bedirhan.
Aktif Üyemiz
Allah buyurdu ki, azabım benimdir, bununla kimi dilersem onu musibete uğratırım. Yani azabımın özelliği budur, onunla kimi dilersem cezalandırırım, ona azabımı mutlaka ulaştırırım, o da mutlaka isabet alır, kaçıp kurtulamaz, rahmetim ise her şeyi kapsamı içine almıştır. Dünyada mümin, kâfir, sorumlu, sorumsuz, hatta şey adını alabilen her varlık ve her ne varsa hepsini kaplamış, hepsini kuşatmıştır, onların hepsine şâmil olmuştur. İlerde meydana gelecek ve varlık âleminde zuhur edecek olan şeylerin hepsine şâmil olmak üzere rahmetim herşeyi kuşatmıştır. Rahmetimin özelliği de budur. Hiçbir şey yoktur ki, ilk varoluşundan itibaren Allah'ın rahmetinden nasibini almamış olsun. Rahmetin ona dar geleceği, yetmiyeceği ve yetişmeyeceği hiçbir şey yoktur. Onun rahmetinin dışında birşey tasavvur etmek dahi mümkün değildir. Ancak bunun böyle olması, her şeyin rahmetten eşit pay alması gerektiğini ortaya koymaz. İşin başında olduğu gibi sonunda da aynı rahmete mazhar olmasını gerektirmez. Rahmeti her şeyi kuşatmış olduğu halde, o her şeyi kuşatmış ve kaplamış olan rahmeti içinden her kimi azabına uğratmak isterse, ona azabını isabet ettirir, hükmüne ve iradesine kimse müdahele edemez, itiraz da edemez, azabı aynıyla isabet ve sevap olur. Şu halde ya bu azabda da o kimseler için bir rahmet vardır, veya o kimseler merhamete layık olmaktan çıkmışlar, azaba hak kazanmışlardır. Hasılı Allah'ın rahmeti genel ve her şeyi kapsamına alan bir rahmettir. Yaratılmış olup da bundan nasibini almamış olan hiçbir şey yoktur. Hatta bu sûrenin başında görüldüğü üzere, İblis bile önceleri cennette yaşamış ve "bana mühlet ver" dileği dahi bir zaman için yerine getirilmiştir. Ancak bu genellikte ve genişlikte zorunluluk yoktur: Gelecek açısından herkes hakkında söz konusu rahmetin mutlaka devam etmesi mecburiyeti yoktur. İlâhî irade ve murad gerektirince kim olursa olsun azab ile isabete uğrar, onunla müptela kılınır.
Burada şunları gözden kaçırmamak gerekir:
1- Azap ile ilgili beyanda gelecek zaman kipiyle "isabet ettireceğim" buyurulduğu halde rahmet konusunda geçmiş zaman kullanılarak "herşeyi kapladı" buyurulması gösterir ki, rahmetin genişliği başlangıç açısından, azap meşiyyeti (dileği) de şimdiki zaman veya gelecek zaman açısından söz konusudur. Demek ki rahmet işin aslıdır, azap da ayrıntısıdır. Yani aslolan rahmet, yaratıcının zatının gereğidir, azab ise kulların durumları gereğidir.
2- Azabın ilâhî istek ve iradeye bağlanması, rahmetin gelecek zamanda da yine ona bağlanmasını gerektirir. Madem ki, kimi dilerse onu cezalandıracaktır, o halde rahmetini de kimi dilerse ona ihsan edecektir.
3- "Azabımı, kime dilersem ona isabet ettireceğim." karşılığıyla rahmetteki "rahmetim herşeyi kapladı" genel hükmünü devam ve gelecek zaman bakımından da bir tahsis anlamı vardır. ilerde azab görmesi murad olunanlar geçmiş zaman kipinde "herşey" kapsamı içinde iken, sonra çıkarılmış oluyor, İşin başında rahmetin içinde iken sonra azabın sahasına giriyor ve azaba düçar oluyor. Demek ki, ilâhî rahmetin kapsamına girmeyen hiçbir şey yok, lakin azabı tadan da olacak, tatmayan da.
İşte Hz. Musa, "bize dünyada da güzellik yaz, ahirette de" diye dua etmekle kendi kavmine dünya ve ahiret hayatında iyiliğin ve rahmetin zorunlu kılınmasını ve böylece azap imkan ve ihtimalinin ortadan kalkmasını talep etmiş olduğundan, buna karşılık rahmet ümidi güçlendirilmekle birlikte onun ahiret azabının kaldırılması yolundaki zımnî talebi, işin başında gayet açık bir şekilde reddedilmiş ve daha sonra kısmen kabul edilerek şöyle buyurulmuştur:
Ben o rahmeti, (silinmez bir şekilde yazılmasını istediğin o haseneyi ilerde) o kimselere yazacağım ki, onlar takva ehli olacaklar, her türlü vazifelerini yapıp yerine getirdikleri halde isyandan ve şüpheli şeylerden kaçıp korunacaklar. Başlangıçta olmasa bile sonuçta elden geldiğince korunacaklar, ve zekatı verecekler, bu ifadelerde Musa kavmine çok önemli sitemler ve tarizler vardır. Yani şimdiki seninkiler gibi, takvayı ve zekatı önemsiz görmeyecekler, onları umursamazlıktan gelmiyecekler, harislik ve cimrilik etmiyecekler, ve onların hepsi bütün âyetlerimize kesintisiz iman edecekler. Gösterdiğin bu büyük mucizelerden sonra şu seninkilerin yaptığı gibi, inkâra ve nankörlüğe sapmayacaklar "inandılar, sonra inkâr ettiler, sonra bir daha inandılar, sonra yine inkâr ettiler ve küfürde aşırı gittiler" (Nisâ, 4/137) âyetinde buyurulduğu gibi zikzakları çizmeyecekler, o takva ehli müttakiler, o gerçek imanlılar kimlerdir bilir misin?
157- İşte onlar o kimselerdir ki, o ümmî resul'e, o okuması yazması olmayan ümmî Peygamber'e bağlanıp gönüllü olarak ona uyacaklar. İleride belli bir kitapla göndereceğimiz o bütün kavimlerin müjdecisine, okur yazar olmadığı halde baştan sona bütün bilgileri göğsünde toplayıp, ümmetine her şeyi haber verecek olan o ümmî peygambere, böyle olağanüstü özellikler taşıyan mümtaz mucizelerin sahibi ahir zaman nebisine can u gönülden uyup itaat edecekler, yani sözde, işte ve inançta onun arkasından gidecekler.
"Ümmî", ism-i mensubunda üç türlü nisbet ihtimal dahilindedir:
1- Ana anlamına olan "Ümm" nisbetidir ki, sanki "anasından doğduğu hal üzere kalmış", yaratılışındaki safiyet ve fıtrat hiç değişmeden olduğu gibi durumunu korumuş, sonradan yeni yeni değişikliklere uğramamış ve hiçbir şekilde bozulmamış anlamını ifade eder.
2- Ümmete mensub olmak, yani Arap Ümmeti'ne mensup olmak demek olur ki, "Biz hesap ve yazı bilmeyen bir ümmetiz." ifadesi uyarınca Araplar aslında hesap kitap bilmez bir kavim olmakla tanınıyor idiler.
3- Ümmül-kura'ya mensup, yani Mekke'li demektir. Ve bu üç nisbenin üçünde de "ümmî" okuyup yazmaya uğraşmamış mânâsına gelen bir vasıftır, bir özelliktir. Ümmîlik sıradan insanlar hakkında kullanıldığı zaman genelde ilim eksikliğini ifade eden bir noksanlık sıfatı iken, yani bir ümmînin okuyup yazanlardan daha bilgili olması Allah tarafından olağan durumun aksine olarak, çalışıp çaba göstermeden ilâhî bilgilerle donatılmış olması ve vehbî ilimlere sahip olması peygamber için fıtrat yüceliğine delalet eder. İlmî yüceliği ve kemâli, okuyup yazanları aciz bırakan bir peygamber hakkında "ümmî"lik, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve onun doğrudan doğruya Allah'tan gönderildiğini her türlü şüpheden arınmış olarak ispat eden harikulade bir üstün özelliktir, yani başlı başına bir mucizedir. Bu bakımdan "o resul, o ümmî nebî" vasfıyla anılması, "o risaleti ve nübüvveti açık olan mucize sahibi peygamber" demekten daha açık seçik bir belagat örneğidir. Nitekim Türk Şairi Fuzûlî, bunu şu beytiyle dile getirmiştir:
Bâki mucizler ne hacet vasf-ı hak isbatına,
Câhil iken el, senin ilmin yeter bürhan sana.
O Resul, o ümmî Nebî ki, onu onlar, (yani, ey Musa, senin kavminden onun zamanında gelecek olanlar,) yanlarındaki Tevrat ve İncil'de onu yazılı olarak bulacaklar, ismiyle ve vasıflarıyla onun o olduğunda vicdanları şüpheye düşmeyecek, "onu kendi oğullarını tanır gibi tanıyacaklar" (Bakara 2/146. Ayrıca Bakara, 2/133. âyetin tefsirine bkz.)
Anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak, Hz. Musa'ya mîkatte ve Tevrat'ta âlemlere rahmet olan son peygamberi bildirmiş ve istenilen rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını vaad ederek, İsrailoğulları'ndan ona yetişeceklerin ona iman etmelerini ve uymalarını böylece teşvik ve terğip etmiştir. Tevrat'tan sonra ve Kur'ân'dan önce İncil'in geleceğini dahi böylece vahiy yoluyla haber verip açıklamıştır. Tevrat'ta Mesih ve İncil, Tevrat ve İncil'de peygamberlerin sonuncusu olan rahmet nebisi Hz. Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Kerîm, ismen olmasa bile vasıflarıyla ve özellikleriyle yazılı idi ve yer almaktaydı. Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiği sırada Tevrat'ı ve İncil'i hakkiyle okuyup anlayan kitap ehli, Hz. Musa'nın duada istediği rahmet ve haseneye kavminin ancak Hz. Muhammed'e uymak sayesinde nail olabileceklerini ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı. "Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu hakkiyle okuyorlar ve ona iman ediyorlar..." (Bakara, 2/121).
O Ümmî Nebî onlara marufu, hakkı ve adaleti, aklın ve naklin güzel gördüğü hayırlı şeyleri ki özeti Allah'ın emrine saygı, yarattıklarına da sevgi ve şefkattir o işte bunu emredecek, ve onları münkerden, (inkâr edilmesi ve sakınılması gereken çirkin şeylerden) nehyeyleyecek ki, takvanın özü de bu yüce hasletlerin içindedir. İyiliği emretmek, rahmeti gerektirir, kötülükten yasaklamak da azab sebeplerini ortadan kaldırmaya vesile olur. Ve onlara bütün o tayyibatı, (güzel ve hoş olan şeyleri) helâl kılarak "Yahudilerden haksızlık edenlerin zulmü yüzünden kendilerine, daha önce helâl kılınmış olan güzel şeyleri de haram kıldık." (Nisâ, 4/160) âyeti uyarınca, Ey Musa, senin kavmine haram kılınmış olan güzel, hoş ve temiz nimetlerin hepsini, onlara helâl ve meşru kılacak. "Allah'ın size helal kılmış olduğu güzel şeyleri haram kılmayınız!" (Mâide 5/87), "Yerdeki güzel şeylerden helâl ve hoş olarak yiyiniz!" (Bakara 2/168), "Kendilerine nelerin helal kılındığını sana sorarlar. De ki, size bütün güzel şeyler helâl kılınmıştır." (Mâide 5/4) ve "De ki, Allah'ın kulları için ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş yiyecekleri kim haram kılmış?..." (Ârâf, 7/32) âyetlerinde müjdelenen bu hükümler tek tek yazılıp o kitapta yer alacak, gerçekten de temiz ve lezzetli olan hiçbir şey, içine bir murdarlık karışmadıkça o ümmete haram olmayacak, israf edilmedikçe yaratılıştan hoş ve lezzetli olan şeyleri yemek ve içmek günah sayılmayacak ve bunlar azap sebebi olmayacak. Ve bütün habis olan şeyleri üzerlerine haram kılacak, gerek leş, gerek kan, domuz eti, şarap v.s. gibi maddi murdarlık ile gerek kumar, faiz, rüşvet ve sahtekârlık gibi başkalarının hakkı olan manevî anlamda murdarlık ile murdar olmuş bulunan şeylerin hepsini haram ve gayr-i meşru kılacak. Zira murdarlığın her çeşidi yaratılıştan azab sebebi olduğundan, Allah'ın rahmetini kazanmak ancak bunlardan kaçınmakla mümkündür, bunlardan kaçınmaya bağlıdır. Herhangi bir cihetten bir murdarlığı bulunmayan gerçek bir güzel nimetin hiçbiri haram kılınmamış olmak ve haram kılınmış olan şeylerin de mutlaka bir açıdan murdarlığı bulunmak ne büyük rahmet ve böyle bir hayat ne kadar şükre layık bir güzel hayattır. Bunlardan başka ısrarlarını, (ağır yüklerini) ve üzerlerinde bulunan bağları, tomrukları sırtlarından atacak, o zamana kadar "Öyleyse haydi nefsinizi öldürün bakalım." (Bakara, 2/54) gibi mükellef bulundukları ve altında ezile geldikleri ağır mükellefiyetleri neshedecek, külfetsiz, harecsiz, kolaylık ve müsamaha üzerine kurulu bir şeriat getirecek. Velhasıl şimdi senin kavmin için istediğin rahmet ve iyilik ancak o zaman bu şekilde yazılmış olacaktır. Şu halde o ümmî nebîye, (yalnızca senin kavminden değil, hangi kavimden olursa olsun, bütün) iman edenler ve onu düşmanlarına karşı müdafaa ile yüceltenler ve ona yardımcı olanlar, dini yaymak ve onun emirlerini uygulamak için hizmeti ve yardımı görev edinenler, ve onunla beraber indirilmiş bulunan o nura uyup arkasından gidenler, yani hem onun peygamberliğiyle birlikte getirdiği Kur'ân nuruna, hem sünnet ve siretine, emrine ve nehyine cidden uyup arkasından giden ve bu vasıflarla ona gerçek birer ashab ve etbâı olanlar işte ey Musa, onlar ve ancak onlardır felah bulanlar. Yani, ancak o ümmî nebînin bütün bu evsaf ile vasıflanmış olan ashab ve etba'ıdır ki, o senin haklarında yazılmasını istediğini rahmete, o dünya ve ahiret iyiliğine kesinlikle erecek ve azabdan bütünüyle kurtulacaklardır. O rahmet, o hasene, o felah şimdi bilhassa sizin için değil, ileride genellikle bütün kavimlerin ve bütün insanların girmesine uygun düşen, bu özellik ve bu şartlar ile bir umumî rahmet olmak üzere onlar için yazılacaktır.
İşte Rabb'i, Musa'nın o duasına Bakara Sûresi'nin girişinde de kısaca yer alan bu cevabı verdi. Nitekim En'âm sûresinde de "O, kendi nefsinde rahmeti yazdı, muhakkak ki sizi kıyamet gününde bir araya toplayacaktır." (En'âm 6/12) buyurdu. Demek ki, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) peygamberliğine kadar "rahmetim her şeyi kuşattı" önermesi ile "azabımı dilediğime isabet ettiririm" önermesi karşılıklı denge halinde duran belli bir vakte kadar da hükmünü yürüten geçici bir durum idi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden itibaren ona iman ve ittiba şartiyle zorunlu ve genel bir kural oldu. Yani rahmet önermesi ile azab önermesi birbirinden ayrılarak bütün beşeriyet için dünyevî ve uhrevî rahmetin yollarını, şart ve gereklerini bütün açıklığıyla ve kesinliğiyle gösterecek ve azabdan ebediyyen kurtulmayı sağlayacak bir tevhid dini, bir umûmî şeriat yazıldı, kararlaştırılıp tespit edildi. Ve buna uymak, yalnızca rahmeti elde etmenin imkanlarını getirmedi, aynı zamanda azab ihtimalinin önünü kesen vücub-i rahmetin de şartı oldu. Binaenaleyh bu özellikleri taşımayanlar hakkında rahmetin mümkün olmadığı ve onlardan rahmetin büsbütün kesilmiş olduğu söylenemez. Bir kısmı için azab isabeti muhakkaktır, diğer bir kısmı için de özel bir rahmet ihtimal dahilindedir. "De ki, ey kendi kendilerine yazık etmiş olan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz! (Zümer 39/53) buyurulmuştur. Musa aleyhisselam, bu vücub-i rahmet şeriatını o tevbe mîkatında özellikle kendisi ve kavmi için istemişti. Allah Teâlâ da bunun ancak bütün insanlığa gönderilecek ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve onun şeriatına uymaya bağlı olduğunu buyurmak suretiyle bu müjdeyi umuma mahsus olarak vaad buyurdu. İşte Musa kıssasının sonuçta dönüp dolaşıp vardığı nokta, bu rahmet şeriatının ve ahir zaman nebisinin ileride geleceği meselesidir. Yukarıdan beri anlatılan diğer peygamber kıssalarının da esas maksadı, ve son hedefi budur. Ve işte bu altı peygamber kıssasının başında geçen "Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşı istivâ etti, hükmü altına aldı." (A'raf, 7/54) âyetindeki ilâhî istivânın bu oluşumda bir tecellisi vardır. "Muhakkak ki, zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü şekliyle dönüp dolaşmaktadır." hadisi şerifi gereğince. Hz. Muhammed'in zamanından itibaren zaman, geçmiş zamanlardaki akışına bir son veriyor ve rahmânî bir istivâ ile yepyeni bir tarih devri açılıyor ki, geçmiş zamanların ilkel harikaları ve ufak tefek şeriatları bu dinde büyük, dengeli ve ahenkli bir genel düzen haline girecek, "kendilerine nimet verdiğin, ihsanda bulunduğun kulların yolu..." her şeyden önce herkese açık olan bu ana cadde ile herkes ve her kavim için kesin bir rahmete ve kurtuluşa yürümek imkânı hasıl olacaktır. İşte Tevrat ve İncil'in içine aldığı o açıklama ve o vaad karşısında Hz. Musa'nın bir genel Resul, yani bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olmadığı ve İsrailoğulları'nı, ahir zamanda gelecek peygamberi tanımaya sevk ve teşvik ettiği ne kadar açık olarak ortaya çıkıyor. Bundan dolayı, Musa kıssasının bu noktasında açık ve kesin bir rahmet vaadi ile, âlemlere rahmet olan Hatemü'l-enbiya'ya, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiğini ilan etmesi emrediliyor ve buyuruluyor ki:
Ya Muhammed!
Meâl-i Şerifi
158- De ki; ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah'ın resulüyüm. O Allah ki, göklerin ve yerin bütün mülkü O'nundur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Öldüren de, dirilten de O'dur. Bundan dolayı gelin, Allah'a ve resulüne iman edin. Allah'a ve Allah'ın bütün kelâmlarına iman etmiş bulunan o ümmî peygambere, evet ona uyun ki, hidayete erebilesiniz.
158- Ya Muhammed de ki; ey insanlar! Ey nâs adı altında toplanmış olan bütün beşer cemaati, muhakkak ki ben size, sizin hepinize Allah'ın resulüyüm, yani diğer peygamberler gibi, yalnız kendi kavmime mahsus bir risalet ve şeriatle değil, genel peygamberlik ile hepinize, insanlara ve cinlere gönderilmiş peygamberim. Tebliğ edeceğim ilâhî hükümler,, sadece bir kavmin kurtuluş ve saadetine değil, hepinizin ve dolayısıyla bütün yaratılmışların iyiliğine ve yararınadır. Ben öyle bir Allah'ın peygamberiyim ki, göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur, hakikatte ilâh ancak O'dur, O'ndan başkasına tapınmak batıldır, geçersizdir. Çünkü hem can verir, hem can alır. Hayat da O'nun elindedir, ölüm de. Diriye de O hakimdir, ölüye de. O'ndan başkasının hükmü yoktur. Bütün korku ve ümitlerin tek kaynağı olup tapılmaya ve ibadet edilmeye layık olan ancak O'dur. Şu halde Allah'a ve Allah'ın o ümmî nebisi olan peygamberine, yani Tevrat ve İncil'de yazılı olduğu gibi, ashab ve uyanlarına rahmet ve kesin kurtuluş vaad edilmiş bulunan Allah'a ve Allah'ın bütün kelimelerine, kelâmlarına, kitaplarına, âyetlerine ve mucizelerine iman eden yani davetini her türlü şüphe ve tereddütten uzak, tam bir inançla yapan resulüne iman ediniz ve ona can u gönülden uyunuz ki, hidayete erebilesiniz. Yazılmış olan o rahmet ve kurtuluş yolunu dosdoğru tutmuş olasınız. Artık yahudilerin, "Muhammed aleyhisselam kendi kavmi olan Arab'a gönderilmiş bir peygamberdir, İsrailoğulları'na ve diğer kavimlere gönderilmiş bir genel peygamber değildir, İncil'in de aslı yoktur, genel peygamber ancak Musa'dır, demeleri aslında Musa'yı tanımamaktır. Onların bu tutumları Tevrat'ı ve Allah'ın kelâmını tahrif ve tekzip etmekten ibaret bir zulüm ve ötedenberi huy edinegeldikleri bir haksızlıktan başka bir şey değildir.
Bununla beraber:
Meâl-i Şerifi
159- Musa'nın kavminden doğru yolu gösteren ve doğrulukla adalet yapan bir topluluk da vardı.
160- Biz onları oniki kabileye, o kadar ümmete ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Musa'ya, elindeki asâ ile taşa vur, diye vahyettik, vurunca hemen o taştan oniki pınar akmaya başladı. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Bulutu da üzerlerine gönderdik, gölgeledik. Onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz, dedik. Onlar zulmü bize yapmadılar, lakin kendi kendilerine zulmediyorlardı.
161- Ve o vakit onlara denilmişti ki; Şu şehre yerleşin ve orada dilediğiniz şeylerden yiyin, "hitta" (günahlarımızı bağışla.) deyin ve secde ederek kapısından girin ki, suçlarınızı bağışlayalım. İyilere nimetlerimizi daha da arttıracağız.
162- İçlerinden bir kısım zalimler, sözü değiştirdiler, kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Zulmü alışkanlık haline getirdikleri için biz de üzerlerine gökten azap yağdırdık.
163- Bir de onlara, o deniz kıyısındaki şehrin başına gelenleri sor. O sırada onlar cumartesi yasağına riayet etmiyorlardı. Cumartesi günü balıklar akın akın geliyorlardı, yasak olmadığı gün gelmiyorlardı. Yoldan çıkıp sapıklık yaptıkları için biz de onları işte böyle sınıyorduk.
164- İçlerinden bir topluluk, "Allah'ın helâk edeceği, ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz" dediği vakit, o uyarıda bulunanlar dediler ki; "Rabbiniz tarafından mazur görülmemiz için, bir de belki günahlardan sakınırlar diye."
165- Onlar yapılan bunca nasihatı unuttukları zaman, o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zalimleri de fena hareketlerinden dolayı şiddetli bir azaba uğrattık.
166- Böylece onlar kibre kapılıp yasak kılınan şeylerden vazgeçmeyince, biz de onlara, hor ve zelil maymunlar olun, dedik.
167- O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseleri başlarına gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O, çok affedici, çok merhametlidir.
168- Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.
169- Derken kitabı (Tevrat'ı) miras alan bozuk bir nesil bunların yerini aldı. Bize nasıl olsa mağfiret edilecek diyerek, şu alçak dünya malını alıyorlar, yine onun gibi bir mal ve rüşvet gelse onu da alırlar. Allah'a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın hükmü üzere misak alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri okuyup öğrenmemişler miydi? Oysa ahiret yurdu Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
170- Kitaba sarılanlara ve namazı kılmaya devam edenlere gelince, biz o iyilerin ecrini hiçbir zaman yitirmeyiz.
159- Musa kavminden bir ümmet, (üstün bir cemaat) var dı ki, hakkı gözeterek hidayet ederler, halkı irşad ederek doğru yola iletirlerdi, ve hakkı gözeterek adaletle hükmederlerdi, adaleti yerine getirirlerdi. Bunların kimler olduğu hakkında muhtelif rivayetler vardır. Fakat âyetten açıkça anlaşılan şudur ki, ilk zamanlarda Musa kavmi içindeki Peygamberler ve onlara uyan adil hükümdarlar, hakkı ve hukuku gözeten rabbaniler, hahamlar ve yöneticiler, bir de halk arasından bunlara uyan bir kısım iyi insanlar ki, daha sonra son peygambere iman edenler bu iyilerin halefleridir. Şu halde Musa kavminin hepsi, yukarıda kötü halleri bildirilenler gibi haksız ve zalim insanlar değildiler. Çeşitli boylara, değişik ümmet ve cemaatlere ayrılmışlardır. Şöyle ki:
160-Önce Biz, onları sibt sibt oniki boya, oniki ümmete ayırmıştık ki, boylardan her biri bir ümmet halinde bir nakib ile idare olunuyorlardı. Bunların bütünü Musa'nın idaresinde bulunmakla beraber, kendi özel işlerinde ayrı ayrı birer cemaat halindeydiler. Ve kavmi Musa'ya istiska için yani, yağmur duası için müracaat ettiği Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere "Musa da kavmi için su istediği" (Bakara, 2/60) zaman, kendisine şöyle vahyetmiştik: asân ile taşa vur! vurunca, taştan oniki pınar sızdı, derken fışkırmaya başladı. Nitekim Bakara Sûresi'nde "fışkırdı" (2/60) buyurulmuştur. Böylece halkın her bir kesimi, su içecekleri yeri kesinkes bildi. Her bir boy, kendilerine mahsus bir pınara, özel bir su kaynağına, bir nimete kavuşmuş oldu. Bildiler ki, daima ve özellikle su içmek için yalnız yağmur duası yeterli değil, taşları kırıp pınarlar, kaynaklar bulup çıkarmak ve yapmak da lazımdır. Asıl su içilecek yerler böyle kaynaklar ve pınarlardır. Ve bildiler ki, Allah kuru taşlardan böyle pınarlar akıtmaya da kâdirdir. Bunun için ümmet denilen yöneticiler iyi yönetici olmalı ve başında da iyi bir başkan bulunmalıdır. İşte Musa kavminin oniki ümmete ayrılması ve aynı zamanda hepsinin başında Musa'nın bulunması, herbirinin aynı yerden çıkan ayrı ayrı pınarlara ve böyle özel nimetlere ermesiyle ilgilidir. Hepsi aynı kökten geliyordu, ama hepsinin meşrebi bir değildi. Bundan başka üstlerine bulutu gölgelik yapmıştık. Öyle ki, Tih sahrasında gittikleri yere birlikte gidiyor, durdukları yerde duruyordu. Üzerlerine menn ve selva, (yani kudret helvası ve bıldırcın) indirmiştik, size verdiğimiz rızıkların en iyisinden, en hoşa gideninden yiyiniz, demiştik. İşte bunlar aslında anlaşmazlığa yatkın idiler, Tîh sahrasında hayretle dolaşıp duruyorlarken, beyinlerindeki hercü merce, haset ve didişmeye engel olacak ve bununla beraber onların özelliklerini büsbütün yok etmeyecek bir taksim şekli ve bir teşkilat ile oniki ümmet halinde bir kavim olarak Musa'nın yönetimi ve peygamberliği altında birleştirilmiş ve bu suretle hem özel, hem genel nimetlerle ihsana uğramış idiler. Böyleyken çokları nankörlük ettiler. ve buna karşı zulüm ve nankörlük edenler bize değil, ve lâkin kendilerine zulmeyliyor, kendilerine yazık ediyorlardı. Şu halde bundan böyle de haksızlık ederlerse yine öyledir. Nitekim:
161- Ey Resulüm! O vakti de onlara hatırlat ki, hani bir zamanlar kendilerine, şu karyede sakin olun denilmişti...
Bakara Sûresi'nde bu kıssa, "giriniz!" emriyle (2/58) giriş açısından hatırlatılmış idi. Burada ise "sakin olunuz!" emriyle iskan ve ikamet açısından hatırlatılıyor ki, aynı kıssayı bir başka bakımdan ele almak gerektiğini de ihtardır. Bundan dolayı da tekrar değildir, ayrıca bir başka açıdan düşünülmesi gerektiğini de belirtmedir. Kur'ân'da mükerrer gibi sanılan kıssaların ve âyetlerin hepsinin böyle birçok özel yönleri ve durumları bulunmaktadır.
162- Sonra içlerinden bir kısım zalimler, kendilerine söylenen sözleri, başka bir söze tebdil ettiler, değiştirdiler. Mesela onlara "hıtta" deyiniz, yani orada yükünüzü yıkıp, ikâmet ediniz, Allah'tan bağışlanma dileyiniz, denildiği halde, sanki "hınta" yani, buğday deyiniz, denilmiş gibi diye bağırmaya başladılar ve Tevrat'ı böyle tahrif ettiler. Lâkin bunu yapanlar o zalimler güruhu idi. Zalimler, o kavmin hepsi değildi, fakat içlerinden çoğu böyleydi:
163-164- Bir de onlara, denizin kıyısındaki veya denize nazır olan o karyenin hâlini sor. Yani o kasaba ahalisinin başına nasıl bir bela geldiğini İsrailoğulları çok iyi bilirler. Sen bir sor da kendileri söylesinler. (Bakara, 2/56. âyetin tefsirine bkz.) Bu kasaba Medyen veya Taberiyye denilmiş ise de çoğunluğun görüşü, Medyen ile Tur arasında bulunan "Eyle" kasabası olduğudur. Onlar o vakit Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Dinleri gereğince Cumartesi günü bütün işleri tatil edip, ibadet edecek yerde balık avlıyorlardı, çünkü sebt yaptıkları vakit, yani Cumartesi yasağına uydukları gün, balıklar onlara açıktan açığa sürüler halinde geliyorlardı, zira o gün balıklar saldırıya uğramamaya alışmışlardı, o gün kendilerine dokunulmayacağını hissediyorlardı, kaçmıyorlardı.
Sebt yasağına riayet etmeleri balıkların bu suretle o civara ısınıp alışmasına da sebep olmuş oluyordu. Sebt yapmadıkları gün ise gelmiyorlardı. Yani, diğer günlerde avlanmak korkusundan dolayı öyle gelmezlerdi. Cumartesi yasağına riayet etmedikleri gün hiç gelmeyeceklerdi ve artık o kasabanın yeşilliğinin ve güzelliğinin sebebi olan ekonomisi ve ticareti sönecek, zenginliği gidecekti. Lâkin o fasık ve saldırgan halk, Cumartesi günleri balıkların öyle akın akın gelmesine imrendiler, hırslarını tutamadılar da dinlerinin emrini dinlemediler, yasak demeyip balıkları avlamaya başladılar. Ve böylece sebtin kutsallığını çiğnediler. İşte o vakit bunlar ne oldular, sor da söylesinler. İşte biz onları böylece, işledikleri fısk u fücurdan dolayı belaya çarptırdık. O saygısız ve saldırgan İsrailoğulları'nı, ötedenberi fısk edegelmeleri, Allah'ın emirlerine itaat etmekten kaçıp, açıkça yasakları çiğnemeyi alışkanlık haline getirmeleri, huy edinmeleri sebebiyle böyle imtihanlara çeker, belaya uğratırız. Yoksa fıskta ısrar etme âdetleri ve huyları olmasa idi, böyle ağır belalara uğratılmazlardı.
"Onlardan bir toplum dedi ki:" Bu cümle cümlesi üzerine ma'tuftur. Ve o kasaba halkının yasağı çiğnemede sürekli ısrarı ve bu konuda söz dinlemeye yanaşmaması üzerine içlerindeki bazı iyilerin hâl ve akıbetlerini beyandır. Yani o vakitler içlerinden bir ümmet, iyiliksever bir cemaat onlara şöyle demişti. Allah'ın, helâkini murad ettiği, büsbütün helaklerini değilse bile, çetin bir azap ile cezalandırmayı murad ettiği böyle bir kavme ne diye va'z u nasihat edip duruyorsunuz? Yani, o kasaba halkı iki kısım idi. Bir kısmı fasık ve saldırgan takımı idi, bir kısmı da dindar ve iyiliksever insanlar idi ki, bunlar azınlıkta kalmış idiler, o saldırganlara söz geçiremiyorlar, onları önleyemiyorlardı. Bu iyiler de iki gruba ayrılmıştı: O iyilerden bir grup uğraşmış, didinmiş, acı tatlı dil dökmüş, zor veya kolay her yoldan giderek ve her usulü deneyerek zahmetler çekmiş, nasihat etmiş, ama onlara söz dinletememiş, nihayet bıkmış ve ümitsizliğe kapılmış, Allah'dan bu halka bir bela geleceğine karar vermiş, o halka kin ve öfke duymaya başlamış, sesini kesmiş, bir köşeye çekilip sinmiş idiler. Anlaşılıyor ki, bu bezginler o fasıklara göre sayıca az olmakla beraber, yine de ümmet denilecek kadar bir cemaat oluşturuyorlardı ve kendi aralarında bir takım toplantıları vardı. Bunlar içinde sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki, onlar ümitsizliğe kapılmıyorlar, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü zahmete katlanarak, o söz dinlemez halka vaaz ve nasihata devam ediyorlardı. İşte bunlar, o azgın halkı yola getirmek için vaaz ve nasihate devam ettikçe, söz konusu o ümitsizler grubu da bunlara "Ne diye kendinizi boşuna yoruyorsunuz? Niçin boş yere vaaz ediyorsunuz?" yollu uyarılarda bulunuyorlar, "Siz niçin Allah'ın helâk edeceği veya bela vereceği böyle azgın bir kavme vaaz ve nasihat edip duruyorsunuz?" şeklinde sözler söyleyip, onları yaptıkları işlerden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Onlar halkı büsbütün kendi haline bırakmak, ne görecekleri varsa görsünler, demek istiyorlardı. Ve böyle derken bir "farz-ı kifâye"nin büsbütün terkedilmiş olması ile hepsinin günahkâr olabileceklerini de düşünmemişlerdi. Lâkin onlar bu farz-ı kifâyeden; vaaz ve nasihat görevinden vazgeçmediler ve cevap vererek şöyle dediler: Rabbinize karşı bir mazeret olsun diye, bir de belki bir dereceye kadar sakınırlar diye, yani bizim vaaz ve nasihatımız iki sebebe dayanmaktadır: Birisi ve birincisi sırf Allah'a karşı bir mazeretimiz olsun diye, Allah tarafından hesaba çekileceğimiz vakit, "niçin kötülükten vazgeçirme görevinizi yapmadınız?" azarlamasına karşılık elimizde bir mazeret bulunsun diye, Allah katında böyle bir ithamla karşı karşıya kalmamak için. Çünkü kötülükten vazgeçirme henüz hayatta olanlara son nefese kadar bir farz-ı kifayedir. İkincisi de yeis yani ümitsizlik, dünyada hiçbir hususta caiz değildir. Ve ne kadar günahkar olursa olsun halkın tevbe ve ittikasını arzu ve ümid etmek de bir vazifedir. Gerçi bu hâl böyle devam ederse sonucunun bir helâke veya azaba varacağı muhakkaktır. Fakat insanların hali değişiktir, kaderin sırrı da vukua gelmeden önce bilinebilen bir şey değildir. Nereden bilebilirsin, bu güne kadar söz dinlemeyen bu halk belki yarın dinleyiverir ve belki yaptıklarından vazgeçer, kötülüklerden sakınmaya başlar. Büsbütün sakınmazsa bile kısmen sakınır, belki bu yüzden uğrayacakları azap da hafifler. Ne olursa olsun nasihate devam etmek, onu terketmekten daha iyidir. Nasihatı bütünüyle bırakmakta hiç bir ümit yoktur. Fakat nasihate devam etmenin hiç olmazsa azıcık da olsa sakındırmaya sebep olması umulur. Hiçbir tepki görmeyen fenalık her halde daha kolay yayılır ve kısa zamanda meydan alır. Herhangi bir fenalığın kökünü kurutmak mümkün olmazsa, hızını kesmek de önemli bir iştir, bunu gözardı etmemelidir. Felaket mukadder ise nasihat görevini yerine getirenler Allah katında mazur görülürler. Anlamalı ki, iyiler kötülerden ne çekmiş, ne kadar uğraşmışlar. Buna karşılık kötüler de ne kadar ısrar etmiş, her türlü nasihate rağmen kötülükte direnmişler.
Burada şunları gözden kaçırmamak gerekir:
1- Azap ile ilgili beyanda gelecek zaman kipiyle "isabet ettireceğim" buyurulduğu halde rahmet konusunda geçmiş zaman kullanılarak "herşeyi kapladı" buyurulması gösterir ki, rahmetin genişliği başlangıç açısından, azap meşiyyeti (dileği) de şimdiki zaman veya gelecek zaman açısından söz konusudur. Demek ki rahmet işin aslıdır, azap da ayrıntısıdır. Yani aslolan rahmet, yaratıcının zatının gereğidir, azab ise kulların durumları gereğidir.
2- Azabın ilâhî istek ve iradeye bağlanması, rahmetin gelecek zamanda da yine ona bağlanmasını gerektirir. Madem ki, kimi dilerse onu cezalandıracaktır, o halde rahmetini de kimi dilerse ona ihsan edecektir.
3- "Azabımı, kime dilersem ona isabet ettireceğim." karşılığıyla rahmetteki "rahmetim herşeyi kapladı" genel hükmünü devam ve gelecek zaman bakımından da bir tahsis anlamı vardır. ilerde azab görmesi murad olunanlar geçmiş zaman kipinde "herşey" kapsamı içinde iken, sonra çıkarılmış oluyor, İşin başında rahmetin içinde iken sonra azabın sahasına giriyor ve azaba düçar oluyor. Demek ki, ilâhî rahmetin kapsamına girmeyen hiçbir şey yok, lakin azabı tadan da olacak, tatmayan da.
İşte Hz. Musa, "bize dünyada da güzellik yaz, ahirette de" diye dua etmekle kendi kavmine dünya ve ahiret hayatında iyiliğin ve rahmetin zorunlu kılınmasını ve böylece azap imkan ve ihtimalinin ortadan kalkmasını talep etmiş olduğundan, buna karşılık rahmet ümidi güçlendirilmekle birlikte onun ahiret azabının kaldırılması yolundaki zımnî talebi, işin başında gayet açık bir şekilde reddedilmiş ve daha sonra kısmen kabul edilerek şöyle buyurulmuştur:
Ben o rahmeti, (silinmez bir şekilde yazılmasını istediğin o haseneyi ilerde) o kimselere yazacağım ki, onlar takva ehli olacaklar, her türlü vazifelerini yapıp yerine getirdikleri halde isyandan ve şüpheli şeylerden kaçıp korunacaklar. Başlangıçta olmasa bile sonuçta elden geldiğince korunacaklar, ve zekatı verecekler, bu ifadelerde Musa kavmine çok önemli sitemler ve tarizler vardır. Yani şimdiki seninkiler gibi, takvayı ve zekatı önemsiz görmeyecekler, onları umursamazlıktan gelmiyecekler, harislik ve cimrilik etmiyecekler, ve onların hepsi bütün âyetlerimize kesintisiz iman edecekler. Gösterdiğin bu büyük mucizelerden sonra şu seninkilerin yaptığı gibi, inkâra ve nankörlüğe sapmayacaklar "inandılar, sonra inkâr ettiler, sonra bir daha inandılar, sonra yine inkâr ettiler ve küfürde aşırı gittiler" (Nisâ, 4/137) âyetinde buyurulduğu gibi zikzakları çizmeyecekler, o takva ehli müttakiler, o gerçek imanlılar kimlerdir bilir misin?
157- İşte onlar o kimselerdir ki, o ümmî resul'e, o okuması yazması olmayan ümmî Peygamber'e bağlanıp gönüllü olarak ona uyacaklar. İleride belli bir kitapla göndereceğimiz o bütün kavimlerin müjdecisine, okur yazar olmadığı halde baştan sona bütün bilgileri göğsünde toplayıp, ümmetine her şeyi haber verecek olan o ümmî peygambere, böyle olağanüstü özellikler taşıyan mümtaz mucizelerin sahibi ahir zaman nebisine can u gönülden uyup itaat edecekler, yani sözde, işte ve inançta onun arkasından gidecekler.
"Ümmî", ism-i mensubunda üç türlü nisbet ihtimal dahilindedir:
1- Ana anlamına olan "Ümm" nisbetidir ki, sanki "anasından doğduğu hal üzere kalmış", yaratılışındaki safiyet ve fıtrat hiç değişmeden olduğu gibi durumunu korumuş, sonradan yeni yeni değişikliklere uğramamış ve hiçbir şekilde bozulmamış anlamını ifade eder.
2- Ümmete mensub olmak, yani Arap Ümmeti'ne mensup olmak demek olur ki, "Biz hesap ve yazı bilmeyen bir ümmetiz." ifadesi uyarınca Araplar aslında hesap kitap bilmez bir kavim olmakla tanınıyor idiler.
3- Ümmül-kura'ya mensup, yani Mekke'li demektir. Ve bu üç nisbenin üçünde de "ümmî" okuyup yazmaya uğraşmamış mânâsına gelen bir vasıftır, bir özelliktir. Ümmîlik sıradan insanlar hakkında kullanıldığı zaman genelde ilim eksikliğini ifade eden bir noksanlık sıfatı iken, yani bir ümmînin okuyup yazanlardan daha bilgili olması Allah tarafından olağan durumun aksine olarak, çalışıp çaba göstermeden ilâhî bilgilerle donatılmış olması ve vehbî ilimlere sahip olması peygamber için fıtrat yüceliğine delalet eder. İlmî yüceliği ve kemâli, okuyup yazanları aciz bırakan bir peygamber hakkında "ümmî"lik, her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve onun doğrudan doğruya Allah'tan gönderildiğini her türlü şüpheden arınmış olarak ispat eden harikulade bir üstün özelliktir, yani başlı başına bir mucizedir. Bu bakımdan "o resul, o ümmî nebî" vasfıyla anılması, "o risaleti ve nübüvveti açık olan mucize sahibi peygamber" demekten daha açık seçik bir belagat örneğidir. Nitekim Türk Şairi Fuzûlî, bunu şu beytiyle dile getirmiştir:
Bâki mucizler ne hacet vasf-ı hak isbatına,
Câhil iken el, senin ilmin yeter bürhan sana.
O Resul, o ümmî Nebî ki, onu onlar, (yani, ey Musa, senin kavminden onun zamanında gelecek olanlar,) yanlarındaki Tevrat ve İncil'de onu yazılı olarak bulacaklar, ismiyle ve vasıflarıyla onun o olduğunda vicdanları şüpheye düşmeyecek, "onu kendi oğullarını tanır gibi tanıyacaklar" (Bakara 2/146. Ayrıca Bakara, 2/133. âyetin tefsirine bkz.)
Anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak, Hz. Musa'ya mîkatte ve Tevrat'ta âlemlere rahmet olan son peygamberi bildirmiş ve istenilen rahmet ve iyiliğin onun ümmeti için yazılacağını vaad ederek, İsrailoğulları'ndan ona yetişeceklerin ona iman etmelerini ve uymalarını böylece teşvik ve terğip etmiştir. Tevrat'tan sonra ve Kur'ân'dan önce İncil'in geleceğini dahi böylece vahiy yoluyla haber verip açıklamıştır. Tevrat'ta Mesih ve İncil, Tevrat ve İncil'de peygamberlerin sonuncusu olan rahmet nebisi Hz. Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Kerîm, ismen olmasa bile vasıflarıyla ve özellikleriyle yazılı idi ve yer almaktaydı. Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiği sırada Tevrat'ı ve İncil'i hakkiyle okuyup anlayan kitap ehli, Hz. Musa'nın duada istediği rahmet ve haseneye kavminin ancak Hz. Muhammed'e uymak sayesinde nail olabileceklerini ellerindeki kitaplarında yazılı olarak buluyorlardı. "Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu hakkiyle okuyorlar ve ona iman ediyorlar..." (Bakara, 2/121).
O Ümmî Nebî onlara marufu, hakkı ve adaleti, aklın ve naklin güzel gördüğü hayırlı şeyleri ki özeti Allah'ın emrine saygı, yarattıklarına da sevgi ve şefkattir o işte bunu emredecek, ve onları münkerden, (inkâr edilmesi ve sakınılması gereken çirkin şeylerden) nehyeyleyecek ki, takvanın özü de bu yüce hasletlerin içindedir. İyiliği emretmek, rahmeti gerektirir, kötülükten yasaklamak da azab sebeplerini ortadan kaldırmaya vesile olur. Ve onlara bütün o tayyibatı, (güzel ve hoş olan şeyleri) helâl kılarak "Yahudilerden haksızlık edenlerin zulmü yüzünden kendilerine, daha önce helâl kılınmış olan güzel şeyleri de haram kıldık." (Nisâ, 4/160) âyeti uyarınca, Ey Musa, senin kavmine haram kılınmış olan güzel, hoş ve temiz nimetlerin hepsini, onlara helâl ve meşru kılacak. "Allah'ın size helal kılmış olduğu güzel şeyleri haram kılmayınız!" (Mâide 5/87), "Yerdeki güzel şeylerden helâl ve hoş olarak yiyiniz!" (Bakara 2/168), "Kendilerine nelerin helal kılındığını sana sorarlar. De ki, size bütün güzel şeyler helâl kılınmıştır." (Mâide 5/4) ve "De ki, Allah'ın kulları için ortaya çıkardığı zineti, temiz ve hoş yiyecekleri kim haram kılmış?..." (Ârâf, 7/32) âyetlerinde müjdelenen bu hükümler tek tek yazılıp o kitapta yer alacak, gerçekten de temiz ve lezzetli olan hiçbir şey, içine bir murdarlık karışmadıkça o ümmete haram olmayacak, israf edilmedikçe yaratılıştan hoş ve lezzetli olan şeyleri yemek ve içmek günah sayılmayacak ve bunlar azap sebebi olmayacak. Ve bütün habis olan şeyleri üzerlerine haram kılacak, gerek leş, gerek kan, domuz eti, şarap v.s. gibi maddi murdarlık ile gerek kumar, faiz, rüşvet ve sahtekârlık gibi başkalarının hakkı olan manevî anlamda murdarlık ile murdar olmuş bulunan şeylerin hepsini haram ve gayr-i meşru kılacak. Zira murdarlığın her çeşidi yaratılıştan azab sebebi olduğundan, Allah'ın rahmetini kazanmak ancak bunlardan kaçınmakla mümkündür, bunlardan kaçınmaya bağlıdır. Herhangi bir cihetten bir murdarlığı bulunmayan gerçek bir güzel nimetin hiçbiri haram kılınmamış olmak ve haram kılınmış olan şeylerin de mutlaka bir açıdan murdarlığı bulunmak ne büyük rahmet ve böyle bir hayat ne kadar şükre layık bir güzel hayattır. Bunlardan başka ısrarlarını, (ağır yüklerini) ve üzerlerinde bulunan bağları, tomrukları sırtlarından atacak, o zamana kadar "Öyleyse haydi nefsinizi öldürün bakalım." (Bakara, 2/54) gibi mükellef bulundukları ve altında ezile geldikleri ağır mükellefiyetleri neshedecek, külfetsiz, harecsiz, kolaylık ve müsamaha üzerine kurulu bir şeriat getirecek. Velhasıl şimdi senin kavmin için istediğin rahmet ve iyilik ancak o zaman bu şekilde yazılmış olacaktır. Şu halde o ümmî nebîye, (yalnızca senin kavminden değil, hangi kavimden olursa olsun, bütün) iman edenler ve onu düşmanlarına karşı müdafaa ile yüceltenler ve ona yardımcı olanlar, dini yaymak ve onun emirlerini uygulamak için hizmeti ve yardımı görev edinenler, ve onunla beraber indirilmiş bulunan o nura uyup arkasından gidenler, yani hem onun peygamberliğiyle birlikte getirdiği Kur'ân nuruna, hem sünnet ve siretine, emrine ve nehyine cidden uyup arkasından giden ve bu vasıflarla ona gerçek birer ashab ve etbâı olanlar işte ey Musa, onlar ve ancak onlardır felah bulanlar. Yani, ancak o ümmî nebînin bütün bu evsaf ile vasıflanmış olan ashab ve etba'ıdır ki, o senin haklarında yazılmasını istediğini rahmete, o dünya ve ahiret iyiliğine kesinlikle erecek ve azabdan bütünüyle kurtulacaklardır. O rahmet, o hasene, o felah şimdi bilhassa sizin için değil, ileride genellikle bütün kavimlerin ve bütün insanların girmesine uygun düşen, bu özellik ve bu şartlar ile bir umumî rahmet olmak üzere onlar için yazılacaktır.
İşte Rabb'i, Musa'nın o duasına Bakara Sûresi'nin girişinde de kısaca yer alan bu cevabı verdi. Nitekim En'âm sûresinde de "O, kendi nefsinde rahmeti yazdı, muhakkak ki sizi kıyamet gününde bir araya toplayacaktır." (En'âm 6/12) buyurdu. Demek ki, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) peygamberliğine kadar "rahmetim her şeyi kuşattı" önermesi ile "azabımı dilediğime isabet ettiririm" önermesi karşılıklı denge halinde duran belli bir vakte kadar da hükmünü yürüten geçici bir durum idi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden itibaren ona iman ve ittiba şartiyle zorunlu ve genel bir kural oldu. Yani rahmet önermesi ile azab önermesi birbirinden ayrılarak bütün beşeriyet için dünyevî ve uhrevî rahmetin yollarını, şart ve gereklerini bütün açıklığıyla ve kesinliğiyle gösterecek ve azabdan ebediyyen kurtulmayı sağlayacak bir tevhid dini, bir umûmî şeriat yazıldı, kararlaştırılıp tespit edildi. Ve buna uymak, yalnızca rahmeti elde etmenin imkanlarını getirmedi, aynı zamanda azab ihtimalinin önünü kesen vücub-i rahmetin de şartı oldu. Binaenaleyh bu özellikleri taşımayanlar hakkında rahmetin mümkün olmadığı ve onlardan rahmetin büsbütün kesilmiş olduğu söylenemez. Bir kısmı için azab isabeti muhakkaktır, diğer bir kısmı için de özel bir rahmet ihtimal dahilindedir. "De ki, ey kendi kendilerine yazık etmiş olan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz! (Zümer 39/53) buyurulmuştur. Musa aleyhisselam, bu vücub-i rahmet şeriatını o tevbe mîkatında özellikle kendisi ve kavmi için istemişti. Allah Teâlâ da bunun ancak bütün insanlığa gönderilecek ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve onun şeriatına uymaya bağlı olduğunu buyurmak suretiyle bu müjdeyi umuma mahsus olarak vaad buyurdu. İşte Musa kıssasının sonuçta dönüp dolaşıp vardığı nokta, bu rahmet şeriatının ve ahir zaman nebisinin ileride geleceği meselesidir. Yukarıdan beri anlatılan diğer peygamber kıssalarının da esas maksadı, ve son hedefi budur. Ve işte bu altı peygamber kıssasının başında geçen "Rabbiniz o Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşı istivâ etti, hükmü altına aldı." (A'raf, 7/54) âyetindeki ilâhî istivânın bu oluşumda bir tecellisi vardır. "Muhakkak ki, zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü şekliyle dönüp dolaşmaktadır." hadisi şerifi gereğince. Hz. Muhammed'in zamanından itibaren zaman, geçmiş zamanlardaki akışına bir son veriyor ve rahmânî bir istivâ ile yepyeni bir tarih devri açılıyor ki, geçmiş zamanların ilkel harikaları ve ufak tefek şeriatları bu dinde büyük, dengeli ve ahenkli bir genel düzen haline girecek, "kendilerine nimet verdiğin, ihsanda bulunduğun kulların yolu..." her şeyden önce herkese açık olan bu ana cadde ile herkes ve her kavim için kesin bir rahmete ve kurtuluşa yürümek imkânı hasıl olacaktır. İşte Tevrat ve İncil'in içine aldığı o açıklama ve o vaad karşısında Hz. Musa'nın bir genel Resul, yani bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamber olmadığı ve İsrailoğulları'nı, ahir zamanda gelecek peygamberi tanımaya sevk ve teşvik ettiği ne kadar açık olarak ortaya çıkıyor. Bundan dolayı, Musa kıssasının bu noktasında açık ve kesin bir rahmet vaadi ile, âlemlere rahmet olan Hatemü'l-enbiya'ya, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildiğini ilan etmesi emrediliyor ve buyuruluyor ki:
Ya Muhammed!
Meâl-i Şerifi
158- De ki; ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah'ın resulüyüm. O Allah ki, göklerin ve yerin bütün mülkü O'nundur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Öldüren de, dirilten de O'dur. Bundan dolayı gelin, Allah'a ve resulüne iman edin. Allah'a ve Allah'ın bütün kelâmlarına iman etmiş bulunan o ümmî peygambere, evet ona uyun ki, hidayete erebilesiniz.
158- Ya Muhammed de ki; ey insanlar! Ey nâs adı altında toplanmış olan bütün beşer cemaati, muhakkak ki ben size, sizin hepinize Allah'ın resulüyüm, yani diğer peygamberler gibi, yalnız kendi kavmime mahsus bir risalet ve şeriatle değil, genel peygamberlik ile hepinize, insanlara ve cinlere gönderilmiş peygamberim. Tebliğ edeceğim ilâhî hükümler,, sadece bir kavmin kurtuluş ve saadetine değil, hepinizin ve dolayısıyla bütün yaratılmışların iyiliğine ve yararınadır. Ben öyle bir Allah'ın peygamberiyim ki, göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı O'nundur. O'ndan başka ilâh yoktur, hakikatte ilâh ancak O'dur, O'ndan başkasına tapınmak batıldır, geçersizdir. Çünkü hem can verir, hem can alır. Hayat da O'nun elindedir, ölüm de. Diriye de O hakimdir, ölüye de. O'ndan başkasının hükmü yoktur. Bütün korku ve ümitlerin tek kaynağı olup tapılmaya ve ibadet edilmeye layık olan ancak O'dur. Şu halde Allah'a ve Allah'ın o ümmî nebisi olan peygamberine, yani Tevrat ve İncil'de yazılı olduğu gibi, ashab ve uyanlarına rahmet ve kesin kurtuluş vaad edilmiş bulunan Allah'a ve Allah'ın bütün kelimelerine, kelâmlarına, kitaplarına, âyetlerine ve mucizelerine iman eden yani davetini her türlü şüphe ve tereddütten uzak, tam bir inançla yapan resulüne iman ediniz ve ona can u gönülden uyunuz ki, hidayete erebilesiniz. Yazılmış olan o rahmet ve kurtuluş yolunu dosdoğru tutmuş olasınız. Artık yahudilerin, "Muhammed aleyhisselam kendi kavmi olan Arab'a gönderilmiş bir peygamberdir, İsrailoğulları'na ve diğer kavimlere gönderilmiş bir genel peygamber değildir, İncil'in de aslı yoktur, genel peygamber ancak Musa'dır, demeleri aslında Musa'yı tanımamaktır. Onların bu tutumları Tevrat'ı ve Allah'ın kelâmını tahrif ve tekzip etmekten ibaret bir zulüm ve ötedenberi huy edinegeldikleri bir haksızlıktan başka bir şey değildir.
Bununla beraber:
Meâl-i Şerifi
159- Musa'nın kavminden doğru yolu gösteren ve doğrulukla adalet yapan bir topluluk da vardı.
160- Biz onları oniki kabileye, o kadar ümmete ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Musa'ya, elindeki asâ ile taşa vur, diye vahyettik, vurunca hemen o taştan oniki pınar akmaya başladı. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Bulutu da üzerlerine gönderdik, gölgeledik. Onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz, dedik. Onlar zulmü bize yapmadılar, lakin kendi kendilerine zulmediyorlardı.
161- Ve o vakit onlara denilmişti ki; Şu şehre yerleşin ve orada dilediğiniz şeylerden yiyin, "hitta" (günahlarımızı bağışla.) deyin ve secde ederek kapısından girin ki, suçlarınızı bağışlayalım. İyilere nimetlerimizi daha da arttıracağız.
162- İçlerinden bir kısım zalimler, sözü değiştirdiler, kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Zulmü alışkanlık haline getirdikleri için biz de üzerlerine gökten azap yağdırdık.
163- Bir de onlara, o deniz kıyısındaki şehrin başına gelenleri sor. O sırada onlar cumartesi yasağına riayet etmiyorlardı. Cumartesi günü balıklar akın akın geliyorlardı, yasak olmadığı gün gelmiyorlardı. Yoldan çıkıp sapıklık yaptıkları için biz de onları işte böyle sınıyorduk.
164- İçlerinden bir topluluk, "Allah'ın helâk edeceği, ya da çetin bir azapla cezalandıracağı bir kavme ne diye nasihat ediyorsunuz" dediği vakit, o uyarıda bulunanlar dediler ki; "Rabbiniz tarafından mazur görülmemiz için, bir de belki günahlardan sakınırlar diye."
165- Onlar yapılan bunca nasihatı unuttukları zaman, o kötülükten sakındıranları kurtardık, o zalimleri de fena hareketlerinden dolayı şiddetli bir azaba uğrattık.
166- Böylece onlar kibre kapılıp yasak kılınan şeylerden vazgeçmeyince, biz de onlara, hor ve zelil maymunlar olun, dedik.
167- O Vakit Rabbin işte şu ahdi ilan edip bildirdi ki: Kıyamet gününe kadar onlara en kötü muameleyi yapacak olan kimseleri başlarına gönderecektir. Muhakkak ki, Rabbin hızla cezalandırandır ve yine muhakkak ki O, çok affedici, çok merhametlidir.
168- Ve onları yeryüzünde birçok ümmetlere ayırdık. İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.
169- Derken kitabı (Tevrat'ı) miras alan bozuk bir nesil bunların yerini aldı. Bize nasıl olsa mağfiret edilecek diyerek, şu alçak dünya malını alıyorlar, yine onun gibi bir mal ve rüşvet gelse onu da alırlar. Allah'a karşı haktan başka bir şey söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın hükmü üzere misak alınmamış mıydı? Ve onun içindekileri okuyup öğrenmemişler miydi? Oysa ahiret yurdu Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?
170- Kitaba sarılanlara ve namazı kılmaya devam edenlere gelince, biz o iyilerin ecrini hiçbir zaman yitirmeyiz.
159- Musa kavminden bir ümmet, (üstün bir cemaat) var dı ki, hakkı gözeterek hidayet ederler, halkı irşad ederek doğru yola iletirlerdi, ve hakkı gözeterek adaletle hükmederlerdi, adaleti yerine getirirlerdi. Bunların kimler olduğu hakkında muhtelif rivayetler vardır. Fakat âyetten açıkça anlaşılan şudur ki, ilk zamanlarda Musa kavmi içindeki Peygamberler ve onlara uyan adil hükümdarlar, hakkı ve hukuku gözeten rabbaniler, hahamlar ve yöneticiler, bir de halk arasından bunlara uyan bir kısım iyi insanlar ki, daha sonra son peygambere iman edenler bu iyilerin halefleridir. Şu halde Musa kavminin hepsi, yukarıda kötü halleri bildirilenler gibi haksız ve zalim insanlar değildiler. Çeşitli boylara, değişik ümmet ve cemaatlere ayrılmışlardır. Şöyle ki:
160-Önce Biz, onları sibt sibt oniki boya, oniki ümmete ayırmıştık ki, boylardan her biri bir ümmet halinde bir nakib ile idare olunuyorlardı. Bunların bütünü Musa'nın idaresinde bulunmakla beraber, kendi özel işlerinde ayrı ayrı birer cemaat halindeydiler. Ve kavmi Musa'ya istiska için yani, yağmur duası için müracaat ettiği Bakara Sûresi'nde geçtiği üzere "Musa da kavmi için su istediği" (Bakara, 2/60) zaman, kendisine şöyle vahyetmiştik: asân ile taşa vur! vurunca, taştan oniki pınar sızdı, derken fışkırmaya başladı. Nitekim Bakara Sûresi'nde "fışkırdı" (2/60) buyurulmuştur. Böylece halkın her bir kesimi, su içecekleri yeri kesinkes bildi. Her bir boy, kendilerine mahsus bir pınara, özel bir su kaynağına, bir nimete kavuşmuş oldu. Bildiler ki, daima ve özellikle su içmek için yalnız yağmur duası yeterli değil, taşları kırıp pınarlar, kaynaklar bulup çıkarmak ve yapmak da lazımdır. Asıl su içilecek yerler böyle kaynaklar ve pınarlardır. Ve bildiler ki, Allah kuru taşlardan böyle pınarlar akıtmaya da kâdirdir. Bunun için ümmet denilen yöneticiler iyi yönetici olmalı ve başında da iyi bir başkan bulunmalıdır. İşte Musa kavminin oniki ümmete ayrılması ve aynı zamanda hepsinin başında Musa'nın bulunması, herbirinin aynı yerden çıkan ayrı ayrı pınarlara ve böyle özel nimetlere ermesiyle ilgilidir. Hepsi aynı kökten geliyordu, ama hepsinin meşrebi bir değildi. Bundan başka üstlerine bulutu gölgelik yapmıştık. Öyle ki, Tih sahrasında gittikleri yere birlikte gidiyor, durdukları yerde duruyordu. Üzerlerine menn ve selva, (yani kudret helvası ve bıldırcın) indirmiştik, size verdiğimiz rızıkların en iyisinden, en hoşa gideninden yiyiniz, demiştik. İşte bunlar aslında anlaşmazlığa yatkın idiler, Tîh sahrasında hayretle dolaşıp duruyorlarken, beyinlerindeki hercü merce, haset ve didişmeye engel olacak ve bununla beraber onların özelliklerini büsbütün yok etmeyecek bir taksim şekli ve bir teşkilat ile oniki ümmet halinde bir kavim olarak Musa'nın yönetimi ve peygamberliği altında birleştirilmiş ve bu suretle hem özel, hem genel nimetlerle ihsana uğramış idiler. Böyleyken çokları nankörlük ettiler. ve buna karşı zulüm ve nankörlük edenler bize değil, ve lâkin kendilerine zulmeyliyor, kendilerine yazık ediyorlardı. Şu halde bundan böyle de haksızlık ederlerse yine öyledir. Nitekim:
161- Ey Resulüm! O vakti de onlara hatırlat ki, hani bir zamanlar kendilerine, şu karyede sakin olun denilmişti...
Bakara Sûresi'nde bu kıssa, "giriniz!" emriyle (2/58) giriş açısından hatırlatılmış idi. Burada ise "sakin olunuz!" emriyle iskan ve ikamet açısından hatırlatılıyor ki, aynı kıssayı bir başka bakımdan ele almak gerektiğini de ihtardır. Bundan dolayı da tekrar değildir, ayrıca bir başka açıdan düşünülmesi gerektiğini de belirtmedir. Kur'ân'da mükerrer gibi sanılan kıssaların ve âyetlerin hepsinin böyle birçok özel yönleri ve durumları bulunmaktadır.
162- Sonra içlerinden bir kısım zalimler, kendilerine söylenen sözleri, başka bir söze tebdil ettiler, değiştirdiler. Mesela onlara "hıtta" deyiniz, yani orada yükünüzü yıkıp, ikâmet ediniz, Allah'tan bağışlanma dileyiniz, denildiği halde, sanki "hınta" yani, buğday deyiniz, denilmiş gibi diye bağırmaya başladılar ve Tevrat'ı böyle tahrif ettiler. Lâkin bunu yapanlar o zalimler güruhu idi. Zalimler, o kavmin hepsi değildi, fakat içlerinden çoğu böyleydi:
163-164- Bir de onlara, denizin kıyısındaki veya denize nazır olan o karyenin hâlini sor. Yani o kasaba ahalisinin başına nasıl bir bela geldiğini İsrailoğulları çok iyi bilirler. Sen bir sor da kendileri söylesinler. (Bakara, 2/56. âyetin tefsirine bkz.) Bu kasaba Medyen veya Taberiyye denilmiş ise de çoğunluğun görüşü, Medyen ile Tur arasında bulunan "Eyle" kasabası olduğudur. Onlar o vakit Cumartesi yasağını çiğniyorlardı. Dinleri gereğince Cumartesi günü bütün işleri tatil edip, ibadet edecek yerde balık avlıyorlardı, çünkü sebt yaptıkları vakit, yani Cumartesi yasağına uydukları gün, balıklar onlara açıktan açığa sürüler halinde geliyorlardı, zira o gün balıklar saldırıya uğramamaya alışmışlardı, o gün kendilerine dokunulmayacağını hissediyorlardı, kaçmıyorlardı.
Sebt yasağına riayet etmeleri balıkların bu suretle o civara ısınıp alışmasına da sebep olmuş oluyordu. Sebt yapmadıkları gün ise gelmiyorlardı. Yani, diğer günlerde avlanmak korkusundan dolayı öyle gelmezlerdi. Cumartesi yasağına riayet etmedikleri gün hiç gelmeyeceklerdi ve artık o kasabanın yeşilliğinin ve güzelliğinin sebebi olan ekonomisi ve ticareti sönecek, zenginliği gidecekti. Lâkin o fasık ve saldırgan halk, Cumartesi günleri balıkların öyle akın akın gelmesine imrendiler, hırslarını tutamadılar da dinlerinin emrini dinlemediler, yasak demeyip balıkları avlamaya başladılar. Ve böylece sebtin kutsallığını çiğnediler. İşte o vakit bunlar ne oldular, sor da söylesinler. İşte biz onları böylece, işledikleri fısk u fücurdan dolayı belaya çarptırdık. O saygısız ve saldırgan İsrailoğulları'nı, ötedenberi fısk edegelmeleri, Allah'ın emirlerine itaat etmekten kaçıp, açıkça yasakları çiğnemeyi alışkanlık haline getirmeleri, huy edinmeleri sebebiyle böyle imtihanlara çeker, belaya uğratırız. Yoksa fıskta ısrar etme âdetleri ve huyları olmasa idi, böyle ağır belalara uğratılmazlardı.
"Onlardan bir toplum dedi ki:" Bu cümle cümlesi üzerine ma'tuftur. Ve o kasaba halkının yasağı çiğnemede sürekli ısrarı ve bu konuda söz dinlemeye yanaşmaması üzerine içlerindeki bazı iyilerin hâl ve akıbetlerini beyandır. Yani o vakitler içlerinden bir ümmet, iyiliksever bir cemaat onlara şöyle demişti. Allah'ın, helâkini murad ettiği, büsbütün helaklerini değilse bile, çetin bir azap ile cezalandırmayı murad ettiği böyle bir kavme ne diye va'z u nasihat edip duruyorsunuz? Yani, o kasaba halkı iki kısım idi. Bir kısmı fasık ve saldırgan takımı idi, bir kısmı da dindar ve iyiliksever insanlar idi ki, bunlar azınlıkta kalmış idiler, o saldırganlara söz geçiremiyorlar, onları önleyemiyorlardı. Bu iyiler de iki gruba ayrılmıştı: O iyilerden bir grup uğraşmış, didinmiş, acı tatlı dil dökmüş, zor veya kolay her yoldan giderek ve her usulü deneyerek zahmetler çekmiş, nasihat etmiş, ama onlara söz dinletememiş, nihayet bıkmış ve ümitsizliğe kapılmış, Allah'dan bu halka bir bela geleceğine karar vermiş, o halka kin ve öfke duymaya başlamış, sesini kesmiş, bir köşeye çekilip sinmiş idiler. Anlaşılıyor ki, bu bezginler o fasıklara göre sayıca az olmakla beraber, yine de ümmet denilecek kadar bir cemaat oluşturuyorlardı ve kendi aralarında bir takım toplantıları vardı. Bunlar içinde sayıca çok az denecek bir başka grup daha vardı ki, onlar ümitsizliğe kapılmıyorlar, bütün zorluklara göğüs gererek ve her türlü zahmete katlanarak, o söz dinlemez halka vaaz ve nasihata devam ediyorlardı. İşte bunlar, o azgın halkı yola getirmek için vaaz ve nasihate devam ettikçe, söz konusu o ümitsizler grubu da bunlara "Ne diye kendinizi boşuna yoruyorsunuz? Niçin boş yere vaaz ediyorsunuz?" yollu uyarılarda bulunuyorlar, "Siz niçin Allah'ın helâk edeceği veya bela vereceği böyle azgın bir kavme vaaz ve nasihat edip duruyorsunuz?" şeklinde sözler söyleyip, onları yaptıkları işlerden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Onlar halkı büsbütün kendi haline bırakmak, ne görecekleri varsa görsünler, demek istiyorlardı. Ve böyle derken bir "farz-ı kifâye"nin büsbütün terkedilmiş olması ile hepsinin günahkâr olabileceklerini de düşünmemişlerdi. Lâkin onlar bu farz-ı kifâyeden; vaaz ve nasihat görevinden vazgeçmediler ve cevap vererek şöyle dediler: Rabbinize karşı bir mazeret olsun diye, bir de belki bir dereceye kadar sakınırlar diye, yani bizim vaaz ve nasihatımız iki sebebe dayanmaktadır: Birisi ve birincisi sırf Allah'a karşı bir mazeretimiz olsun diye, Allah tarafından hesaba çekileceğimiz vakit, "niçin kötülükten vazgeçirme görevinizi yapmadınız?" azarlamasına karşılık elimizde bir mazeret bulunsun diye, Allah katında böyle bir ithamla karşı karşıya kalmamak için. Çünkü kötülükten vazgeçirme henüz hayatta olanlara son nefese kadar bir farz-ı kifayedir. İkincisi de yeis yani ümitsizlik, dünyada hiçbir hususta caiz değildir. Ve ne kadar günahkar olursa olsun halkın tevbe ve ittikasını arzu ve ümid etmek de bir vazifedir. Gerçi bu hâl böyle devam ederse sonucunun bir helâke veya azaba varacağı muhakkaktır. Fakat insanların hali değişiktir, kaderin sırrı da vukua gelmeden önce bilinebilen bir şey değildir. Nereden bilebilirsin, bu güne kadar söz dinlemeyen bu halk belki yarın dinleyiverir ve belki yaptıklarından vazgeçer, kötülüklerden sakınmaya başlar. Büsbütün sakınmazsa bile kısmen sakınır, belki bu yüzden uğrayacakları azap da hafifler. Ne olursa olsun nasihate devam etmek, onu terketmekten daha iyidir. Nasihatı bütünüyle bırakmakta hiç bir ümit yoktur. Fakat nasihate devam etmenin hiç olmazsa azıcık da olsa sakındırmaya sebep olması umulur. Hiçbir tepki görmeyen fenalık her halde daha kolay yayılır ve kısa zamanda meydan alır. Herhangi bir fenalığın kökünü kurutmak mümkün olmazsa, hızını kesmek de önemli bir iştir, bunu gözardı etmemelidir. Felaket mukadder ise nasihat görevini yerine getirenler Allah katında mazur görülürler. Anlamalı ki, iyiler kötülerden ne çekmiş, ne kadar uğraşmışlar. Buna karşılık kötüler de ne kadar ısrar etmiş, her türlü nasihate rağmen kötülükte direnmişler.