Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın yaradılışı ve hayatı

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın yaradılışı ve hayatı
Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın yaradılışı ve hayatı
Hazret-i İbrâhîm (a.s.) Bâbil’in doğusunda Dicle ve Fırat ırmakları arasındaki bölgede dünyâya geldi. Bir rivâyete göre, babası hâlis bir mü’min olan Târuh’tur. Târuh vefât edince, Hz. İbrâhîm’in (a.s.) annesi, Târuh’un kardeşi olan Âzer ile evlenmiştir.

Hazret-i İbrâhîm (a.s.) ulü’l azm peygamberlerdendir.

Bir putperest olan Âzer, O’nun üvey babasıdır. Diğer bir rivâyette ise Taruh, İbrâhîm’in (a.s.) babasının eski ismidir. Putperest olunca ismi Âzer olmuştur. İmâm-ı Süyûtî (r.a.) ise, İbn-i Abbâs’tan (r.a.) gelen bir rivâyete göre, Âzer’in, İbrâhîm’in (a.s.) babası değil amcası olduğunu bildirmektedir.

Hz. İbrâhîm (a.s.) Keldânî kavmine gönderilmiştir. Resûlullâh’tan sonra insanların en fazîletlisidir. Hak Teâlâ O’nu «Halîlim» (Dostum) diye taltîf buyurmuştur. Bu sebeple “Halîlu’r-Rahmân” olarak da anılır.

Hz. İbrâhîm’e (a.s.) on suhuf indirilmiştir. Ebû Zer’in (r.a.) Allâh Resûlü’den naklettiğine göre bu sahîfelerde şu nasihatler ve ibretli sözler yer almaktaydı:

“Ey saltanat verilen, imtihan edilen ve aldanan kral! Ben seni dünyayı birbiri üzerine yığasın diye göndermedim, fakat mazlumun duâsını Ben’den geri çeviresin, mazlumu bana yalvarmak zorunda bırakmayasın diye gönderdim. Çünkü Ben, mazlumun duâsını kâfir de olsa geri çevirmem.”

“Akıl sâhibinin belli saatleri olmalı:

– Vaktinin bir bölümünü Rabbine duâ ve münâcâta,

– Bir kısmını Yüce Allâh’ın san’at ve kudreti üzerinde tefekküre,

– Bir kısmını geçmişte işlediklerinden ve gelecekte işleyeceklerinden kendisini hesâba çekmeye,

– Bir kısmını da helâlinden maîşetini kazanmaya ayırmalıdır.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 167; İbn-i Esîr, el-Kâmil, I, 124)

Hz. İbrâhîm’in diğer bir sıfatı da “Ebu’l-Enbiyâ” (Peygamberler Babası)’dır. Oğulları İsmâîl ve İshâk’tır (a.s.). İsmâîl’in (a.s.) soyundan Peygamber Efendimiz; İshâk’ın (a.s.) so-yundan da Benî İsrâîl Peygamberleri gelmiştir.

Hz. İbrâhîm’in ismi Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi beş sûrede altmış dokuz defa geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de O’nu metheden muhtelif isim ve sıfatlar yer almaktadır.

Bu sıfatlardan bâzıları:

- Evvâh (çok âh eden, niyâz eden),
- Halîm (hilm sâhibi, yumuşak huylu),
- Munîb (Allâh’a gönülden yönelen),
- Hanîf (şirk ve dalâletten uzak durup tevhîd dînine sımsıkı sarılan),
- Kânit (Allâh’a kulluk eden) ve
- Şâkir (çok şükreden)’dir.
- Hz. İbrâhîm (a.s.), maîşetini te’mîn maksadıyla kumaş ve elbise ticâretiyle uğraşmış, hicretinden sonra da çiftçilik yapmıştır.

ULUL AZM PEYGAMBERLERİ KİMLERDİR?

“O hâlde (Resûlüm) sen de, ulü’l-azm peygamberlerin sabretmesi gibi sabret…”(Ahkaf 35) âyet-i kerimesinde peygamberlerden bazıları “ulü’l-azm” yani “yüksek azim ve sebat sahibi” olarak nitelendirilmiştir.

İslâm âlimleri ulü’l-azm peygamberlerin Hz. Nuh, Hz. İbrâhim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav) olduğunu söylemişlerdir. Bu peygamberler, kendilerine müstakil şeriat verilen ve şeriatlarını tebliğ ederken diğer peygamberlere göre daha fazla sıkıntıya katlanan ve sıkıntılara karşı o toplumların ileri gelenleriyle mücadele içinde geçmiştir.

HZ. İBRAHİM 'İN HAYATI VE MUCİZELERİ

HZ. İBRAHİM (A.S.) NEREDE DOĞDU?


Irak’ın kuzeyindeki Keldanîlerin yaşadığı “Ur” şehrinde doğar Hazret-i İbrahim… Ateşe atıldıktan sonra, doğduğu, yaşadığı yerleri terk ederek Harran’a gelir. O’nun kadar uzun yolculuklar yapan bir Peygamber daha yok gibidir. Allâh’ın dînini tebliğ etmek için, daha çok kişiye hakkı, hakikati anlatmak içindir bütün gayreti… Zevcesi Sâre ile kardeşinin oğlu Lût ve onun zevcesini yanına alarak bu kez Filistin’in yolunu tutar.[1]

HZ. İBRAHİM’İN (A.S.) ŞEHRİ


Filistin’de kuraklık artınca Mısır’a göç ederler. Mısır hükümdarının hediye ettiği câriye Hacer, İbrahim’in (a.s.) ikinci zevcesidir. Kuraklık düzelir düzelmez tekrar Filistin’e dönerler. Yeğeni Hazret-i Lût’u (a.s.) Ürdün’e yerleştirir. Allâh’ın dînini orada tebliğ edecektir o da…[2] Hazret-i İbrahim’in medfun olduğu şehir de Filistin’de bulunan “el-Halil” şehridir.

İBRAHİM PEYGAMBERİN OĞLU

Çocukları çok sevdiği hâlde, Cenâb-ı Hak, ona gençliğinde değil, yaşlılık demlerinde evlât lûtfetmiştir. İlk olarak İsmail (a.s.) ile gözü-gönlü şenlenir. Evlat hasreti dindi artık, derken Cenâb-ı Hakk’ın imtihanı tecellî eder. Hacer ve oğlu İsmail’i, Mekke’ye götürüp bırakacaktır. Onlar için kalacak bir yer, günlük yetecek kadar gıda ve su temin edemeyecektir. Onları bıraktıktan sonra beraberlerinde kalmayacak, hemen geri dönecektir. Görünüşte bir kocanın, âilesine yapabileceği en büyük zulüm gibi görünen bu hâdise, Allâh’ın emri olduğundan, içinde nice hikmetleri barındırmaktadır.

Sırlarla doludur bu yolculuk… Sırlarla doludur yaşananlar… Yaşlı bir adam, bir kadın ve küçük bir çocuk, yaya olarak, çöllerle kaplı, yüzlerce kilometrelik mesafeyi aşarak, Arabistan çölünün ortasında Kâbe’nin temellerinin bulunduğu tümseği bulacak ve bunu suyun ve yemeğin bulunmadığı, her biri birbirine benzeyen çölleri geçerek yapacaktır… Tek başına aynı şartlarda yüzlerce kilometrelik mesafeyi, belki de aç-susuz dönmesi ile bitecek bu yolculuk, sebepler âleminde mâkul bir şekilde açıklanacak şeylerden değildir. Allah Teâlâ tarafından Kâbe’nin yeri, İbrahim’e (a.s.) gösterilmiştir.[3] Belli ki ateş nasıl yakmamışsa Hazret-i İbrahim’i, çöller de gülistan olmuş, yolculuk olması gereken şekilde değil, Allâh’ın kudreti ile eşyanın hâli değişerek gerçekleşmiştir.

HZ. İBRAHİM’İN (A.S.) MUCİZELERİ


İbn-i Abbas (r.a.) bu hadiseyi tafsîlatlı olarak Peygamber Efendimiz’den rivayet eder.

“İbrahim (a.s.) beraberinde İsmâil (a.s.) ve onu henüz emzirmekte olan annesi olduğu hâlde ilerledi. Kadının yanında bir de su tulumu vardı. İbrahim (a.s.) kadını Beyt’in yanında «Devha» denen büyük bir ağacın dibine bıraktı. Burası Kâbe’nin yukarı tarafında Zemzem’in tam üstünde bir nokta idi. O gün Mekke’de kimse yaşamıyordu; bir damla su yoktu, zirâî hiçbir ürün yoktu. Hazret-i İbrahim (a.s.), yanlarına içerisinde hurma bulunan eski bir azık dağarcığı ile su bulunan bir tulum bıraktı.”

Allah Teâlâ tarafından onları bırakıp hemen geri dönmesi emredildiği için hiç oyalanmadan ve vedalaşmadan arkasını dönüp oradan uzaklaşır Hazret-i İbrahim… Emre itaat edip, imtihanı kaybetmemek için tek bir kelime etmeden çok sevdiklerinden ayrılır.

“Acaba burada vahşî bir hayvan onları parçalar mı? Açlıktan ölürler mi? Susuzluktan helâk olurlar mı? Kimseler gelmezse hayatlarını nasıl devam ettirirler?” gibi Allâh’ın takdîr-i ilâhîsinde olan işler hakkında hiçbir tereddüt, korku, endişe, vesvese, sû-i zan ve vehme kapılmamıştır. “Tevekkül, deveyi ağaca bağlandıktan sonra Allâh’a dayanmak…” diye tabir edilirken burada deve bağlamak kabîlinden hiçbir şey yapılmamıştır. Bütün tedbir, bu kadar bilinmezin içinde çok az bir hurma dağarcığı ve çok az bir sudur.

Hadîs-i şerîf devam eder:

“İsmail’in annesi, İbrahim’in peşine düştü, ona Keda’da yetişti.

«-Ey İbrahim, bizi burada hiçbir insanın, hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?» diye seslendi.”

Belli ki yol boyu “Nereye gidiyoruz? Neden gidiyoruz? Sonra ne olacak? Sen bizimle kalacak mısın? Biz orada ne yiyip ne içeceğiz?” vb. konular hiç konuşulmadan büyük bir sessizlik içinde yolculuk yapılmıştır. Geçmişte köle olmanın verdiği bir özellik olsa gerek ki, köleler efendilerine “Neden?” sorusunu, “Niçin?” sorusunu soramaz, hesap sorup hak arayamazlar. Şimdi ise ömrü kölelikle geçen Hazret-i Hacer’in yaşlı kocasının peşinden koşarak bu soruları sorması, mutlaka kendisi için değil, küçük yavrusunun hayatının tehlikeye girmemesi içindir. Hazret-i Hacer:

“-Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?” sorusunu birkaç kez tekrarladı. Hazret-i İbrahim dönüp cevap dahî vermedi. Çaresiz kadın en son:

“-Bunu yapmanı sana Allah mı emretti?” diyebildi. İbrahim (a.s.) yine dönmeden:

“-Evet.” diye cevap verdi.

İnsanoğlunun zaafları vardır; seven bir kalp taşıyan, duyguları olan, hele de merhameti ile, yumuşak gönüllülüğü ile Kur’ân’da övülen bir babanın; eşini, küçücük çocuğu ile yapayalnız bırakıp arkasına bakmadan gitmesi, eşine cevap vermemesi, ona dönmemesi, eşi ile göz göze geldiği zaman, onun gözlerindeki hüznü, sitemi, çaresizliği, bizi bırakma yalvarışını görürse galeyâna gelecek olan merhamet ve muhabbet duygularının îmânını zedelememesi içindi. Emri veren Allah ise, his, duygu, şahsî görüş devreye sokulmadan sadece, “İşittik ve itaat ettik.” demektir, kulluk…

Durum, Hazret-i İbrahim (a.s.) için böyle iken, aldığı cevap ile Hazret-i Hacer de sükûnete erer. Dileyen gitsin, dileyen kalsın, herkese selâm olsun; değil mi ki sahibimiz Allah’tır, ne gam vardır, ne keder… Selâmet, Rabbimizin yardımı ile kimseye ihtiyacımız olmadan bizimdir.

Bunun üzerine Hazret-i Hacer:

“-Öyleyse Rabbimiz muhâfızımızdır, bizi burada perişan etmez.” dedi ve geri döndü.

İbrahim (a.s.) yoluna devam etti. Kendisini göremeyecekleri, Seniyye Tepesi’ne gelince Beyt’e yöneldi, ellerini kaldırıp şu duâları yaptı:

“Ey Rabbimiz! Ey sahibimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Senin Beyt-i Harem’inin yanında, ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen de insanların bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver. Umulur ki, bu nîmetlere şükrederler.” (İbrahim, 37)

* * *

“-Vay başıma neler geldi?!” diye ağlayıp sızlamaktan, kendimize, evlâdımıza acıyıp durmaktan daha iyisi, ellerimizi açıp duâ etmektir. Çünkü duâ, çözüm odaklıdır, isyan ile yardımı geciktirmeden, teslîmiyet ile Rahmânî yardım kapısının açılmasının yegâne yoludur.

Abdullah bin Abbas (r.a.) hadis rivâyetine devam eder:

“Kaptaki su bitti, kadın da, çocuk da çok susadılar; süt de kesildi. Çocuk susuzluktan ıstırap çekiyordu, dudakları kurumuştu. Bu hâle dayanamayan Hazret-i Hacer, koşmaya başladı.”

Gecenin karanlığında, soğuk, korunaksız, insansız, sessiz geçen vakitler; gündüz ise aç, susuz, sıcaktan kavrularak yine insansız geçmektedir. Hiçbir insanın kaldıramayacağı bu kadar olumsuzluğun karşısında, pes etmeden sebebine yapışıp Rabbinden yardım isteyen, oturup kara kara düşünüp vesveselere gark olarak rûhî hasar görmektense, koşarak rûhunu canlı tutan bir kadın…

Safâ’dan Merve’ye, Merve’den Safâ’ya koşarak etrafı gözetleyerek, insan bulabilir miyim, su bulabilir miyim çırpınışında… Yedinci koşturma, Merve Tepesi’nde bitiyor. Soluksuz, ara vermeden… Buralar daha bir destansı… Bütün bu koşturmacalar:

“-Su göremesem de ümidimi aslâ kaybetmiyorum, ben bulmak için koşuyorsam, Sen de vermek için koşuyorsundur!..” îmânının tezahürü olsa gerek ki, yedinci koşuşun sonunda murâdı hâsıl oldu.

ZEMZEMİN HİKAYESİ

İbn-i Abbas rivâyetine devam eder:

“Merve Tepesi’nde bir ses işitti ve kulak verdi. Bir yandan da:

«-Sen sesini işittirdin, yardımın varsa geciktirme!..» diyordu.

Zemzem’in yerinde Cebrâil tecellî etti.

«-Sen kimsin?» dedi Hacer’e…

«-İbrahim’in oğlunun annesi Hacer’im.» dedi.

«-İbrahim sizi kime emanet etmiş?» diye sordu. O da:

«-Allah Teâlâ’ya.» diye cevap verdi.

«-Her ihtiyacınızı görecek Zât’a emanet etmiş.» buyuran Cebrâil’in (a.s.) cümleleri ile biten bu konuşmanın sonunda çocuğun bulunduğu yerden su çıkmaya başlamıştı.

Koşarak gelen Hazret-i Hacer, bir yandan kabını su ile doldururken bir yandan da suyun etrafını çeviriyordu. Akar hâlde bıraksa idi, belki de Zemzem bir akarsu olacaktı. Kuyu içinde kalmayacaktı. Her şeyin en güzelini bilen Allah, en hayırlısını seçti.

Melek, kadına:

«-Zâyî ve helâk oluruz diye korkmayın. Burada Allâh’ın bir Beyt’i olacak. Onu, şu çocuk ve babası binâ edecek. Allah Teâlâ o işin sahiplerini zâyî etmez.» dedi ve ayrıldı.”

Gönle verilen bu büyük tesellî, Cebrâil (a.s.) tarafından ve Allah Teâlâ’nın emri ile verilmişti. Şunu iyi bilelim ki; oturduğumuz yerde ağlayıp “Tüh!..” demenin hiçbir mânâsı yok! Yedi kez tepelerden aşalım, bir gayret edelim hele; görelim, yardım nasıl gelecek…

SU HAKKI

Kedâ yolundan gelen Cürhümlüler, Mekke’nin aşağısında konaklayınca gökte uçan kuşları fark ettiler. Su olmayan vâdide kuşların olması oldukça garipti, bakmaya karar verdiler. Hazret-i Hacer ve oğlunu, Zemzem’in başında buldular. “Su hakkı”nın hiçbir zaman kendilerine ait olmayacağına dair söz verdikten sonra konaklamalarına Hazret-i Hacer izin verdi. “Ünsiyet istediği bir zamanda bu teklif, İsmail’in annesine uygun geldi. Onlar da oraya indiler.”[4]

Belli ki Hazret-i Hacer, dünyada her ne kadar köle olsa da, Kâbe’nin inşası ve etrafında bir şehrin kurulmasında önderlik etmesi için Rahmân’ın özel seçtiği, akıl sahibi, irfan ehli bir kadındı. Bir şeyi Allâh’ın emri ile yapmak ile nefsimize uyarak yapmak arasında dağlar kadar fark var. Allâh’ın emrine îtibar ediliyorsa, ilâhî nusret; peşinden rahmet, kendiliğinden gelir.

“-Yap!” diyen Allah, yardımını da gönderir… Hazret-i Hacer ve Hazret-i İsmail, bugün Kâbe’nin “Hatim” kısmında medfun olup, bütün mü’minlerin kalbinde, onlara dâir vefâ dolu bir sevgi mevcuttur. Sevdiğini sevdiren Allah, onları kıyamete dek bizlere sevdirmiş, hayatları boyunca da yardımsız ve ikramsız bırakmamıştır.

Hazret-i İbrahim muhatap olduğu bu ağır imtihanları kazanmak sûretiyle bütün insanların önderi kılınıp, “Peygamberlerin atası” kabul edilmiştir.[5] Biz de o kıymetli âileye vefâmızı, Peygamber Efendimiz’in öğrettiği salavâtlara namazlarımızda ve günlük hayatımızda devam ederek göstermeye çalışıyoruz.

“Allâh’ım! İbrahim ve âilesine salât ettiğin gibi, Muhammed ve âilesine salât et. İbrahim ve âilesini bereketli (mübarek) kıldığın gibi, Muhammed ve âilesini de mübarek kıl. Sen Hamîd’sin, Mecîd’sin.”

İbrahim Sûresi’nin 37. âyet-i kerîmesinde, rûhuma derinden tesir eden en esrarlı kısmı, bu beldeye âilesini yerleştirme sebebi olarak Hazret-i İbrahim’in söylediği:

“…Namazı dosdoğru kılmaları için…” kısmıdır.

Oruç için sağlık; zekât için mal; hac için hem sağlık, hem mal gerekirken, bu ibadetleri gücü-kudreti yerinde olanlar yapabilirken, namaz, dünyanın doğusundan batısına bütün insanların, hastası-sağlıklısı, yaşlısı-genci, zengini-fakiri, çoluğu-çocuğu ile edâ ettiği bir ibadettir.

Her saniye, birbirine eşit ve aynı îtibar içindeki kulların, Allâh’ın belirlediği yöne yönelerek secde etmeleri, meleklerin gıpta ettiği destansı bir hâdisedir. Hacda ve umrede en pahalı, Kâbe’ye en yakın otellerde ikamet edenler, iş Kâbe’de namaz kılmaya gelince, buldukları yerde namaza dururlar. Bir de bakmışsın yanlarında en fakir, en gelişmemiş ülkeden gelen, belki medenî dahî olmayan bir kişi, saf tutmuş.

Kâbe’nin temellerinin mevcut olup da binasının olmadığı bir beldeye ilk olarak Hazret-i Hacer ve Hazret-i İsmail’in (a.s.) yerleştirilmesi, çok önemli idi. Dinden diyanetten habersiz birisi oraya yerleşip dinin temel unsurlarının orada inşasına izin vermez, kendi kendine hak iddia edebilirdi:

“-Hey, bizim topraklarımızda siz ne yapıyorsunuz öyle? Kim dedi size orayı inşa edin diye!..” gibi sözlü tâcize dahî uğramadan İslâm’ın kıblesinin inşası ve onunla birlikte insanlığın ihyâsı için Mekke şehri, iki mâsumun etrafında kuruldu. Zemzem de onları himayesinde idi. Ve böylesi bir konumda bulunan Hazret-i İsmail’in ileride insanları Allâh’ın dinine dâveti daha kolay ve tesirli olacaktı.

Bu karar, görünüşte biraz zâlimce gelse de bütün insanlık için Rahmânî bir karardı. Eğer Beyt’in bulunduğu yerlerde birileri hak iddia edecekse, bu, ancak takvâ sahibi, îman ve teslîmiyette zirve olmuş kullar tarafından edilmelidir ki, buna en yakışanı teslîmiyet, tevekkül ve rızâ sultanı Hazret-i Hacer (a.s.) ve onun oğlu olmalıdır. Böylesi temiz insanları sevenler de temiz insanlar olacağı için Hazret-i İbrahim’in mübârek duâsı, zamanı ve zemini oluştukça gerçekleşecekti.

İMTİHANLARIN EN BÜYÜĞÜ

Zaman yine zor zamanlardı. Bu kez Hazret-i İbrahim (a.s.) imtihanın en büyüğü ile karşı karşıya idi. “Bana sâlihlerden bir çocuk bağışla!” diye duâ eden Hazret-i İbrahim’e (a.s.) [6], uysal, halîm-selîm, babasına son derece itaatkâr Hazret-i İsmail (a.s.) müjdelenmişti.[7]

Bir babanın sahip olabileceği en derin sevgi ile oğluna bağlı olan Hazret-i İbrahim’in (a.s.), belki de hayatta en sevdiği varlık İsmail (a.s.) idi. O çocuk kendisine verilmişti, şimdi ise kurban etmesi isteniyordu.[8]

Durumu oğluna anlatınca İsmail (a.s.) geçmişte annesinin söylediği sözü söylüyor:

“-Emredildiğin her ne ise onu yap, beni sabredenlerden bulacaksın!.”[9] diyordu.

Hâdise, ana-baba ve evlâdın tam teslîmiyeti ile neticeleniyor ve bu büyük imtihanın nihayetinde bir koç kurban ediliyordu.[10]

Hac esnasında Mina’da “şeytan taşlama” ibadeti ile biz de, Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsmail ve Hazret-i Hacer’in (a.s.) şeytanı taşladıkları yerlerde, şeytanı sembolik taşlayarak Allah Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim miyiz, onu sorguluyor, onlar gibi şeytanı alt edebilmek için duâ ediyoruz.

KABE’NİN İNŞASI

İbn-i Abbâs’ın (r.a.) rivâyetine devam ettiği o uzun hadîs-i şerîfte, bu kez Kâbe’nin inşâsı anlatılır:

“Bir müddet sonra İbrahim, yine Hacer ile İsmail’in yanına geldi. İsmail, Zemzem’in yanında Devha ağacının altında kendisine ok yapıyordu. Babasını görünce ayağa kalkıp onu karşıladı. İbrahim, Allâh’ın kendisine büyük bir iş emrettiğini o işte kendisine yardımcı olup olamayacağını İsmail’e sordu. Yine büyük bir teslîmiyetle cevap geldi.

«-Emredileni yapmanda sana gücüm yettiği kadar yardım edeceğim.»[11]

İsmail taş getiriyor, babası da Kâbe’nin duvarlarını yükseltiyordu. Binanın boyu yükselince İsmail babasının rahat çalışması için, bugün «Makâm-ı İbrahim» ismi verilen taşı getirdi.”

Evlâdın babasına merhametinin, babanın Rabbine itaatinin sembolü idi o taş… Hele ki günümüzde, yaşlı bir babayı, yeni ergen bir erkek çocuğu elinde oynatmaya pek meyyalken, Hazret-i İsmail (a.s.) söz konusu olunca, durumun hiç de öyle olmadığını, bu taş ile anlıyoruz. Evvelâ Allâh’a, sonra babaya itaat, hürmet, edep, hayânın sembolüdür o taş… Baba ile oğulun, nezih dostluğunun işaretidir. Ebeveyne saygının göstergesidir. Evlâda hayır duânın edildiği yerdir. O taş, basit bir taş olmadığı için, ona yüklenen mânâlar çok yüce olduğu için, o taşın yanında, yani “Makâm-ı İbrahim’de namaz yeri edinmeleri” insanlara emredilmiştir.[12]

Kâbe’nin temelleri yükseldikçe baba-oğul hep şu sözü tekrarlıyorlardı:

“-Rabbimiz, bizden kabul buyur!.”

Her bir taşı, iki büyük peygamberin duâsı ile yerine konan Kâbe, bu duâların bereketi ve Rahmân’ın lütfu ile İslâm Âlemi’nin kıblesi, günahlar ile kirlenen müslümanların tertemiz edilip gönderildiği mübarek mekân olmuştur. Arz’ın ve semânın kalbi olan Kâbe’nin, mü’minlerce aşk ile arzu edilmesi, sevilmesi, ulaşılamayınca gözyaşı dökülmesinde, inşâ edenlerin kalb-i selîm sahibi peygamberler[13] olmasının tesiri büyüktür.

Haccın insanlara îlan edilmesi emredilmiş[14]; Hazret-i İbrahim, Hazret-i Hacer ve Hazret-i İsmail’in (a.s.) hayatının en önemli dönemlerinin anlatıldığı sembollerle örülmüş hac ibadeti oluşturulmuştur. Hac ibadetini yerine getirirken, bu üç büyük insanın yaşadıkları imtihanı, sanki biz de yaşıyormuş ve kazanma mücadelesi veriyormuşuz gibi, onların imtihan oldukları her yerde onların hâlleri ile hâllenerek, aynîleşmeye çalışıyoruz. Böylece:

“-Biz de itaat ediyoruz, biz de Sana teslim oluyoruz, biz de Sana güveniyoruz! Yâ Rabbi, Sen de bizi affet ve onlardaki kıymetli îmânı bizlere de nasip et.” diyoruz hem hâl, hem de kâl dili ile…

Allâh’ın emrine itaat için üç mübarek insanın Mekke’ye doğru yaptıkları yolculuk, kurban bayramının birinci günü fecrin doğuşundan itibaren ömrün sonuna kadar yapılması gereken, genelde hacılarımızın kurban bayramının dört gününde edâ etmeye çalıştıkları farz ibadet olan “Ziyaret tavafı” ile bedenen ve rûhen yaşanmaktadır.

Mina’daki cemrelerin taşlanması işi bitip Mekke’ye dönüldükten sonra, memlekete gitmeden, son vazife şeklinde vâcip bir ibadet olarak yapılan “Vedâ tavafı” da Hazret-i İbrahim’in (a.s.) Mekke’den, Filistin’e dönüş yolculuğunun sembolüdür. Çok zordur hacılar için Kâbe’ye veda etmek… Gözyaşları içinde:

“-Bekle beni Kâbe’m, inşâallâh sana tekrar kavuşurum.” diye temennîlerde bulunup duâlar etmek…

ALLAH’A EN GÜZEL KUL NASIL OLUNUR?

Arafat’tan Müzdelife’ye, Mina’da şeytan taşlamaktan son tavafa kadar samimi bir teslîmiyet ile; “Allâh’a en güzel kul nasıl olunur?” sorusunun cevaplarıdır haccın menâsikleri…

HACCIN ÖZETLERİ

Haccın özeti; teslîmiyet, nusret ve rahmettir. Teslim olan kula yardım gelir, onunla da kalmaz en büyük ikramlar, rahmet, yağmur gibi üstlerine yağar.

Kâbe’nin inşası bittikten sonra, baba-oğulun ettikleri duâyı, Cenâb-ı Hak da beğenmiş, bizlere de öğrenip o duâyı edelim diye Kur’ân-ı Kerim’inde zikretmiştir:

“Rabbimiz! Bizi Sana teslim olmuş kimselerden kıl. Soyumuzdan da Sana teslim olmuş bir ümmet çıkar. Bize ibadet yerlerini ve usûllerini göster. Tevbemizi kabul et. Çünkü Sen tevbeleri çokça kabul edensin ve çok merhametli olansın.” (el-Bakara, 128)

[1]
el-Enbiya 70-71.
[2] Dr. Şevki Ebu Halil, “Kur’ân Atlası; Yerler, Kavimler, Peygamberler” .
[3] el-Hac, 26.
[4] Buhârî, Enbiyâ, 8.
[5] el-Bakara, 124.
[6] es-Sâffât, 100.
[7] es-Sâffât, 101.
[8] es-Sâffât, 103.
[9] es-Sâffât, 103.
[10] es-Sâffât, 100-112.
[11] Buhârî, Enbiyâ, 8.
[12] el-Bakara, 125.
[13] es-Sâffât, 84.
[14] el-Hac, 25-29.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Ibrahim peygamber putlari nasil kirdi?

Hz. İBRAHİM (as) İBRAHİM PUTLARI NASIL KIRDI?

Keldânî kabîlesi senede bir gün toplanır, bayram yapardı. Âzer, Hazret-i İbrâhîm’e:

“–Sen de bugün bayram yapmak için bizimle gel!” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, yolda hastalığını mâzeret göstererek geri döndü. Puthâneye gitti. Orada gümüş, bakır ve ağaçtan yapılmış putlar vardı. Önlerine de, bereketlenmesi için yemekler konmuştu. En iri put, altından yapılmış bir tahtın üzerine oturtulmuştu. Sırma elbiseler giydirilip başına tâc konmuştu.

HZ. İBRAHİM BÜYÜK PUTU SUÇLADI

İbrâhîm -aleyhisselâm-, büyük putun dışındaki putların hepsini balta ile kırdı. Sonra da baltayı büyük putun boynuna astı. Akşam olunca Keldânî kabîlesi, bayram yerinden puthâneye döndüklerinde, gördükleri manzara karşısında büyük bir şaşkınlığa düştüler. Tahmin yürüterek:

“–Bu işi yapsa yapsa ancak İbrâhîm yapar!” dediler. Ardından hemen İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı bularak sordular:

“–Bu işi sen mi yaptın?”

İbrâhîm -aleyhisselâm- şöyle cevâp verdi:

“–Büyük put, kendisinden başkasına tapınılmasını istemiyordu. Bu sebeple diğerlerine kızgındı. Sonunda hepsini balta ile parçalayıp baltayı da omuzuna asmış olabilir. İsterseniz bir de kendisine sorun! Durumu size o anlatsın!”

Putperest halk:

“–Putlar konuşmaz!” dedi.

Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm- onlara:

“–O hâlde, nasıl olur da kendilerini bile koruyamayan şu âciz varlıklar, sizi korur? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” dedi.

“ZALİMLER SİZLERSİNİZ”


Bu hâdise Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır:

“O (İbrâhîm), gizlice onların tanrılarına sokuldu: «Yemez misiniz?» dedi. (Cevap gelmeyince) «Neyiniz var ki konuşmuyorsunuz?» dedi ve gizlice üzerlerine yürüyüp sağ eliyle onlara kuvvetli bir darbe indirdi.” (es-Sâffât, 91-93)

“Sonunda (İbrâhîm) onları paramparça etti. Yalnız en büyüğünü, belki ona mürâcaat ederler diye bıraktı. (Putları kırılmış gören halk:) «–Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Muhakkak ki o, zâlimlerden biridir.» dediler. (Bir kısmı:) «–Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhîm denilirmiş.» dediler. «–O hâlde O’nu hemen insanların gözü önüne getirin; belki şâhidlik ederler.» dediler.

(Sonra İbrâhîm’i oraya getirtip:) «–Bunu ilâhlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhîm?» dediler. (O da:) «–Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır. Hadi eğer konuşuyorlarsa onlara sorun!» dedi. Bunun üzerine, kendi vicdanlarına dönüp (kendi kendilerine) «–Zâlimler, sizlersiniz sizler!» dediler.

Sonra tekrar eski inanç ve tartışmalarına döndüler:

«–Sen bunların konuşmadığını pek âlâ biliyorsun!» dediler. İbrâhîm: «–Öyleyse, Allâh’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar veremeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız?» dedi. Size de, Allâh’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere de yuh olsun! Siz akıllanmaz mısınız?” (el-Enbiyâ, 58-67)

HAZRET-İ İBRAHİM’İN KIRDIĞI ORTAYA ÇIKTI

Putperest halk, Hazret-i İbrâhîm’in bu ifâdelerinden putları O’nun kırdığına iyice kanâat getirdi. Bedbaht putperestler, yapılan işi hazmedemediler ve şu taş parçalarının âcizliklerini görüp Hakk’a yöneleceklerine, Hazret-i İbrâhîm’e ateş püskürdüler:

“(Bir kısmı: ) «Eğer bir şeyler yapacaksanız, onu yakın ve böylece tanrılarınıza yardım edin!» dediler.” (el-Enbiyâ, 68)

HZ. İBRAHİM’E ÎMÂN EDEN İLK İNSAN

İbrâhîm -aleyhisselâm- ve kendisine tâbî olan mü’minler, kavimlerinden ayrılıp hicret etmeye karar verdiler. Cenâb-ı Hak onların bu durumunu methederek şöyle buyurmaktadır:

“İbrâhîm’de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: «Doğrusu biz sizden ve Allâh’tan başka tapmakta olduklarınızdan uzak kimseleriz. Sizi (bâtıl dîninizi) inkâr ettik, artık siz sâdece Allâh’a îman edinceye kadar sizinle bizim aramızda ebedî olarak düşmanlık ve kin başlamıştır…»” (el-Mümtehine, 4)

Allâh Teâlâ böylece Halîli’ni ve mü’minleri selâmete çıkardı.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Lût da O’na îmân etmişti ve (İbrâhîm : «Ben Rabbime (O’nun emrettiği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, mutlak güç ve hikmet sâhibidir.» dedi.” (el-Ankebût, 26)

“Biz O’nu ve Lût’u kurtararak, içinde cümle âleme bereketler verdiğimiz ülkeye taşıdık.” (el-Enbiyâ, 71)

Lût Peygamber, Hazret-i İbrâhîm’in kardeşinin oğludur. Peygamber olduğu dikkate alındığında, O’nun daha önce küfürde olup, sonra da îmân ettiği düşünülemez. Dolayısıyla Hazret-i Lût’un Hazret-i İbrâhîm’e îmân ettiğini bildiren âyette, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ı ilk tasdîk edenin Lût -aleyhisselâm- olduğuna işâret edilmektedir.

İbrâhîm -aleyhisselâm- Bâbil’e, oradan da Lût, Sâre ve bir mü’min topluluğu ile birlikte Urfa’nın güneyinde bir kasaba olan Harran’a hicret etti. Lût -aleyhisselâm- O’nun yeğeni, Sâre ise amcasının kızıydı.

AMCASININ KIZI İLE EVLİLİĞİ

Rabbinin emri mûcibince İbrâhîm -aleyhisselâm-, Sâre ile evlendi. Hazret-i Sâre, ahlâk-ı hamîde sâhibi sâliha bir kadındı. İbrâhîm -aleyhisselâm-’a karşı son derece itaatkâr idi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-, daha sonra yine emr-i ilâhî üzerine zevcesi Sâre ile Şam’a, oradan da Mısır’a geçtiler. Lût -aleyhisselâm- da, peygamber olarak Sodom’a göç etti. (Sodom, Lût Gölü’nün bulunduğu yerdir. Altı üstüne çevrildiği için âyet-i kerîmede “mü’tefike” denilmiştir.)

MUCİZEYİ GÖREN NEMRUT 4 BİN SIĞIR KESTİRDİ

İbrâhîm Halîlullâh’ın bu yüce teslîmiyeti ve yalnız Hakk’a tevekkülü üzerine, O daha ateşin içine düşmeden Allâh Teâlâ, ateşe emretti:

“…Ey ateş! İbrâhîm’e serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69)

Bu emirle birlikte İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın düştüğü yer bir anda gülistâna döndü. Orada tatlı bir pınar kaynayıp akmaya başladı. Bir rivâyete göre, Cennet’ten bir gömlek indirildi ve Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’a giydirildi. Bu gömlek, daha sonra İshâk -aleyhisselâm-’a, O’ndan Yâkûb -aleyhisselâm-’a, O’ndan da Yûsuf -aleyhisselâm-’a intikâl etti. Yâkûb -aleyhisselâm-’ın gözleri âmâ olduğu zaman, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gönderip de gözlerinin açılmasına vesîle olan gömlek, işte bu gömlek idi.

“EY ATEŞ SERİN VE SELÂMET OL!”

Rivâyete göre ateşe: “Ey ateş! İbrâhîm’e serîn ve selâmet ol!” emri geldiği zaman, yeryüzünde bütün ateşler belli bir müddet serin hâle gelmiştir.

Bu durum üzerine Nemrûd şaşırdı ve heyecanlandı:

“–Ey İbrâhîm! Gördüm ki senin ilâhın pek büyükmüş ve kendisinin kudret ve izzeti de seni zarardan koruyacak derecede imiş. Ey İbrâhîm! Senin Rabbin ne güzel bir Rabdir! Senin ilâhına şimdi dört bin sığır kurban edeceğim!” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm- da:

“–Sen sapıklıktan dönüp tevhîde gelmedikten sonra, kurbanlarının hiçbir kıymeti yoktur!” dedi.

Ancak Nemrûd:

“–Mülkümü ve saltanatımı fedâ edemem! Fakat yine de kurban keseceğim!” dedi.

NEMRUD DÖRT BİN SIĞIR KESTİ

Hakîkaten dört bin sığır kesti. İbrâhîm -aleyhisselâm- ile mücâdelesinden de vazgeçti. Lâkin hubb-i riyâset (baş olma sevdâsı), kibir, gurur ve inâdından dolayı îmân etmedi, bedbahtlardan oldu. Bir grup putperest ise, bu alenî mûcize karşısında îmân edip kurtuluşa erenlerden oldu.

Allâh Teâlâ’nın yardımıyla Nemrûd’un ateşinden sağ-sâlim kurtulan İbrâhîm -aleyhisselâm-, îmân etmeyenlere azâb-ı ilâhîyi hatırlattı:

“Dedi ki: «Siz, sırf aranızdaki dünyâ hayâtına has muhabbet uğruna Allâh’ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyâmet günü (gelip çattığında ise) birbiri*nizi tanımamazlıktan gelecek ve birbirinize lânet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehen*nemdir ve hiç yardımcınız da yoktur.” (el-Ankebût, 25)
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Hz. Ibrahim’in kabul olunmayan duâsi

HZ. İBRAHİM’İN KABUL OLUNMAYAN DUÂSI

NOT
İlâhî hakîkatleri idrâk ederek Rabbini bulan ve kendisine taraf-ı ilâhîden herkese verilmeyen bir ilim bahşedilen Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-, tevhîde dâvete babası Âzer’den başladı.


Ona yumuşak bir tavırla şöyle dedi:

“–Babacığım! İşitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun? Babacığım! Bana, sana verilmeyen bir ilim verildi. Bana tâbî ol; seni sırat-ı müstakîme ulaştırayım. Babacığım, şeytana tapma! Çünkü şeytan, Rahmân’a isyân etmiştir. Ey babacığım! Doğrusu ben sana Rahmân’dan bir azap dokunup da şeytana dost olmandan korkuyorum!” (Meryem, 42-45)

Âzer ise kızarak:

“«–Ey İbrâhîm! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (onlara dil uzatmaktan) vazgeçmezsen, and olsun seni taşlarım. Uzun süre benden ayrıl; git!» dedi.” (Meryem, 46)

Fakat İbrâhîm -aleyhisselâm-, Âzer’e yine yumuşak bir üslûbla mukâbele etti:

“İbrâhîm: «Sana selâm olsun! Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lutufkârdır.» dedi.” (Meryem, 47)

Ve babasının affı için duâ etti. Ancak duâsı kabûl edilmedi. Çünkü babası Allâh düşmanıydı. İbrâhîm -aleyhisselâm- bunu iyice anladığında duâ etmekten hemen vazgeçti. Zîrâ kâfirlerin affı için değil, ancak hidâyetleri için duâ edilirdi.

BABASINDAN UZAKLAŞTI

Kur’ân-ı Kerîm bu husûsu şöyle bildirir:

“Cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akrabâ dahî olsalar, (Allâh’a) ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere yaraşır, ne de mü’minlere! İbrâhîm’in babası için af dilemesi (ise), sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Onun Allâh düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan (hemen) uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhîm, çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi. (et-Tevbe, 113-114)

İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın babası ve kavmi ile mücâdelesi, onlara gittikleri şirk yolunun yanlışlığını anlatması ve onları aklî ve mantıkî delillerle tevhîd inancına ısrarla dâvet etmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de tekrar tekrar ifâde edilmektedir. Bunlardan birinde Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın, îmân etmeyen babası ve kavmi ile şöyle konuştuğu beyân olunmaktadır:

“O, babasına ve kavmine: «–Şu karşısına geçip tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?» dedi. Onlar: «–Biz, babalarımızı bunlara tapan kimseler olarak bulduk.» dediler. (İbrâhîm :«–Doğrusu siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz.» dedi. Kavmi ise: «–Bize gerçeği mi getirdin, yoksa oyunbazlardan biri misin?» dediler. (Bunun üzerine İbrâhîm): «–Hayır, sizin Rabbiniz, yarattığı göklerin ve yerin de Rabbidir ve ben buna şâhidlik edenlerdenim.» dedi.” (el-Enbiyâ, 52-56)
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Hz. Ibrahim’in ateşe atilirken ettiği dua

HZ. İBRAHİM’İN ATEŞE ATILIRKEN ETTİĞİ DUA

NOT
Hazret-i İbrâhîm’in “–Benim Rabbim dirilten, hayat veren ve öldürendir!” sözüne öfkelenen Nemrûd, O’na nasıl bir cezâ verileceği husûsunda avanesini toplayıp onlarla istişâre etti.


Henûn adında bedbaht birisi: “–O’nu büyük bir ateşte yakalım!” dedi.

Bu teklif kabûl edildi. Ateş için hazırlıklar başlatıldı. Bir ay odun taşındı.

Câhil ve ahmak halk: “–Bu insan, bizim putlarımıza karşı çıkıyor!” diye odun taşıma işinde seferber oldular. Dağ gibi odun yığıldı. Yakılan ateşin alevleri semâlara çıkıyordu. Harâretinden dolayı, kuşlar yakınından bile geçemiyordu.

Bütün hazırlıklar bitince halk, ateşin başına toplandı. İbrâhîm -aleyhisselâm- elleri kelepçeli ve ayakları prangalı bir şekilde oraya getirildi. Ancak o büyük peygamber “Halîl” olduğu için çok zor bir durumda olmasına rağmen büyük bir teslîmiyet ve tevekkül içinde idi. Gönlünde en ufak bir korku ve endişe yoktu.

MELEKLER ALLAH’A DUÂ ETTİLER

Nemrûd ve cemâati, O’nun ateşe nasıl atılacağını müzâkere ettiler. Nihâyet, mancınıkla atılmasına karar verdiler.

Yerdeki ve gökteki melekler, hayret içinde: “–Aman yâ Rabbî! Sen’i en çok zikreden İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılıyor! O Sen’i bir an bile unutmayan bir peygamberdir! O’na yardım etmek için bize izin verir misin Allâh’ım?” diye yalvardılar.

Allâh Teâlâ’nın izin vermesi üzerine bir melek İbrâhîm -aleyhisselâm-’a geldi:

“–Rüzgârlar emrime verildi. Arzu edersen ateşi darmadağın edeyim!” dedi.

Diğer bir melek: “–Sular emrime verildi. İstersen ateşi bir anda söndüreyim!” dedi.

Bir başka melek: “–Toprak emrime verildi. Dilersen ateşi yere batırayım!” dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm- ise, bu meleklere: “–Dost ile dostun arasına girmeyin! Rabbim ne dilerse ben ona râzıyım! Kurtarır ise, lutfundandır. Eğer yakar ise, kusûrumdandır. Sabredici olurum inşâallâh!” diye mukâbelede bulundu.

Mancınığa konup ateşe atılmak üzere iken de İbrâhîm -aleyhisselâm-: “Allâh bize yeter, o ne güzel vekîldir.” diyordu.

“ALLAH BİZE YETER, O NE GÜZEL VEKİLDİR”

Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın rivâyet ettiğine göre İbrâhîm -aleyhisselâm- bu sözü, ateşe atılırken söylemiştir.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu sözü, “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakınız!” denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine Müslümanların îmânları artmış ve hep birlikte: “Allâh bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek, Allâh’a karşı eşsiz bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir. (Buhârî, Tefsîr, 3/13)

CEBRÂİL ALEYHİSSELÂM GELDİ


Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- tam ateşe atılmak üzereyken Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi ve:

“–Bir dileğin var mı?” diye sordu. İbrâhîm -aleyhisselâm-: “–Evet, bir talebim var, fakat senden değil!” cevâbını verdi.

Cebrâîl -aleyhisselâm-, İbrâhîm -aleyhisselâm-’a hayretle: “–Niçin Allâh’tan kurtuluş istemiyorsun?” dedi.

O da: “–Hâlimi O biliyor! Ateş kimin emri ile yanıyor? Yakma kimin işidir?” diye cevap verdi. Şâir bu cevâbı; “Âgâh olunca hâle, hâcet mi kalır suâle!” şeklinde mısrâya dökmüştür.

Allâh Teâlâ, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın meleklerden bile müstağnî davranıp bütün talebini Hakk’a yöneltmesinden râzı olmuş, O’nu Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Sözünün eri olan (ahdine vefâ gösteren) İbrâhîm.” (en-Necm, 37) âyet-i kerîmesiyle senâ etmiştir.

Yine Cenâb-ı Hak, O’nu: “Rabbi O’na «Teslîm ol!» deyince, derhal «(Bütün varlığımla) Âlemlerin Rabbine teslîm oldum!» dedi.” (el-Bakara, 131) âyet-i kerîmesi ile de, teslîmiyet timsâli olarak takdîm ve taltîf etmiştir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Hz. Ibrahim’in serveti ile imtihani

 HZ. İBRAHİM’İN SERVETİ İLE İMTİHANI
HZ. İBRAHİM’İN SERVETİ İLE İMTİHANI
İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılarak nefsinden, kurban emri ile de evlâdından imtihan görmüş, tevekkül ve teslîmiyeti, O’na her iki imtihanı da kazandırmıştı. Sıra servetten imtihana geldi. Bir rivâyete göre İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın 12.000 hayvandan oluşan sürüleri vardı. Bu sürüleri koruyan pek çok da muhâfız köpeği vardı. Dünyâya râm olanları tahkîr için köpeklerin boyunlarına altından tasma taktırırdı.

Cebrâîl -aleyhisselâm-, insan kılığında geldi: “–Bu sürüler kimin?” diye sordu.
İbrâhîm -aleyhisselâm-: “–Rabbimin. Ben de emânetçisiyim!” dedi. Cebrâîl -aleyhisselâm-: “–Bana satar mısın?” dedi. İbrâhîm -aleyhisselâm-: “–Rabbimi bir kere zikret üçte birini, üç kere zikret; tamamını vereyim! Cebrâîl -aleyhisselâm-: سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّنَا وَرَبُّ الْمَلئِكَةِ وَالرُّوحِ dedi.

İbrâhîm -aleyhisselâm-: “–Al, hepsi senin, al, götür!” dedi. Cebrâîl -aleyhisselâm-:“–Ben meleğim, alamam!” dedi. Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm-:“–Sen meleksen, ben de “Halîl”im. Verdiğimi geri alamam!” dedi.

Nihâyet İbrâhîm -aleyhisselâm- sürüleri sattı. Geniş bir arâzî aldı. Onu müslümanların istifâdesi için vakfetti. Böylece vakıf, İbrâhîm -aleyhisselâm- ile başlamış oldu.

Allâh’ın Halîl’i olan İbrâhîm -aleyhisselâm-, Allâh için bütün servetini bir anda fedâ ederek malından da imtihan vermiş, “gerçek dost” (Halîl) olduğunu ispat etmişti. İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın bu husûsiyeti âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmiştir:

“Bir zaman Rabbi, İbrâhîm’i bir takım kelimelerle (emir ve yasaklarla) imtihan etmiş, İbrâhîm de onları tamâmen yerine getirmişti…” (el-Bakara, 124)
 
Üst Alt