ÂLİ İMRÂN Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

MURATS44

Özel Üye
]
AYET-İ KERiME
]74- O rahmetini dilediğinin tekeline verir. Hiç kuşkusuz Allah'ın lütfu büyüktür.
]Allah'ın iradesi Risalet ve Kitab'ı, ehl-i kitaptan başkasına vermeyi diledi. Çünkü onlar Allah'a verdikleri sözde durmadılar. Babaları Hz. İbrahim'in antlaşmasını bozdular. Gerçeği bildikleri halde Onu batıl ile karıştırdılar. Allah'ın kendilerine bağışladığı emanetten uzaklaştılar. Kitaplarının hükümlerini ve dinlerinin yasalarını terk ettiler. Aralarında Allah'ın kitabını yürürlüğe koymaya yanaşmadılar.

İnsanların liderliği Allah'ın sisteminden, kitabından ve mümin şahsiyetlerden uzaklaştı. Bu sırada liderlik Allah'ın bir fazileti ve nimeti olarak müslüman ümmete teslim edildi. Emanet ona verildi. "Allah Vasîdir, Alimdir, dilediğini rahmetiyle kuşatır" fazileti geniş olduğundan ve rahmetiyle kuşatıcı yerleri bildiğinden... Allah büyük fazilet sahibidir. Bir kitapta somutlaşan hidayet, bir peygamberlikte somutlaşan iyilik ve bir peygamberde somutlaşan rahmet ile bir ümmete yapılan iyilikten daha büyük bir fazilet olamaz. Müslümanlar bu müjdeyi duyduklarında Allah'ın kendilerini seçip bu fazileti, onlara özgü kılmasıyla elde ettikleri, nimetin kapsamını ve bağışın değerini idrak ediyorlardı. Ona tüm içtenlikleri ve arzularıyla yapışıyor, azimle sağlam bir biçimde ona sarılıyorlardı. Bütün dirençleri ve kesin inançlarıyla onu savunuyorlardı.

Oyun tezgahlayanların tuzaklarına, kindarların kinlerine karşı uyanık davranıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim'in "Zikri Hakim"in kendilerini eğitme yoluda buydu ve bu uygulama aynı zamanda her nesilde müslüman ümmetin eğitim ve yönlendirmesinin özünü oluşturur.


 
Son düzenleme:

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
75- Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. `Ümmilere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur' dedikleri için böyle davrananlar, böyle bile bile Allah adına yalan söylerler.

76- Hayır, öyle değil Kim sözünü yerine getirir ve günahtan sakınırsa bilsin ki Allah kesinlikle takva sahiplerini sever.

77- Allah'a verdikleri sözü ve yeminleri birkaç para karşılığında satanlar var ya, onların ahirette hiçbir payları olmaz. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, taraflarına bakmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz; onları acıklı bir azap beklemektedir.
EHL-İ KİTAPTAN İKİ ÖRNEK

Sonra ayetler ehl-i kitabın durumunu açıklamaya devam ediyor, eksiklerini açıklıyor. Müslümanların dini olan İslam'ın üzerinde kurulacağı, sağlam değerleri belirtiyor. Ehl-i kitabın uygulamaları ve sözleşmeleriyle ilişkin örneklerden ikisini vererek başlıyor:

Bu,Kur'an-ı Kerim'in o zamanki müslüman cemaate karşı koyan ehl-i kitabın durumunu tasvir ederken izlemiş olduğu hakk, ve adaleti gözeten çizgisidir. Burada hile ve aldatmaya yer yoktur. Kur'an'ın belirttiği bu çizgi kuşkusuz ehli kitabın nesiller boyunca ortak özelliğidir. Bununla beraber ehl-i kitabın İslâm'a ve müslümanlara düşmanlığı, çirkin hile oyun ve tuzakları tezgahlamaları müslüman cemaate ve bu dine kötülük etme istekleri bunların hepsi Kur'an'ın onlardan iyilik sahiplerini, tartışma ve karşı koyma sadedinde bile, görmezlikten gelmesine neden olmuyor. Bu ortamda bile Kur'an, ehl-i kitaptan güvenilir. İnsanların da bulunduğunu, onların ne kadar cazip ve aldatıcı olursa olsun kimsenin hakkını yemediklerini belirtir:

"Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri verir."

Onlardan hain, mal ve borcunu ödemede oyalayıcı olanlarda vardır. Az da olsa istemeden, üzerine düşmeden, tepesine dikilmeden bir hakkı geri ödemezler. Birde bu çirkin huylarını bile bile, kasıtlı olarak Allah adına yalan uydurmak sûretiyle temellendirmeye çalışırlar:

"Kitap ehlinden öylesi var ki yanına yüklü emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. "Ümmilere (kendi dininizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğunuz yoktur" dedikleri için böyle davranırlar, böylece bile bile Allah adına yalan söylerler."

Bu, özellikle yahudilerin bir karakteridir. Bu görüşü ileri sürenler onlardır. Onlar değişik ahlâk ilkeleri belirlemişlerdir: Emanet anlayışı yahudi ile yahudi arasında geçerlidir. Ümmi diye adlandırdıkları ve bununlada Arapları kastettikleri (Aslında onlar bununla yahudi olmayan herkesi kastederler) Yahudi olmayanlara gelince, Yahudilerin; onların mallarını alması, onları aldatmaları, oyuna getirmeleri, gözlerini boyamaları gayri meşru vasıtalarla çirkin yöntemlerle onları sömürmeleri hiç de sakıncalı değildir!

Ne enteresandır ki onlar kendi ilahları ve dinlerinin bunu emrettiğine inanmaktadırlar. Halbuki onlar bunun yalan olduğunu biliyorlar. Allah'ın kötülükleri emretmeyeceğini insanlardan bir topluluğun başka bir topluluğun mallarını haram yollarla uydurma bahanelerle yemesini helal kılmayacağını gayet iyi biliyorlardı. Ayrıca birbirlerine karşı hiçbir sözleşme ve antlaşmaya bağlı kalmamalarını çirkin görmeyip sıkılmadan onlara dilediklerini yapmalarına müsaade etmeyeceğini biliyorlardı. Fakat bunlar yahudiydi. İnsanlığa düşmanlığı ve onlara kin beslemeyi bir karekter ve din haline getiren yahudi...

"Onlar Allah adına yalan söylüyorlar."

Burada Kur'an-ı Kerim, kendisinin ahlâk ilkesini ve biricik ahlakî kriterini anlayışını, Allah'a ve O'nun takvasına bağlıyor.

"Hayır, öyle değil. Kim sözünü yerine getirir ve günahtan sakınırsa bilsin ki Allah kesinlikle takva sahiplerini sever."

"Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini birkaç para karşılığında satanlar varya, onların Ahirette hiçbir payları olmaz; Kıyamet günü Allah onlarla konuşmaz, taraflarına bakmaz ve kendilerini günahlardan arındırmaz; onları acıklı bir azap beklemektedir."

Budeğişmez bir ilkedir. Kim Allah'a verilen söze bağlı kalır ve takvasının bilincine varma niyetiyle bu ilkeye uyarsa, Allah onu sever ve ikramda bulunur. Kim de Allah'a verilen sözü ve yeminlerini bu dünya hayatının mallarından ya da bütünü ile az bir pahadan ibaret olan dünya değerlerinden ucuza satarsa ahirette onun hiçbir payı kalmaz. Allah katında ne korunması, ne kabul edilmesi, ne arınması ne de temizlenmesi söz konusudur. Acıklı bir azaptan başka hiçbir payı yoktur onun. Burada, verilen söze bağlılığın, takva ile ilgili olduğuna işaret etmeliyiz. Bu nedenle bu husus dost ya da düşman ile ilişkilerde değişmez. Burada söz konusu olan kişinin şahsi çıkarı değildir. Sürekli olarak Allah ile ilişkidir burada söz konusu olan. Kiminle ilişki kurulduğu önemli değildir.

Bu ilke aynı zamanda İslâm ahlâkının genel karakteridir. Verilen söze bağlılıkta olsun diğer konularda olsun fark etmez; ilişki her şeyden önce Allah ile ilişkidir. Bu ilişkide Allah'ın rızası düşünülür, O'nun öfkesinden sakınılır, rızası elde edilmeye çalışılır. Ahlâkın temeli menfaat değildir.

Toplumun anlayışı da değildir. Yürürlükteki şartların gereği hiç değildir. Çünkü toplum da sapıtabilir, doğru yoldan ayrılabilir. Yanlış değerler toplumda revaç bulabilir. Buna göre bireyin kendisine dayandığı gibi toplumunda kendisine dayanması ve cemiyette değişmez değerlerin olması gerekir. Sonra bu değerlerin, değişmezliğinin yanında daha yüce bir kaynaktan gelmeleri lâzımdır. İnsanların seviyelerinden ve değişmekte olan hayat şartlarından daha yüce bir kaynaktan alınmalıdır. Onun içindir ki, değerlerin ve ilkelerin Allah'tan alınması gerekir. Allah'ın razı olduğu ahlâkın benimsenmesi, onun rızasını elde etme çabası ve takva bilincine varma temeline oturmalıdır. İşte İslâm bununla insanlığın sürekli olarak yeryüzü değerlerinden daha yüce değerlere yükselmesini, bu üstün, yüce, değişmez ufuktan değer yargılarını ve ilkelerini almasını garanti etmektedir.

Onun içindir ki, verilen sözde durmayanlar ve emanete hıyanet edenler "Allah'a verilen sözü ve kendi yeminlerini az bir pahaya satanlar" diye nitelendirilmiştir. Burada, onlar ile Allah arasındaki ilişki, onlarla insanlar arasındaki ilişkiden önce gelmektedir... Onun içindir ki, şu kadarcık dünya menfaatlerinden oluşan az bir paha karşısında verilen söze ihanet edip, onu bozduklarında, ahirette Allah katında hiçbir payları kalmaz! Dünyada verdiği sözü -bu verilen söz insanlarla yaptıkları sözleşmedir- bozmuş olmalarının karşılığı olarak Allah onları ahirette korumayacaktır.

Burada Kur'an'ın, ifade biçiminde tasvir yolunu kullandığını görüyoruz. Allah'ın onları ihmal etmesi ve onları korumaması Allah'ın onlarla konuşmaması, onlara bakmaması ve onları arındırmaması şeklinde ifade ediliyor. Bunlar, ihmalin, insanların görebildiği başlıca belirtileridir. Onun için Kur'an, insanın vicdanı üzerinde soyut ifadenin etkisinden daha derin etki yapacağından, durumu canlı bir biçimde tasvir etmeye başvuruyor. Kur'an bu yöntemle daha derin ve engin boyutlara ulaşabilmektedir.

BAZI TİPLER

İleride ehl-i kitaptan birtakım örnekler ele alınıyor. Önce, "saptıranlar" örnek olarak veriliyor. Bunlar Allah'ın kitabında saptırma unsurları arama çabasında olanlarla ağızlarını eğip-bükerek metinlerin yerlerini değiştirmeye çalışanlardır. Onlar, belli amaçlara paralel düşürmek için Kur'an nasslarını başka şekilde yorumlayanlar ve onların hepsini az bir pahaya satanlardır. Dünya mallarından biri uğruna ifadeleri değiştirenlerdir. Ağızlarını eğip-büktükleri, saptırdıkları ve başka şekilde yorumladıkları konular arasında Meryem'in oğlu İsa Mesih hakkında kilisenin isteği ve idarecilerin arzusu gereği olarak uydurulan inançlar da yer almaktadır.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
78- Onlardan öyleleri var ki, kutsal kitabı dik durarak okurlar, böyleceokuduklarını Allah kitabından sanmanızı sağlamaya çalışırlar. Oysa bu okudukları şeyler kitaptan değildir. `Bu Allah katındandır' derler. Oysa Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah adına yalan söylerler.

79- Hiçbir insana yakışmaz ki kendisine kitap, yetki ve peygamberlik verildikten sonra insanlara dönsün de Allah'ı bırakarak bana kul olunuz' desin; tersine ona yakışan söz; `Okuyup öğrendiğiniz bu kitap gereğince Allah `a kul olmayı benimseyiniz' demektir.

80- Onun size, melekleri ve peygamberleri ilâh edinmenizi emretmesi de düşünülemez. O size, müslüman olduktan sonra, kâfir olmayı emreder mi hiç?
Din adamları, doğru-dürüst hareket etmediği zaman, "din adamlığı" adıyla gerçekleri saptırmaya en müsait araçlar konumuna düşerler.

Kur'an'ın, ehl-i kitabın bu grubu hakkında kaydettiği gerçeği, biz zamanımızda çok rahat olarak anlıyoruz. Onlar daha önceden belirlenmiş bazı hükümlere varmak için kitaplarının metinlerini, çarpıtarak yorumluyor, istedikleri tarafa çekiyorlar, kitabın metinlerinin bu anlamda olduğunu ve verdikleri bu hükmün gerçeğin somut ifadesi olduğunu iddia ediyorlardı. Halbuki önceden belirlenen bu hükümler, temelinde bu dinin gerçeği ile çelişiyordu. Bu işi yapanlar; pasif durumdaki halkın çoğunun dinin gerçeği ve bu metinlerin gerçek anlamları ile metinleri kendilerine uyarladıkları uydurma hükümlerin arasını ayıramayacağı varsayımına dayanıyorlardı. Göstermelik olarak "din" kılıfına büründürülmüş bazı din adamlarında bu örneği bugün çok rahat anlayabiliyoruz. Bunlar, dini meslek edinenlerdir; dini her türlü isteğin hizmetine verenlerdir. Onlar bir menfaat elde edeceklerini sezdiklerinde, bu dünyanın mallarından birinin onlara hediye edileceğini fark ettiklerinde, nassları alırlar, arzu edilen şekilde kullanırlar! Bu metinleri alırlar, götürürler beşeri arzuların peşinde kullanmaya başlarlar. Bu nassların konusunu belirlenmiş arzulara uygun düşürmek için eğip bükerler. Bu din ve dinin temel gerekleriyle çelişen yönelişler ile dini bağdaştırmak için sözlerin yerlerini değiştirirler. Söz benzerliği bile olsa Kur'an ayetlerinden birinin anlamı ile, yaltaklık yapmayı görev bildikleri kişilerin arzu ve istekleri arasında bir benzerlik bulma çabasına düşerler! Bu çalışmada habire didinir, var güçleriyle çalı şırlar: "Onun Allah katından olduğunu söylerler. Halbuki o, Allah katından değildir.

Bile bile Allah adına yalan söylerler". Aynen Kur'an'ın sözünü ettiği ehl-i kitap grubunun yaptığı gibi. Bu, yalnız ehl-i kitaba özgü bir felaket değildir.

Din mensupları arasında Allah'ın dininin ucuzladığı, bu dünyanın mallarından birinin pahasına bile değmez konuma düştüğü her çeşit arzu ve isteğe rahatlıkla boyun eğer hale geldiği, her ümmetin başındaki felakettir bu! Bağlılığın bozulduğu, gönüllerin Allah adına bile yalan uydurmaktan çekinmediği, Allah'ın kullarına yaltaklık için O'nun sözlerini saptırmaktan çekinmeyen, Allah'ın dinine aykırı olan saptırılmış arzularının peşinde koşan her ümmetin durumu budur. Sanki yüce Allah bu açıklama ile müslüman cemaati o bulaşıcı hastalıktan sakındırmaktadır. Çünkü yahudilerden liderlik emanetinin alınmasına bu olumsuz tutumlar; neden olmuş bulunmaktadır.

Ayetlerden anlaşıldığına göre İsrailoğulları'nın bu kesimi Allah'ın kitabında mecazî anlamlar ifade eden cümleler arıyorlardı. onlarla ağızlarını eğip büküyor, onları başka anlamlara çekiyor, metinlerden, eğip-bükmekle ve saptırmakla dahi çıkmayacak anlamlar çıkarmaya çalışıyorlardı. Böylece uydurdukları şeyleri kitlelere, "Allah'ın kitabından gerçekler" diye yutturuyorlar ve "Bunlar Allah'ın dedikleridir" demeye kalkışıyorlardı. Halbuki Allah onları söylemiş değildi. Onlar bununla İsa'nın (selâm üzerine olsun) ve onunla beraber "Kutsal Ruh"un uluhiyetini ispatlamayı amaç ediniyorlardı. Çünkü onlar Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsüne inanıyorlar, bunların üçünü bir varlığa, yani tek Allah'a indirgiyorlardı. -Allah onların bu anlayışlarından uzaktır: İsa'dan da bu iddialarını destekleyen birtakım sözler rivayet ediyorlardı. Allah onların bu saptırmalarını ve başka şekilde yorumlamalarını reddetti. Allah'ın peygamberlik için seçtiği ve onu bu büyük görevle yükümlü kıldığı bir peygamberin insanlara kendisini ve melekleri ilah edinmelerini emretmeyeceğini, bunun imkânsız olduğunu belirtti:

"Hiçbir insana yakışmaz ki, kendisine kitap, yetki ve peygamberlik verildikten sonra insanlara dönsün de `Allah'ı bırakarak bana kul olunuz' desin; tersine ona yakışan söz; `okuyup öğrendiğiniz bu kitap gereğince Allah'a kul olmayı benimseyiniz' demektir."

"O'nun size melekleri ve peygamberleri ilah edinmenizi emretmesi de düşünülemez. O size müslüman olduktan sonra kâfir olmayı emreder mi hiç?"

Peygamber, kendisinin kul olduğunu, kulların da kullukları ve ibadetleriyle yöneldiği biricik ilâhın Allah olduğunu kesin olarak biliyordu; insanlardan kulluğu gerektiren ilâhlık sıfatın ı kendisine ya tırmalarını istemeyi mümkün değildi. Hiçbir peygamberin insanlara "Allah'ı bırakarak bana kul olun" demesi söz konusu olamaz. Peygamberin onlara çağrısı "Allah'a kul olmayı benimseyin" şeklindedir. Allah'ın kulları ve köleleri olarak Allah'a bağlanın, ibadet ile yalnız ona yönelin. Hayat sisteminizi yalnız O'ndan alın. Böylece tertemiz ve Rabbanîler olarak O'na yönelin. Kitabı bilmenizin ve onu tetkik etmenizin hükmü ile Rabbaniler olunuz. Çünkü kitabı bilmenin ve onu tetkik etmenin gereği budur.

Peygamber, insanlardan, melekleri ve peygamberleri ilâh edinmelerini asla istemez. Peygamberleri onlara, Allah'a teslim olduktan ve O'nun ilâhlığına bağlandıktan sonra inkâr etmelerini emretmez. Zira O, insanları saptırmak için değil Allah yoluna iletmek için gelmiştir. Onları kâfir yapmak için değil, İslâm'a iletmek için gönderilmiştir.

Buradan da anlaşılıyor ki, bu kesimin İsa'ya (selâm üzerine olsun) izafe ettiği iddianın imkânsız olduğu ortaya çıktığı gibi "Bu Allah katındandır" şeklindeki iddiaların da Allah adına uydurulan bir yalan olduğu anlaşılıyor. -Aynı zamanda bu kesimin müslümanların safında şüphe ve kuşku yaymak amacıyla tekrar ettikleri bütün çabalar boşa çıkıyor. Zira Kur'an, onları müslüman cemaatin duyacağı, göreceği biçimde bütün çıplak yönleri ile ortaya koyuyor. Ehl-i kitabın bu kesimi gibi bir de müslüman olduklarını iddia eden bir grup vardır. Bunlar, daha önce belirtildiği gibi, dini bildiklerini de iddia ediyorlar. Halbuki onlar, bugün bu Kur'an ayetlerinin kendilerine cevap olarak yöneltilmesi gerekenlerin başında gelirler. Onlar değişik şekillerde Allah dışında başka ilâhlar icat etmek için Kur'an ayetlerini eğip-büküyorlar.

Bu uydurma anlayışlarına yamamak için Kur'an ayetlerini didik didik ediyorlar "O'nun Allah katından olduğunu söylüyorlar. Halbuki bu Allah katından değildir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar."

PEYGAMBERLER ORDUSU

Sonra, peygamberler ve peygamberlik kafilesi arasındaki gerçek ilişkinin Allah'a verilen söz ve yemin ile gerçekleşmesinden söz ediliyor. Böylece Risalet kafilesinin son halkasına uymayanların sapıklığı ile Allah'a verilen söze ve mutlak olarak evrenin, yasası dışına çıkmış olacakları ilkesine dikkat çekiliyor.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
81- Hani Allah, peygamberlerden `Bakınız, size kitap ve hikmet verdim, ilerde yanınızdaki kitabı onaylayan bir peygamber gelince ona kesinlikle inanacak, kendisini destekleyeceksiniz' diye söz aldı; `Bu direktifimi kabul ettiniz, omuzlarınıza yüklediğim bu görevi üstlendiniz mi?' dedi. `Kabul ettik' dediler, Allah da `Birbirinize şahid olunuz, ben de sizinle birlikte şahidlerdenim' dedi.

82- O halde bundan sonra kim sözünden dönerse onlar fasıkların ta kendileridir.

83- Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir.
Yüce Allah bizzat kendisinin ve peygamberlerinin şahitlik ettiği dehşet verici sağlam bir söz almıştı. Her peygamberden alınmış bir sözdü bu. Buna göre bir peygambere her ne zaman bir kitap, bir hikmet verilirse, kendisinden sonra gelen ve elindekini doğrulayan bir peygamber geldiğinde ona iman etmeli, desteklemeli ve onun dinine uymalıdır. Allah bu ilkeyi, kendisi ile her peygamber arasında gerçekleşen bir sözleşme kılmıştır.

Kur'an'ın ifadesi birbirini izleyen peygamberler arasındaki zaman dilimlerini katlamakta ve hepsini bir sahnede bir araya getirmektedir. Yüce Allah onlara hep bir arada hitap etmektedir: "Bu direktifini kabul ediyor ve omuzlarınıza yüklediğim önemli görevi üstleniyor musunuz?"

"De ki: `kabul ettiniz omuzlarınıza yüklediğim bu görevi üstlendiniz mi?

"Kabul ettik dediler" Yüce Allah bu sözleşmeye kendisi şahid olur ve onları da ona şahid tutar:

"De ki: `öyleyse birbirinize şahid olun, ben de sizinle beraber şahid olanlardanım".

Kur'ani ifadenin canlandırdığı bu dehşet verici güzel tablo karşısında gönüller ürperiyor ve olumlu cevap veriyor. Bu tabloda peygamberler yüce Yaratıcının huzurunda gösteriliyor:
Bu sahne ile aziz kafilenin dayanışma halinde birbirine bağlı, hep birlikte, teslimiyetle yüce direktiflerine bağlı olarak yürüdükleri ortaya çıkmaktadır. Bu kafile, yüce Allah'ın insan hayatının üzerine kurulmasını dilediği ondan sapmaması, parçalanmaması çelişmemesi ve çatışmamasını dilediği biricik gerçeği temsil etmektedir. Bu görevi ancak Allah'ın kullarından seçkin biri üstlenir. Görevi bitince kendisinden sonra seçilene devreder. Görevi bitince ardından gelen kardeşine kendisi de uyar peygamberin kendinden olan bir girişimi yoktur. Onun bu görevde bireysel bir maksadı, bir şöhreti yoktur. O ancak seçilmiş bir kuldur. İlahi emirleri insanlara ulaştırmakla yükümlüdür. Bu çağrının insan nesilleri arasındaki proğramını yapan, el değiştiren, bu kafileyi dilediği gibi yönléndiren ve idare eden yüce Allah'tır.

Bu sözleşme ve bu düşünce ile Allah'ın dini, bireysel taassubtan, peygamberin şahsi tutkunluğundan, ırkını kayırma taassubundan, O'na uyanların kendi inançlarının taassubundan, kendi bireysel tutkularından, kavmî tutkularından kurtulur. Bu biricik dinde bütün işleri yalnız Allah'a havale edilir. Zaten bu aziz ve değişmez kafilenin sürekli izlediği yol da budur.

Bu gerçeğin ışığı altında, ehl-i kitaptan son peygambere (salât ve selâm üzerine olsun) iman etmekten, ona yardımcı olmaktan ve onu desteklemekten, eski dinlerine bağlılık -bu bağlılık dinlerinin gerçeğine bağlılık değildir. Çünkü dinlerinin gerçeği, O'na iman etmeye, O'na destek olmaya çağırıyor. Bu bağlılık kendi bireysel tutkunluklarını dini bağlılıklarının yerine koyup onlara yapışmakta gösterilen taassubtur- iddiasıyla geri duranların yanlış yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Zira onlara dinlerini ulaştıran peygamberler, hayranlık veren güzel bir tabloda onların ilâhlarına büyük ve ağır bir söz vermiştir. Bu gerçeğin ışığında ortaya çıkıyor ki, onlar peygamberlerin direktiflerinden ve Allah'ın onlarla birlikte olan sözünden dışarı çıkıyorlar. Son peygambere uymayan ehl-i kitap mensupları; aynı zamanda bütünü ile yaratıcısına teslim olan, O'nun emri ve dilemesiyle işlerini proğramlayan, Allah'ın yasasına boyun eğen bu evrenin nizamına da karşı çıkmış oluyorlar.

"O halde bundan sonra kim sözünden dönerse onlar fasıkların ta kendileridir".

"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."

Fasıklardan başkası son peygambere uymaktan geri durmaz. Anormallerden, sapıklardan başkası Allah'ın dinine sırt çevirmez. Bu koca kainatta Allah'ın yasasına her yönüyle bağlı olan, itaat ve teslimiyet gösteren kainatın ortasında sapıklardan ve itaatsizlik edenlerden başkası karşı koymaz.
Allah'ın dini birdir. Tüm peygamberler ona çağırmıştır. Bütün peygamberler bu din üzere antlaşmışlardır. Allah'ın sözü birdir. Her peygamberden o sözü almıştır. Yeni dine iman etmek, peygamberine uymak, onun yaşam yolunu her yaşam yoluna karşı desteklemek, bu sözleşmeye bağlılığın gereğidir. İslâm'a sırt çevirenler Allah'ın dininden bütünü ile sırt çevirmiş, Allah'a verilen söze ihanet etmiş olurlar.

Yeryüzünde Allah'ın sistemini yürürlüğe koyan, ona bağlılık gösterme ve ona tüm varlığını adama ile gerçekleşecek olan İslâm, evrenin değişmez yasasıdır. Bu kâinatta her canlının dini odur.

Bu, İslâm'ın ve teslimiyetin kapsamlı, engin bir tablosudur. İnsanların gönüllerine inen ve vicdanlarını etkisi altına alan evrensel bir tablodur bu. Bütün canlıları ve cansızları bir yasaya, bir kanuna, bir sonuca götüren üstün ve egemen bir yasanın tablosudur bu.

"Ve O'na döndürülürler."

En sonunda yüce tasarlayıcı, egemen ve hakim olan Allah'a dönüşten başka çıkar yolları yoktur.

İnsan kendi mutluluğunu, rahatını, gönül huzurunu, durumunun düzelmesini dilediğinde; kendi gönlünde, yaşam tarzında ve toplum hayatında Allah'ın yoluna dönüş yapmalıdır. Zira bunun dışında evrenin bütün düzeni ile uyum sağlayacak bir sistem yoktur. İnsan kendi başına bir yaşam tarzı düzenlediğinde Rabbinin düzenlediği evrenin sistemiyle uyuşmaz. Oysa insan evrende yaşayacak ve evrenin düzeniyle ilişki içinde olacaktır.

Düşüncesinde ve bilincinde, realitesinde ve ilişkilerinde, işinde ve çalışmasında insanın nizamı ile evrenin düzeni arasında bir uyum sağlandığında, ancak insanın gücü korkunç kainat güçleriyle çatışma yerine onlarla işbirliğini garanti eder. Bu kainat güçleriyle çatıştığında paramparça, darmadağın olur gider. Ya da herhalde Allah'ın kendisine bağışladığı oranda yeryüzünde hilafet görevini yerine getiremez. İlahi sisteme boyun eğdiğinde kendisine hükmettiği gibi kainatta bulunan bütün canlılara da egemen olan evrenin yasalarıyla uyum içine girer. Evrenin yasalarına karşı anlayışlı olduğundan onun sırlarını elde etme; onlara egemen olma; kendisine mutluluk rahat, huzur getirecek biçimde ondan yararlanma; korku, sarsılma ve yok olma endişesinden kurtulma imkânını elde eder. Evrenden yararlanma, kâinatın ateşiyle kendisini yakmak değil; ateşle pişirme, aydınlanma ve ısınmadır.

İnsanın fıtratı temelde evrenin yasasıyla uyum içindedir. Her nesnenin ve her canlının ilâhına teslim oluşu gibi o da teslim olmuştur. İnsan, yaşam düzeni ile bu değişmez yasanın dışına çıktığında yalnız evrenle çatışmakla kalmaz, her şeyden önce yapısında varolan fıtratı ile çatışır, güçsüz düşer, darmadağın olur, sarsılır, şaşkınlığa düşer ve böylece bugünkü yolunu şaşırmış, talihsiz insanlığın yaşadığı gibi onca bilimsel başarılara, maddî ve medeni bütün kolaylıklara rağmen, işkence içinde ve bunalımlar içinde yaşar .

Bugün insanlık acı bir boşluğun ızdırabını çekmektedir. Bu boşluk; ruhun fıtratının, yokluğuna katlanamayacağı gerçeklerden boş bırakılmasıdır. İman gerçeğinden, hayatının ilahi yoldan uzak kalma boşluğundan, kendi hareketi ile içinde yaşadığı evrenin hareketini koordineli hale getiren yoldan mahrum oluşudur.

İnsanlık, içinde yaşadığı susuz çöllerin kavurucu sıcaklığında, nemli serin gölgelerden uzak kalış boşluğunun ızdırabını çekmektedir. Doğru çizgiden, alışılmış, belirginleşmiş yoldan uzak kalışın içinde yüzdüğü ızdırab ve bataklığın boşluğundan!..

Bu nedenle insanlık; bedbahtlık, ızdırab, şaşkınlık ve sıkıntı içindedir. Mahrumiyet, açlık ve boşluğu somut olarak yaşamaktadır. Afyon, esrar ve uyuşturucularla, delicesine hız yarışıyla, ahmakça maceralarla, hareketlerde, giyinişte ve yemede anormalliklerle kendi realitesinden kaçmak istemektedir. Maddi bolluk, bol üretim, kolay yaşam ve boş zaman onun bu boşluğunu dolduramamaktadır. Aksine Maddi bolluk, uygarlık alanındaki kuşatıcı gelişmeler, yaşam şartları ve vasıtalarının kolaylaşmasında görülen artış kadar insanlığın şaşkınlığı, sıkıntıları ve boşlukları da artmaktadır.

Bu korkunç boşluk dehşet verici bir hayalet gibi insanlığı kovalamaktadır. O kovalamakta, insanlık ise kaçmaktadır. Yalnız bu kaçış da aynı şekilde insanlığı korkunç boşluğa salıvermektedir!

Dünyanın zengin ve servet sahibi ülkelerini gezenlerin hepsi bu insanların boşluğa koşuşan topluluklar olduğunu ilk bakışta görecektir. Kendilerini kovalayan hayaletlerden kaçan! Kendi kendilerinden kaçan ve bataklıkta debelenme derecesine varan bir kaçış somut nimetler ve maddi bolluk, kısa zamanda sinirsel ve psikolojik hastalıklara, anormalliklere, sıkıntılara, hastalıklara, streslere, uyuşturucu ve sarhoşluk verici maddelerin tüketimine, cinayetlere zemin hazırlamaktadır. Artık, hayatın hiç de güzel bir yanı kalmamıştır!

Bu insanlar bir türlü kendi kendilerini bulamıyorlar. Çünkü varlıklarının gerçek amacına varabilmiş değiller. Onlar mutluluklarını bulamıyor; çünkü kendilerinin hareketi ile evrenin hareketi, kendi düzenleri ile varlık yasası arasında bir ahenk oluşturacak Allah'ın sistemini bulamıyorlar. Onlar huzuru bulamıyorlar; çünkü kendisine dönecekleri Allah'ı bilmiyorlar.

İLÂN EDİLEN GERÇEK

Coğrafi ve tarihi olarak değil, gerçek anlamda müslüman ümmet, Allah ile Peygamberleri arasında geçen bu muahedenin önemlerini, Allah'ın biricik dini ve sisteminin gerçekliğini, bu sistemi bizzat yaşayıp onu tebliğ eden aziz, değerli kafilenin gerçekliğini kavrayacak tek ümmettir. Yüce Allah peygamberlerine (salât ve selâm üzerine olsun) bu gerçeğin hepsini açıklamasını, ümmetinin bütün peygamberlere iman ettiğini, bütün elçilere saygı duyduğunu, Allah'ın tek din olarak bu dini kabul ettiğini ve bu ilahi dinin karekterini tanıdığını ilan etmesini emretmiştir:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
84- De ki; Allah `a, bize indirilen kitaba; İbrahim é, İsmail`e, İshak`a, Yakub'a ve torunlarına indirilen ilahi mesajlara; Musa`ya, İsa'ya ne diğer peygamberlere Rabbleri tarafından verilenlere inandık; onlar arasında ayırım yapmayız, biz O'na teslim olmuşuz, :

85- Kim İslâm ilan başka bir din ararsa, o din ondan kabul edilme;, veahirette hüsrana uğrayanlardan olur.
İşte kendisinden önceki tüm peygamberlik misyonunu kapsaması, genişliği ve bütün peygamberlere dostluğu, Allah'ın bütün dinlerindeki Tevhidi, tüm çağrıları ve bütün peygamberlikleri, tek olan kaynağına indirgeyen ve Allah'ın kulları için dilediği şekliyle hepsine iman etmeyi gerektiren İslâm budur.
Burada Kur'an'ın söz konusu birinci ayetinde geçen bir noktaya dikkat çekmek yerinde olur: Allah'a iman, müslümanlara indirilene -Kur'an'a- iman, ve daha önce diğer peygamberlere indirilene imandan söz edilmiş ve bu imandan sonra şöyle demiştir:

"Biz O'na teslim olmuşuz."

İslâm'ın, teslimiyet; boyun eğiş, itaat, emre, düzene, sisteme, ilkeye bağlılık olduğu daha önceki ayetle belirtildikten sonra:

"Yoksa onlar Allah'ın dininden başka bir din mi arıyorlar. Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister-istemez O'na teslim olmuşlardır ve O'nun huzuruna döndürüleceklerdir."

İslâm'ın bu şekilde belirtilmesi ayrı bir anlam taşımaktadır. Açıktır ki, evrensel olan İslâm'ı; emre boyun eğiş, düzene uyma ve yasaya itaattir. Buradan da yüce Allah'ın yardımı her fırsatta İslâm'ın anlamını ve gerçeğini belirtmesiyle ortaya çıkmaktadır. Taki böylece hiç kimse İslâm'ı, dille söylenen bir söz, pratik etkileriyle Allah'ın yoluna teslimiyet ve hayat realitesinde bu yolu gerçekleştirme eylemleri anlamına gelmeyen ve sadece kalpte yer etmiş bir tasdikten ibaret sanmasın.

Bu,gerçekten önemli bir uyarıdır. İnce, sağlam ve kapsamlı açıklamaya geçmeden önce ona yer vermektedir:

"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa o din ondan kabul edilmez ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur."

Bubirbirini izleyen ayetler varken İslâm'ın gerçeğini saptırmaya yol yoktur. Ayetleri eğip-bükerek ve onları anlamlarından saptırarak İslâm, Allah'ın tanımladığı şekilden başka bir tarzda tanıtılamaz. Bu, bütün evrenin boyun eğdiği İslâm'dır. Evren, Allah'ın belirlediği ve idare ettiği nizama boyun eğerek bu İslâm'a uymaktadır.

Öyleyse anlamını ve gereğini yerine getirmeden "Allah'tan başka ilah yoktur" şehadetine uymadan, kelime-i şehadeti söylemek asla İslâm olmayacaktır. Şehadetin anlamı ve gerçeği, ilahlığı ve hakimiyeti, "Bir"e indirgemek, kulluk ve yönelişte birliği sağlamaktır. "Muhammed, Allah'ın Elçisidir"şehadetinin anlamı ve gereği olmadan da İslâm olmaz. Bu şıkkın manası ve hakikati O'nun, ilahından hayat için getirdiği sisteme bağlılık, Allah'ın gönderdiği yasaya uymak, kullara getirdiği kitabı hakem kabul etmektir.

Öyleyse, ilahlık, gayb, kıyamet, Allah'ın kitapları ve peygamberlerinin gerçek olduğunu kalp ile tasdik etmenin yanında bu tasdiği kapsamlı uygulaması ve daha önce belirttiğimiz realiteye dayalı hakikat olmadan İslâm'dan söz edilemez.

Dini motifler, şekli ibadetler veya dualar ya da zikirler yahut ahlâki bir eğitim veya bir yol gösterme İslâm olmayacaktır. Bunlarla beraber pratik etkileri Allah'a bağlı bir hayat sisteminde somut olarak görülmelidir; ibadetler, dini motifler, dualar ve zikirlerle kalpler O'na yönelmelidir. Kalpler O'nun korkusundan titremeli, uslanıp-doğru yola girmelidir. Bütün bu etkinlikler insanların tertemiz, apaydınlık çerçevesinde yaşadığı sosyal bir düzende pratik olarak aktarılmadığından hepsi etkisiz kalır. İnsan hayatında hiçbir fonksiyonu kalmaz.

İşte Allah'ın istediği şekliyle İslâm budur. Herhangi bir nesil tarafından beşeri arzuların doğrultusunda şekillendirilen "İslâm"a itibar edilmez! İslâm'ın açıklarını kollayan İslâm düşmanları ve onların ajanlarının arzularına göre biçimlenen din, gerçek İslam'dan uzaktır.

İslâm'ın gerçek mahiyetini tanıdıktan sonra Allah'ın dilediği şekliyle İslâm'ı kabul etmeyenler ve içtenlikle onu benimsemeyenler, ahirette hüsrana uğrayanlardır. Yüce Allah onlara hidayet vermeyecek ve onların cezasını bağışlamayacaktır:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
AYET-İ KERiME
AYET-İ KERiME
86- Peygamberin haklı olduğunu gördükleri, kendilerine açık belgeler geldiği halde iman ettikten sonra kafir olanları Allah doğru yola nasıl iletir? Allah zalimleri doğru yola iletmez.

87- Böylelerinin cezası; Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lanetine uğramalarıdır.

88- Onların bu cezaları süreklidir. Ne azapları hafifletilir ve ne de yüzlerine bakılır.
Bu, korkunç bir uyarıdır; içinde zerre kadar iman taşıyan, işin hem dünyada hem de ahiretteki önemini kavrayan her kalbi titretir. Bu, kendisine kurtuluş imkanı tanındığı halde ondan bu şekilde yüz çevirenlere gerçekten uygun bir cezadır. Fakat İslâm, bununla beraber tevbe kapılarını açık bırakıp, tevbe etmek isteyen sapıkların yüzüne bu kapıyı kapamıyor. Gelip bu kapıyı çalmasından başka bir yükümlülük de getirmiyor. Kişi O'na doğru yönelip yaklaşmaya çalıştığında, önünde hiçbir engel bulunmadığını görecektir. Yeter ki güven veren sığınağa gelsin ve güzel işler yapmaya koyulsun. Ve böylece, tevbenin, gerçekten pişmanlık duyan bir gönülden kaynaklandığını göstersin:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
AYET-İ KERiME
AYET-İ KERiME
89- Ancak bu sapıtmanın ardından tevbe ederek durumlarını düzeltenler hariç. Çünkü Allah affedici ve merhametlidir.
Tevbe etmeyenler ve O'na samimi olarak sarılmayanlar, küfürde ısrar edenler ve küfürlerini arttıranlar, bu küfürde eldeki fırsatı kaçırıncaya, imtihan süresi bitinceye ve değerlendirme dönemi gelinceye kadar direnenler, evet bütün bunların ne tevbeleri ne de kurtuluşları söz konusudur. Allah ile ilişkileri kopuk olduğu sürece, hayır ve iyilik olarak kabul ettikleri dünya dolusu altın dağıtsalar bile kendilerine bir yararı olmayacaktır. Tabiatıyla onların bu iyiliklerinin Allah ile ilişkisi yoktur ve bunlar yalnız O'nun adına verilmiş olmayacaktır. Dünya dolusu altın dağıtsalar bile kıyamet gününün cezasından kurtulma imkanları kalmamıştır. Fırsat kaçırılmış, kapılar kapanmıştır.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
AYET-İ KERiME
AYET-İ KERiME
90- Küfredip kâfir olarak ölenlere gelince, bunların hiç birinden yeryüzü dolusu kadar altını fidye olarak verse bile kabul edilmez. Onları acıklı bir azap beklemektedir, hiçbir yardımcı bulamazlar.

91- İman ettikten sonra kâfir olanlar sonra da kâfirliklerini koyulaştıranlar; bunların tevbeleri kesinlikle kabul edilmez, bunlar sapıkların ta kendileridir.
İşte ayeti kerime bu korku ve dehşet verici anlatımla meseleye kesin hükmünü koymaktadır. Mesele öyle açık bir biçimde pekiştiriliyor ki, şüphe yaymaya çalışanın çabasına hiçbir açık kapı yoktur artık.

Allah rızası için ve Allah yolunda olmayan infak ve fidyenin yararının olmadığı bir günde fidye vermeye kalkmaktan söz edilirken Allah rızası için yapılan infak ve sadakalara da değiniliyor:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
92- Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyilik mertebesine eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, hiç şüphesiz Allah onu bilir.
Bu ayetle muhatap olan o zamanki müslümanlar bu ilahi direktifin anlamım gerçekten kavradılar. Sevdiklerinden fedakârlık ederek, mallarının en değerli olanlarını Allah yolunda dağıtarak iyiliğe ulaşma çabasına girdiler. Zira iyilik bütün güzel şeylerin bütünüdür. Daha büyük ve daha üstünlerini elde etmek umuduyla cömertlik örnekleri verdiler:

İmam-ı Ahmed bin Hanbel rivayet ediyor. Abdullah b. Ebu Talha'nın oğlu Ebu İshak'tan, O da Enes b. Malik'ten işittiğini kaydeder. Enes der ki: "Ebu Talha Medine'li müslümanların en zenginiydi. En çok sevdiği malı da Beyraha bahçesi idi. Bu bahçe Mescidi Nebevi'nin karşısındaydı. Hz. Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) oraya girer, orada bulunan tatlı bir kaynaktan içerdi. Enes der ki: `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' ayeti inince, Ebu Talha dedi ki: "Allah `Sevdiğinizden dağıtmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız' buyuruyor. Benim en sevdiğim malım ise Beyraha bahçesidir. Onu Allah yoluna bağışlıyorum. Onun iyiliğini umuyor ve yüce Allah katında bana azık almasını ümit ediyorum; Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın sana gösterdiği şekilde onu kullan." Peygamber (salât ve selâm üzerine olsun) `Çok güzel! Çok güzel! Bu kârlı, verimli bir arazi bu kârlı bir arazi... Ben işittim... Ben, onu, akrabalarına dağıtmanı uygun görüyorum' buyurdu Ebu Talha da; `Öyle yaparım ey Allah'ın Elçisi!' dedi ve onu akrabaları ile amca oğulları arasında paylaştırdı." (Buhari, Zekat, 44; Müslim, Zekat, ı4; (Bkz. Nevevi, Şerhu Müslim, VII, 84-86))

Buhari ve Müslim'de; Hz. Ömer'in şöyle dediği kaydediliyor: "Ey Allah'ın Resulü, Hayber'de payıma düşen arazi kadar benim yanımda değerli hiçbir malım olmadı. Onu ne yapmamı önerirsin?" dedim. Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) "Aslını bırak, ürününü Allah yolunda vakfet." buyurdu.

Sahabilerin çoğu bu şekilde davrandı. Kendilerini İslâm'a kavuşturduğu günde iyiliğin tümüne kavuşturan Rablerinin direktiflerine sarıldılar. Bu yönelişleri onları malın köleliğinden, nefsin cimriliğinden ve egoistlik sevdasından özgürlüğe kavuşturdu. Bu aydınlık ufuklara özgürce, serbestçe ve rahatça yükseliverdiler.

DÖRDÜNCÜ CÜZ

Bucüz Al-i İmran suresinin geri kalan bölümü ile Nisa suresinin başından 23. ayeti kerimesine kadar olan kısmı kapsamaktadır.

Al-i İmran suresinin bu son kısmı ise, surenin 3. cüzünün başlangıcında değindiğimiz gibi surenin seyir çizgisini tamamlayan dört temel bölümden oluşmaktadır. Ancak, burada tekrarlamaya gerek olmadığından, bilgi edinmek için oraya müracaat edilebilir.

Birinci bölüm, Hicri ikinci yılın Ramazan ayında meydana gelen Bedir savaşı sonrasından Hicri üçüncü yılın Şevval ayında meydana gelen Uhud savaşı sonrasına kadarki dönemde (ki bize göre sure, bu dönemde müslüman kitlenin hayatında meydana gelen olayları kapsamaktadır) Medine'de müslüman cemaat ile ehl-i kitap arasında cereyan eden ve bütün surede yeri geldikçe değinilen, aynı zamanda "İmanî düşünce", "Din", "İslâm" ve "İslâm'ın ve daha önce gelen risaletlerin getirdiği Allah'ın metodunun" hakikatinin ortaya çıkmasını sağlayan sözlü çatışmanın bir yönünü dile getirmektedir. Aynı zamanda bu çatışma, Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) ile beraberindekilere karşı mücadele eden ehl-i kitabın mahiyeti, Allah'ın dininden uzaklaşmalarının, süreci, müslüman cemaate karşı besledikleri duyguları ve bu duyguların ardındaki gizli emellerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

İkinci bölüm de surede önemli bir yer tutmaktadır. Burada yalnızca söz, hile ve tedbirle değil, aynı zamanda kılıç, mızrak ve okla yapılan başka bir çatışmadan söz edilmektedir. Uhud savaşından sonra nazil olan bu ayetler; savaşı, savaşta meydana gelen olayları ve savaşın sonuçlarını Kur'an'ın o eşsiz üslûbuyla anlatmaktadır.

Ayrıca bu bölümde, çatışma ve çatışma sonrasında ortaya çıkan düşünce hataları ile davranışlardaki bozukluklar ve saflardaki çözülmeler ışığında müslüman cemaatin eğitilmesi yönüne gidilmekte ve çeşitli yönlerden imani düşüncenin netleşmesine çalışılmaktadır. Bu durum, müslüman cemaatin yoluna devam etmesine, sorumluluklarını taşımasına, Allah'ın kendisine layık gördüğü o yüce seviyeye çıkmaya uğraşmasına ve kendisini bu üstün görev için seçer Allah'ın nimetine karşı şükrünü ifa etmesine bir fırsat olarak değerlendirilmektedir.


Üçüncü bölümde ehl-i kitaba yeniden dönülmekte ve Medine'ye ilk geldiği zaman Peygamber efendimiz ile yapmış oldukları antlaşmayı bozmaları hatırlatılarak, Peygamberlerine karşı işledikleri kötülükler ve düşüncelerinin bozukluğu da anlatılmaktadır. Daha sonra müslüman cemaate dönülür ve onlara uymamaları konusunda, mümin kalplerde, cana ve mala isabet eden belâlar hatırlatılıp, ehl-i kitap ve müşriklerin eziyetleri karşısında sebat etmeleri ve ne olursa olsun düşmanlarının yaptıklarını hakir görmeleri konusunda uyarılmaktadır.

Son bölümde müminlerin Rabbleriyle olan durumları canlandırılmaktadır. Müminlerin, kâinattaki Allah'ın ayetleriyle yüz yüze geldiklerinde kalplerinde imanın canlanışını, kâinatın ve kendilerinin Rabbine dua, huşu ve korkuyla yönelişlerini, buna karşılık Rabblerinin mağfiret ve güzel bir sevapla onlara icabet etmesi dile getirilmektedir. Bu arada, kafirlerin yaptığı şeylerin basitliği ve bu dünyada kazandıkları şeylerin değersizliği anlatılarak sonuçta varacakları yerin Cehennem olduğu ve onun, en kötü dönüş yeri olduğu anlatılmaktadır.

Sure, yüce Allah'ın, müminleri kurtuluşa erebilmeleri için sabretmeye, sabır tavsiye etmeye, bağlılığa ve takvaya sarılmaya davet eden bir çağrıyla son buluyor.

Birbirini takip eden bu dört bölüm, üçüncü cüzde bir kısmını arz ettiğimiz surenin, geri kalan kısmını oluşturmaktadır ve orada da değindiğimiz gibi surenin ana gayesine uygunluk arzetmektedir. Surenin akışı içinde yeri geldikçe konuya tekrar dönülecektir.

Bu cüzün ikinci yarısını oluşturan Nisa suresinin başında da yeri gelince inşaallah o konuya değineceğiz. Başarı Allah'tandır.

SAVAŞTAKİ DERS

Bu konuda ehl-i kitap ile olan söz ve tartışma savaşı doruğa çıkmakta. Bu ayetler, rivayetlerde geçtiği gibi Necran topluluğu ile cereyan eden tartışma ile alakalı olarak nazil olmadığı halde surenin akışı içinde o kısımdan sonra gelerek aynı konuyu tamamlamaktadır. Her ne kadar bu bölümde geçen ayetler özellikle yahudilerden ve onların Medine'deki müslüman cemaat hakkındaki tuzak ve desiselerinden söz etse de konuları ve ayetlerinin aynı keskinlik ve aynı netlikle son bulmaları açısından birbirine benzemektedir. Bu konulara kısaca değindikten sonra surenin akışı müslüman cemaate yönelerek, Bakara suresinde İsrailoğulları'ndan sonra sözü müslümanlara getirdiği gibi burada da yalnızca onlara hitap edip kendi hakikatlerini, hareket metodlarım ve yükümlülüklerini açıklamakta. Bu yönüyle Bakara suresiyle Al-i İmran suresi birbirine benzemektedir.

Bu bölüm, Tevrat indirilmeden önce İsrailoğulları'nın kendi nefsine bazı şeyleri haram kılması dışında bütün yiyeceklerin İsrailoğulları'na helal olduğu gerçeğini, Kur'an'ın yahudilere haram kılınan bazı şeyleri helal kılmasına itiraz edenlere cevap olarak veriyor. Üstelik bu haramlar, sadece kendilerini bağladığı gibi bazı ilahi emirlere muhalefetlerinin cezası olarak varit olmuştur. Sonra, ayet-i kerimeler sözü, daha önce Bakara suresinde geniş bir yer tutan kıblenin değiştirilmesi konusuna yaptıkları itiraza getiriyor. Onlara, Kâbe'nin İbrahim'in (selâm üzerine olsun) evi ve yeryüzünde insanların ibadet etmesi için kurulan ilk ev olduğunu açıklayarak İbrahim'in varisleri olduklarını iddia edenlerin buna itiraz etmelerini, garib bir durum olarak nitelendiriyor.

Bu açıklamalardan sonra, ehl-i kitabın Allah'ın ayetlerini inkâr edip, O'nun yoluna gidenleri engellemeleri, doğruluktan sapmaları ve hakkı bildikleri halde eğriliğe meyledip onu hayata egemen kılmaya çalışmaları anlatıyor.

Ayetler bir anda ehl-i kitabı bırakıp müslüman cemaate yönelerek, onları ehl-i kitaba uymama konusunda uyarıyor. Devamla ehl-i kitaba tabi olmanın küfür olduğunu açıklayarak, Allah'ın kitabı kendilerine okunduğu ve kendilerini takvaya ve ölüm gelip Allah'a kavuşuncaya kadar İslâm'a sarılmaya çağıran Resulullah aralarında bulunduğu halde küfre meyletmenin müslümanlara yakışmayacağı bildiriliyor. Bu arada onlara, kalplerini uzlaştırmak, daha önce düşman gruplar oldukları halde İslâm sancağı altında bir safta birleştirmek ve ateşten bir uçurumun kenarında bulundukları gün İslâm ile kendilerini kurtarmak şeklindeki Allah'ın nimeti hatırlatılıyor. İyiliği emreden, kötülüğü nehyeden bir ümmet olmalarını ve Allah'ın nizamını gerçekleştirmeye özen göstermeleri emredilerek ehl-i kitabın desiselerine kulak vermemeleri konusunda uyarılıyorlar... Aksi takdirde, ehl-i kitab gibi ayrılığa düşüp dünya ve ahirette helak olacakları belirtiliyor. Rivayetlere göre, bu uyarı, Evs ve Hazreç arasında yahudilerin çıkardığı bir fitne üzerinde yapılmıştır.

Daha sonra yüce Allah, müslümanlara, yeryüzündeki konumlarının ve insan hayatındaki rollerinin hakikatini öğretiyor. "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız." Bununla da, müslümanların üstlendiği rolün asaletine ve topluluklarının yüceliğine işaret ediliyor. Bunun arkasından düşmanlarının durumu küçümsenerek dinleri konusunda hiçbir zararlarının söz konusu olamayacağı, kendilerine tam anlamıyla galip olamayacakları, ancak cihad ve savaş esnasında bazı eziyetlerde bulunabilecekleri, sonuçta ise zaferin metodlarına tabi oldukları sürece kendilerinin olacağı bildiriliyor. Yüce Allah, ehl-i kitaptan olan bu düşmanlarının, bazı günah ve kötülükleri işlemeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri nedeniyle üzerlerine zillet ve miskinlik damgasını vurmuştur. Bununla beraber, hakka yönelip iman eden, iyiliği emretmek ve kötülükten nehyetmek suretiyle müslümanların metoduna uygun davranan bir grup yukardaki hükmün dışında tutuluyor: "İşte onlar salihlerdendirler". Ayeti kerime İslâm'a yönelmeyen kafirlerin küfürlerinden dolayı sorgulanacaklarını, infak ettikleri mallarının ve çocuklarının kendilerine fayda sağlayamayacağını ve sonuçta da helâk olacaklarını belirtiyor.

Konu, kendilerine kin besleyen, öfkesi ağızlarından taşan, göğüslerinde gizledikleri kinleri daha büyük olan, müminlere duydukları öfkeden parmaklarını ısıran, müminlere bir kötülük isabet etmesiyle sevinen ve bir iyiliğin dokunmasıyla üzülen kimseler gibi, kendilerinden olmayanları dost edinmemeleri konusunda müslümanlara yönelik bir uyarıyla son buluyor.

Burada yüce Allah, sabredip sakındıkları sürece kendilerini düşmanlarının hilesinden koruyup destekleyeceğini vaad ediyor: "Şüphesiz Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır". Buuzun ve çeşitli ilhamları ihsan ettiren yöneliş, o günkü müslüman cemaatin saflarında ehl-i kitabın yaptığı hile ve desiselere ve bu desiselerin meydanâ getirdiği karışıklıklar sonucunda müslümanların çektiği sıkıntılara işaret ettiği gibi, müslüman cemaatin kendilerini cahiliyyeye ve cahiliyye dostlarına bağlayan bütün ilgilerden kesinlikle uzaklaşmasını ve tamamen soyutlanması için böylesine kuvvetli yönelişlere muhtaç olduğuna da işaret etmektedir.

Bu yöneliş, İslâm ümmetinden gelen her nesilde fonksiyonunu icra etmiştir ve bundan sonra da taklitçi İslâm düşmanlarına uymamaları konusunda uyarıya muhtaç olacak herkes için bu fonksiyonunu yerine getirecektir. Çünkü onlar yine onlardır; yöntemleri değişse de İslâm'a düşmanlıkları hep aynı kalacaktır.
 
Son düzenleme:

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
93- İsrail'in (Yakub'un), Tevrat'ın indirilişinden önce kendine yasakladıkları dışında kalan tüm yiyecekler İsrailoğulları'na helâl idi. De ki; `Eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip okuyunuz.'

94- Kim bundan sonra Allah adına yalan uydurursa, bunlar zalimlerin ta kendileridirler.
Yahudiler, Hazreti Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) Risaletinin sıhhatine kusur bulmaya yol bulmak, fikirleri karıştırıp akılları ve kalpleri sarsmak için her delili, her şüpheyi ve her hileyi kullanmak istiyorlardı. Bu nedenledir ki, Kur'an'ın Tevrat'ta bulunanları tastik ettiğini görünce şöyle demeye başladılar: "O halde İsrailoğulları'na haram kılınan şeyleri (rivayetlere göre İsrailoğulları'na haram olan bizzat deve etini ve sütünü zikretmişlerdir.) Kur'an nasıl helâl kılıyor?" Bilindiği gibi İsrailoğulları'na haram olan birçok şeyi yüce Allah müslümanlara helâl kılmıştır.

Burada Kur'an-ı Kerim, yahudilerin, Kur'an'ın Tevrat'ı tastik ettiğini ve İsrailoğulları'na haram kılınan bazı şeylerin müslümanlara helâl kılındığını şüpheyle karşılamalarına, "İsrail'in (Yakub'un), Tevrat'ın indirilişinden önce kendine yasakladığı dışında kalan bütün yiyecekler İsrailoğulları'na helal" olduğuna dair tarihi gerçekle cevap veriyor. Bilindiği gibi İsrail, Yakub'dur (selâm üzerine olsun). Rivayetlere göre şiddetli bir hastalığa yakalanması üzerine, şayet iyileşirse Allah'a, en çok sevdiğim deve etini ve sütünü yemeyeceğime dair gönüllü olarak adakta bulunur; bunun üzerine Allah da, adağını kabul eder. İsrailoğulları'nın geleneği de babalarının kendine haram kıldığını tamamen haram saymak şeklinde sürüp gelmiştir. Bunun yanında, işledikleri bazı suçlara ceza olarak, yüce Allah başka şeyleri de İsrailoğulları'na haram kılmıştır. Bu haramlara En'am suresindeki şu ayette işaret edilmiştir:
AYET-İ KERiME
"Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık; bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yahut kemiklerine yapışan yağlar müstesna. Bu haramı onların azgınlıklarına ceza olarak yaptık. Ve şüphesiz biz doğruyuz." (En'am suresi; 146)
Bundan önce bu yiyeceklerin hepsi İsrailoğulları'na helâldi. Yüce Allah, onlara, bütün bu yiyeceklerin aslında helâl olduğunu ve kendilerine özgü nedenlerle haram kılındığı gerçeğini ifade ediyor. Dolayısıyla bu maddelerin müslümanlara helâl kılınmasından yola çıkarak Kur'an'ın ve bu son İlahi Şeriatın sıhhatinden şüphelenmenin yersiz olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.

Ayeti kerime onları, Tevrat'a müracaat etmeye ve O'nu getirip okumaya davet ederek bu suretle haram kılmanın kendilerine has olup genel olmadığını göreceklerini bildiriyor:

"De ki; eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip okuyun."

Daha sonra ayeti kerime, Allah'a yalan yere iftirada bulunanı tehdit ederek, böyle yapanın, gerçeğe, nefsine ve insanlığa adil davranamayacağını belirtiyor. Zalimin cezası bellidir. Onları bekleyen azabın gerçekleşmesi için onların bu şekilde ayıplanmaları yeterlidir. Onları Allah'a yalan iftirada bulunuyorlar ve sonuçta da Allah'a döneceklerdir.

HACC ve KÂBE-İ MUAZZAMA

Daha önce Bakara suresinde, yeterince tartışılmış olan müslümanlara kıble tayin edilmesi ve Kâbe'ye yönelmenin asıl ve evlâ olduğu, Beytül Mukaddes'in bir dönem kıble edinilmesinin yüce Allah'ın beyan ettiği muayyen bir hikmete yönelik geçici bir durum olduğu açıklandığı halde yine de yahudiler bu konu etrafında polemik yapmaya devam ediyorlardı. Resulullah hicrî onaltıncı ve onyedinci aya kadar Beytül Mukaddes'e dönüp namaz kıldığı halde, kıblenin değiştirilip Kabe'ye dönerek namaz kılmasını konuşup duruyorlardı. Evet bütün bu açıklamalara rağmen yahudiler halâ, günümüzde de bu dinin düşmanlarının, dinin bütün konularında yaptıkları gibi bu açık ve seçik hakikati şüphe ve kargaşa ile bulandırmayı umarak dönüp dolaşıp aynı konuyu dillerine dolamışlardı.

Yüce Allah, burada yepyeni bir açıklamayla onlara cevap veriyor:
 
Üst Alt