e secde edin” dedik. Onlar da İblis’in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. (Allah) Dedi: “Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?” (İblis) Dedi ki: “Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (Araf Suresi, 11-12)

İblis, Hz. Adem’e secde ettiğinde küçük düşeceğini sanmış, kibirinden ve büyüklenme arzusundan dolayı Allah’ın emrine itaat etmemiştir. Allah’ın herşeyin yaratıcısı olduğunu bildiği, herşeyin tasarrufunun yalnızca Allah’a ait olduğundan haberdar olduğu halde, kendince büyüklenmiş ve insandan “daha hayırlı olduğunu” iddia etmiştir. Üstelik bunları iddia ederken son derece saygısız bir üslup kullanmış, bir yandan Allah’a iman ettiğini iddia ederken, bir yandan da O’na karşı gelme cüretinde bulunmuştur.
Büyüklük peşinde olan İblis, bu hareketi ile kibirini koruyacağını düşünmüş, ama yanılmıştır. Çünkü beklentisinin aksine çok küçük düşmüş, aşağılanmış ve kovulmuştur. Dahası, tüm insanlık tarihi boyunca onun kovulan, yerilen, aşağılanan ve kötülerin en kötüsü olarak cehennemde azap görecek olan bir varlık olduğu bilinmektedir ve gelecekte de bilinecektir. İblis’in Allah’ın huzurundan kovuluşu ayetlerde şöyle bildirilir:

(Allah:) “Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin.” (Araf Suresi, 13)

(Allah) Dedi: “Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak oradan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım.” (Araf Suresi, 18)

Aslında şeytanın içine düştüğü bu durum, kibirli, kendini beğenmiş insanların düştükleri durumla aynıdır. Onlar şeytanın tuzaklarına düşerek büyüklenir, bu şekilde saygı ve itibar göreceklerini zannederler. Ancak tam aksine aşağılanırlar. Herşeyden önce Allah katında küçülürler, çünkü, “Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez”. (Nisa Suresi, 36) İnsanlar arasında da küçülürler; kibirli insanların hiçbirinin gerçek bir dostu, gerçek bir seveni yoktur, hatta herkes böyle insanlardan için için nefret eder. Bu, aşağılanmanın en kötülerinden biridir. Daha büyük bir aşağılanma ise, bu insanların cehennemde şeytanlarıyla birlikte görecekleri şiddetli azap olacaktır.


Şeytan İlk Olarak Hz. Adem ve Eşine Vesvese Verdi

İblis Allah’ın huzurundan kovulduktan sonra, kıyamete kadar sürecek olan mücadelesine başladı. İnsanları aldatarak saptırmak için onlara türlü yollardan sokuldu. İlk büyük tuzağı, cennette yaşamakta olan Hz. Adem’i ve eşini kandırarak, onları Allah’ın emrine itaatsizliğe sürüklemesiydi. İnsanlık tarihinin başlangıcındaki bu olay Kuran’da şöyle anlatılır:

Ve ey Adem, sen ve eşin cennete yerleş. İkiniz dilediğiniz yerden yiyin; ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz. Şeytan, kendilerinden “örtülüp gizlenen çirkin yerlerini” açığa çıkarmak için onlara vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması, yalnızca, sizin iki melek olmamanız veya ebedi yaşayanlardan kılınmamanız içindir.” Ve: “Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim” diye yemin de etti. Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: “Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?” Dediler ki: “Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten hüsrana uğrayanlardan olacağız.” (Allah) Dedi ki: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde belli bir vakte kadar sizin için bir yerleşim ve meta (geçim) vardır.” Dedi ki: “Orda yaşayacak, orda ölecek ve ordan çıkarılacaksınız.” (Araf Suresi, 19-25)

İşte insanlığın dünyadaki yaşamının başlangıcı, Hz. Adem’in üstteki ayetlerde anlatılan durumuydu. Ancak Hz. Adem Allah’a tevbe etti ve Allah onu bağışladı. İblis’in insanların aleyhine yürüttüğü mücadelesi ise son bulmadı.


Şeytanlar İnsan Şeklinde Olabilirler
Allah Kuran’da şeytanların insan veya cin şeklinde olabileceklerini, konuşarak veya insanların kalplerine vesvese vererek onları etkileyip, doğru yoldan saptırabileceklerini bildirmiştir. Yani şeytanlar insan şekline de girip, insanların arasında dolaşabilmektedirler. Allah bu durumu Kuran’da şöyle bildirmektedir:

De ki: İnsanların Rabbine sığınırım. İnsanların Malikine, İnsanların (gerçek) İlahına; “Sinsice, kalplere vesvese ve şüphe düşürüp duran” vesvesecinin şerrinden. Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar); Gerek cinlerden, gerekse insanlardan. (Nas Suresi, 1-6)
Ayette görüldüğü gibi, “insan ve cin şeklindeki şeytanlar”dan insanların sakınmaları gerekir. İblis -Allah’ın dilemesi dışında- insana görünmez, ancak zihinlerine etki eder. İnsanlar, bazen akıllarından geçen kötülükleri, kuruntuları, dine muhalif düşünceleri kendilerinden zannederler. Oysa bunları onlara fısıldayan şeytandır. Eğer şeytanın etkisi altında olduklarını fark edip, Allah’a sığınır ve hemen hayır ve güzellik yönünde düşünür, Kuran ayetlerini akıllarına getirirlerse, şeytanın bu fısıldamalarının üzerlerinde hiçbir etkisi olmaz:

Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Allah’tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah’ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (Araf Suresi, 200-201)

Şeytanlar aynı zamanda insan olarak da karşımıza çıkarlar. Bu bir insanın dostu olarak gördüğü bir yakını, bir fikir adamı veya saldırgan bir insan olabilir. Bu şeytanlar tüm özellikleri ile insana benzerler. Ancak konuşma ve tavırları ile insanları Allah’ın yolundan saptırmaya, onları dünya hayatına tutku ile bağlamaya çalışırlar.
Allah, birçok ayetinde şeytanın orduları olduğunu bildirmektedir. Ve bu şeytan orduları, binlerce yıldır insanları doğru yoldan saptırmak için mücadele vermektedirler. Ancak üstün gelenler daima Allah’ın yolunda olanlardır. İblis ve ordusu ise, cehennemle karşılık bulacaktır:

Artık onlar ve azgınlar onun içine dökülüverilmiştir. Ve İblis’in bütün orduları da. (Şuara Suresi, 94-95)
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Şeytan Dünya Hayatını Çekici Göstermeye Çalışır
Şeytan, Allah’ın huzurundan kovulduktan sonra, düştüğü bu durumun nedeni olarak insanı görmüş ve insana olan kinini, onun soyunu saptırarak göstermeye karar vermiştir. Oysa, şeytan kendi ahlaksızlığı, küstahlığı, kibir ve itaatsizliği nedeniyle cezalandırılmıştır. Ancak kibirinden bu gerçeği kabul etmeyen şeytan şöyle bir yemin etmiştir:

O da: “(İnsanların) dirilecekleri güne kadar beni gözle(yip ertele.)” dedi. (Allah:) “Sen gözlenip-ertelenenlerdensin” dedi. Dedi ki: “Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onları (insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.” “Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.” (Araf Suresi, 14-17)

Şeytanın en önemli taktiklerinden biri insanları zaafları ile aldatmaya çalışmasıdır. Örneğin Hz. Adem ve eşini “sonsuzluk” vaadi ile kandırmıştır. İnsanların birçoğunu ise dünya hayatına bağlayarak, dünya hayatını çok çekici, süslü ve sanki hiç son bulmayacak bir yermiş gibi göstererek kandırmaya çalışır. Bir ayette şeytanın bu özelliğini Rabbimiz şöyle haber verir:
Dedi ki: “Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (Sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım.” (Hicr Suresi, 39)

Örneğin şeytan bir iş adamına işine tutkuyla bağlanması, maddi kazancı ve ticari itibarı herşeyin üzerinde tutması için telkinde bulunabilir. Bu, daha önce de belirttiğimiz gibi yakınındaki bir insan veya onun zihnine telkinde bulunan bir cin şeytan olabilir. Bu insan, söz konusu telkinler nedeniyle tüm ahlaki ve manevi değerleri, dini, ahireti terk eder. Böylece şeytan, bu insanın zayıf yönünü kullanarak, onu dinden saptırmış olur.
Kuran’da, Allah şeytanın Sebe kavmini bu şekilde saptırdığını bildirmektedir:

“Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona herşeyden (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var. Onu ve kavmini, Allah’ı bırakıp da güneşe secde etmektelerken buldum, şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar. Ki onlar, göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilen Allah’a secde etmesinler diye (yapmaktadırlar). O Allah, O’ndan başka İlah yoktur, büyük Arş’ın Rabbidir.” (Neml Suresi, 23-26)

Ancak unutmamak gerekir ki, şeytanın taktikleri ve hileleri gerçekte çok zayıftır ve vicdanını kullanan, Allah’ı ve Kuran ayetlerini düşünen samimi insanların üzerinde hiçbir etkisi olmaz.


Şeytanın İman Edenler Üzerinde Hiçbir Etkisi Yoktur
Şeytanın tüm bu sinsi taktiklerinin ve mücadelesinin yanında bir gerçek vardır: Şeytan samimi iman eden kulların üzerinde hiçbir etki bırakamaz. Hatta güçlü imana sahip müminler, aynı Hz. Süleyman’da olduğu gibi, şeytanın tüm planlarına bir kilit vurur, onu tamamen etkisiz hale getirebilirler. Allah’ı çokça anan, herşeyde Allah’ın yarattığı bir hayır ve güzellik gören, her tavrında ve düşüncesinde Allah’a yönelen ve Kuran’a başvuran müminler için şeytanın hilesi çok zayıftır. Allah bunu ayetlerinde şöyle bildirir:

Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı-gücü yoktur. Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenlerle, onunla O’na (Allah’a) ortak koşanlar üzerindedir. (Nahl Suresi, 99-100)

Allah başka ayetlerinde de, şeytanın hiçbir zorlayıcı gücü olmadığını, ancak ona bu imkanın verilmiş olmasının nedeninin, iyilerle kötülerin ayırt edilmesi için olduğunu bildirmektedir:

Andolsun, İblis, kendileri hakkında zannını doğrulamış oldu, böylelikle iman eden bir grup dışında, ona uymuş oldular. Oysa onun, kendilerine karşı hiçbir zorlayıcı-gücü yoktu; ancak Biz ahirete iman edeni, ondan kuşku içinde olandan ayırdetmek için (ona bu imkanı verdik). Senin Rabbin, herşeyin üzerinde gözetici-koruyucudur. (Sebe Suresi, 20-21)

Şeytan müstakil güce sahip bir varlık değildir. Yaptıklarını Allah’ın bilgisi dahilinde yapmaktadır. Böylece şeytana uyanlarla, şeytanın tuzaklarına düşmeyen takva sahibi müminler birbirlerinden ayrılmaktadırlar.
Şeytanın Kuran’da Bildirilen Bazı Özellikleri Sinsi ve Yalancıdır (İbrahim Suresi, 22) Azgın ve Kaypaktır (Hac Suresi, 3) Gücü Yalnızca Çağırmaya Yeter (İbrahim Suresi, 22) İyilikten ve Hayırdan Yana Hiçbir Yönü Yoktur (Nisa Suresi, 117) İnsanlar Üzerindeki Etkisi Pisliktir (Enfal Suresi, 11) İnsanların Şükretmelerini Engellemek İster (Araf Suresi, 17) İnsanlara Korku Vermeye Çalışır (Al-i İmran Suresi, 175) Müminlerin Arasını Bozmaya Çalışır (İsra Suresi, 53) (Maide Suresi, 91) İnsanları, Sözde Onlara İyilik Yaptığına İkna Etmeye Çalışır (Araf Suresi, 20-21) Allah’ın Adını Kullanarak Saptırmaya Çalışır (Fatır Suresi, 5-6) Müminlerin Zamanla Yıpranmalarını İster (Al-i İmran Suresi ,155) Yalan Vaadlerde Bulunur (İbrahim Suresi, 22) Kuruntulara ve Kuşkulara Düşürmeye Çalışır (Nisa Suresi, 119-120) Sapkın Amelleri Süslü ve Çekici Gösterir (Neml Suresi, 24) Fakirlik Korkusu Vermeye Çalışır (Bakara Suresi, 268) Kibir Vermeye Çalışır (Sad Suresi, 74-75) Gösteriş İçin İbadet Etmeye Teşvik Eder (Nisa Suresi, 38) Ayetlerden Uzaklaştırmaya Çalışır (Zuhruf Suresi, 36-37) Unutkanlık ve Dalgınlık verir (Mücadele Suresi, 19) (En’am Suresi, 68) (Kehf Suresi, 63) Duygusallık Telkini Yapar (İsra Suresi, 64) (Mümtehine Suresi, 1-3) Detaylara Daldırır (Bakara Suresi, 67-71) İsrafa Teşvik Eder (İsra Suresi, 26-27)
Şeytanın Allah’a başkaldırma cüretinde bulunan, son derece isyankar, insanlara karşı büyük bir düşmanlık besleyen, insanları doğru yoldan alıkoymak için türlü çabalar harcayan bir varlık olduğunu Kuran’dan ayetlerle açıkladık. Tarihin başından bu yana tüm insanları Allah’ın yolundan saptırmaya çalışan böyle bir varlığın, bir insanın hizmetine verilmiş olması elbette Allah’ın büyük bir rahmetidir. Hz. Süleyman’ın, şeytanları kendi emrinde çalıştırmış, onları hak dinin faydasına olacak işlerde kullanmış olması, kuşkusuz onun Allah’ın üstün kullarından olduğunun açık bir göstergesidir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
EVRİM YANILGISI Darwinizm, yani evrim teorisi, yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok açık bir “tasarım” bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle çürümüştür. Böylece Allah’ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980’lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD’de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm’in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini artık “bilinçli tasarım” (intelligent design) kavramıyla açıklamaktadırlar. Söz konusu “bilinçli tasarım”, tüm canlıları Allah’ın yaratmış olduğunun bilimsel bir delilidir.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.

Darwin’i Yıkan Zorluklar Evrim teorisi, tarihi eski Yunan’a kadar uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin’in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah’ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine karşı çıkıyordu. Darwin’e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin’in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir “mantık yürütme” idi. Hatta Darwin’in kitabındaki “Teorinin Zorlukları” başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu. Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin’in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm’in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü “evrim mekanizmaları”nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o “ilk hücre” nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o “ilk hücre”nin, hiçbir tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.

“Hayat Hayattan Gelir” Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ’dan beri inanılan “spontane jenerasyon” adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu. Oysa Darwin’in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: “Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.”21
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur’ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar 20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930’lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.22 Oparin’in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı.23 Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller’in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.24 Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü’nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder: Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?25 Hayatın Kompleks Yapısı Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950’de 1’dir. Ancak matematikte 1050’de 1’den küçük olasılıklar pratik olarak “imkansız” sayılır. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA’sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500’er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi’nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.26
Kuşkusuz eğer hayatın doğal etkenlerle ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın doğaüstü bir biçimde “yaratıldığını” kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.

Evrimin Hayali Mekanizmaları Darwin’in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin “evrim mekanizmaları” olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen “doğal seleksiyon” mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez. Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında “Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz” 27 demek zorunda kalmıştı.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
EVRİM YANILGISI Darwinizm, yani evrim teorisi, yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok açık bir “tasarım” bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle çürümüştür. Böylece Allah’ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980’lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD’de, biyoloji, biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm’in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini artık “bilinçli tasarım” (intelligent design) kavramıyla açıklamaktadırlar. Söz konusu “bilinçli tasarım”, tüm canlıları Allah’ın yaratmış olduğunun bilimsel bir delilidir.
Evrim teorisinin çöküşünü ve yaratılışın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.

Darwin’i Yıkan Zorluklar Evrim teorisi, tarihi eski Yunan’a kadar uzanan bir öğreti olmasına karşın, kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli gelişme, Charles Darwin’in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah’ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine karşı çıkıyordu. Darwin’e göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin’in teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir “mantık yürütme” idi. Hatta Darwin’in kitabındaki “Teorinin Zorlukları” başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu. Darwin, teorisinin önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin’in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm’in bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü “evrim mekanizmaları”nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak: Hayatın Kökeni Evrim teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce ilkel dünyada ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o “ilk hücre” nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi, yaratılışı reddettiği, hiçbir doğaüstü müdahaleyi kabul etmediği için, o “ilk hücre”nin, hiçbir tasarım, plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde rastlantısal olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.

“Hayat Hayattan Gelir” Darwin, kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Ortaçağ’dan beri inanılan “spontane jenerasyon” adlı teoriye göre, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin’in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu. Oysa Darwin’in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: “Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.”21
Evrim teorisinin savunucuları, Pasteur’ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar 20. yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930’lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı: Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı oluşturmaktadır.22 Oparin’in yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit) sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı.23 Uzun süren bir sessizlikten sonra Miller’in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti.24 Hayatın kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü’nden ünlü jeokimyacı Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir makalede bu gerçeği şöyle kabul eder: Bugün, 20. yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı?25 Hayatın Kompleks Yapısı Evrim teorisinin hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmesinin başlıca nedeni, en basit sanılan canlı yapıların bile inanılmaz derecede karmaşık yapılara sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün teknolojik ürünlerden daha karmaşıktır. Öyle ki bugün dünyanın en gelişmiş laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücrenin en temel yapı taşı olan proteinlerin rastlantısal olarak sentezlenme ihtimali; 500 aminoasitlik ortalama bir protein için, 10950’de 1’dir. Ancak matematikte 1050’de 1’den küçük olasılıklar pratik olarak “imkansız” sayılır. Hücrenin çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA’sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa, 500’er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından, eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir. Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San Diego California Üniversitesi’nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Son derece kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır.26
Kuşkusuz eğer hayatın doğal etkenlerle ortaya çıkması imkansız ise, bu durumda hayatın doğaüstü bir biçimde “yaratıldığını” kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı yaratılışı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.

Evrimin Hayali Mekanizmaları Darwin’in teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin “evrim mekanizmaları” olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı evrim iddiasını tamamen “doğal seleksiyon” mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez. Dolayısıyla doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında “Faydalı değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz” 27 demek zorunda kalmıştı.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Lamarck’ın Etkisi Peki bu “faydalı değişiklikler” nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck’a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı. Darwin’den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck’a göre, canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck’a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti.28
Ama Mendel’in keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon “tek başına” ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.

Neo-Darwinizm ve Mutasyonlar Darwinistler ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930’ların sonlarında, “Modern Sentetik Teori”yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm’i ortaya attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına “faydalı değişiklik sebebi” olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de hala dünyada evrim adına geçerliliğini koruyan model neo-Darwinizm’dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının “mutasyonlara”, yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan herhangi rastgele bir etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G. Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rastgele bir değişim kol saatini geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.29
Nitekim bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin “evrim mekanizması” olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma “evrim mekanizması” olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin’in de kabul ettiği gibi, “tek başına hiçbir şey yapamaz.” Bu gerçek bizlere doğada hiçbir “evrim mekanizması” olmadığını göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok Evrim teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmış olmadığının en açık göstergesi ise fosil kayıtlarıdır. Evrim teorisine göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca senelik uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir. Bu durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız “ara türler”in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir. Örneğin geçmişte, balık özelliklerini hala taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu teorik yaratıklara “ara-geçiş formu” adını verirler. Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni’nde bunu şöyle açıklamıştır: Eğer teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil kalıntıları arasında bulunabilir.30 Darwin’in Yıkılan Umutları Ancak 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermiştir. Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.31
Yani fosil kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin’in öngörülerinin tam aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.32
Fosiller ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını göstermektedir. Yani “türlerin kökeni”, Darwin’in sandığının aksine, evrim değil yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı Evrim teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, bugün yaşayan modern insanın maymunsu birtakım yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, modern insan ile ataları arasında bazı “ara form”ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel “kategori” sayılır:
1) Australopithecus
2) Homo habilis
3) Homo erectus 4) Homo sapiens
Evrimciler, insanların sözde ilk maymunsu atalarına “güney maymunu” anlamına gelen “Australopithecus” ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve ABD’den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik taşımadıklarını göstermiştir.33
Evrimciler insan evriminin bir sonraki safhasını da, “homo” yani insan olarak sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar’dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından biri olan Ernst Mayr, “Homo sapiens’e uzanan zincir gerçekte kayıptır” diyerek bunu kabul eder.34
Evrimciler “Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens” sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus’un dünyanın farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir.35 Dahası Homo erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (modern insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır.36
Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu?
Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler.37
Kısacası, medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım “yarı maymun, yarı insan” canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere’nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç bir “bilim skalası” yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman’ın bu tablosuna göre en “bilimsel” -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en “bilim dışı” sayılan kısımda ise, Zuckerman’a göre, telepati, altıncı his gibi “duyum ötesi algılama” kavramları ve bir de “insanın evrimi” vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle açıklar:
Objektif gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür.38
İşte insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.

Darwin Formülü! Şimdiye kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana getirmişlerdir. şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir “deney” tasarlayalım ve evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına “Darwin Formülü” adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri kadar (doğal şartlarda oluşumu mümkün olmayan) amino asit, istedikleri kadar da (bir tekinin bile rastlantısal oluşma ihtimali 10950 olan) protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler. Kısacası, bilinçsiz atomlar biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde, ancak Allah’ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Göz ve Kulaktaki Teknoloji Evrim teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesidir. Gözle ilgili konuya geçmeden önce “Nasıl görürüz?” sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmak için çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir. Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Ancak görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir? Beynin içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir? İnsanın gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir?
Beynin içinde göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah’ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran yüce Allah’ı düşünüp, O’ndan korkup, O’na sığınması gerekir.

Materyalist Bir İnanç Buraya kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini “bilime saldırı” olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve Darwinizm’i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf da ederler. Harvard Üniversitesi’nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, “önce materyalist, sonra bilim adamı” olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir inancımız var, ‘a priori’ (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan ‘a priori’ bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.39
Bu sözler, Darwinizm’in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı yarattığına inanır. Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendi deyimleriyle “İlahi bir açıklamanın sahneye girmemesi” için, bu kabulü savunmaya devam etmektedirler.
Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği göreceklerdir: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah’tır.
 
Üst Alt