TEFSİR ALAK Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

NuSReT

Aktif Üyemiz
ALAK SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

ALAK Suresi 8. Ayet
ALAK Suresi 8. Ayet
Alak Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan altıncı, iniş sırasına göre birinci sûredir. Kalem sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Baştan beş âyeti Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiy olduğundan ilk inen sûre kabul edilir. Geri kalan on dört âyetinin ise sonraları Ebû Cehil hakkında indiği rivayet edilmiştir. Bazı Kur’an tarihçileri ilk inen sûrenin Müddessir, bazıları da Fâtiha olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Buhârî ve Müslim’de Hz. Âişe’ye isnad edilen rivayete göre Hz. Peygamber, içinde yalnız kalmayı âdet edindiği Hira mağarasında iken Ramazan ayının 27. gecesi (Pazar-Pazartesi) tan yerinin ağarmaya başlamasından az önce ufukta nurdan bir şekil görmüş; o zamana kadar hiç karşılaşmadığı bu nuranî varlığın (Cebrâil) kendisine seslendiğini duymuştur. Hz. Peygamber olayı şöyle anlatır: “Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra ‘oku!’ dedi. Ben yine, ‘Okuma bilmem’ dedim. Beni tekrar kollarının arasına aldı, kuvvetle sıktı ve ‘oku!’ diye tekrar etti. Ben yine ‘Okuma bilmem’ dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi: ‘Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir” (bk. Buhârî, “Bed’ü’l-vahy”, 3; Müslim, “Îmân”,

Alak Sûresi Konusu

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk inen âyetleri olan ilk beş âyette, İslâm’ın tesis ettiği dünya ve âhiret nizamının esasının, yaratan Allah’ı tanımak, O’nun adına okumak ve yazmak olduğuna dikkat çekilir. İlmin ehemmiyeti vurgulanır. İslâm medeniyetinin temelinin okuma, yazma, ilim ve irfan olduğu belirtilir. Bunlardan mahrum olan insanın azgınlaşma sebepleri üzerinde durulur. Peşinden, Peygamber (s.a.s.)’i namazdan alıkoyan bedbahtın hali, azgınlaşmanın bir misali olarak takdim edilir ve böylesini bekleyen fecî âkibet haber verilir. Sonuç olarak, tüm varlık ve benlikten sıyrılıp tam bir hiçlik duygusu içinde Allah’ın huzurunda secdeye kapanarak O’na yaklaşmanın yolları gösterilir.

İlk Beş Âyetin İnişi

Bu âyetler, senelerdir ilâhî kudret tarafından hususi terbiyeye tâbi tutulup peygamberliğe hazırlanan Resûlullah (s.a.s.)’e Hira dağında ilk vahyedilen âyetlerdir. Bu hâdisenin nasıl gerçekleştiğini Hz. Aişe sormuş ve Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) de anlatmıştı. Efendimiz (s.a.s.)’in anlattıklarını Aişe (r.a.) şöyle naklediyor:

“Resûlullah (s.a.s.)’e ilk vahyin başlaması sâdık rüyalar ile olmuştu. Onun gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi açık ve net olarak aynen tahakkuk ederdi. Bu durum altı ay kadar devam etti. Sonra ona yalnızlık hali sevdirildi. Bu hal sebebiyle Hıra dağındaki mağarada halvete çekilmeye başladı. Birkaç gün bazan de günlerce orada kalıyor ve kendini ibâdete veriyordu. Zaman zaman ev halkının yanına gidiyor ve azığını alıp tekrar o mağaraya dönüyordu. Bu durum Hıra’da kendisine ilâhî vahiy gelinceye kadar bu şekilde devam etti. Yine bir gün Hira’da bulunuyordu ki ansızın vahiy meleği Cebrâil geldi ve «Oku!» dedi. O: «Ben okuma bilmiyorum» diye karşılık verdi.

Efendimiz olayın bundan sonraki seyrini şöyle anlatır:

“Melek beni yakalayıp takatim kesilinceye kadar sıktı ve sonra bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben de ona «Ben okuma bilmiyorum» dedim. Bunun üzerine beni aynı şekilde tutup takatim kesilinceye kadar sıktı ve arkasından serbest bırakıp tekrar «oku» dedi. Ben yine ona «Ben okuma bilmem» diye cevap verdim. Bu cevap üzerine beni üçüncü kez tuttu ve takatim kesilinceye kadar sıkıp bıraktıktan sonra kendisi okumaya başladı. Alak sûresinin ilk beş âyetini okudu.”

Bu olaydan hemen sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in kalbi korkudan titrer bir halde eşi Hz. Hatice’nin yanına döndü ve “Beni örtün, beni örtün!” buyurdu. Korku hali dininceye kadar bu halde kaldı. Sonra başından geçenleri eşine bir bir anlatarak “Kendimden korktum” diye ilave etti. Bunun üzerine asil bir hanımefendi olan Hz. Hatice kâinatın efendisine şunları söyledi:

“Hayır, asla öyle düşünme! Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki, Allah hiçbir zaman seni üzüp mahcup etmez. Zira sen akrabanı görüp gözetirsin, işini görmekten aciz olanların yükünü kaldırırsın, yokluk içinde kıvranan fakirlere iyilik eder, onlara son derece faydalı olursun. Misafiri ağırlar ve Hak yolunda ortaya çıkan mühim hadise ve musibetlerde insanlara yardım edersin.”

Bu sözlerden sonra Hz. Hatice Resûl-i Ekrem’i amcazadesi Varaka b. Nevfel’e götürdü. Cahiliyye döneminde hıristiyanlığı kabul eden Varaka İbranice yazı bilir ve İncil’den zaman zaman bazı şeyler yazardı. İleri yaşlarında gözleri görmez olmuştu.

Hz. Hatice Varaka’ya:

“- Amcazadem, dinle de bak yeğenin neler söylüyor” dedi. Varaka:

“- Hayrola yeğenim ne oldu, söyle bakalım” diye sorunca Resûlullah (s.a.s.) gördüğü şeyleri bir bir kendisine anlattı. Bunun üzerine Varaka dedi ki:

“- Bu gördüğün, Allah Teâlâ’nın Musâ (a.s.)’a gönderdiği Nâmûs diye adlandırılan Cebrâil’dir. Âh! Keşke senin davet günlerinde genç olaydım. Kavmin seni yurdundan çıkaracakları zaman keşke hayatta olsaydım!” Bu sözler üzerine Allah Resûlü:

“- Onlar beni çıkaracaklar mı ki?” diye sordu. O da:

“- Evet, zira senin gibi bir şey getirmiş yani vahiy tebliğ etmiş bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şayet senin davet günlerine yetişirsem sana var gücümle yardım ederim” cevabını verdi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka vefat etti. (Buhârî, Bed’ül-vahy 3; Müslim, İman 252)

Alak Sûresi Hakkında

Alak sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 19 âyettir. İlk beş âyeti, Hira dağında Peygamberimiz (s.a.s.)’e ilk kez nâzil olan âyetlerdir. İsmini ikinci âyette geçen ve “asılıp tutunan şey” mânasına gelen اَلْعَلَقُ (alak) kelimesinden alır. اِقْرَاْ (İkra’) veاِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ (İkra’ bismi Rabbike) isimleriyle de anılır. Mushaf tertîbine göre 96, iniş sırasına göre birinci sûredir.
 

NuSReT

Aktif Üyemiz
ALAK SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Yaratan Rabbinin adıyla oku!

Yüce Rabbimiz, vahye muhatap olan kişi olarak öncelikle Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ve onun mübârek şahsında tüm insanlığa ilk tâlimatıyla büyük bir ufuk açar. Doğru yol rehberi olarak indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’in ve imtihan için var ettiği hayatın bir hulâsasını verir. İnsanın niçin dünyaya geldiğini beyân eder. “Okumak” için yaratıldığımızı ve bu okumanın da “Yaratan Rab” adına olması gerektiğini öğretir.

Derin bir tefekkürle anlaşılmaya çalışıldığında Cenâb-ı Hakk’ın “Oku!” emrinin şümûlünün son derece geniş olduğu görülür:

“Oku! Allah adıyla oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı bir damlacık sudan, rahme tutunan yapışkan bir maddeden yaratan, fakat ona her şeyi okumak, aydınlatmak, anlamak ve anladığını yaşayıp yaşatmak imkânını veren yüce Rabbin adıyla oku! İnsana okumak nimetini ihsân ile en büyük lutfu gösteren Allah’ın adıyla oku! Allah’ın adıyla okunabilecek her şeyi oku! Allah’ın kitâbını oku! Allah’ın âyetlerini oku! Kâinat kitâbını oku! Doğru yolu bulmak ve sapıklıktan uzaklaşmak için oku! İmanını kemâle erdirmek için oku! Öğrenmek için oku! Rabbine yaklaşmak için oku! Sebeplere bakarak o sebepleri yaratanı oku! Esere bakarak ilâhî müessiri oku! Sanata bakarak gerçek sanatkârı oku! Kudret kaleminin bu âleme çizdiği her satırı oku! İnsana bilmediğini öğreten Allah’ın adıyla oku!”

Bu izahtan da anlaşıldığı üzere “oku” emri, sadece zâhir anlamda bir okuma emri değildir. Esasen kalbin, mânevî terbiye, tezkiye ve tasfiye netîcesinde kitap ve hikmetin mâna ve işaretlerini alıcı hâle gelmesidir. Bununla, tecellîlerin yansıma mahalli olan kalple her şeyi okuyabilmek kastedilmektedir. Yâni kâinatın bir kitap hâline gelmesi, kalbin kâinat sayfalarını çevirip hikmetleri ve ilâhî sırları okuyabilmesidir. Hâsılı insanın kâinatı, kendini, Kur’ân-ı Kerîm’i okuması, anlaması ve yaşamasıdır.

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” buyrulmasında pek çok hikmet vardır. Birinci hikmet “ünsiyet”tir. Çünkü isim müsemmâyı çeker. İnsan sevdiğini anar, sevmediğini ise kahren anar. İsimle ünsiyet, kişiyi müsemmâ ile ünsiyete götürür. Allah’ın ismini zikir zamanla insanı Allah’a yaklaştırır. Çünkü dille zikir insanı yavaş yavaş kalple zikre alıştırır. Bu hâl, neticede insanı lâyıkına muhabbet, müstehakkına nefrete götürür. Ayrıca bu âyet, okumaya Allah adıyla başlamayı emir buyurmakla Kur’ân-ı Kerîm okumaya بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ (Bismillahirrahmanirrahim) diyerek başlamanın önemine işaret etmiş olmaktadır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), besmelenin, yapılması günah olmayan her bir işin başında okunmasının bereket getireceğini beyân etmiş ve: “Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz olmaya mahkumdur” buyurmuştur. (Ali el-Mütteki, Kenzu’l-Ummâl, I, 555, no: 2491)

Her şeyin yaratıcısı olan Cenâb-ı Hak, ilk mesajlarında “okuma”nın hemen peşinden esas okunması gereken şeylerden birine işaret etmek üzere insanın yaratılışına dikkat çekiyor, onu bir “alak”tan yarattığını beyân ediyor. İnsana kendi zatını yine insanın yaratılışını örnek vererek tanıtıyor:

2. O insanı rahim duvarına tutunan aşılanmış bir hücreden yarattı.

Âyette bahsedilen اَلْعَلَقُ (alak) kelimesi, insanın yaratılış safhalarından bir devreye işaret eder. Hac suresinin 5. ayetinde ve Mü’minûn suresinin 14. ayetinde “nutfe” safhasından sonra “alaka” safhası geldiği ifade edilmektedir. Dolayısıyla “alaka”, karışık nutfe oluşumundan sonraki safhadır. Bu safha “karışık nutfe”nin yani “döllenmiş yumurta”nın rahme asılmasıyla başlar. Zaten “alaka” sözlük olarak ilişmek, yapışıp tutunmak, bağlı olmak anlamlarına gelir. Bu hususta, aynı zamanda bir tıp doktoru olan Maurice Bucaille şu açıklamayı yapar: “Yumurtanın döl yatağına yerleşmesi, onun pürtüklü özelliği sayesinde gerçekleşir. Bu pürtükler, yumurtanın gerçek uzantıları olup, toprağa yerleşen kökler gibi, yumurtanın gerekli gelişimini sağlamak amacıyla, ihtiyacı olan elemanları almak üzere organın derinliklerine doğru dalar. Bu oluşumlar, yumurtayı kelimenin tam anlamıyla döl yatağına yapıştırır. Bunların bilinmesi ise, ancak çağımızda gerçekleşmiştir. Bu kelimeye «kan pıhtısı» veya «yapışıklık» anlamı vermek uygun değildir. İnsan, asla kan pıhtısı safhası geçirmemiştir. Dolayısıyla kelimenin ilk anlamı «asılıp tutunan bir şey» demek olup, bugün iyice tesbit edilen gerçek duruma da tam tamına uygundur.” (Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim, s. 300-301)

“Alak” ve “alâka” aynı kökten gelmektedir. Bu yüzden “alak” kelimesi insanın maddî yaratılışının başlangıcını ifade etmekle birlikte, “rûhî bir alâka” mânasından hareketle yaratılışın başlangıcının maddî mânevî bütün safhalarını ihtiva eder. Aynı zamanda okuyup öğrenme ve öğretmenin de ruhî bir muhabbet ve alâka ile gerçekleşeceğine işaret eder. Diğer bir mâna da, yaratılışın başlangıcının alâka ve muhabbet olmasıdır. Öğrenmenin de, öğretmenin de muhabbete bağlı olduğu ihsas ettirilir. Allah’a inanmanın, O’nu tanımanın ve O’nun rızâsına erişmek için çalışmanın aslı ve esası muhabbettir.

Bütün bu sırları çözmek ve Rabbin sınırsız lutf u keremine erişmek için yine “okuma”nın gerekliliğine işarette bulunmak üzere buyruluyor ki:

3. Oku! Rabbin sonsuz lutuf ve kerem sahibidir.

4. Kalemle yazmayı öğreten O’dur.

5. İnsana bilmediği her şeyi öğreten O’dur.


Bu âyetler, lutuf ve keremi sınırsız olan Rabbimizin insana en büyük ikramlarından birinin onun ilimle donatılması olduğunu haber verir. Bu nimetin de insana ilâhî bir lutuf olduğunu hatırlatır. İlmiyle azıp sapıtmaması, yaptığı ve kazandığıyla ilgili olarak “kendi bilgimle yaptım”, “kendi bilgimle kazandım” gibi hezeyanlara düşmemesi için ikaz eder.

İnsan dünyaya hiçbir şey bilmez halde gelmekte, ona her şeyi Allah Teâlâ öğretmektedir. İnsanda olmayan kuvvetleri, melekeleri, kabiliyetleri yaratarak, deliller getirerek ve âyetler indirerek vehbî olarak da öğretmekte, kesbî olarak da öğretmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkardı; size işitme özelliği, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz.” (Nahl 16/78)

O, işitme kâbiliyeti ile vahyi duyacak, vahyi işitecektir. Gözler, tefekküre yardımcı olacak, kalp kudret akışlarıyla hissiyat merkezi hâline gelecek, duyarlılık artacaktır. Gönüller de ilâhî idrak, mârifet ve muhabbetten nasibini alacaktır. Ancak bu öğrenmenin insanı mârifetullaha ulaştırması için kalbe bağlı bir öğrenme olması gerekir. Zâten öğrenmekten de maksat Kur’ân ve sünnetin zâhirini halledip mârifetullahta mesafe almak, derinleşmektir.

Hemen ilk âyetlerde “insana kalemle yazının ve bilginin öğretilmesi”ne temas edilmesi dikkat çekicidir. Burada kalem, yazı yoluyla kaydedilip insandan insana, nesilden nesile nakledilen bilgileri ifade etmektedir. Allah Teâla’nın her bir insana lütfettiği bilgi farklıdır. Tarih boyu Allah Teâlâ’nın insanlığa ikram ettiği bilgi, ilim ve irfandan, çağlar boyu herkesin istifadesi, ancak yazı ve benzeri kayıt yoluyla gerçekleşebilir. Bu hikmete binâen kalemle öğretme gerçeği hususi olarak zikredilir. Bu gerçek, ilâhî talimin bir kanunudur. Kalem olmasa insanların istikameti kaybolur. Zira suhuflar, mukaddes kitaplar hep kalemle devam etmiş, sonraki nesillere nakledilmiştir. İslâm’ın esası olan Kur’an ve sünnet de, ezber ve tatbikatla birlikte en sağlam şekilde kıyamete kadar yazıyla korunup devam edecektir.

Bu âyetlerde “Oku!” emrinin tekrar edilmesi, Kur’ân okurken, ilim öğrenirken, Cenâb-ı Hakk’ı zikrederken tekrarın ehemmiyetine işaret eder. Cenâb-ı Hak “yaratma” nimetinden bahsederken “Kerîm” sıfatını; “öğretme” nimetinden bahsederken ise “Ekrem: En Cömert” sıfatını zikretmiştir. Çünkü, en büyük kerem, cömertlik ve iyilik insana mânevî ikramlarda bulunmaktır. Bunun da başında hakiki ilim olan İslâm’ı ve mârifetullâhı öğretmek ve tebliğde bulunmak gelir.

Peki insan, kendine lütfedilen bu büyük nimetlerin kıymetini gereğince takdir edebiliyor mu:

6. Hayır! Gerçek şu ki insan azgınlaşır;

Cenâb-ı Hakk’ın yaratma, ilim öğretme gibi en mühim ikramlarını unutan insan Rabbini de unutur ve bütün bunları kendisinden zanneder. Kimseye muhtaç olmadığını düşünür. Hatta maddi mânevî her şeyinin bütünüyle kendisine bağlı bulunduğu Rabbini de unutur. Ona da muhtaç olmadığı gafletine kapılır. Bunun en açık göstergesi, Allah’ı temsil eden Peygamberi yalanlaması ve Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı reddetmesidir. Böylece kibir ve gurura kapılarak azgınlık yapmaya başlar. Çıkmaz sokaklarda helâk olur. Kur’ân-ı Kerîm İblîs, Kârun ve Bel‘âm gibi “malımı, makâmımı ve ilmimi kendim çalışarak kazandım” diyen bedbahtları buna misal vermektedir.

Hz. Mevlânâ’nın anlattığı şu ibretli hikâye insanın içine düştüğü bu gaflet hâlini ne güzel ifade eder:

“Küçük bir fâre bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden: «Ben ne büyük bir pehlivanmışım, bir yiğitmişim» diye böbürleniyordu. Deve fârenin bu düşüncesini anladı: «Hoş, şimdi ben sana, senin gerçek mahiyetini gösteririm» dedi. Gide gide kocaman bir filin bile geçemeyeceği büyük bir nehrin kenarına geldiler. Fâre orada durdu; şaşırıp kaldı. Deve; «Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden!» dedi. «Neden durakladın? Neden şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzumsun, öncümsün. Yol ortasında böyle şaşırıp kalma, susma!» Fâre; «Arkadaş!» dedi «Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.» Deve: «Dur bakalım suyun derinliği ne kadarmış?» diyerek hemen nehrin içine ayağını bastı. «Ey kör fâre!» dedi, «Su diz boyu imiş, ne diye şaşırdın, aklın başından gitti?» Fâre dedi ki: «Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Ey hünerli deve! Su sana diz boyu ama, benim başımı yüz arşın geçmede.» Deve: «Öyleyse» dedi «bir daha terbiyesizlik etme ki; onun kıvılcımı ile bedenin ve canın yanmasın! Sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş; fakat fârenin deveye söylenecek bir tek sözü bile olamaz!» Fâre: «Tövbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir! diye yalvardı. Deve ona acıdı da: «Haydi» dedi «sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Ben senin gibi yüz binlercesini geçiririm.»

Ey gafil insan! Mademki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, geri kal! Büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsaniyet kuyusundan çıkıp Hz. Yûsuf gibi bir mâna padişahı olasın. Mademki bir mâna padişahı olamadın, hiç değilse sadık bir kul ol! Mademki gemici değilsin, gemi kullanmaya kalkışma! Mademki alış verişten anlamıyorsun, bu işte olgun değilsin, yalnız başına dükkan açma! Nefsanî arzulardan elini yıka, temizle; sonra iyi işler hamurunu açmaya bak!” (Mevlânâ, Mesnevî, 3436-3455. beyitler)

Bu misâle göre bir damlacık sudan, rahme tutunmuş basit bir maddeden yaratılıp neticede en güzel biçimi alan insan, ilâhî kudret karşısındaki hiçlik ve acziyetini hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü her ferdin dönüşü mutlaka ve kaçınılmaz olarak Rabbine olacaktır. Bu dönüş ihtarı, Hak âşığı ârif kullar için bir vuslat müjdesi iken, gâfiller için büyük bir ikaz ve tehdittir.

Birbirine zıt bu iki grubun durumunu aydınlatmak üzere buyruluyor ki:

Bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolü olduğu gibi; deve de sabırlı, tecrübeli, olgun bir insanı göstermektedir.

7. Rabbinden bağımsız bir şekilde kendisini kendisine yeterli görünce!

8. Oysa dönüş, yalnız Rabbinedir.


Cenâb-ı Hakk’ın yaratma, ilim öğretme gibi en mühim ikramlarını unutan insan Rabbini de unutur ve bütün bunları kendisinden zanneder. Kimseye muhtaç olmadığını düşünür. Hatta maddi mânevî her şeyinin bütünüyle kendisine bağlı bulunduğu Rabbini de unutur. Ona da muhtaç olmadığı gafletine kapılır. Bunun en açık göstergesi, Allah’ı temsil eden Peygamberi yalanlaması ve Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı reddetmesidir. Böylece kibir ve gurura kapılarak azgınlık yapmaya başlar. Çıkmaz sokaklarda helâk olur. Kur’ân-ı Kerîm İblîs, Kârun ve Bel‘âm gibi “malımı, makâmımı ve ilmimi kendim çalışarak kazandım” diyen bedbahtları buna misal vermektedir.

Hz. Mevlânâ’nın anlattığı şu ibretli hikâye insanın içine düştüğü bu gaflet hâlini ne güzel ifade eder:

“Küçük bir fâre bir devenin yularını kapmış, eline almış, kurula kurula gidiyordu. Deve, kendi huyu, uysal tabiatı yüzünden, onunla yol alıp giderken fâre, kendi küçüklüğünü göremeden: «Ben ne büyük bir pehlivanmışım, bir yiğitmişim» diye böbürleniyordu. Deve fârenin bu düşüncesini anladı: «Hoş, şimdi ben sana, senin gerçek mahiyetini gösteririm» dedi. Gide gide kocaman bir filin bile geçemeyeceği büyük bir nehrin kenarına geldiler. Fâre orada durdu; şaşırıp kaldı. Deve; «Ey dağda, ovada bana arkadaşlık eden!» dedi. «Neden durakladın? Neden şaşırıp kaldın? Haydi, yiğitçe nehrin içine gir. Sen benim kılavuzumsun, öncümsün. Yol ortasında böyle şaşırıp kalma, susma!» Fâre; «Arkadaş!» dedi «Bu su pek büyük, pek derin bir su; boğulurum diye korkuyorum.» Deve: «Dur bakalım suyun derinliği ne kadarmış?» diyerek hemen nehrin içine ayağını bastı. «Ey kör fâre!» dedi, «Su diz boyu imiş, ne diye şaşırdın, aklın başından gitti?» Fâre dedi ki: «Nehir sana göre karınca, bize göre de ejderha gibidir. Çünkü dizden dize fark vardır. Ey hünerli deve! Su sana diz boyu ama, benim başımı yüz arşın geçmede.» Deve: «Öyleyse» dedi «bir daha terbiyesizlik etme ki; onun kıvılcımı ile bedenin ve canın yanmasın! Sen, kendin gibi fârelerle boy ölçüş; fakat fârenin deveye söylenecek bir tek sözü bile olamaz!» Fâre: «Tövbe ettim, pişman oldum. Allah için olsun şu öldürücü, şu boğucu sudan beni geçir! diye yalvardı. Deve ona acıdı da: «Haydi» dedi «sıçra da hörgücümün üstüne çık, otur! Bu sudan geçmek veya başkalarını geçirmek benim işimdir. Ben senin gibi yüz binlercesini geçiririm.»

Ey gafil insan! Mademki peygamber değilsin, ötelerden haber alamıyorsun, sana uyanlar da yok; bu yolda haddini bil, geri kal! Büyük bir velînin arkasından yürü ki, bir gün nefsaniyet kuyusundan çıkıp Hz. Yûsuf gibi bir mâna padişahı olasın. Mademki bir mâna padişahı olamadın, hiç değilse sadık bir kul ol! Mademki gemici değilsin, gemi kullanmaya kalkışma! Mademki alış verişten anlamıyorsun, bu işte olgun değilsin, yalnız başına dükkan açma! Nefsanî arzulardan elini yıka, temizle; sonra iyi işler hamurunu açmaya bak!” (Mevlânâ, Mesnevî, 3436-3455. beyitler)

Bu misâle göre bir damlacık sudan, rahme tutunmuş basit bir maddeden yaratılıp neticede en güzel biçimi alan insan, ilâhî kudret karşısındaki hiçlik ve acziyetini hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü her ferdin dönüşü mutlaka ve kaçınılmaz olarak Rabbine olacaktır. Bu dönüş ihtarı, Hak âşığı ârif kullar için bir vuslat müjdesi iken, gâfiller için büyük bir ikaz ve tehdittir.

Birbirine zıt bu iki grubun durumunu aydınlatmak üzere buyruluyor ki:

Bu hikâyede fâre; başından büyük işler görmeye kalkışan, kendini başkalarından üstün gören, böbürlenen bir kişinin sembolü olduğu gibi; deve de sabırlı, tecrübeli, olgun bir insanı göstermektedir.

9. Gördün mü o engellemeye kalkışan kişiyi:

10. Namaza durduğu zaman bir kulu?
 

NuSReT

Aktif Üyemiz
11. Ey inkârcı! Ne dersin? Ya o namaz kılan kul doğru yol üzere ise?

12. Ya da Allah’a gönülden saygı duyup O’na karşı gelmekten sakınmayı emrediyorsa? Senin hâlin nice olacak?

13. Rasûlüm! Ne dersin? Ya bu engelleyen kişi dîni yalanlıyor, gerçeğe yüz çeviriyorsa? Aldırış etme mutlaka cezasını çekecek!

14. Peki o inkârcı, Allah’ın her şeyi, tabiî ki onun yaptıklarını da görmekte olduğunu bilmez mi?


Burada bir tarafta namaz kılan bir seçkin kul, diğer tarafta da onu namaz kılmaktan engelleyen bir azgın bulunmaktadır. Bu iki kişi arasında cereyan eden bir hâdise canlandırılır. Esasen Allah’a inanan ve O’na her türlü kulluğunu ifaya çalışan bir mü’minle, Allah ve âhiret korkusuyla hiçbir alakası olmayan müstağni bir kâfir arasında, her zaman ve her yerde meydana gelmesi mümkün ve muhtemel olan bu hâdise hakkında bazı rivayetler vardır. Şüphesiz bu rivayetler, âyetlerin mâna ve şümûlünü tahdit etmeyip, onların daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Bunlardan biri şöyledir:

Resûlullah (s.a.s.)’e peygamberlik vazifesi verilmiş ve Rabbinin kendisine öğrettiği şekilde namaz kılmaya başlamıştı. Atalarının dininde ısrar eden küfrün elebaşları ise onun bu ibâdet şeklinden rahatsız oluyordu. Ebu Cehil bir ara Kureyşlilere: “Muhammed sizin yanınızda da ellerini yere koyup secde ediyor mu?” diye sormuş, onlar da “evet” diye karşılık vermişlerdi. O lânetli kişi, küstah bir tavırla: “Lât ve Uzza’ya yemin ederim, eğer onu bu şekilde ibâdet ederken görürsem ensesine ayağımı basarak yüzünü yere sürteceğim” diye kükremişti. Bir gün Allah Resûlü Kâbe’de Makâm-ı İbrâhim’de namaz kılıyordu. Ebu Cehil, Efendimiz secdede iken ensesine basmak için ona doğru yöneldi. Fakat az sonra geri çekilmeye başladı. Orada bulunanlar geri çekilmesinin sebebini sorduklarında kendilerine şu cevabı verdi: “Benimle onun arasında ateşten bir hendek vardı. Hatta bir kısım kanatlar gördüm.” Bu hadise Resûlullah’a arzedilince şöyle buyurdu: “Eğer yanıma kadar gelseydi melekler onu parçalayacaktı.” (Bk. Buhârî, Tefsir 96/4; Müslim, Münâfikîn 38; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 368).

Âyetlerin inişi böyle özel bir sebeple olsa da mânası, müminleri ibâdet ve kulluktan fiilen engelleme teşebbüslerinin tümü için geçerlidir. Bu âyetler, Ebû Cehil’in şahsında, din hürriyetine karşı çıkan, Allah’ın kullarını O’na kulluktan vazgeçirip kula kulluğa zorlayan zorbaların, çirkin ve azgın tavırlarını çok güzel bir şekilde tasvir etmektedir. İnsanlık tarihi, Firavun ve Nemrud misali binlerce zâlime şâhit olmuştur. Bunların nesilleri de tükenmiş değildir. Her dönemin çağdaş Ebû Cehilleri olmuştur ve kıyamete kadar da olmaya devam edecektir. Ancak, her şeyi bilen Allah, bunların yaptıklarını yanlarına kâr bırakmayacak, er ya da geç cezalarını verecektir:

15. Hayır, hayır! Şâyet bu tutumundan vazgeçmezse, yemin olsun ki onu perçeminden yakalayacak, cehenneme sürükleyeceğiz.

16. Evet, o yalana ve günaha batmış perçeminden.

17. O zaman gitsin de yardıma çağırsın taraftarlarını!

18. Biz de onu cehenneme sürmeleri için zebânîleri çağıracağız.


Eğer o azgınlar, tuttukları bu yanlış yoldan vazgeçmezlerse, Cenâb-ı Hak bir gün onların yakasına yapışıp hesap soracaktır. İmtihan gereği bir müddet dünyada serbest bıraksa da, sonunda hak ettikleri cezayı mutlaka verecektir. “Perçem”den maksat, o azgın, yalancı ve inkârcı kişinin bizzat kendisidir. “Perçemden yakalama” ifadesi de, “onu yakalayıp cehenneme atma, yüzünü kara çıkarma, yüzünü damgalama, alçaltma” mânasında kullanılır. Allah bu gibilerin dünyada da âhirette de cezalarını verecektir.

Rivayete göre Resûlullah (s.a.s.) Mâkâm-ı İbrâhim’de namaz kılmakta idi. Ebu Cehil yanına gelip: “Ey Muhammed ben seni bundan menetmedim mi? diyerek Efendimiz (s.a.s.)’i tehdit etmeye başladı. Resûlullah da ona sert bir şekilde karşılık vererek “Sen kim oluyorsun” anlamında sözler söyledi. Bunun üzerine Ebû Cehil: “Sen de biliyorsun ki, bu Mekke vadisinde taraftarı, yandaşları benden daha fazla olan kimse yoktur” tehdidini savurdu. Bunun üzerine “O zaman gitsin de yardıma çağırsın taraftarlarını! Biz de onu cehenneme sürmeleri için zebânileri çağıracağız” (Alak 96/17-18) âyetleri nâzil oldu. (Tirmizî, Tefsir 96/2) Böylece Allah Teâlâ, Rasûlü’ne karşı meydan okuyan o azgının haddini bildirmiş, aczini ortaya çıkarmıştır.
Öyleyse:

19. Hayır! Sen sakın ona boyun eğme! Rabbine secde et ve O’na yaklaş!

Netice olarak, her dönemde müslümanların karşısına çıkması tabii olan bu gibi azgınlara boyun eğmeden, bir kısım zorluklar olsa da, kulluk vazifelerimizi yerine getirerek Allah’a doğru mesafe kat etmemiz ve O’na yaklaşmaya çalışmamız öğütlenir. Her türlü ibâdet kulu Allah’a yaklaştırmakla beraber, burada en mühim yakınlaşma vesilesi olarak “secde” gösterilir. Secdeden maksat namazdır. Namaz da ibâdetlerin en mühimidir. Namaz içinde kulun Rabbine en yakın olduğu rükün ise secdedir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdede bulunduğu andır.” (Müslim, Salât 215)

Şu hâdise de, secdelerin kulu Allah’a yaklaştırmada ne kadar mühim bir vesile olduğuna dikkat çeker:

Rebîa bin Kâ’b (r.a.) şöyle anlatır:

“Resûl-i Ekrem Efendimiz’in kapısında geceler, ona abdest suyunu hazırlar, ihtiyâcı olan şeyleri getirirdim. Gece bir müddet,سَمِعَ اللّٰهُ لِمَنْ حَمِدَهُ (Semiallahu li-men hamideh), bir müddet de اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَ (Elhamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn» dediğini duyardım.

Bir gün Allah Râsûlü (s.a.s.):

«- Benden dilediğini iste!» buyurdu. Ben:
«- Cennette seninle beraber olmayı isterim» dedim. Efendimiz:
«- Başka bir şey istesen olmaz mı?» buyurdu. Ben:
«- Dileğim ancak budur!» dedim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):
« - Öyleyse çokça secde ederek kendin için bana yardımcı ol!» buyurdu.” (Müslim, Salât 226; İbn Sa‘d, et-Tabakât, IV, 313)

Çünkü secde, Hakk’ın huzurunda benliği sıfırlamak ve ebedî âb-ı hayata ulaşmamızı engelleyen “varlık duvarı”nı tuğla tuğla yıkmaktır. Hz. Mevlânâ bir misalle bu gerçeği ne güzel gözler önüne serer:

“Bir dere kıyısında yüksek bir duvar vardı. Duvarın üstüne de susamış dertli bir kişi çıkmıştı. Suya ulaşmasına, susuzluğunu gidermesine o duvar engel oluyordu. Susuz adam da su için balık gibi çırpınıyordu. Ansızın suya bir kerpiç parçası attı. Kerpicin düşmesi ile suyun çıkardığı ses, kulağına bir söz gibi geldi. Suyun sesi bir sevgilinin sesi gibi tatlı idi. O su sesi, adamı üzüm suyu gibi mestetti. O mihnetlere, dertlere uğramış adam, suyun tertemiz sesini duymak için duvardan kerpiç koparıp suya atmaya başladı. Sudan da ses geliyordu. Su «Ey insanoğlu!» diyordu, «Böyle kerpiç atmaktan, beni rahatsız etmekten sana ne fayda var?» Susamış adam cevap verdi de dedi ki:

“- Ey su, bu atıştan benim için iki fayda vardır. Bu yüzden kerpiç atmaktan vazgeçemem. Birinci fayda: Benim suyun sesini duymamdır. O ses, susuzlara rebâb sesi gibi pek tatlı gelir. Su sesi İsrâfil’in sesine benziyor. Ölü bile bu sesten dirilmededir. Yahut da o ses, ilkbahar günlerindeki gök gürültüsüne benziyor. Bu ses yüzünden bağlar, bahçeler güzelleşir. Yeşillikle, çiçeklerle dolar. Yahut da o ses, yoksula zekât vermek için çağırış sesi, yahut da mahpusa hapisten kurtuluş müjdesi sesidir. Yahut da, esas kıyamet gününde Peygamber Efendimiz’in asîlere erişen şefaat nefesi gibidir. Yahut da o ses, zayıf Yâkub’un rûhuna ulaşan, güzel ve latîf Yûsuf’un kokusu gibidir.

Kerpiçleri atmamın ikinci bir faydası da şudur ki: Koparıp attığım her kerpiçle duvar alçalıyor. Ben de suya biraz daha yaklaşıyorum. Kerpici her koparışımda yüksek duvar, kerpicin azalması yüzünden biraz daha alçalıyor. Duvarın alçalması bir yakınlık; onun ortadan kalkması ise kavuşmak, buluşmak olacak. İşte namaz kılarken secde etmek de, «Secde et ve yaklaş!» (Alak 96/19) ayetinde olduğu gibi duvardan kerpiç koparmaya benzer. Hakk’a manen yaklaşmaya sebep olur. Bu varlık duvarı yüksek bulundukça, baş eğmeye yani secde etmeye engel olur. Bu toprak bedenden kurtulmadıkça, eğilip ab-ı hayata secde etmek ve ondan doya doya içmek imkânı yoktur. Bu varlık duvarı üstünde bulunanlardan kim daha fazla susamışsa, duvarın taşını, kepricini o daha çabuk koparır atar. Suyun sesine daha fazla âşık olan kişi ise, ona engel olan varlık duvarından daha büyük parçalar koparır. O su âşıkı, suyun sesinden adeta boğazına kadar şaraba batmış gibi neşelenir, mest olur. Yabancı kişi ise, kerpiç suya düşünce «bluk» diye çıkardığı sesten başka bir şey duymaz.” (Mesnevî, 1191-1214. beyitler)

Alak sûresinin son âyeti okunduğu ya da dinlendiğinde tilâvet secdesi yapılmalıdır.

Şimdi, Allah Teâlâ’nın şânına lâyık bir kulluğun ve secdenin nasıl yapılacağını öğretmek üzere ihsan edilen Kur’ân-ı Kerîm’in inişini ve indiği gecenin önemini açıklamak üzere Kadr sûresi geliyor:
 
Üst Alt