romeo
Yeni Üyemiz
Ebû Süfyan oğlu Muaviye, ölüm döşeğine yattığı zaman, kendisini oturtmalarını söyledi. Kendisini oturttuklarında, Allah’ı tesbih ederek andı ve ağlayarak:
“Ey Muaviye!.. İhtiyarlayıp çöktükten sonramı Rabbini hatırlayıp zikrediyorsun? Halbuki Allah’ı hatırlayıp anman, gençlik dallarının bol bol su aldığı ve yapraklarının henüz yemyeşil olduğu zamanda olmalı idi.” dedi.
Yüksek sesle ağlamaya başlayan Muaviye, hıçkırıklar içinde Rabbine şöyle nida etti:
“Ey Rabbim!.. Kalbi katı ve günahkar olan şu ihtiyar kuluna merhamet eyle.
Allah ‘ım! Kusurlarımı bir tarafa bırak, sürçmelerini bağışla. Senden başkasında ümidi olmayan şu aciz, zavallı kuluna lütfunla muamele et .”
Kureyş ‘in yaşlılarından birisinin dediğine göre, bazı kimseler ölüm döşeğinde yatmakta olan Muaviye’yi ziyaret gittiklerinde onun vücudunun bir kısmının kırıklar içinde olduğunu görmüşler. Muaviye, Allah-ü Teala’ya hamdu sena ettikten sonra şöyle dedi:
“Dünyanın tümü görüp tecrübe ettiğimizden başka bir şey değildir. Vallahi, iyi biliniz ki; dünyanın yeşilliklerini sevinçle karşılayıp hayattan, yaşamaktan zevk aldık. Ama şimdi, dünya bu zevk ve neşemizi bozup bizi kocattı. Nihayet ölüm anında bizi terkederek kederlendirdi. Vay dünyaya!.. Vay dünyanın haline!..”
Denildiğine göre, Hz. Muaviye hastalığı sırasında bir hutbesinde şöyle demiştir:
“Ey insanlar! Ben harman olmuş bir ekinim. Ben, benden önce size hükümdarlık yapandan daha kötü olduğum gibi, benden sonra gelecek olan hükümdar da benden daha kötü olacaktır. (Oğluna hitaben) Ey Yezid!.. Ben öldüğüm vakit , beni aklı başında olan bir adam yıkasın. Çünkü akıllıların Allah katında değeri vardır. Beni güzel bir şekilde yıkayıp yüksek sesle tekbir getirsin.” dedi. Bundan sonra Muaviye, dolabında saklı bulunan bohçayı getirtti. Bohçanın içinde Resulullah Efendimize ait bulunan bir elbise, bir miktar saç ve tırnak kırıntıları vardı. Et rafındakilere: “Resulullah Efendimizin bu mübarek saçlarını ve tırnak kırıntılarını ağız, burun, kulak ve gözümün üzerine koyun. Resulullah Efendimizin giyindiği bu elbiseyi de kefenimin altından bana giydirin. Allah’ın ana-baba hakkındaki emirlerine riayet edin. Beni mezarıma koyduğumuz vakit , Allah’ın rahmeti ile baş başa bırakın.” dedi.
Mervan oğlu Abdülmelik, ölüm döşeğine yattığı zaman, elbise yıkayıcısının nasıl çamaşırı yıkayıp eli ile sıktığını görünce; “Keşke bende çamaşır yıkayıcı olsaydım da her günkü nafakamı el emeğimle çıkarıp da dünya işlerine karışmasaydım.” der.
Ebû Hazım bunu duyunca:
“Allah’a hamdolsun ki, onlar ölümleri anında bizim yaşayışımızı arzularlar, fakat biz ölürken onların yaşayışlarını arzulamayız.” demiş tir.
Ölüm anında Abdülmelik’e:
“Ey mü’minlerin emiri! Kendini nasıl hissediyorsun!” diye sorduklarında, Abdülmelik:
“Kendimi, Allah-ü Teala’nın: “Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi, ahirette de yapayalnız, teker teker huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsan ettiğimiz şeyleride arkanızda bırakmışsınızdır.” (En’am sures i, ayet: 94) buyurduğu gibi hissediyorum.” deyip öldü .
Ömer bin Abdülaziz’in hanımı olan Mervan oğlu Abdülmelik’in kızı Fatma diyor ki:
– Ben Ömer’i, ölümü anında: “Allah ‘ım! Kısa bir süre de olsa ölümümü adamlarımdan gizle” diye dua ettiğini duydum. Bir ara kendi odama girdim.
Ömer’in: “İşte ahiret yurdu. Biz, onu yerde gurur ve kibirlilik içinde dinsizlik ve fesat tohumunu ekmemiş olan iyi insanlara veririz. Sonuç, sakınanlarındır.”
(Kassas suresi, ayet: 83) ayetini okuduğunu işittim.
Sonra sesi kesildi. Ne bir hareket , ne de bir ses duymayınca, hemen hizmetçilerden birini gönderdim. Hizmetçi: “Çoktan ölmüş !” diye bağırdı.
Rivayet edildiğine göre, Ömer bin Abdülaziz hastalığı ağırlaşınca, doktor çağırdılar. Doktor, Ömer’i muayene ettikten sonra: “Bu zehir içmiştir. Bu yüzden, hayatı hakkında bir teminat veremem.” dedi.
Doktorun böyle demesi üzerine, Ömer gözlerini açıp doktora: “Yalnız bana değil, zehir içmeyenlerin hayatı hakkında da bir teminat verme.” dedi.
Doktor kendisine:
“Zehir içtiğinin farkındamısın?” diye sordu. Ömer:
“Evet farkındayım. Mideme inince anladım.” dedi.
Bunun üzerine doktor ona:
“O halde hemen tedaviye başlayalım.” dediğinde, Ömer bunu hemen reddederek:
“Tedavisi kulağımın arkasında bile olsa, yine elimi kaldırıp tedavi etmem.
Benim için Rabbime ulaşmak, her şeydan daha iyidir.” dedi.
Ömer, birkaç gün böyle yaşadıktan sonra hayata gözlerini kapayıp Yüce Allah’a ulaştı.
Denildiğine göre, Ömer bin Abdülaziz, ölüm döşeğine yatınca, ağlamaya başladı. Kendisinin bu durumunu görenler: “Neden ağlıyorsun? Senin için ağlanacak bir şey yokki… Allah-ü Teala, seninle beraber Resulullah Efendimizin ümmetine ettiği sünnet lerini senin vasıtanla ya atmıştır. Adaletin ise son haddine yükselmiştir.” dediler.
Fakat o yine ağlamaya devam etti. Vücudu hıçkırıklarla sarsılarak:
“Allah’ın huzurunda bütün bu milletin hesabını vermek için durdurulduğum zaman benim hâlim ne olacak? Hepsi hakkında adil davrandığımdan emin değilim. Bunun yanında yaptığım kusurlar da ayrı. Ben korkmayayım, ağlamayayım da kimler ağlas ın?” dedikten sonra tekrar ağlamaya başladı.
Biraz sonra da öldü.
Ölümü yaklaştığında Ömer, kendisini oturtmalarını istedi. Kendisini oturttuklarında, o:
“Ben öyle bir kimseyim ki; bana emirlik verdin, bense kusur işledim. Beni nehyettin, ben ise isyan ettim.” diye üç defa aynı sözleri söyledikten sonra da şöyle dedi:
“Fakat yine ibadete layık olan ancak Allah’tır. La ilahe illallah!”
Ömer, başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Bir süre dikkatle baktı. Kendisine neden baktığını sorduklarında o:
“Ben semada öyle kimseler görüyorum ki, onlar ne insan, ne de cinlerdir.” dedi ve böylece ruhu bedeninden ayrıldı. (Allah kendisine rahmet etsin.
Kabri nur ile dolsun.)
Harun Reşit , ölme vaktinin yaklaştığını anladığında, kendi kefenini kendi eliyle hazırlayıp: “Mâlim bana fayda vermedi. Şimdi bütün saltanatım benden ayrılıp mahvoldu.” (Hakka sures i ayet : 28, 29) ayet-i celilesini okudu .
Me’mun ölüm anında: “Ey mülkü daimi olan Allah’ım!.. Mülk ve memleketini ve hatta her şeyini kaybeden kuluna merhamet eyle.” dedi.
Kırkdört yaşında kendisini ölüm yakalayan Mu’tasım da ölüm anında şöyle demiştir: “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bilseydim, hiçbir şey yapmazdım.”
Muntasır, ölüm döşeğine yatmış , sıkıntı içinde kıvranıyordu. Kendisine, “Neden bu kadar sıkılıyorsun? Bu o kadar önemli değil.” Dediklerinde Muntasır şöyle cevap vermişti: “Hayır, sıkıntım dünyadan ayrılmak için değildir. Sıkıntım dünya hayatının bir an önce sona erip ahiret hayatının başlaması içindir.”
Zâlim Haccac, ölüm anında: “Allah ‘ım! İnsanlar, Senin mağfiret etmeyeceğini söylüyorlar. Sen beni affedip mağfiret eyle.” dedi.
Haccac ‘ın ölüm anında söylemiş olduğu bu sözleri, Ömer bin Abdülaziz’in çok hoşuna gitmişti. Hatta bu sözlerinden dolayı ona gıpta bile ederdi.
Haccac ‘ın bu sözlerini Hasan Basri’ye naklettikleri zaman, Hasan Basri: “Gerçekten Haccac, böylemi söyledi?” dedi. “Evet , böyle söyledi.” dediklerinde o:
“Öyle ise Allah’ın onu aff-u mağfiret ettiği umulur.” dedi.
Sahabelerden Muaz (R.A.), ölüm anında Allah’a şöyle niyaz eder:
“Allah’ım!.. Şimdiye kadar Senden sadece korkardım, ama şu anda Senden ümit bekliyorum. Allah’ım ben dünyaya sular akıp ağaçları sulamak, bahçeler yetiştirmek için bel bağlamıyorum. Eğer dünyada yaşamak istiyorsam, kendim için değil, susuzluktan ciğerleri yananların susuzluklarını dindirmek, darda kalan yoksullara yardım etmek, âlimlerin sohbetine devam edip onlarla birlikte Seni zikretmek için yaşamak isterim.”
Allah’a olan bu niyazından sonra ölüm sancıları, Muaz’ı döşeğinde sıkıştırdıkça sıkıştırdı. Muaz bu acı ve ızdıraplar içinde bayılıp ayıldıkça Rabbine:
“Allah ‘ım! Beni ne kadar sıkıştırırsan, sıkıştır. Bilirsin ki, kalbim hep Seninledir Kalbim yalnız seni sever.” diye yakarırdı.
Selman-i Farisi de, ölüm döşeğine yattığı zaman gözlerinden yaşlar akıtıp ağlamıştı. Kendisine ağlamasının sebebini soranlara, o: “Neden mi ağlıyorum?
Kuşkusuz dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Ağlamamın nedeni, Resulullah Efendimizin: “Dünyadan ayrılırken, sermayeniz, bir yolcunun yol azığından fazla olmasın.” diye buyurmasıdır. İşte, ben buna ağlıyorum.” diye cevap vermişti. Oysa ki, Selman-i Faris i’nin ardında bıraktığı serveti sadece on dirhem kadardı.
Hz. Bilal ölürken, karısı: “Vay başıma gelenler!” diye ağlamaya başlamıştı.
Bunun üzerine Bilal, karısına şöyle der: “Hayır, ne mutlu bize ki; yarın dostlarımız Hz. Muhammed’e ve arkadaşlarına kavuşacağım.”
İbn-ül Münkedir de ölürken ağladı. Kendisine “Neden ağlıyorsun?” diye soranlara, o: “Bilerek işlediğim bir büyük günah için ağlamıyorum. Ağlamamın nedeni, önemsemiyerek yaptığım bir hatanın Allah katında büyük bir günah olmasından korkmamdır.” diye cevap veriyordu.
Amir bin Abdülkays da ölüm anında ağlayanlardandı. Kendisine ağlamasının nedenini soranlara o şöyle cevap vermişti: “Ağlamamın sebebi, boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir.”
Ceriri diyor ki:
“Cüneyd ölüm döşeğine yatmıştı. Onu ziyaretine gittiğimde son nefesini veriyordu. Mevsim bahar, günlerden cumaydı. Ölümü anında elinden Kur’an-ı düşürmemiş , Kur’an’ı hatmetmişti. Ben kendisine: “Bu durumda da mı okuyorsun?” dediğimde, o bana: “Bu işe benden daha layık olan kimdir?
İşte defterim dürülmektedir. Hiç olmazsa hatim ile dürülsün.” diye cevap verdi.”
Mismaroğlu Salih’e: “Oğlunu ve aileni birine vasiyet etmiyormusun?” dediklerinde, o: “Onları, Allah’tan başkasına emanet etmekten Allah’tan haya ederim.” demişti.
Ebû Süleyman Dârâni, ölüm döşeğine yatmış , ölümü bekliyordu. Kendisini ziyaret edenler: “Sana müjdeler olsun ki, merhameti bol olan Allah’a gidiyorsun.” dediler. Fakat o: ” iğneden ipliğe kadar her şeyin hesabını soracak, kusurlarından dolayı seni azap edecek olan Allah’ın huzuruna gidiyorsun demeniz gerekirken neden böyle söylüyorsunuz?” diye cevap vermişti.
İslam büyüklerinden biris i ölüm döşeğine yatmıştı. Ailesi kocası öleceği için ağlıyordu. O kişi: “Neden ağlıyorsun?” diye sorduğunda, karısı:
“Senin için ağlıyorum.” demişti. Bunun üzerine o kişi şöyle cevap vermişti:
“Sen benim için değil, kendin için ağla. Çünkü ben kırk yıl boyunca bu gün için ağladım.”
Kattani de ölüm döşeğine yatmıştı. Yanındakiler kendisine: “Amelin nedir?” diye sordular. O: “Eğer ölüm başucumda olmasaydı, size amelimin ne olduğunu katiyetle söylemezdim. Ama madem ki, ölmek üzereyim. O halde size amelimin ne olduğumu söyleyeyim. Tam kırk yıl kalbimin kapısını bekledim. Oraya Allah’tan başka kimseyi sokmadım. Allah’tan başka oraya girmek isteyen her şeyi kovdum.” dedi.
Mu’temir diyor ki:
– Hıkem bin Abdülmelik’in ölüm anında yanında bulunanlardan biri de bendim.
Kendisi için: “Allah’ım bu şöyle iyi bir insandı. Sen bunu ölüm acısını kolaylaştır.” diye dua ediyordum. Bir müddet sonra, baygınlığı geçen Hıkem, gözlerini açtı. Ve: “O duayı yapan kimdi?” diye sordu. Ben de, o duayı yapan ben olduğumu söyledim. Bunun üzerine Hıkem: “Azrail bana; “Ben her cömerde karşı yumuşaklıkla davranırım. Ruhunu incitmeden alırım.” dedi. Bunu söyledikten hemen sonra öldü .
İmam-ı Şafii, ölüm hastalığına yakalanmıştı. Kendisini ziyaret eden Ebul-Yahya Müzeni: “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu. İmâm Şâfii: “Dünyadan yolcu olan, dostlarından ayrılmış , tam anlamı ile Allah’a yönelmiş , ölüm şerbetini içer bir durumda sabahladım. Bununla birlikte, ruhumun cennete gideceğini de bilmiyorum ki, ona göre hazırlanayım.
Cehenneme gideceğimi de bilmiyorum ki, onu terkedeyim.” dedi ve sonra şu beyitleri söyledi:
“Kalbim daralıp da yollarım sıkıştığı vakit , ümidimi senin huzuruna teslim ettim.
Günahlarım büyük biliyorum, ancak Senin affın daha da büyük.
Sen daima, affedici, cömert ve kerem sahibisin.
Eğer Sen olmasan, İblis ‘e hiçbir abid aldanmazdı.
Abid şöyle dursun, safiyyin olan adamı bile azıttı.”
Ahmet bin Hıdreveyh, ölüm döşeğine yattığı vakit , kendisinden bir mesele sordular. Bu soru üzerine Hıdreveyh’in gözleri yaşardı. Kendisine soruyu sorana: “Oğlum, o öyle bir kapıdır ki, doksanbeş yıldır o kapıyı çalar dururum. Şimdi o bana, açılıyor. Saadet mi, yoksa azapmı, hangisi ile açılacağını bilemiyorum. Bu durumda benden nasıl cevap beklersin?” dedi.
Evet , kimisinin korku, kimisinin ümit , kimisinin sevgi ile karşıladığı ölüm, gün gelecek ki, bizlerinde kapısını çalacak. Belki yarın, beldi daha yakın.
Ölüm saati gelip kapımıza dayandığı zaman, başımıza vurmak, ağlayıp dövünmek bize fayda getirmez. Bu yüzden ölüm bizi değil de, bizler ölümü karşılayacak şekilde hazırlıklı olmalıyız.
“Ey Muaviye!.. İhtiyarlayıp çöktükten sonramı Rabbini hatırlayıp zikrediyorsun? Halbuki Allah’ı hatırlayıp anman, gençlik dallarının bol bol su aldığı ve yapraklarının henüz yemyeşil olduğu zamanda olmalı idi.” dedi.
Yüksek sesle ağlamaya başlayan Muaviye, hıçkırıklar içinde Rabbine şöyle nida etti:
“Ey Rabbim!.. Kalbi katı ve günahkar olan şu ihtiyar kuluna merhamet eyle.
Allah ‘ım! Kusurlarımı bir tarafa bırak, sürçmelerini bağışla. Senden başkasında ümidi olmayan şu aciz, zavallı kuluna lütfunla muamele et .”
Kureyş ‘in yaşlılarından birisinin dediğine göre, bazı kimseler ölüm döşeğinde yatmakta olan Muaviye’yi ziyaret gittiklerinde onun vücudunun bir kısmının kırıklar içinde olduğunu görmüşler. Muaviye, Allah-ü Teala’ya hamdu sena ettikten sonra şöyle dedi:
“Dünyanın tümü görüp tecrübe ettiğimizden başka bir şey değildir. Vallahi, iyi biliniz ki; dünyanın yeşilliklerini sevinçle karşılayıp hayattan, yaşamaktan zevk aldık. Ama şimdi, dünya bu zevk ve neşemizi bozup bizi kocattı. Nihayet ölüm anında bizi terkederek kederlendirdi. Vay dünyaya!.. Vay dünyanın haline!..”
Denildiğine göre, Hz. Muaviye hastalığı sırasında bir hutbesinde şöyle demiştir:
“Ey insanlar! Ben harman olmuş bir ekinim. Ben, benden önce size hükümdarlık yapandan daha kötü olduğum gibi, benden sonra gelecek olan hükümdar da benden daha kötü olacaktır. (Oğluna hitaben) Ey Yezid!.. Ben öldüğüm vakit , beni aklı başında olan bir adam yıkasın. Çünkü akıllıların Allah katında değeri vardır. Beni güzel bir şekilde yıkayıp yüksek sesle tekbir getirsin.” dedi. Bundan sonra Muaviye, dolabında saklı bulunan bohçayı getirtti. Bohçanın içinde Resulullah Efendimize ait bulunan bir elbise, bir miktar saç ve tırnak kırıntıları vardı. Et rafındakilere: “Resulullah Efendimizin bu mübarek saçlarını ve tırnak kırıntılarını ağız, burun, kulak ve gözümün üzerine koyun. Resulullah Efendimizin giyindiği bu elbiseyi de kefenimin altından bana giydirin. Allah’ın ana-baba hakkındaki emirlerine riayet edin. Beni mezarıma koyduğumuz vakit , Allah’ın rahmeti ile baş başa bırakın.” dedi.
Mervan oğlu Abdülmelik, ölüm döşeğine yattığı zaman, elbise yıkayıcısının nasıl çamaşırı yıkayıp eli ile sıktığını görünce; “Keşke bende çamaşır yıkayıcı olsaydım da her günkü nafakamı el emeğimle çıkarıp da dünya işlerine karışmasaydım.” der.
Ebû Hazım bunu duyunca:
“Allah’a hamdolsun ki, onlar ölümleri anında bizim yaşayışımızı arzularlar, fakat biz ölürken onların yaşayışlarını arzulamayız.” demiş tir.
Ölüm anında Abdülmelik’e:
“Ey mü’minlerin emiri! Kendini nasıl hissediyorsun!” diye sorduklarında, Abdülmelik:
“Kendimi, Allah-ü Teala’nın: “Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi, ahirette de yapayalnız, teker teker huzurumuza gelmişsinizdir. Size ihsan ettiğimiz şeyleride arkanızda bırakmışsınızdır.” (En’am sures i, ayet: 94) buyurduğu gibi hissediyorum.” deyip öldü .
Ömer bin Abdülaziz’in hanımı olan Mervan oğlu Abdülmelik’in kızı Fatma diyor ki:
– Ben Ömer’i, ölümü anında: “Allah ‘ım! Kısa bir süre de olsa ölümümü adamlarımdan gizle” diye dua ettiğini duydum. Bir ara kendi odama girdim.
Ömer’in: “İşte ahiret yurdu. Biz, onu yerde gurur ve kibirlilik içinde dinsizlik ve fesat tohumunu ekmemiş olan iyi insanlara veririz. Sonuç, sakınanlarındır.”
(Kassas suresi, ayet: 83) ayetini okuduğunu işittim.
Sonra sesi kesildi. Ne bir hareket , ne de bir ses duymayınca, hemen hizmetçilerden birini gönderdim. Hizmetçi: “Çoktan ölmüş !” diye bağırdı.
Rivayet edildiğine göre, Ömer bin Abdülaziz hastalığı ağırlaşınca, doktor çağırdılar. Doktor, Ömer’i muayene ettikten sonra: “Bu zehir içmiştir. Bu yüzden, hayatı hakkında bir teminat veremem.” dedi.
Doktorun böyle demesi üzerine, Ömer gözlerini açıp doktora: “Yalnız bana değil, zehir içmeyenlerin hayatı hakkında da bir teminat verme.” dedi.
Doktor kendisine:
“Zehir içtiğinin farkındamısın?” diye sordu. Ömer:
“Evet farkındayım. Mideme inince anladım.” dedi.
Bunun üzerine doktor ona:
“O halde hemen tedaviye başlayalım.” dediğinde, Ömer bunu hemen reddederek:
“Tedavisi kulağımın arkasında bile olsa, yine elimi kaldırıp tedavi etmem.
Benim için Rabbime ulaşmak, her şeydan daha iyidir.” dedi.
Ömer, birkaç gün böyle yaşadıktan sonra hayata gözlerini kapayıp Yüce Allah’a ulaştı.
Denildiğine göre, Ömer bin Abdülaziz, ölüm döşeğine yatınca, ağlamaya başladı. Kendisinin bu durumunu görenler: “Neden ağlıyorsun? Senin için ağlanacak bir şey yokki… Allah-ü Teala, seninle beraber Resulullah Efendimizin ümmetine ettiği sünnet lerini senin vasıtanla ya atmıştır. Adaletin ise son haddine yükselmiştir.” dediler.
Fakat o yine ağlamaya devam etti. Vücudu hıçkırıklarla sarsılarak:
“Allah’ın huzurunda bütün bu milletin hesabını vermek için durdurulduğum zaman benim hâlim ne olacak? Hepsi hakkında adil davrandığımdan emin değilim. Bunun yanında yaptığım kusurlar da ayrı. Ben korkmayayım, ağlamayayım da kimler ağlas ın?” dedikten sonra tekrar ağlamaya başladı.
Biraz sonra da öldü.
Ölümü yaklaştığında Ömer, kendisini oturtmalarını istedi. Kendisini oturttuklarında, o:
“Ben öyle bir kimseyim ki; bana emirlik verdin, bense kusur işledim. Beni nehyettin, ben ise isyan ettim.” diye üç defa aynı sözleri söyledikten sonra da şöyle dedi:
“Fakat yine ibadete layık olan ancak Allah’tır. La ilahe illallah!”
Ömer, başını gökyüzüne doğru kaldırdı. Bir süre dikkatle baktı. Kendisine neden baktığını sorduklarında o:
“Ben semada öyle kimseler görüyorum ki, onlar ne insan, ne de cinlerdir.” dedi ve böylece ruhu bedeninden ayrıldı. (Allah kendisine rahmet etsin.
Kabri nur ile dolsun.)
Harun Reşit , ölme vaktinin yaklaştığını anladığında, kendi kefenini kendi eliyle hazırlayıp: “Mâlim bana fayda vermedi. Şimdi bütün saltanatım benden ayrılıp mahvoldu.” (Hakka sures i ayet : 28, 29) ayet-i celilesini okudu .
Me’mun ölüm anında: “Ey mülkü daimi olan Allah’ım!.. Mülk ve memleketini ve hatta her şeyini kaybeden kuluna merhamet eyle.” dedi.
Kırkdört yaşında kendisini ölüm yakalayan Mu’tasım da ölüm anında şöyle demiştir: “Eğer ömrümün bu kadar kısa olduğunu bilseydim, hiçbir şey yapmazdım.”
Muntasır, ölüm döşeğine yatmış , sıkıntı içinde kıvranıyordu. Kendisine, “Neden bu kadar sıkılıyorsun? Bu o kadar önemli değil.” Dediklerinde Muntasır şöyle cevap vermişti: “Hayır, sıkıntım dünyadan ayrılmak için değildir. Sıkıntım dünya hayatının bir an önce sona erip ahiret hayatının başlaması içindir.”
Zâlim Haccac, ölüm anında: “Allah ‘ım! İnsanlar, Senin mağfiret etmeyeceğini söylüyorlar. Sen beni affedip mağfiret eyle.” dedi.
Haccac ‘ın ölüm anında söylemiş olduğu bu sözleri, Ömer bin Abdülaziz’in çok hoşuna gitmişti. Hatta bu sözlerinden dolayı ona gıpta bile ederdi.
Haccac ‘ın bu sözlerini Hasan Basri’ye naklettikleri zaman, Hasan Basri: “Gerçekten Haccac, böylemi söyledi?” dedi. “Evet , böyle söyledi.” dediklerinde o:
“Öyle ise Allah’ın onu aff-u mağfiret ettiği umulur.” dedi.
Sahabelerden Muaz (R.A.), ölüm anında Allah’a şöyle niyaz eder:
“Allah’ım!.. Şimdiye kadar Senden sadece korkardım, ama şu anda Senden ümit bekliyorum. Allah’ım ben dünyaya sular akıp ağaçları sulamak, bahçeler yetiştirmek için bel bağlamıyorum. Eğer dünyada yaşamak istiyorsam, kendim için değil, susuzluktan ciğerleri yananların susuzluklarını dindirmek, darda kalan yoksullara yardım etmek, âlimlerin sohbetine devam edip onlarla birlikte Seni zikretmek için yaşamak isterim.”
Allah’a olan bu niyazından sonra ölüm sancıları, Muaz’ı döşeğinde sıkıştırdıkça sıkıştırdı. Muaz bu acı ve ızdıraplar içinde bayılıp ayıldıkça Rabbine:
“Allah ‘ım! Beni ne kadar sıkıştırırsan, sıkıştır. Bilirsin ki, kalbim hep Seninledir Kalbim yalnız seni sever.” diye yakarırdı.
Selman-i Farisi de, ölüm döşeğine yattığı zaman gözlerinden yaşlar akıtıp ağlamıştı. Kendisine ağlamasının sebebini soranlara, o: “Neden mi ağlıyorum?
Kuşkusuz dünyadan ayrıldığım için ağlamıyorum. Ağlamamın nedeni, Resulullah Efendimizin: “Dünyadan ayrılırken, sermayeniz, bir yolcunun yol azığından fazla olmasın.” diye buyurmasıdır. İşte, ben buna ağlıyorum.” diye cevap vermişti. Oysa ki, Selman-i Faris i’nin ardında bıraktığı serveti sadece on dirhem kadardı.
Hz. Bilal ölürken, karısı: “Vay başıma gelenler!” diye ağlamaya başlamıştı.
Bunun üzerine Bilal, karısına şöyle der: “Hayır, ne mutlu bize ki; yarın dostlarımız Hz. Muhammed’e ve arkadaşlarına kavuşacağım.”
İbn-ül Münkedir de ölürken ağladı. Kendisine “Neden ağlıyorsun?” diye soranlara, o: “Bilerek işlediğim bir büyük günah için ağlamıyorum. Ağlamamın nedeni, önemsemiyerek yaptığım bir hatanın Allah katında büyük bir günah olmasından korkmamdır.” diye cevap veriyordu.
Amir bin Abdülkays da ölüm anında ağlayanlardandı. Kendisine ağlamasının nedenini soranlara o şöyle cevap vermişti: “Ağlamamın sebebi, boşa geçirdiğim günler ve gecelerdir.”
Ceriri diyor ki:
“Cüneyd ölüm döşeğine yatmıştı. Onu ziyaretine gittiğimde son nefesini veriyordu. Mevsim bahar, günlerden cumaydı. Ölümü anında elinden Kur’an-ı düşürmemiş , Kur’an’ı hatmetmişti. Ben kendisine: “Bu durumda da mı okuyorsun?” dediğimde, o bana: “Bu işe benden daha layık olan kimdir?
İşte defterim dürülmektedir. Hiç olmazsa hatim ile dürülsün.” diye cevap verdi.”
Mismaroğlu Salih’e: “Oğlunu ve aileni birine vasiyet etmiyormusun?” dediklerinde, o: “Onları, Allah’tan başkasına emanet etmekten Allah’tan haya ederim.” demişti.
Ebû Süleyman Dârâni, ölüm döşeğine yatmış , ölümü bekliyordu. Kendisini ziyaret edenler: “Sana müjdeler olsun ki, merhameti bol olan Allah’a gidiyorsun.” dediler. Fakat o: ” iğneden ipliğe kadar her şeyin hesabını soracak, kusurlarından dolayı seni azap edecek olan Allah’ın huzuruna gidiyorsun demeniz gerekirken neden böyle söylüyorsunuz?” diye cevap vermişti.
İslam büyüklerinden biris i ölüm döşeğine yatmıştı. Ailesi kocası öleceği için ağlıyordu. O kişi: “Neden ağlıyorsun?” diye sorduğunda, karısı:
“Senin için ağlıyorum.” demişti. Bunun üzerine o kişi şöyle cevap vermişti:
“Sen benim için değil, kendin için ağla. Çünkü ben kırk yıl boyunca bu gün için ağladım.”
Kattani de ölüm döşeğine yatmıştı. Yanındakiler kendisine: “Amelin nedir?” diye sordular. O: “Eğer ölüm başucumda olmasaydı, size amelimin ne olduğunu katiyetle söylemezdim. Ama madem ki, ölmek üzereyim. O halde size amelimin ne olduğumu söyleyeyim. Tam kırk yıl kalbimin kapısını bekledim. Oraya Allah’tan başka kimseyi sokmadım. Allah’tan başka oraya girmek isteyen her şeyi kovdum.” dedi.
Mu’temir diyor ki:
– Hıkem bin Abdülmelik’in ölüm anında yanında bulunanlardan biri de bendim.
Kendisi için: “Allah’ım bu şöyle iyi bir insandı. Sen bunu ölüm acısını kolaylaştır.” diye dua ediyordum. Bir müddet sonra, baygınlığı geçen Hıkem, gözlerini açtı. Ve: “O duayı yapan kimdi?” diye sordu. Ben de, o duayı yapan ben olduğumu söyledim. Bunun üzerine Hıkem: “Azrail bana; “Ben her cömerde karşı yumuşaklıkla davranırım. Ruhunu incitmeden alırım.” dedi. Bunu söyledikten hemen sonra öldü .
İmam-ı Şafii, ölüm hastalığına yakalanmıştı. Kendisini ziyaret eden Ebul-Yahya Müzeni: “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sordu. İmâm Şâfii: “Dünyadan yolcu olan, dostlarından ayrılmış , tam anlamı ile Allah’a yönelmiş , ölüm şerbetini içer bir durumda sabahladım. Bununla birlikte, ruhumun cennete gideceğini de bilmiyorum ki, ona göre hazırlanayım.
Cehenneme gideceğimi de bilmiyorum ki, onu terkedeyim.” dedi ve sonra şu beyitleri söyledi:
“Kalbim daralıp da yollarım sıkıştığı vakit , ümidimi senin huzuruna teslim ettim.
Günahlarım büyük biliyorum, ancak Senin affın daha da büyük.
Sen daima, affedici, cömert ve kerem sahibisin.
Eğer Sen olmasan, İblis ‘e hiçbir abid aldanmazdı.
Abid şöyle dursun, safiyyin olan adamı bile azıttı.”
Ahmet bin Hıdreveyh, ölüm döşeğine yattığı vakit , kendisinden bir mesele sordular. Bu soru üzerine Hıdreveyh’in gözleri yaşardı. Kendisine soruyu sorana: “Oğlum, o öyle bir kapıdır ki, doksanbeş yıldır o kapıyı çalar dururum. Şimdi o bana, açılıyor. Saadet mi, yoksa azapmı, hangisi ile açılacağını bilemiyorum. Bu durumda benden nasıl cevap beklersin?” dedi.
Evet , kimisinin korku, kimisinin ümit , kimisinin sevgi ile karşıladığı ölüm, gün gelecek ki, bizlerinde kapısını çalacak. Belki yarın, beldi daha yakın.
Ölüm saati gelip kapımıza dayandığı zaman, başımıza vurmak, ağlayıp dövünmek bize fayda getirmez. Bu yüzden ölüm bizi değil de, bizler ölümü karşılayacak şekilde hazırlıklı olmalıyız.
KAYNAK
Kimya-i Saadet – İmam Gazali