Bu Kadar Kafir Dururken Niçin (bizle) Tasavvufla Uğraşıyorsunuz?
TAĞUT'LA SAVAŞMAK (Bu kadar kafir) dururken NİÇİN (bizle)TASAVVUFLA UĞRAŞIYORSUNUZ? SAVUNMASI
Hakkın yüzünü örten, en azından fulü bir görünüm veren, vehimler yumağı tasavvufun, İslâm dışılığı ortaya konurken, maruz kalınan itirazların en başta gelenineden tağutla, şirkle, küfürle uğraşmıyorsunuz da, etliye sütlüye karışmayan, sofilerle uğraşıyor, müslümanları birbirine düşürüyorsunuz, şeklinde olandır.
İnsaf sahibi biri için; vahdet-i vücut inancı üzerine oturan sûfi anlayıştan daha büyük tağut (tuğyan) olur mu?
Sûfilerin baştacı ettiği eserlerde yüzlercesini bulabileceğimiz şu ifadeleri okuyarak, hangi tuğyanın daha büyük olduğunu birlikte düşünelim.
Mutasavvıfların Şeyhül Ekber olarak tanıdığı İbni Arabi'den inciler(!):
"Arif, Hakk'ı her şeyde gören, belki herşeyin kendisi olarak görendir,"
"Gören de O'dur, görülen de. Alem O'nun suretidir... Allah onların kendisidir."
"O ortaya çıkanların kendisidir..." "Görülen ve isimlendirilen her varlık O'dur."
"Yaratıkların sıfatları O'nun için hak olduğu gibi, O'nun sıfatları da yaratılmışlar için haktır."
"Allah'ın rablık, ilahlık, yaratma, rızık verme ve diğer bütün sıfatları yaratıklar için de haktır."
"Emir O'ndan sana olduğu gibi, senden de O'nadır."
"O bana hamd eder, ben O'na hamd ederim. O bana ibadet eder, ben O'na ibadet ederim."
"O bütün kâinattır. O, vücudum, vücudu ile kaim olan tektir."
"İnsan dediğimiz zaman bil ki, biz O'nun kendisiyiz... Hem hak, hem de halk ol, o zaman Allah ile Rahman olursun... Biz O'na bizde görünecek şeyi verdik, O da bize verdi. Böylece iş bize ve O'na bölündü."
"Biz biz olduğumuz gibi O'yuz da. Benim iki yüzüm vardır, O ve ben..."[İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm Sh. 115-119-120]
"Hıristiyanlar ilahlığı sadece İsa ve Annesine hasretmekle yanıldılar..."[İktibas Der., Sayı: 104-Sh. 26]
İşte Şeyhul Ekber İbni Arabi'nin "Allah inancı" böyle.
Savunulması ve tevili mümkün olmayan bu sözleri yüzünden, bir kısım mutasavvıf, -takiye babında da olsa- Arabi'yi tasvip etmediklerini.... o'nun bu konuda aşırı gittiğini, dolayısıyla diğer tasavvuf imamlarının sözlerinden delil verilmesi gerektiğini savunuyorlar.
Bu tarz iddialara mahal vermemek için, şimdi de, diğerlerinden birkaç örnek verelim.
Sûfilerce büyük bir itibara sahip olan, Abdulkerim el Cîlî:
"Zatı itibariyle yüce olan Hakk'ın ortaya çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O alemin zerrelerinde açığa çıkmıştır." diyerek Arabi'yi teyid eder.[İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm Sh. 118]
'Enel Hakk' (Ben Allah'ım), 'Mâfi'l cübbeti illaallah' (Cübbemin içinde Allah'tan başka bir şey yoktur) diyen, Hallac-ı Mansur.
'Subhani mâ'azama şâ'ni' (kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim. Benim şanım ne yücedir) diyen, Beyazid-i Bistami...
(Benim şu iğreti kalıbımın içinde Allah'tan başka kimse yoktur) diyen Cüneyd-i Bağdadî[Ömer Ziyauddin Dağıstani, Fetvalar - Sh. 79]
hep İbni Arabi gibi, vahdet-i vücud denen küfrü teyid etmişlerdir.
Bu sebeple hiçbir sûfi'nin, vahdet-i vücud'u reddetmesi veya vahdet-i vücud olmadan da tasavvufun var olabileceğini iddia etmesi mümkün değildir. Zaten bu dinin şarileri olarak kendilerini gören yukarıda adını saydığımız zevat "Bizden sonra hiç kimse, bizim yolumuzun dışına çıkamaz" diyerek, farklı yol ve yorumların önünü kapatmışlardır.
Bu sebeple, sıkıştıklarında, 'efendim, biz öyle anlamıyoruz... Biz tasavvuf derken şunu anlıyoruz... Biz onlara katılmıyoruz... gibi indî ve kaçamak ifadeler geçerli olmamalıdır. Zira her din, felsefe, ideoloji en sahih biçimde kendi kurucu ve koyucularından ve onların kitaplarından öğrenilir. Ve ilkeler, kurallar, tanımlar hep bu kitaplarla yapılır.
Tasavvuf da mucitleri tarafından kurumlaştırılmış, kayda bağlanmış ve kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla bir sûfi'nin sıkıştığında, Vahdet-i vücud'u biz de kabul etmiyoruz... Rabıtayı, istimdadı, gaybden haber verildiğini, şeyhler'in vahiyle kitap yazdıklarını biz de İslâmi bulmuyoruz, demeye hakları yoktur. Bunlar alınırsa tasavvuftan geriye birşey kalmaz. Nerde kaldı ki takiye'yi meşru gören sûfilerin bu sözlerindeki samimiyete inanmak da zordur. Her sûfi, eğer çok acemi, çok yeni değilse vahdet-i vücud'u benimsemek zorundadır.
Bu çarpık akide, mürid'e ürkütülmeden, uzun sürede azar-azar ve gizlenerek zerk edilir. Bu süreci temin edebilmek için de son derece şeytani ve sinsi bir yöntem uygulanır. Evvela 'şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır' [Beyazıd-i Bistamiye atf. İ. Sarmış, Tas. ve İslâm-Sh. 175]
denerek, bir şeyh'e bağlanmadan kurtulmanın mümkün olmadığı telkin edilir. Bir şeyh edinme mecburiyetine inandırılan mürid, bu defa da, "bir ölünün gassal'a teslim olması gibi, müridin şeyhine teslim olması"[E. Özkan, Tas. ve İslam - Sh. 85] gerektiğine inandırılır. Bundan sonra da, müridin şeyh karşısında, bütün insanî onur ve haysiyetinden vazgeçmesi demek olan, şeyh-mürid ilişkilerindeki adap, talim ettirilerek tarikat adabı şöylece öğütlenir:
'Mürid şeyhe tazim göstermeli, açık ve gizli durumlarda onu büyük tanımalıdır.'
'Maksud'un ancak onun eliyle gerçekleşeceğine inanmalıdır.'
'İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhi'nin yaptığına itiraz etmemeli, "Niçin böyle yaptın" dememelidir. Çünkü şeyhine 'niçin' diyen kişi asla felah bulamaz.'
'Zahiren şeyhden kötü bir durum sadır olabilir, fakat batini itibariyle o durum güzeldir.' [Muhammed Emin el-Kurdi, Tenvim'l-Kulub fi Muameleti Allami'l-Guyub, 528-531, hicri 1384, Mısır, Kitabın adında bulunan Allamu'l-Guyub niteliği bu durumda herhalde şeyhin kendisine ait olacaktır]
Ahmet Dede'nin, Celaleddin Rumi hakkındaki şu sözü de şeyhin mürid üzerindeki yetki ve tasarrufunu ortaya koyması bakımından ilginçtir: 'Bugün cennete girmek onun rızasına, cehenneme girmek de onun gazabına bağlıdır’ [İ. Sarmış Tas. ve İslâm Sh. 92]
Şeyhe karşı müridin takınması gereken âdabı bir de Muhammed Emin el-Kurdî'nin "Tenvirul-Kulub" kitabından dinleyelim: Şöyle diyor:
"Mürid, şeyhine tazim göstermeli, açık ve gizli bütün durumlarda onu büyük tanımalıdır. Maksudunun ancak onun elinde gerçekleşebileceğine inanmalıdır. Gözü başka bir şeyhe meyledecek olursa, şeyhinden mahrum olur ve feyiz ona kapanır. Şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi ve boyun eğmesi gerekir. Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. Çünkü irade ve muhabbetin cevheri ancak bu yolla belli olur. Doğruluk ve samimiyet ölçüsü ancak bu ölçü ile bilinir. İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itaraz etmemelidir. Ona "Niçin böyle yaptın?" dememelidir. Çünkü şeyhine "Niçin?" diyen kişi asla felah bulmaz. Zahirde şeyhten kötü bir durum sadır olabilir, fakat batını itibariyle o durum güzeldir. Külli ve cüzî, ibadet ve adet olsun, bütün işlerde iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine "şu fırına gir" derse girmesidir. Şeyhin durumlarını hiçbir şekilde araştırmamalıdır. Zira böyle birşey çok kişi için meydana geldiği gibi, helakine sebep olabilir. Bütün durumlarda şeyhi hakkında hüsnüzanda bulunmalıdır...
Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği bütün bereketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır... Testerelerle bile kesilse, şeyhinin bir sırrını açmamalıdır. Şeyhinin gönlünün meylettiğini sezdiği bir kadınla evlenmemeli ve şeyhinin boşadığı yahut ondan dul kalan bir kadınla asla evlenmemelidir. Şeyhin sevdiği kişilerle oturmalı, sevmediği kişilerle oturup kalkmamalıdır. Kendisine iltifat etmemesine ve kendisinden yüz çevirmesine sabretmeli, falan için şöyle böyle yaptığı halde niçin bana böyle yapmıyor, dememelidir. Şeyh için hazırlanmış olan yere oturmamalı izni olmadan herhangi bir konuda ona ısrar etmemeli, yolculuğa çıkmamalı evlenmemeîi ve önemli bir iş yapmamalıdır.
(M. Emin Kurdî, Tenviru'l-Kıılub fj Muameleti Allami'l-Ğuyub, 528-531. Basım yeri yok. Fıkıh ve Tasavvuf bölümleri ayrı kişiler tarafından Türkçeye çevrilmiş. Birinci bölüm Eser Neşriyat tarafından, ikinci bölüm ise Konya'da yayınlanmıştır.)
[Prof. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam Sh. 319]
Tasavvuf kültüründe ve şeyh-mürid sisteminde müridin şahsiyeti olabildiği kadar yokedilmesine karşın, şeyh yüceltilmekte, kutsallaştırılmakta ve kendisine bir nevi tanrısal özellikler verilmektedir. Bunun bir örneğini Me-nakibu'l-Arifin kitabında görüyoruz. Eflaki anlatıyor:
"Sultan Veled buyurdu ki: Birgün babam medresede bilgiler saçıyordu. Bu arada: Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir (dedi). Öyle ki bir adam Beyazıd'in müridlerinden birine:
"Bir adam Beyazıd'ın müridlerinden birine: Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi diye sordu.
Mürid: şeyhim, dedi.
Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu, yine Şeyhim dedi.
O birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra Muhammed mi büyük şeyhin mi? dedi. Yine Şeyhim büyüktür dedi.
En sonunda Tanrı mı büyük senin şeyhin mi? diye sordu. Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka birşey tanımam.' dedi.
Başka bir müride de Tanrı mı büyük şeyhin mi? diye sordular. O da 'bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur' dedi.
Yine müridlerden bir diğeri de: 'Bu iki büyükten daha büyük biri lazım ki bu farkı ortaya koysun' demiştir"
(Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 1/310-311. Hürriyet Yayınları, İstanbul 1973)
[Prof. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam Sh. 321]
Bu gibi şeytanı söz ve telkinlerle eli-kolu bağlanan mürid'e vahdet-i vücud herzesini yutturmaktan daha kolay ne olabilir?
TAĞUT'LA SAVAŞMAK (Bu kadar kafir) dururken NİÇİN (bizle)TASAVVUFLA UĞRAŞIYORSUNUZ? SAVUNMASI
Hakkın yüzünü örten, en azından fulü bir görünüm veren, vehimler yumağı tasavvufun, İslâm dışılığı ortaya konurken, maruz kalınan itirazların en başta gelenineden tağutla, şirkle, küfürle uğraşmıyorsunuz da, etliye sütlüye karışmayan, sofilerle uğraşıyor, müslümanları birbirine düşürüyorsunuz, şeklinde olandır.
İnsaf sahibi biri için; vahdet-i vücut inancı üzerine oturan sûfi anlayıştan daha büyük tağut (tuğyan) olur mu?
Sûfilerin baştacı ettiği eserlerde yüzlercesini bulabileceğimiz şu ifadeleri okuyarak, hangi tuğyanın daha büyük olduğunu birlikte düşünelim.
Mutasavvıfların Şeyhül Ekber olarak tanıdığı İbni Arabi'den inciler(!):
"Arif, Hakk'ı her şeyde gören, belki herşeyin kendisi olarak görendir,"
"Gören de O'dur, görülen de. Alem O'nun suretidir... Allah onların kendisidir."
"O ortaya çıkanların kendisidir..." "Görülen ve isimlendirilen her varlık O'dur."
"Yaratıkların sıfatları O'nun için hak olduğu gibi, O'nun sıfatları da yaratılmışlar için haktır."
"Allah'ın rablık, ilahlık, yaratma, rızık verme ve diğer bütün sıfatları yaratıklar için de haktır."
"Emir O'ndan sana olduğu gibi, senden de O'nadır."
"O bana hamd eder, ben O'na hamd ederim. O bana ibadet eder, ben O'na ibadet ederim."
"O bütün kâinattır. O, vücudum, vücudu ile kaim olan tektir."
"İnsan dediğimiz zaman bil ki, biz O'nun kendisiyiz... Hem hak, hem de halk ol, o zaman Allah ile Rahman olursun... Biz O'na bizde görünecek şeyi verdik, O da bize verdi. Böylece iş bize ve O'na bölündü."
"Biz biz olduğumuz gibi O'yuz da. Benim iki yüzüm vardır, O ve ben..."[İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm Sh. 115-119-120]
"Hıristiyanlar ilahlığı sadece İsa ve Annesine hasretmekle yanıldılar..."[İktibas Der., Sayı: 104-Sh. 26]
İşte Şeyhul Ekber İbni Arabi'nin "Allah inancı" böyle.
Savunulması ve tevili mümkün olmayan bu sözleri yüzünden, bir kısım mutasavvıf, -takiye babında da olsa- Arabi'yi tasvip etmediklerini.... o'nun bu konuda aşırı gittiğini, dolayısıyla diğer tasavvuf imamlarının sözlerinden delil verilmesi gerektiğini savunuyorlar.
Bu tarz iddialara mahal vermemek için, şimdi de, diğerlerinden birkaç örnek verelim.
Sûfilerce büyük bir itibara sahip olan, Abdulkerim el Cîlî:
"Zatı itibariyle yüce olan Hakk'ın ortaya çıktığı her varlığa tapmak gerekir. O alemin zerrelerinde açığa çıkmıştır." diyerek Arabi'yi teyid eder.[İ. Sarmış, Tasavvuf ve İslâm Sh. 118]
'Enel Hakk' (Ben Allah'ım), 'Mâfi'l cübbeti illaallah' (Cübbemin içinde Allah'tan başka bir şey yoktur) diyen, Hallac-ı Mansur.
'Subhani mâ'azama şâ'ni' (kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim. Benim şanım ne yücedir) diyen, Beyazid-i Bistami...
(Benim şu iğreti kalıbımın içinde Allah'tan başka kimse yoktur) diyen Cüneyd-i Bağdadî[Ömer Ziyauddin Dağıstani, Fetvalar - Sh. 79]
hep İbni Arabi gibi, vahdet-i vücud denen küfrü teyid etmişlerdir.
Bu sebeple hiçbir sûfi'nin, vahdet-i vücud'u reddetmesi veya vahdet-i vücud olmadan da tasavvufun var olabileceğini iddia etmesi mümkün değildir. Zaten bu dinin şarileri olarak kendilerini gören yukarıda adını saydığımız zevat "Bizden sonra hiç kimse, bizim yolumuzun dışına çıkamaz" diyerek, farklı yol ve yorumların önünü kapatmışlardır.
Bu sebeple, sıkıştıklarında, 'efendim, biz öyle anlamıyoruz... Biz tasavvuf derken şunu anlıyoruz... Biz onlara katılmıyoruz... gibi indî ve kaçamak ifadeler geçerli olmamalıdır. Zira her din, felsefe, ideoloji en sahih biçimde kendi kurucu ve koyucularından ve onların kitaplarından öğrenilir. Ve ilkeler, kurallar, tanımlar hep bu kitaplarla yapılır.
Tasavvuf da mucitleri tarafından kurumlaştırılmış, kayda bağlanmış ve kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla bir sûfi'nin sıkıştığında, Vahdet-i vücud'u biz de kabul etmiyoruz... Rabıtayı, istimdadı, gaybden haber verildiğini, şeyhler'in vahiyle kitap yazdıklarını biz de İslâmi bulmuyoruz, demeye hakları yoktur. Bunlar alınırsa tasavvuftan geriye birşey kalmaz. Nerde kaldı ki takiye'yi meşru gören sûfilerin bu sözlerindeki samimiyete inanmak da zordur. Her sûfi, eğer çok acemi, çok yeni değilse vahdet-i vücud'u benimsemek zorundadır.
Bu çarpık akide, mürid'e ürkütülmeden, uzun sürede azar-azar ve gizlenerek zerk edilir. Bu süreci temin edebilmek için de son derece şeytani ve sinsi bir yöntem uygulanır. Evvela 'şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır' [Beyazıd-i Bistamiye atf. İ. Sarmış, Tas. ve İslâm-Sh. 175]
denerek, bir şeyh'e bağlanmadan kurtulmanın mümkün olmadığı telkin edilir. Bir şeyh edinme mecburiyetine inandırılan mürid, bu defa da, "bir ölünün gassal'a teslim olması gibi, müridin şeyhine teslim olması"[E. Özkan, Tas. ve İslam - Sh. 85] gerektiğine inandırılır. Bundan sonra da, müridin şeyh karşısında, bütün insanî onur ve haysiyetinden vazgeçmesi demek olan, şeyh-mürid ilişkilerindeki adap, talim ettirilerek tarikat adabı şöylece öğütlenir:
'Mürid şeyhe tazim göstermeli, açık ve gizli durumlarda onu büyük tanımalıdır.'
'Maksud'un ancak onun eliyle gerçekleşeceğine inanmalıdır.'
'İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhi'nin yaptığına itiraz etmemeli, "Niçin böyle yaptın" dememelidir. Çünkü şeyhine 'niçin' diyen kişi asla felah bulamaz.'
'Zahiren şeyhden kötü bir durum sadır olabilir, fakat batini itibariyle o durum güzeldir.' [Muhammed Emin el-Kurdi, Tenvim'l-Kulub fi Muameleti Allami'l-Guyub, 528-531, hicri 1384, Mısır, Kitabın adında bulunan Allamu'l-Guyub niteliği bu durumda herhalde şeyhin kendisine ait olacaktır]
Ahmet Dede'nin, Celaleddin Rumi hakkındaki şu sözü de şeyhin mürid üzerindeki yetki ve tasarrufunu ortaya koyması bakımından ilginçtir: 'Bugün cennete girmek onun rızasına, cehenneme girmek de onun gazabına bağlıdır’ [İ. Sarmış Tas. ve İslâm Sh. 92]
Şeyhe karşı müridin takınması gereken âdabı bir de Muhammed Emin el-Kurdî'nin "Tenvirul-Kulub" kitabından dinleyelim: Şöyle diyor:
"Mürid, şeyhine tazim göstermeli, açık ve gizli bütün durumlarda onu büyük tanımalıdır. Maksudunun ancak onun elinde gerçekleşebileceğine inanmalıdır. Gözü başka bir şeyhe meyledecek olursa, şeyhinden mahrum olur ve feyiz ona kapanır. Şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi ve boyun eğmesi gerekir. Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. Çünkü irade ve muhabbetin cevheri ancak bu yolla belli olur. Doğruluk ve samimiyet ölçüsü ancak bu ölçü ile bilinir. İşlediğinin zahiri haram da olsa, şeyhinin yaptığına itaraz etmemelidir. Ona "Niçin böyle yaptın?" dememelidir. Çünkü şeyhine "Niçin?" diyen kişi asla felah bulmaz. Zahirde şeyhten kötü bir durum sadır olabilir, fakat batını itibariyle o durum güzeldir. Külli ve cüzî, ibadet ve adet olsun, bütün işlerde iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. Gerçek müridin alametlerinden biri de, şeyhi kendisine "şu fırına gir" derse girmesidir. Şeyhin durumlarını hiçbir şekilde araştırmamalıdır. Zira böyle birşey çok kişi için meydana geldiği gibi, helakine sebep olabilir. Bütün durumlarda şeyhi hakkında hüsnüzanda bulunmalıdır...
Bereketini kazanması için ikamette ve yolculukta, bütün işlerinde şeyhini kalbinden çıkarmamalıdır. Dünya ve ahiretle ilgili elde ettiği bütün bereketlerin kendisine şeyhinden geldiğine inanmalıdır... Testerelerle bile kesilse, şeyhinin bir sırrını açmamalıdır. Şeyhinin gönlünün meylettiğini sezdiği bir kadınla evlenmemeli ve şeyhinin boşadığı yahut ondan dul kalan bir kadınla asla evlenmemelidir. Şeyhin sevdiği kişilerle oturmalı, sevmediği kişilerle oturup kalkmamalıdır. Kendisine iltifat etmemesine ve kendisinden yüz çevirmesine sabretmeli, falan için şöyle böyle yaptığı halde niçin bana böyle yapmıyor, dememelidir. Şeyh için hazırlanmış olan yere oturmamalı izni olmadan herhangi bir konuda ona ısrar etmemeli, yolculuğa çıkmamalı evlenmemeîi ve önemli bir iş yapmamalıdır.
(M. Emin Kurdî, Tenviru'l-Kıılub fj Muameleti Allami'l-Ğuyub, 528-531. Basım yeri yok. Fıkıh ve Tasavvuf bölümleri ayrı kişiler tarafından Türkçeye çevrilmiş. Birinci bölüm Eser Neşriyat tarafından, ikinci bölüm ise Konya'da yayınlanmıştır.)
[Prof. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam Sh. 319]
Tasavvuf kültüründe ve şeyh-mürid sisteminde müridin şahsiyeti olabildiği kadar yokedilmesine karşın, şeyh yüceltilmekte, kutsallaştırılmakta ve kendisine bir nevi tanrısal özellikler verilmektedir. Bunun bir örneğini Me-nakibu'l-Arifin kitabında görüyoruz. Eflaki anlatıyor:
"Sultan Veled buyurdu ki: Birgün babam medresede bilgiler saçıyordu. Bu arada: Gerçek mürid, kendi şeyhinin herkesten üstün olduğuna inanan kimsedir (dedi). Öyle ki bir adam Beyazıd'in müridlerinden birine:
"Bir adam Beyazıd'ın müridlerinden birine: Şeyhin mi büyük Ebu Hanife mi diye sordu.
Mürid: şeyhim, dedi.
Sonra Ebu Bekir mi büyük senin şeyhin mi? diye sordu, yine Şeyhim dedi.
O birer birer bütün sahabeyi saydıktan sonra Muhammed mi büyük şeyhin mi? dedi. Yine Şeyhim büyüktür dedi.
En sonunda Tanrı mı büyük senin şeyhin mi? diye sordu. Ben tanrıyı şeyhimde gördüm, şeyhimden başka birşey tanımam.' dedi.
Başka bir müride de Tanrı mı büyük şeyhin mi? diye sordular. O da 'bu iki büyük arasında hiçbir fark yoktur' dedi.
Yine müridlerden bir diğeri de: 'Bu iki büyükten daha büyük biri lazım ki bu farkı ortaya koysun' demiştir"
(Ahmed Eflaki, Menakibu'l-Arifin, 1/310-311. Hürriyet Yayınları, İstanbul 1973)
[Prof. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam Sh. 321]
Bu gibi şeytanı söz ve telkinlerle eli-kolu bağlanan mürid'e vahdet-i vücud herzesini yutturmaktan daha kolay ne olabilir?