ALAK SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Yaratan Rabbinin adıyla oku!
Yüce Rabbimiz, vahye muhatap olan kişi olarak öncelikle Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ve onun mübârek şahsında tüm insanlığa ilk tâlimatıyla büyük bir ufuk açar. Doğru yol rehberi olarak indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’in ve imtihan için var ettiği hayatın bir hulâsasını verir. İnsanın niçin dünyaya geldiğini beyân eder. “Okumak” için yaratıldığımızı ve bu okumanın da “Yaratan Rab” adına olması gerektiğini öğretir.
Derin bir tefekkürle anlaşılmaya çalışıldığında Cenâb-ı Hakk’ın “Oku!” emrinin şümûlünün son derece geniş olduğu görülür:
“Oku! Allah adıyla oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir damlacık sudan, rahme tutunan yapışkan bir maddeden yaratan, fakat ona her şeyi okumak, aydınlatmak, anlamak ve anladığını yaşayıp yaşatmak imkânını veren yüce Rabbin adıyla oku! İnsana okumak nimetini ihsân ile en büyük lutfu gösteren Allah’ın adıyla oku! Allah’ın adıyla okunabilecek her şeyi oku! Allah’ın kitâbını oku! Allah’ın âyetlerini oku! Kâinat kitâbını oku! Doğru yolu bulmak ve sapıklıktan uzaklaşmak için oku! İmanını kemâle erdirmek için oku! Öğrenmek için oku! Rabbine yaklaşmak için oku! Sebeplere bakarak o sebepleri yaratanı oku! Esere bakarak ilâhî müessiri oku! Sanata bakarak gerçek sanatkârı oku! Kudret kaleminin bu âleme çizdiği her satırı oku! İnsana bilmediğini öğreten Allah’ın adıyla oku!”
Bu izahtan da anlaşıldığı üzere “oku” emri, sadece zâhir anlamda bir okuma emri değildir. Esasen kalbin, mânevî terbiye, tezkiye ve tasfiye netîcesinde kitap ve hikmetin mâna ve işaretlerini alıcı hâle gelmesidir. Bununla, tecellîlerin yansıma mahalli olan kalple her şeyi okuyabilmek kastedilmektedir. Yâni kâinatın bir kitap hâline gelmesi, kalbin kâinat sayfalarını çevirip hikmetleri ve ilâhî sırları okuyabilmesidir. Hâsılı insanın kâinatı, kendini, Kur’ân-ı Kerîm’i okuması, anlaması ve yaşamasıdır.
“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” buyrulmasında pek çok hikmet vardır. Birinci hikmet “ünsiyet”tir. Çünkü isim müsemmâyı çeker. İnsan sevdiğini anar, sevmediğini ise kahren anar. İsimle ünsiyet, kişiyi müsemmâ ile ünsiyete götürür. Allah’ın ismini zikir zamanla insanı Allah’a yaklaştırır. Çünkü dille zikir insanı yavaş yavaş kalple zikre alıştırır. Bu hâl, neticede insanı lâyıkına muhabbet, müstehakkına nefrete götürür. Ayrıca bu âyet, okumaya Allah adıyla başlamayı emir buyurmakla Kur’ân-ı Kerîm okumaya بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ (Bismillahirrahmanirrahim) diyerek başlamanın önemine işaret etmiş olmaktadır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), besmelenin, yapılması günah olmayan her bir işin başında okunmasının bereket getireceğini beyân etmiş ve:
“Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz olmaya mahkumdur” buyurmuştur. (Ali el-Mütteki,
Kenzu’l-Ummâl, I, 555, no: 2491)
Her şeyin yaratıcısı olan Cenâb-ı Hak, ilk mesajlarında “okuma”nın hemen peşinden esas okunması gereken şeylerden birine işaret etmek üzere insanın yaratılışına dikkat çekiyor, onu bir “alak”tan yarattığını beyân ediyor. İnsana kendi zatını yine insanın yaratılışını örnek vererek tanıtıyor:
2. O insanı rahim duvarına tutunan aşılanmış bir hücreden yarattı.
Âyette bahsedilen اَلْعَلَقُ (alak) kelimesi, insanın yaratılış safhalarından bir devreye işaret eder. Hac suresinin 5. ayetinde ve Mü’minûn suresinin 14. ayetinde “nutfe” safhasından sonra “alaka” safhası geldiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla “alaka”, karışık nutfe oluşumundan sonraki safhadır. Bu safha “karışık nutfe”nin yani “döllenmiş yumurta”nın rahme asılmasıyla başlar. Zaten “alaka” sözlük olarak ilişmek, yapışıp tutunmak, bağlı olmak anlamlarına gelir. Bu hususta, aynı zamanda bir tıp doktoru olan Maurice Bucaille şu açıklamayı yapar: “Yumurtanın döl yatağına yerleşmesi, onun pürtüklü özelliği sayesinde gerçekleşir. Bu pürtükler, yumurtanın gerçek uzantıları olup, toprağa yerleşen kökler gibi, yumurtanın gerekli gelişimini sağlamak amacıyla, ihtiyacı olan elemanları almak üzere organın derinliklerine doğru dalar. Bu oluşumlar, yumurtayı kelimenin tam anlamıyla döl yatağına yapıştırır. Bunların bilinmesi ise, ancak çağımızda gerçekleşmiştir. Bu kelimeye «kan pıhtısı» veya «yapışıklık» anlamı vermek uygun değildir. İnsan, asla kan pıhtısı safhası geçirmemiştir. Dolayısıyla kelimenin ilk anlamı «asılıp tutunan bir şey» demek olup, bugün iyice tesbit edilen gerçek duruma da tam tamına uygundur.” (
Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, s. 300-301)
“Alak” ve “alâka” aynı kökten gelmektedir. Bu yüzden “alak” kelimesi insanın maddî yaratılışının başlangıcını ifade etmekle birlikte, “rûhî bir alâka” mânasından hareketle yaratılışın başlangıcının maddî mânevî bütün safhalarını ihtiva eder. Aynı zamanda okuyup öğrenme ve öğretmenin de ruhî bir muhabbet ve alâka ile gerçekleşeceğine işaret eder. Diğer bir mâna da, yaratılışın başlangıcının alâka ve muhabbet olmasıdır. Öğrenmenin de, öğretmenin de muhabbete bağlı olduğu ihsas ettirilir. Allah’a inanmanın, O’nu tanımanın ve O’nun rızâsına erişmek için çalışmanın aslı ve esası muhabbettir.
Bütün bu sırları çözmek ve Rabbin sınırsız lutf u keremine erişmek için yine “okuma”nın gerekliliğine işarette bulunmak üzere buyruluyor ki:
3. Oku! Rabbin sonsuz lutuf ve kerem sahibidir.
4. Kalemle yazmayı öğreten O’dur.
5. İnsana bilmediği her şeyi öğreten O’dur.
Bu âyetler, lutuf ve keremi sınırsız olan Rabbimizin insana en büyük ikramlarından birinin onun ilimle donatılması olduğunu haber verir. Bu nimetin de insana ilâhî bir lutuf olduğunu hatırlatır. İlmiyle azıp sapıtmaması, yaptığı ve kazandığıyla ilgili olarak “kendi bilgimle yaptım”, “kendi bilgimle kazandım” gibi hezeyanlara düşmemesi için ikaz eder.
İnsan dünyaya hiçbir şey bilmez halde gelmekte, ona her şeyi Allah Teâlâ öğretmektedir. İnsanda olmayan kuvvetleri, melekeleri, kabiliyetleri yaratarak, deliller getirerek ve âyetler indirerek vehbî olarak da öğretmekte, kesbî olarak da öğretmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkardı; size işitme özelliği, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz.” (Nahl 16/78)
O, işitme kâbiliyeti ile vahyi duyacak, vahyi işitecektir. Gözler, tefekküre yardımcı olacak, kalp kudret akışlarıyla hissiyat merkezi hâline gelecek, duyarlılık artacaktır. Gönüller de ilâhî idrak, mârifet ve muhabbetten nasibini alacaktır. Ancak bu öğrenmenin insanı mârifetullaha ulaştırması için kalbe bağlı bir öğrenme olması gerekir. Zâten öğrenmekten de maksat Kur’ân ve sünnetin zâhirini halledip mârifetullahta mesafe almak, derinleşmektir.
Hemen ilk âyetlerde “insana kalemle yazının ve bilginin öğretilmesi”ne temas edilmesi dikkat çekicidir. Burada kalem, yazı yoluyla kaydedilip insandan insana, nesilden nesile nakledilen bilgileri ifade etmektedir. Allah Teâla’nın her bir insana lütfettiği bilgi farklıdır. Tarih boyu Allah Teâlâ’nın insanlığa ikram ettiği bilgi, ilim ve irfandan, çağlar boyu herkesin istifadesi, ancak yazı ve benzeri kayıt yoluyla gerçekleşebilir. Bu hikmete binâen kalemle öğretme gerçeği hususi olarak zikredilir. Bu gerçek, ilâhî talimin bir kanunudur. Kalem olmasa insanların istikameti kaybolur. Zira suhuflar, mukaddes kitaplar hep kalemle devam etmiş, sonraki nesillere nakledilmiştir. İslâm’ın esası olan Kur’an ve sünnet de, ezber ve tatbikatla birlikte en sağlam şekilde kıyamete kadar yazıyla korunup devam edecektir.
Bu âyetlerde “Oku!” emrinin tekrar edilmesi, Kur’ân okurken, ilim öğrenirken, Cenâb-ı Hakk’ı zikrederken tekrarın ehemmiyetine işaret eder. Cenâb-ı Hak “yaratma” nimetinden bahsederken “Kerîm” sıfatını; “öğretme” nimetinden bahsederken ise “Ekrem: En Cömert” sıfatını zikretmiştir. Çünkü, en büyük kerem, cömertlik ve iyilik insana mânevî ikramlarda bulunmaktır. Bunun da başında hakiki ilim olan İslâm’ı ve mârifetullâhı öğretmek ve tebliğde bulunmak gelir.
Peki insan, kendine lütfedilen bu büyük nimetlerin kıymetini gereğince takdir edebiliyor mu:
6. Hayır! Gerçek şu ki insan azgınlaşır;
Cenâb-ı Hakk’ın yaratma, ilim öğretme gibi en mühim ikramlarını unutan insan Rabbini de unutur ve bütün bunları kendisinden zanneder. Kimseye muhtaç olmadığını düşünür. Hatta maddi mânevî her şeyinin bütünüyle kendisine bağlı bulunduğu Rabbini de unutur. Ona da muhtaç olmadığı gafletine kapılır. Bunun en açık göstergesi, Allah’ı temsil eden Peygamberi yalanlaması ve Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı reddetmesidir. Böylece kibir ve gurura kapılarak azgınlık yapmaya başlar. Çıkmaz sokaklarda helâk olur. Kur’ân-ı Kerîm İblîs, Kârun ve Bel‘âm gibi “malımı, makâmımı ve ilmimi kendim çalışarak kazandım” diyen bedbahtları buna misal vermektedir.
Hz. Mevlânâ’nın anlattığı şu ibretli hikâye insanın içine düştüğü bu gaflet hâlini ne güzel ifade eder:
“Küçük bir fâre bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden: «Ben ne büyük bir pehlivanmışım, bir yiğitmişim» diye böbürleniyordu. Deve fârenin bu düşüncesini anladı: «Hoş, şimdi ben sana, senin gerçek mahiyetini gösteririm» dedi. Gide gide kocaman bir filin bile geçemeyeceği büyük bir nehrin kenarına geldiler. Fâre orada durdu; şaşırıp kaldı. Deve; «Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden!» dedi. «Neden durakladın? Neden şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzumsun, öncümsün. Yol ortasında böyle şaşırıp kalma, susma!» Fâre; «Arkadaş!» dedi «Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.» Deve: «Dur bakalım suyun derinliği ne kadarmış?» diyerek hemen nehrin içine ayağını bastı. «Ey kör fâre!» dedi, «Su diz boyu imiş, ne diye şaşırdın, aklın başından gitti?» Fâre dedi ki: «Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Ey hünerli deve! Su sana diz boyu ama, benim başımı yüz arşın geçmede.» Deve: «Öyleyse» dedi «bir daha terbiyesizlik etme ki; onun kıvılcımı ile bedenin ve canın yanmasın! Sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş; fakat fârenin deveye söylenecek bir tek sözü bile olamaz!» Fâre: «Tövbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir! diye yalvardı. Deve ona acıdı da: «Haydi» dedi «sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Ben senin gibi yüz binlercesini geçiririm.»
Ey gafil insan! Mademki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, geri kal! Büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsaniyet kuyusundan çıkıp Hz. Yûsuf gibi bir mâna padişahı olasın. Mademki bir mâna padişahı olamadın, hiç değilse sadık bir kul ol! Mademki gemici değilsin, gemi kullanmaya kalkışma! Mademki alış verişten anlamıyorsun, bu işte olgun değilsin, yalnız başına dükkan açma! Nefsanî arzulardan elini yıka, temizle; sonra iyi işler hamurunu açmaya bak!” (Mevlânâ,
Mesnevî, 3436-3455. beyitler)
Bu misâle göre bir damlacık sudan, rahme tutunmuş basit bir maddeden yaratılıp neticede en güzel biçimi alan insan, ilâhî kudret karşısındaki hiçlik ve acziyetini hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü her ferdin dönüşü mutlaka ve kaçınılmaz olarak Rabbine olacaktır. Bu dönüş ihtarı, Hak âşığı ârif kullar için bir vuslat müjdesi iken, gâfiller için büyük bir ikaz ve tehdittir.
Birbirine zıt bu iki grubun durumunu aydınlatmak üzere buyruluyor ki:
Bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolü olduğu gibi; deve de sabırlı, tecrübeli, olgun bir insanı göstermektedir.
7. Rabbinden bağımsız bir şekilde kendisini kendisine yeterli görünce!
8. Oysa dönüş, yalnız Rabbinedir.
Cenâb-ı Hakk’ın yaratma, ilim öğretme gibi en mühim ikramlarını unutan insan Rabbini de unutur ve bütün bunları kendisinden zanneder. Kimseye muhtaç olmadığını düşünür. Hatta maddi mânevî her şeyinin bütünüyle kendisine bağlı bulunduğu Rabbini de unutur. Ona da muhtaç olmadığı gafletine kapılır. Bunun en açık göstergesi, Allah’ı temsil eden Peygamberi yalanlaması ve Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı reddetmesidir. Böylece kibir ve gurura kapılarak azgınlık yapmaya başlar. Çıkmaz sokaklarda helâk olur. Kur’ân-ı Kerîm İblîs, Kârun ve Bel‘âm gibi “malımı, makâmımı ve ilmimi kendim çalışarak kazandım” diyen bedbahtları buna misal vermektedir.
Hz. Mevlânâ’nın anlattığı şu ibretli hikâye insanın içine düştüğü bu gaflet hâlini ne güzel ifade eder:
“Küçük bir fâre bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden: «Ben ne büyük bir pehlivanmışım, bir yiğitmişim» diye böbürleniyordu. Deve fârenin bu düşüncesini anladı: «Hoş, şimdi ben sana, senin gerçek mahiyetini gösteririm» dedi. Gide gide kocaman bir filin bile geçemeyeceği büyük bir nehrin kenarına geldiler. Fâre orada durdu; şaşırıp kaldı. Deve; «Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden!» dedi. «Neden durakladın? Neden şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzumsun, öncümsün. Yol ortasında böyle şaşırıp kalma, susma!» Fâre; «Arkadaş!» dedi «Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.» Deve: «Dur bakalım suyun derinliği ne kadarmış?» diyerek hemen nehrin içine ayağını bastı. «Ey kör fâre!» dedi, «Su diz boyu imiş, ne diye şaşırdın, aklın başından gitti?» Fâre dedi ki: «Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Ey hünerli deve! Su sana diz boyu ama, benim başımı yüz arşın geçmede.» Deve: «Öyleyse» dedi «bir daha terbiyesizlik etme ki; onun kıvılcımı ile bedenin ve canın yanmasın! Sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş; fakat fârenin deveye söylenecek bir tek sözü bile olamaz!» Fâre: «Tövbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir! diye yalvardı. Deve ona acıdı da: «Haydi» dedi «sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Ben senin gibi yüz binlercesini geçiririm.»
Ey gafil insan! Mademki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, geri kal! Büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsaniyet kuyusundan çıkıp Hz. Yûsuf gibi bir mâna padişahı olasın. Mademki bir mâna padişahı olamadın, hiç değilse sadık bir kul ol! Mademki gemici değilsin, gemi kullanmaya kalkışma! Mademki alış verişten anlamıyorsun, bu işte olgun değilsin, yalnız başına dükkan açma! Nefsanî arzulardan elini yıka, temizle; sonra iyi işler hamurunu açmaya bak!” (Mevlânâ,
Mesnevî, 3436-3455. beyitler)
Bu misâle göre bir damlacık sudan, rahme tutunmuş basit bir maddeden yaratılıp neticede en güzel biçimi alan insan, ilâhî kudret karşısındaki hiçlik ve acziyetini hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü her ferdin dönüşü mutlaka ve kaçınılmaz olarak Rabbine olacaktır. Bu dönüş ihtarı, Hak âşığı ârif kullar için bir vuslat müjdesi iken, gâfiller için büyük bir ikaz ve tehdittir.
Birbirine zıt bu iki grubun durumunu aydınlatmak üzere buyruluyor ki:
Bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolü olduğu gibi; deve de sabırlı, tecrübeli, olgun bir insanı göstermektedir.
9. Gördün mü o engellemeye kalkışan kişiyi:
10. Namaza durduğu zaman bir kulu?