171. Bir zamanlar o dağı yerinden sökerek üzerlerine sanki bir gölgelik gibi kaldırmıştık da onun başlarına düşüvereceğini sanmışlardı. Biz de onlara şöyle demiştik: “Size verdiğimiz kitaba bütün gücünüzle sarılın ve içindeki kanun, irşat ve tavsiyeleri belleyip aklınızdan kesinlikle çıkarmayın. Belki böylece Allah’a karşı gelmekten ve O’nun azabına uğramaktan sakınırsınız.”
Tevrat hükümleri oldukça ağır ve zor olduğundan dolayı yahudiler bunu kabule yanaşmamışlar, Allah Teâlâ da onları bunu kabule mecbur tutmak için dağı yerinden sökerek bir gölgelik gibi üzerlerine kaldırmıştı. (bk. Bakara 2/63)
Burada bu kıssanın hatırlatılmasındaki hikmet şudur: Allah’ın hükmüne ve kudretine karşı koymak mümkün değildir. Gönül rızâsıyla O’na itaat etmeyenler, nihayet zorla boyun eğmeye mecbur kalacaklardır. Bu açıdan dağın yerinden sökülüp bir gölgelik gibi üzerlerine sarkıtılması gibi o dayanılması mümkün olmayan zorlama ve baskı mûcizesinin hükmünü unutmamak lazım gelir. Çünkü o ve onun gibi ilâhî baskılar; deprem, heyelan, tufan, yanardağ patlaması ve yangın gibi büyük musibetler her zaman vuku bulabilmektedir. Buna göre esas akıllılık, o duruma düşmeden, hürriyet içinde ve gönül rızâsıyla hakkın emrine boyun eğmek ve kitabın ahkâmına sarılmaktır. İnsanların her günah ve isyanlarına mukâbil dağlar yerinden oynamasa da, her vakit Hz. Mûsâ’nın mûcizesi gibi bir mûcize olmasa da, Allah’ın emrini tanımayan ve hakkın koyduğu ahkam ile mücadele etmek sevdasında bulunanlar, Allah Teâlâ’nın, her zaman için dağlar kadar belaları insanların başına yıkabilecek bir kudret ve kuvvete sahip olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Cenâb-ı Hak mühlet verir, fakat ihmal etmez. Zaman zaman hem kelâmî hem de kevnî olarak ikaz ve inzar da bulunarak intibaha davet eder. Bunlardan gerekli dersleri çıkarıp doğru yola gelmeyenleri ise ebedî azabına uğratır. Şu âyet-i kerîme ne kadar inzar yüklü ve kalpleri sarsıcı mâhiyettedir:
“Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrâhim 14/42)
Bu ilâhî gerçekleri gönlümüzde canlı tutabilmek için Rabbimizle yaptığımız şu fıtrî misaka dikkatlerimizi çevirmemiz gerekir:
172. Hani Rabbin Âdem oğullarının bellerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine şâhit tutarak: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. Onlar da: “Evet, şâhitlik ederiz ki sen bizim Rabbimizsin” demişlerdi. Böyle yaptık ki kıyâmet günü: “Doğrusu bizim bundan haberimiz yoktu!” demeyesiniz.
173. Veya: “Çok önceden beri atalarımız Allah’a şirk koşmuşlardı; biz de onların ardından gelip yapabileceği başka bir şey olmayan bir nesil idik. Şimdi kalkıp, o bâtıl şirk yolunu başlatanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin?” şeklinde bir mazerette bulunmayasınız.
174. İşte biz âyetleri böyle detaylı bir şekilde açıklıyoruz ki, belki onlar doğru yola dönerler.
Allah Teâlâ ile Âdem oğulları arasında cereyan eden bu ahitleşmeyi ve Allah’ın onları rubûbiyetine şâhit tutmasını hem hakîki hem de temsilî mânada anlamak mümkündür.
Hakiki mânaya göre; Allah Teâlâ dünyayı yaratmadan önce dünyaya gelecek olan bütün insanların ruhlarını “Elest Bezmi” diye meşhur olan ruhlar âleminde bir araya getirerek onları kendi varlığına şâhit tutmuştur. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” süaline “Evet!” cevabını alarak, kendisinin onların rabbi olduğunu yine onlara ikrar ettirmiştir. Böylece kendisi ile dünyaya gelecek bütün insanlar arasında Rab-kul ilişkisi bağlamında bir sözleşme yapmıştır. Ayrıca bu sözleşmeye bizzat kendilerini şâhit tutmuş veya bizzat kendisi ve melekleri bu sözleşmeye şâhit olmuşlardır. Nitekim, “Allah, adâleti ayakta tutarak, kendisinden başka hiçbir ilâhın olmadığına bizzat şâhittir. Ayrıca bütün melekler ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da tam bir doğruluk, adâlet ve hakkâniyet içinde aynı gerçeğe şâhittirler” (Âl-i İmran 3/18) âyeti bu şâhitliğe işaret etmektedir. Günümüzde genetik ilmi, bütün insanların aslını teşkil eden genlerin, babaları Hz. Âdem’in sulbüne rahatlıkla sığabileceğini söylemektedir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rûhlar âleminde bu ilk ahdi almasına ve bizlerin de “kalû belâ”dan beri müslüman olmamıza bir mâni gözükmemektedir.
Tasavvuf erbâbı âlimler de bu hakiki mâna üzerinden hareket ederek âyet-i kerîmede şu işaretlerin olduğunu söylemişlerdir:
“Yaratılmışların alması, mevcut olan bir şeyden mevcut olan bir şeyi almak şeklindedir. Yaratanın alması ise bazan yok olan bir şeyi, yokluktan almak şeklinde olur. Nitekim “Daha önce de, sen hiçbir şey değilken, seni yoktan ben yaratmıştım” (Meryem 19/9) ayeti bu türlü bir almaya delâlet eder. Bazan de yok olan bir şeyi, yine yok olan bir şeyden almak şeklinde olur. Nitekim “Rabbin Âdem oğullarının bellerinden zürriyetlerini almıştı” (A‘râf 7/172) ayeti sözü edilen ikinci almaya örnek verilebilir. Çünkü ayette bahsedilen “alma” zamanında Âdemoğulları, onların belleri ve zürriyetleri yoktu. Allah Teâlâ kemâl-i kudretiyle onların kıyamete kadar vücuda gelecek olan, fakat o anda yok bulunan zürriyetlerini, yok olan Âdem oğullarının yok olan bellerinden almış ve onları o anda var ederek içinde bulundukları duruma uygun bir vücut vermiştir.
Allah Teâlâ, Âdem (a.s.)’ın belinden çocuklarının zerrelerini, çocukların bellerinden de kıyamete kadar gelmesi mukadder olan zürriyetlerinin zerrelerini çıkardığı zamanda ruhlar, üç saf halinde dizilmiş bir ordu gibiydi: Birinci saf, hayırda önde olanların ruhlarıdır. İkinci saf, amel defterini sağ taraftan alacakların ruhlarıdır. Üçüncü saf ise amel defterini sol taraftan alacakların ruhlarıdır. Babalarının bellerinden alınan zerreler, kendilerine ait ruhlar ile aydınlanıp rabbânî bir vücudla ruhânî vücud elbisesini giydiler. Kulaklar, gözler ve kalpler de ruhânî bir örtüye büründüler.
Sonra Hak Teâlâ onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Hayırda önde olanlar, Allah Teâlâ’nın bu hitabını nûrânî ve ruhânî bir kulakla dinleyip nûrânî gözlerle O’nun cemâlini müşâhede ettiler. O’nu, O’na vuslat arzusuyla nurlanmış rabbânî ve ruhânî bir kalple sevdiler. Bu sevgi üzere O’nun: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna icâbet ederek: “Evet, sen bizim mahbûbumuz ve mabûdumuz olan Rabbimizsin. Senin mahbûbiyetine ve rubûbiyetine şâhid olduk” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ onlardan, sadece kendisini sevip kulluk etmeleri hususunda söz aldı. Amel defterini sağ taraftan alanlar, Hak Teâlâ’nın hitabını ruhânî bir kulakla işitip ruhânî gözlerle O’nun celâlinin ruhâniyetini gördüler. İlâhî ve rabbânî bir kalple O’na inanıp kulluk üzere davetine icâbette bulunarak: “Evet, sen bizim taptığımız, kulluk ettiğimiz Rabbimizsin. İşittik, itaat ettik” dediler. Allah Teâlâ da onlardan, sadece kendisine kulluk etmeleri hususunda söz aldı. Amel defterini sol taraftan alanlar ise Hak Teâlâ’nın hitabını ruhânî bir kulakla izzet perdesinin arkasından işittiler. Kulaklarında gaflet ağırlığı, gözlerinde şekavet perdesi, kalplerinde ise mihnet mührü vardı. Hak Teâlâ’nın buyruğuna mecbûren icâbet edip: “Evet, sen bizim Rabbimizsin. Fakat biz bunu istemeyerek işittik” dediler. Allah Teâlâ da, kendisine kulluk etmeleri için onlardan söz aldı. Şimdi iman ve küfür bakımından insanlar arasında var olan farklılıklar, onlara verilen rabbânî ve ruhânî istîdatların farklılığından kaynaklanmaktadır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 351)
Temsilî mânaya göre ise; Allah Teâlâ insanı fıtrat olarak Rabliğini kabul edecek şekilde yaratmıştır. Ona hissetme, düşünme, akletme, idrak ve iman etme özelliklerini vermiştir. Ayrıca hem insanın varlığına hem de kâinata pek çok deliller koyup, insanın bunlara bakarak kendi Rabliğini tanımasına imkân hazırlamıştır. İşte sözleşmeden murat budur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer temsilî anlatımlar vardır. Şu ayette yer alan: “Bundan başka, gaz halinde olan göğe yöneldi. Hem ona, hem de yeryüzüne: «İsteseniz de istemeseniz de gelin!» buyurdu. İkisi de: «İsteyerek geldik» dediler” (Fussılet 41/11) şeklindeki konuşma bunlardan biridir.
İster hakiki ister temsilî olsun yapılan bu sözleşmenin ve alınan bu ahdin hikmeti, insana kulluk mesuliyetini hatırlatmak; kıyâmet günü, “bizim böyle bir şeyden haberimiz yoktu” veya “bâtıl yola sapmış müşrik bir toplumun içinde dünyaya geldik, böyle dinî hakîkatlerin farkında bile olamadık” şeklinde mazeretler ileri sürmesine mâni olmaktır. Allah Teâlâ’ya karşı samimi bir kulluk sorumluluğu olduğu ve hiçbir kimsenin diğerinin günahından sorumlu olmayacağı şuurunu, ilâhî kudret elinden kendine has müstesnâ bir güzellikle varlık sahasına çıkan her bir insanın aklına tek tek yerleştirmektir. Âyetlerin böyle açık ve anlaşılır bir şekilde beyân edilmesinin hedefi de yine insanın taklidi bırakıp tahkike ermesine, gittiği yanlış yolları terk edip doğru yola dönmesine ve Allah’a yönelmesine yardımcı olmaktır.
Ancak Allah’ın âyetlerine kulak verip doğru yolu bulanlar da, bu nimetin kıymetini bilmeli, var gücüyle buna şükretmeye çalışmalı ve tekrar küfre dönmek gibi kötü bir sonuçtan Allah’a sığınmalıdır. Anlatılan şu kıssa, bu konuda ne ibretli bir misâldir:
175. Rasûlüm! Onlara şu kimsenin ibret verici haberini anlat: Biz ona âyetlerimizi vermiştik. Fakat o, gurura kapılarak, âyetlerimizden sıyrılıp çıktı. Böylece şeytan onu kandırıp peşine taktı. Sonunda yolunu yitirip azgın sapıklardan biri hâline geldi.
176. Eğer dileseydik, onu âyetlerimiz sâyesinde yüceltirdik; fakat o dünyaya saplandı ve nefsinin isteklerine uydu. Onun hâli, köpeğin hâline benzer ki, üzerine varıp kovalasan da dilini çıkarır solur, kendi hâline bıraksan da solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan bir toplumun hâli böyledir. Sen kendilerine bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünürler.
177. Âyetlerimizi yalanlayan ve bizzat kendilerine zulmedip duran bir toplumun hâli gerçekten ne kötüdür!
178. Allah kimi doğru yola erdirirse, işte doğru yolu bulan kimse odur. Kimi de saptırırsa, işte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.
Bu ayetlerde şöyle bir insan tipinden bahsedilmektedir: O insana Allah Teâlâ ayetlerini veriyor; tevhidinin delillerini gösteriyor, kendi keremiyle donatıyor, ilmiyle hilafet bahşediyor, hidâyet ve yücelmenin bütün yollarını, en mükemmel fırsatlarını ona ihsan ediyor. Fakat o bunların hepsini tamamen bir kenara bırakıyor, koyunun derisinin yüzülmesi gibi hepsinden sıyrılıp çıkıyor. Şeytan onu kendine uyduruyor, böylece sapıklardan oluyor. Allah dilese onu, kendisine verdiği bu ayetlerle, bilgilerle yükseltmeğe kadirdir. Fakat o zelil kişi bu delillere itibar etmiyor, kendisini yüce ufuklara yükseltecek bütün vesileleri elinin tersiyle bir tarafa itiyor, nefsinin arzularına uyuyor ve yere saplanıyor, çamurlara batıyor.
Bahsedilen bu kimsenin Hz. Mûsâ zamanında İsrâiloğulları âlimlerinden Bel‘am b. Ebr veya Kenanîlerden Bel‘am b. Ba‘ûra isminde birisi olduğuna yahut Araplardan Ümeyye b. Ebî Salt Sekafî olduğuna; bu ayetin de bunlardan biri hakkında indiğine dair bazı rivayetler vardır. Bel’am bir kısım ilâhî kitaplar hakkında bilgisi olan duası kabul olunur bir veli iken Arz-ı Mukaddes’e girerken Hz. Mûsâ’nın veya Yuşa’nın karşısında dünya sevgisiyle zalimlere tarafdarlık etmişti. Mekke’nin önde gelen şairlerinden olan ve şiirlerinde sıkça mânevî hususlara temas eden Ümeyye de bir kısım ilâhî kitapları okumuş, bir peygamber geleceğine kanaat getirmiş ve fakat onun kendisi olabileceğini düşünmüş, o sırada Resûlüllah (s.a.s.) gönderilince hasedinden küfre sapmıştı. Diyebiliriz ki asıl kıssa, Bel’am’ın olduğu halde ayetin iniş sebebi Ümeyye b. Ebi Salt olmuştur. (Fahreddin er-Râzî,Mefâtîhu’l-gayb, XV, 54) Fakat ayetin nüzûl sebebi hususi olsa da mânası, bu durumda olan herkese şamildir.
Allah Teâlâ böyle bir insanın durumunu çok dikkat çekici bir misalle şöyle canlandırmaktadır:
Karşımızda yere saplanmış, çamura batmış, üstü başı çamurla iyice sıvanmış perişan bir adam bulunmaktadır. Çamurun içinde kıvranıyor, kıvrandıkça batıyor, battıkça perişanlığı artıyor. Sonra bir de bakıyoruz ki bu adam şekil değiştiriyor, köpek suretine giriyor. Şimdi karşımızda her tarafı pis ve kirli adi bir köpek dilini sarkıtmış soluyor. Kovduğunuz zaman da soluyor, kovmadığınız ve kendi haline bıraktığınız zaman da soluyor. İşte Allah’ın ayetleri kendilerine verildiği, gözlerine, iz’an ve idraklerine sunulduğu halde ondan uzaklaşan, yeryüzünün çamurlarına saplanıp ilâhî ayetlerden sıyrılan, heva hevese tabi olan, ne ilk ahdi tutan ne de doğru yolu gösteren ayetlere bağlanan, dolayısıyla şeytanı dost edinip Allah’ın muhafazasından kovulan herkesin durumu işte bu soluyan köpeğin durumu gibidir. Bunlar hiçbir zaman rahat yüzü görmezler, huzur nedir bilmezler, sükûnet ve karara eremezler. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, III, 1396-1397)
Dikkat edilirse, benzetmenin bütün köpeklere değil sadece soluyan köpeklere yapıldığı görülür. Bu benzetmeden maksat şöyle izah edilebilir:
Soluyan her canlı ya yorgunluğundan veya susuzluğundan dolayı soluduğu halde soluyan köpek böyle olmayıp, yorgun veya rahat, susuz veya değil her halükarda solur. Çünkü bu onun huyudur; bir ihtiyaçtan dolayı değil, o adi huyundan dolayı solur. İşte Allah, kendisine ilim ve din nasip ettiği bir kimseyi, insanların mallarının kirlerine bulaşmaktan zengin kılmış olur. Sonra o kimse kalkar, dünya peşine düşer, kendisini onun içine atarsa bunun durumu, aynen ihtiyaç ve zaruretten dolayı değil de sırf kötü nefsinden, adi huyundan ötürü çirkin işlere devam eden o soluyucu köpeğin durumu gibi olur.
Bir âlim, Allah rızâsını bırakıp ilmi vasıtasıyla sırf dünya malı elde etmeğe yönelirse, bu, insanlara çeşitli ilimlerini öğretmek ve kendisinin faziletlerini, şan ve şöhretini ortaya koymak için olmuş olur. Hiç şüphesiz bu kimse, o sözleri anlatıp ifade ederken dilini sarkıtır ve dünyalık elde etmeğe karşı olan kalbindeki aşırı susuzluğu ile hırsının hararetinden ötürü dilini çıkarır, sarkıtır. Böylece bu kimsenin durumu, bir ihtiyaç ve zaruret olmadığı halde, sırf adi huyundan ötürü, dilini hep sarkıtan bir köpeğin haline benzer.
Soluyan köpeğin soluması hiç sona ermediği gibi, hırslı olan insanın hırsı da böyle hiç tükenmez. Köpek kovsan da kovmasan da, yorsan da rahat bıraksan da soluduğu gibi hırslı insan da böyledir. Ona nasihatta bulunsan da bulunmasan da o sapıklığını sürdürür. Zira sapıklık artık onun karakteri olmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 56-57; Ebussuûd, İrşâd, III, 293)
Hz. Mevlânâ (k.s.), Bel’am örneğinde olduğu gibi hiç kimsenin nefsin düşmanlığından emin olmaması ve nefsin görünmez zararlı yönlerine karşı son derece uyanık olunması uyarısında bulunmak üzere şu ibretli misali anlatır:
Bir yılancı, efsunları ile yılan tutmak için dağlık yerlere gitti. O, karda kışta, dağlarda iri bir yılan arayıp durmada idi. Orada pek büyük bir ejderha gördü. Ejderha ölmüştü ama, şeklinden, yılancının gönlü korku ile doldu. Yılancı, halkı hayrete düşürmek için o ejderhayı aldı, Bağdat’a getirdi. Zavallı, birkaç kuruş kazanmak için o direk gibi olan ejderhayı sürükleyip duruyordu. “Ben size ölü bir ejderha getirdim ama, onu yakalamak için çok zahmetler çektim” diyordu. Yılancı onu ölmüş sanıyordu. Halbuki ejderha diri idi. Dikkatle bakıp onun canlı olduğunu anlayamamıştı. O soğuktan, kardan donmuş, kaskatı kesilmişti. Ölü gibi görünüyordu ama diri idi. Onu Bağdat’a kadar getirdi. Çarşıda dört yol ağzında bir gürültü koparmak, halkı başına toplamak istiyordu.
Sonunda o yılanı aldı, Dicle nehri kıyısında bir peykenin üstüne koydu ve kocaman bir ejderhanın getirilmiş olduğu haberi Bağdat içinde çalkalanmaya başladı. “Bir yılancı” diyorlardı, “Görülmemiş, kocaman bir ejderhayı avlayarak Bağdat’a getirmiş!” Yüzbinlerce ahmak toplandı. Onlar ahmaklıklarından onun gibi donmuş bir yılana av oldular. Ejderhayı görmeye gelen kişiler de, yılancı da, şehirde işini gücünü görmek için dağılmış olan halkın toplanmasını bekliyorlardı. Yılancı, seyre gelen halk çoğalsın da, eline geçecek para daha da artsın” diye düşünüyordu. Yüzbinlerce meraklı kişi toplandı. Onlar halka olmuşlardı. Herkes ayak parmaklarının uçlarına basarak boyunu yükseltiyor, ejderhayı görmek istiyordu. Kalabalıktan, heyecandan erkeğin kadından haberi yoktu. Kıyâmet günü gibi, halkın ileri gelenleri ile câhil ve avamdan olanları birbirine karışmıştı. Yılancı yılanı sardığı kilimi kımıldattıkça, toplanan halk boyunlarını uzatıyordu.
Soğuktan donmuş, uyumuş olan ejderha, bir takım paçavraların, kilimin altında idi. Yılancı ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle, halatlarla bağlamıştı. Fakat, halkın toplanması beklenirken iyice zaman geçmiş ve Irak güneşi yılanın üstüne vurmuştu. Sıcak memleketin güneşi ejderhayı ısıtınca, onun bedenindeki soğukluk, uyuşukluk gitmişti. Ölü sanılan ejderha dirilmiş, kımıldanmaya başlamıştı. Ejderhanın kımıldanışı yüzünden de, halkın şaşkınlığı bir iken yüzbin oldu. Seyirciler, şaşkınlıktan naralar attılar. Ejderhanın kımıldanışını görünce, hepsi de bağırışarak kaçışmaya başladılar. O bağırışmalar arasında yılan iplerini, bağlarını kopardı. Kopan iplerin çatırtısı her taraftan duyuluyordu. O çirkin ejderha, kükremiş arslan gibi bağlarını kopardı ve örtülerinin altından sıyrılıp çıktı. Ejderhanın korkusundan kaçışan seyirciler arasında, bir çok kişi ayaklar altında kaldı, ezilip öldü. Yere yıkılıp kalanlardan, ölenlerden yığınlar meydana geldi. Yılancı, “Ben; dağlardan, kırlardan ne getirmişim?” diye korkusundan olduğu yerde kaskatı kaldı, kaçamadı. Ejderha yılancıyı yuttuktan sonra, kendisini bir direğe sardı ve direği sıkarak yuttuğu yılancının kemiklerini kırdı.
Bu hikâyedeki yılancı; nefsin heva ve hevesine uyan, dünyalıktan başka bir şeyi düşünmeyen gâfil kişiyi göstermektedir. Ejderha ise; Hz. Mevlânâ’nın buyurduğu gibi “nefs-i emmare”yi göstermektedir.
Mevlânâ bu misali verdikten sonra, bundan alınacak dersler hakkında şöyle der:
“Ey insanoğlu; senin nefsin de bir ejderhadır! Ölmüş görünse bile ölmemiştir; günah işlemek için eline fırsat geçmediğinden ötürü, gamdan uyuşmuş bir hâlde, donmuş gibi beklemektedir! Nefis güçlense, fırsat bulsa hemen Firavunluğa başlar; yüzlerce Mûsâ’nın, yüzlerce Hârûn’un yolunu keser! Nefis ejderhası; yokluğa, yoksulluğa, fakirliğe düşerse, küçük bir kuvvet hâline girer. Fakat mal mülk, yüksek mevki yüzünden nefis sivrisineği çaylak kesilir. Sen nefis ejderhasını ayrılık karları altında tut; aklını başına al da, onu güneşin altına getirme! Dikkat et ki, ejderhan donmuş bir hâlde kalsın; eğer o canlanırsa, sen onun bir lokması olursun! Onu mat et de, mat olmaktan, mânen ölmekten emin ol! Ona acıma; o, acımaya ve iyiliğe layık değildir! Çünkü üstün şehvet güneşinin harareti vurunca, o pis baykuş kanatlanır uçar! Onunla yiğitçe savaşa giriş de, buna karşılık Allah, sana mânen kendisiyle buluşmayı ihsan etsin! Sen o nefse cefâ etmeksizin, riyâzatlar ve mücahede çektirmeksizin, onu uslu, vefâlı bir hâlde tutmayı mı umuyorsun? Her soysuz ve aşağılık kişiye nefsi zabtetmek nasib olur mu? Ejderhayı öldürmek için Mûsâ olmak gerek!” (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 994-1066 beyitler)
İşte Allah’ın ayetlerini yalanlayan ve onları hiçe sayan kimselerin örneği budur. Bu çok çirkin ve kötü bir örnektir. Bundan ibret alıp, bu gibilerden ve bunlar gibi olmaktan Allah’a sığınmak gerekir. Çünkü hidâyet ve dalâlet Allah’ın dilemesine bağlı olup, neticede cehennem de insan ve cinlerden nasibini alacaktır:
179. Yemin olsun ki biz cinlerden ve insanlardan birçok kimseyi cehenneme uyumlu yaratmışızdır. Şu sebeple ki, onların kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gâfil olanlar da bunlardır.
Cenâb-ı Hak kullarına zerre kadar zulmetmez. Bütün insanları, fıtrat itibariyle eşit olarak yaratmış, her birinin özüne Allah’ın varlığını idrak ve kabul edebilecek bir cevher yerleştirmiştir. O cevher, şâirin; “Ziyâ-yı akl ile tefrîk-ı hüsn u kubh olunur”(Şinâsî) diye bahsetiği akıl nûrudur. Gerçekleri idrak edebilmeleri için kalpler, görmeleri için gözler ve işitmeleri için kulaklar lütfetmiştir. Bu âyette netice itibariyle cehennemlik oldukları haber verilen kimselerin durumu da böyledir. Fakat görüldüğü üzere onlar, gerçeği araştırma, inceleme ve idrak etmelerine vesile olması için kendilerine verilen bu muazzam melekeleri gereği gibi kullanmamışlar, bu nimetlerin şükrünü îfâ edememişler ve kendi ihmalkârlıkları sebebiyle böyle hazin bir âkıbete düçar kalmışlardır.
İnsanı hayvandan ayıran en mühim fark, gözüyle Allah’ın varlık delillerini görmesi, kulağıyla bunları duyması ve kalbiyle de bunları anlayıp hissetmesidir. Yaratılış gayesi istikâmetinde kullanılmayan bu büyük nimetler, insana faydasız yük olmaktan başka bir şeye yaramaz. Şâir Niyâzî-i Halvetî der ki:
“Bir göz ki anın olmaya ibret nazarında
Ol düşmanıdır sahibinin bâş üzerinde.”
Dolayısıyla bu muhteşem melekelerini dumura uğratanlar, aradaki fark ortadan kalktığı için hayvanlar gibi olurlar. Hatta bu melekelerini yanlış yolda kullandıklarından ötürü hayvanlardan daha şaşkın duruma düşerler. Çünkü hayvanlar, yaratılıştan gelen hedeflerinden sapmazlar, takatleri nispetinde faydalarına ve zararlarına olan şeyleri seçerler, onları elde etmeye çaba gösterirler ve tehlikelerden korunmaya çalışırlar. Hiçbir uzuvlarını yaratılış gayesinin dışında kullanmazlar. Fakat, “cehennemlik” mührünü yiyenler, bunun aksine, terbiye edildiğinde ebedî saadeti elde edebilme istidadında olan fıtratlarından gereği gibi yararlanamazlar, hatta yanlış yolda kullanmak suretiyle onun bozulmasına sebep olarak ebedi hayatlarını zayi ederler. Yine hayvanlar sahiplerini tanırlar, onları hatırlayıp itaat ederler. Bu gafiller zümresi ise ne Allah’ı zikrederler ne de O’na itaat ederler. İşte asıl şaşkınlık ve gaflet de budur.
Âyet-i kerîmeden şu işârî mânalar anlaşılmaktadır: “İnsanda bir ruhânî yön, bir de cismânî yön vardır. Ona hem akıl, hem de farklı duygular ve istekler verilmiştir. Eğer aklı, nefsinin arzularına galip gelirse meleklerden üstün olur. Nefsine ve hevasına mağlup olursa o zaman da hayvanlardan daha aşağı hale gelir.
Allah Teâlâ, insanları kısım kısım yaratmıştır. Onlardan bir kısmını, güzellik ve cemalini göstermek üzere yakınlık ve muhabbet için yaratmıştır. Bunlar, ehlullahtır; Allah’ın seçkin kullarıdır. Bunlar Allah’ın kelamını yine Allah ile işitirler; cemâlini görürler ve kemâlini tanırlar. Onlardan bir kısmını, lutuf ve rahmetini göstermek üzere cennet ve onun nimetleri için yaratmıştır. Allah Teâlâ bunlara, tevhid ve mârifetin delillerini anlayabilecekleri kalpler ve Hakk’ın ayetlerini görecek gözler vermiştir. Diğer bir kısmını da kahır ve izzetini göstermek üzere cehennem ateşi için yaratmıştır. Bunlar cehennem yârânı olup hayvanlar gibidirler; Allah’ı sevmezler ve O’nu istemezler. Hatta onlar hayvanlardan daha sapıktırlar. Çünkü hayvanların mârifet ve Hakk’ı talep için istidatları yoktur. Onlarda ise bu istidatlar vardır. Fakat dünyaya ve süsüne meyletmek ve nefse uymak suretiyle, Hakk’ı tanıma ve O’nu taleb etmekle ilgili fıtrî istîdadlarını zâyî ederler. Dünya karşılığında dini ve âhireti satarlar, Mevlâ’yı talebi terk ederler. Böylece istîdatlarını ifsat ettikleri için hayvanlardan daha da sapık olurlar. İşte onlar, Allah’tan ve mârifet ehlinin büyüklük ve kemâlâtından gâfil olanların tâ kendileridir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 358-359)
Bununla birlikte eğer bir kul Allah’ı tanımak isterse, bunun yolları açıktır. Çünkü Allah Teâlâ güzel isimleriyle insan ve kâinatta devamlı tecelli halindedir:
“İyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinlik ancak akıl nûruyla birbirinden ayırt edilebilir.”
180. En güzel isimler Allah’ındır; siz O’na bu isimlerle dua edin. O’nun isimleri konusunda haktan sapanları kendi hallerine bırakın. Çünkü onlar, yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.
Âyetin şöyle bir iniş sebebi vardır: Bir müslüman namaz kılarken bir keresinde Allah ismiyle, bir keresinde de Rahman ismiyle dua etmişti. Ya da “Yâ Rahmân, yâ Rahîm” diyerek Allah’a yalvarmıştı. Bunu duyan müşriklerden biri: “Muhammed ve ashâbı bir Rabbe taptıklarını iddia etmiyorlar mı? Bu adama ne oluyor ki iki Rabbe dua ediyor!” demiş, bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i indirmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 325)
Âyette geçen اَلْاَسْمَاۤءُ الْحُسْنٰى (el-esmâü’l-hüsnâ) ifadesi, “en güzel isimler” mânasına gelir. Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının böyle güzellikle vasıflandırılmasının hikmetlerinden bazıları şöyledir:
Bu isimler, Yüce Rabbimizin pek yüce, müteâl bir zat olduğunu ifade eder ve kullarda büyük bir tâzim ve hürmet hissi uyandırır. Bunları işitmek kulaklara ve kalplere sonsuz bir lezzet ve halâvet verir.
Zikir ve dua olarak okunduğunda kabule vesile olur, sevap kazandırır.
Kalplere huzur verir, rahmet ümidi aşılar.
En yüce varlık olan Allah’ın isimlerini, mânalarını anlayarak okumak, okuyanının değerini yüceltir ve güzelliğini artırır.
Bu isimler Allah Teâlâ hakkında bilinmesi ve inanılması gereken zaruri bilgileri ifade ettiklerinden bu isimleri bilip okumak kâmil bir imanın teşekkülüne vesile olur. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberleyip sayabilirse cennete girer” (Buhâri, Da‘avat 68; Müslim, Zikir 5) hadisini de bu istikâmette anlamak gerekir.
Rabbimizin en yüce ismi “Allah”tır. Cenâb-ı Hakk’ın zâtının eşi ve benzeri olmadığı gibi, Allah isminin de eşi ve benzeri yoktur. Yaratıklardan hiç kimseye bu isim verilemez, verilmemiştir. Bu isim, aynı zamanda, Kur’an ve sünnette geçen Allah’ın zât, sıfat ve fiillerine ait bütün esmâ-i hüsnâyı da içine alır. Allah tek olduğu halde, Kur’ân-ı Kerîm’de “Biz, biz yarattık, biz indirdik…” gibi çoğul sîğasının kullanılmasındaki azamet ve ihtişam, işte bu ilâhî isim ve sıfatların bir araya gelmesinden doğan azamet ve yüceliği beyân eder.
Allah Teâlâ’ya, Kur’an ve sahih sünnette yer alan bu güzel isimlerle dua edilmeli; O’na nispeti doğru ve kesin olmayan isimleri zikrederek dua edilmemelidir. Allah’ın güzel isimlerini kullanmada doğru yoldan sapıp bâtıla meyledenleri de kendi hallerine bırakmak, onlarla tartışmaya bile girmemek gerekir.
Esmâ-i hüsnâ’nın kullanılmasında eğriliğe sapmak şu yollarla olabilir:
› Müşriklerin yaptığı gibi Allah’ın isimlerinde değişiklik yapmak. Çünkü onlar, Allah’ın isimlerini değiştirip putlarına ad olarak veriyorlardı. Mesela “Lât” kelimesini “Allah” lafza-i celâlinden, “Uzzâ” ismini “Aziz” isminden, “Menât” ismini ise “Mennân” isminden almışlardı.
› Bu isimlere fazlalık ilave etmek veya noksanlıklar yapmak.
› Allah’ı baba, oğul gibi sadece yaratılmışlara ait isim ve sıfatlarla anmak,
› Allah’ın isimlerini tamamen inkâr etmek.
Dolayısıyla yüce Allah’a, O’na ait olmayan isimlerle hitap etmek, O’na, şânına yakışmayan fiiller isnad etmek, isimlerinde fazlalık veya eksiklik yapmak ve sonsuz yüceliğine uygun düşmeyecek dualar ihdas etmek açık bir sapıklıktır.
Şunu belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ’yı şânına layık isim ve sıfatlarıyla tanıyıp O’na layık kul olmaya çalışanlar şu âyetin övgüyle bahsettiği hak ve adaletle mâruf erlerden olacaklardır: