NEFSİN KISIMLARI
..:: 1 ::..
..:: 1 ::..
Allah-ü Teâlâ'ya hamdü senalar ve O'nun resulüne salât-u selâmlar olsun. Ve Peygamberimizin âline, ashabına, hulefâ-i râşidîne de salât-ü selâmlar olsun.
İnsanın nefsi şu dört husustan biri ile ilgilidir.
1 - Emmâre,
2 - Levvâme,
3 - Mülhime
4 - Mutmainne.
Bu mertebelerden Allah-ü Teâlâ yanında makbul olan, mutmainne mertebesidir. Hak nazarında en merdud ve süflî olan mertebe de emmâre'dir.
Allah-ü Teâlâ meşâyihe öyle bir hususiyyet vermiştir ki o sayede nefs-i emmâre'yi terbiye ederler. Bu, O'nun en büyük bir lûtf-u keremidir. Yalnız terbiye etmekle kalmazlar o nefs-i emmâreyi, sırasıyla levvâmeliğe, mülhimeliğe ve mutmainneli-ğe döndürürler. Bundan maksat; "İrciî" hitâb-ı İlâhîsine kabiliyet kesbetmek, Allah-ü Teâlâ'ya hakikî kul ve Resulüne hâlis ümmet olmaktır.
Şimdi sırasıyla bu dört mertebeyi, Allah-ü Teâlâ'ya çağırıl-mayı, bunların mertebesini ve sıfatını bir bir açıklıyalım; böylece, kendi nefsinin derece ve kademesini kendin takdir et. Yeter ki sen kulağını bu tarafa ver ve gaflet pamuğunu kulağından çıkar. Ancak bu sayede anlatılmak istenileni anlıyabilirsin:
Nefs-i emmâre sahibi olanlar şu üç guruptur:
1 - Fâsıklar,
2 - Münafıklar,
3 - Kâfirler.
Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'inde buyurur ki:
Mânası: "Nefs-i emmâremi temize de çıkaramıyorum. Çün-ki gerçekten nefis kötülüğü şiddetle emreder." (Yûsuf sûresi, âyet: 53).
Allahü Teâlâdan azan ve âsî olan kâfir olur, münafık olur veya fâsık olur. Bu hususta kişinin itikadı esastır. Mühim rol oynar. Herkes nefsini emmârelikten kurtarıp mutmainneliğe yaklaştırmaya devamlı gayret etmelidir.
Nefis denilen şey süt emen bir çocuğa benzer. Verirsen içinde binbir gıda bulunan sütü emer. Bundan keser, başka şeyler yedirirsen onları yer ve onlara göre gıdalanır.
İslâm'ı kabul etmiş, Allah'ın birliğine, ezelî ve ebedî olduğuna inanmış, Resûlüllah'a, haşr-u neşre, kitaplara, meleklere, peygamberlere ve Hakkın buyurduklarının hepsinin hak olduğuna, Resûlüllahın (S.A.V.) hak ve gerçek olduğuna îtikat etmiştir. Buna rağmen nefs-i emmâreden vaz geçmemiş kimselerin adı fâsık'tır. Bunun sebebi, nefs-i emmârenin sıfatıyla sıfatlanmış olmalarıdır.
Nefs-i emmârenin sıfatı nedir? şeklinde bir soru akla
gelebilir. Biraz sonra bunun cevabı verilecektir. Bu kimseler tevbe edip emmâreye uymaktan dönerlerse Allah-ü Teâlâ onları kabul eder. Günahlarını yüzlerine vurmaz, azab da etmez. Zira onlar, o günahı işlememiş gibi olurlar. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) buyurur ki:
Mânası: "Günâhından hulûsu niyyetle, kalbinden pişman olarak tevbe eden, günah işlememiş gibidir."
Eğer fâsıklar tevbesiz olup îman ile ölürlerse cehenneme girerler ve günahlarının cezasını görürler. Hak Teâlâ'nın dilediği kadar yandıktan sonra çıkıp cennete girerler. Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûîüllah demiş olmanın şefaati onları cehennemde bırakmaz ve çıkarır.
Yine Efendimiz (S.A.V.) buyurdular ki:
Mânası: Kalbinde bir miskal miktarınca îman bulunan bir kimseyi o îman, cehennemde bırakmaz, çıkarır.
Yine Efendimiz (S.A.V.) buyururlar ki: Bir kavim cehennemde yana yana kömür gibi olduktan sonra vazifeliler onları alır, Hayat Nehri adı verilen ırmakta yıkarlar. Derileri yeniden vücuda gelir. Yüzleri ayın ondördü gibi olur.
Bunlar için denilir ki:
Bunlar öyle bir taifedir ki Hak Teâlâ onları cehennemden âzâd etti.
Diğer iki taife de kâfirler ve münafıklardır. Bunların hakkında birçok âyet ve hadîsler gelmiştir. Kâfirler ve münafıkları cehennemin esfeline sokar ve orada ebedî kalırlar.
Bu hususta vârid olmuş âyetler:
"Allah, bütün kâfir ve münafıkları cehennemde bir araya getirir." (En-Nisâ sûresi, âyet: 140)
"Münafıklar, ateşin en aşağı derecesindedirler." (En-Nisâ sûresi, âyet: 145)
Kâfir: Allah'ı, kelâmını, resulünü inkâr edenler ile putperestlerdir. Bir kâfir çeşidi daha vardır ki; küfrü îcabedecek söz söyler, tevbe ve istiğfar etmez. Sözünden dönmez. Israr eder. Neûzü billâh böyleleri dünyadan imansız gider.
Münafıklar da iki türlüdür:
1 - Halk içinde oruç tutar, namaz kılar. Kendisi gibi olanlarla beraber olduğunda küfrünü açığa vurur. Bunlar Kaderiye ve Cebriyecilerdir. Hurûfîlerdir. Bâcîler ve Hulûlîler de bu fırkaya dahildir. Bunların ve bunlara benzeyenlerin sözlerini söylemeye değmez.
Hak Teâlâ buyurur ki: "Ancak yalanlayıp sırtını çeviren şakı onun odunu olur." (El-Leyl sûresi, âyet: 15)
Resul (S.A.V.) bunlar ve benzerleri hakkında buyurur: "Üç haslet vardır ki bunların üçü de bir kimsede bulunursa, o kimse dörtbaşı mâmur bir münafıktır." Lâkin bunlardan biri bulunursa o kimsede münafıklığın üç kısmından bir kısmı mevcut demektir. Onu terk ile tevbe etmedikçe münafıklık hasletinden kurtulamaz. Namaz kılmakla, oruç tutmakla böyle bir insan müslüman olmaz. Ben müslümanım demekle, kendini müslüman sanmakla da müslüman olunmaz.
O üç haslet şunlardır:
1 - Söz söylediğinde yalan söylemek,
2 - Va'dettiği halde va'dinde durmamak,
3 - Emanete hıyanet etmektir.
Bir rivayette de, iki haslet vardır ki nifak yâni münafıklık alâmetidirler:
1 - Ahdedip ahdini bozmak,
2 - Bir kimse ile çekişme, çirkin sözler söyleme (sövme
gibi).
Müslüman olan kimseler bu nevi hasletlerden sakınmalıdır. Nefs-i emmâreden sıyrılıp temizlenmedikçe şakilikten kur-tulunmaz ve kurtulmak mümkün de değildir. Zira emmâre-i bis-sû' denilen nefis, kimde mevcut ise onu hayırlı işlerden alıkoyup devamlı şerre teşvik ve sevk eder. Devamlı fısk'a, fücur'a, şekavete ve nifaka çağırır.
Emmârenin mânası emredici, buyurucu demektir. Her kimin ki nefs-i emmâresi beden şehrine buyruk kesilir ve sözünü geçirirse işte o kimse fâsıktır, münafıktır veya kâfirdir. Neûzü billâh.
Aziz olan insanda kemâl ve olgunluk, nefsini bilmek, nefsin merdûd ahlâkını görmek, ahlâk-ı hamîdeyi kendine huy edinmekle olur. İrciî emrine nefsinde kabiliyet kesbetmekle olur. Tâ kendisinde ma'rifet-i Hak hâsıl oluncaya kadar. İnsan olmaktan maksat, Hakkın ma'rifetini hâsıl etmektir. Hak Teâlâ bir Hadîs-i Kudsîde:
"Ben bir gizli hazîne idim. Bilinmeyi istedim. Sonra bu mevcudatı yarattım." (Senedinde ve mevzûiyetinde ihtilâf vardır.)
Bu mahlûkat ma'rifet için yaratılmıştır. Bir kişi yoktur ki O İlâh'ı bilmesin, O'nun vahdâniyyetine şehadet etmesin. Mevcudattan herbirinin kendine göre bir ma'rifeti ve Hakk'ı bilmesi vardır. Ma'rifetten nasib miktarı vardır.
Hakikî ma'rifet, Hakkın zât ve sıfatına mahsus olan ma'rifet insandan başka mahlûkatta bulunmaz, Havassu'l-havas ismi verilen kimseler hakikî ma'rifete sahip olmuş kimselerdir. Bu mevzuda güzel, pek çok lâtîf sözler, bahisler ve sualler vardır.
Ma'rifetin üç mertebesi vardır:
1 - Ma'rifet-i âm: Bu husus, bütün mahlûkatta müşte-
rektir.
2 - Ma'rifet-i Hâs.
3 - Mârifet-i hâs-ul-hâstır.
Üçüncü mertebeye yükselebilmiş kimsede muayene ve müşahede sıfatları hâsıl olmuştur. Bu mertebeye ma'rifet-i hakikî denir. Bu mertebenin hâsıl olması için insanın tamamen kendisinden fânî olması, talipte bilkülliyye mahbûbun tecellî etmesi gerekir.
Ma'rifet gibi îman da üç mertebedir. Kişinin îmanı marifetine göre olur. Ma'rifeti de îmanına göre olur. Bu hususta da söylenecek çok şey vardır.
İmanın bu mertebelerini öğrenip ona göre îmanını taklid-den tahkîka doğru yükseltmelidir. İmanını avam îmanından kurtarıp havas îmanına doğru yüceltmelidir.
İmanın üç mertebesi:
1 - En aşağı avam tabakasının îman mertebesidir. İmanın bundan aşağı mertebesi yoktur. Bu kadarı da olmazsa ona îman denmez. İmanı bu derecede olan cennete girer. Yukarıda da geçtiği üzere Efendimiz (S.A.V.) buyururlar:
"Kalbinde zerre miktarı îman olan ateşte kalmaz, cennete girer."
Yine Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyururlar:
"İman; Allah-ü Teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ölüp de dirileceğimize, kıyamet gününe, cennete, cehenneme, hayır ve şerrin Allah-ü Teâlânın takdiriyle olduğuna dil ile ikrar edip kalble inanmaktır."
Bu, avâmın mertebesinde bir îmandır. Bundan aşağı mertebede bir îman yoktur. Yâni bunları inkâr eden kâfir olur. Bundan yukarı mertebe de Havasların îman mertebesidir.
2 - Hâsların îmanı (îman-ı hâs) : Bu da âmentü'nün esaslarını dil ile ikrar edip kalb ile inandıktan sonra sözümüzde, işimizde, ibadetimizde Allah-ü Teâlâ'nm bizi görüyor olduğunu bilip düşünmek, daima, her hâl ü kârda bu duygu ve düşünce üzere olmaktır. Her ne işlerse Allah'ı görür durur. Bu mertebeye îman-ı ihsanı dahi derler.
Resûlüllah (S.A.V.) Efendimizden îman-ı ihsanî suâl olundukta buyurdular ki:
"İhsan: Senin Allah-ü Teâlâ'yı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de, O seni daima görür."
Efendimiz böyle buyurduğu için bu derecedeki îmana îman-ı ihsanî dense münasiptir.
İmanı havas derecesine erişmiş kimse ibadet ve tâatında Allah-ü Teâlâ'yı görür durur gibi olur. Gizli ve aşikâre her ne yapar ve ederse ihlâsla, Allah'ı hâzır-nâzır bilerek işlerler. Allah-ü Teâlâ'nm ululuğunu öyle fikrederler ki gönüllerine Allah'-dan gayrı hiçbir şey gelmez. Allah'dan gayrı hiçbir şey ile gönülleri safa bulmaz. Oturup kalkmaları, yürüyüp durmaları hep edeb ve hudû' iledir. Konuşurlarken sağlarından ve sollarından haberleri olmaz. Sağında ve solunda erkek mi, dişi mi, hayırlı mı yoksa şerli mi farkında olmazlar. Böylelerin îmanları yakîn üzeredir.
Bundan da yukarı bir mertebe vardır. O da:
3 - Hâs-ul-hâs mertebesidir.
Bunların gönülleri başkalarının hayâlinden dahi arınmıştır. Pâk olmuş ve basiret gözleri açılmıştır. Allah-ü Teâlâ böylelerin ruhuna sıfatıyla tecellî eder. Basiret gözüyle görüp bu tecellîye îman ederler. Vücutlarının her âza ve kısmıyla, elleriyle, ayaklarıyla, göz-kulaklarıyla, zâhir-bâtmlarıyla, saçsakalının herbir kılıyla îman ederler.
İkinci mertebede adı geçen havaslardan bu mertebedekiler çok üstündür. Bu mertebedekilerin zatî fânilikleri ne şekildir, onu yerinde tedkik edeceğiz inşâallah...
Bu fenaların birkaç mertebesi vardır: a -Fenâ-yı Ruh, b - Fenâ-yı Suret, c - Var Tarîk'ı.
Dervişlikte öyle hususlar, makam ve mertebeler vardır ki, harfler ve seslerle ifadesi kabil olmayıp ancak dervişlerin lisanıyla ifadesi mümkündür. O hususları işitebilmek için onların kulağı gibi kulağa sahip olmak gerekir.
Bu hususların bâzılarını görmek lâzımdır, işitmekle olmaz. Bâzıları görmekle de, işitmekle de olmaz, tatmak îcabe-der. "Men lem yezuk lem yedri" Mânası: "Tatmayan bilmez."
İnsanın nefsi şu dört husustan biri ile ilgilidir.
1 - Emmâre,
2 - Levvâme,
3 - Mülhime
4 - Mutmainne.
Bu mertebelerden Allah-ü Teâlâ yanında makbul olan, mutmainne mertebesidir. Hak nazarında en merdud ve süflî olan mertebe de emmâre'dir.
Allah-ü Teâlâ meşâyihe öyle bir hususiyyet vermiştir ki o sayede nefs-i emmâre'yi terbiye ederler. Bu, O'nun en büyük bir lûtf-u keremidir. Yalnız terbiye etmekle kalmazlar o nefs-i emmâreyi, sırasıyla levvâmeliğe, mülhimeliğe ve mutmainneli-ğe döndürürler. Bundan maksat; "İrciî" hitâb-ı İlâhîsine kabiliyet kesbetmek, Allah-ü Teâlâ'ya hakikî kul ve Resulüne hâlis ümmet olmaktır.
Şimdi sırasıyla bu dört mertebeyi, Allah-ü Teâlâ'ya çağırıl-mayı, bunların mertebesini ve sıfatını bir bir açıklıyalım; böylece, kendi nefsinin derece ve kademesini kendin takdir et. Yeter ki sen kulağını bu tarafa ver ve gaflet pamuğunu kulağından çıkar. Ancak bu sayede anlatılmak istenileni anlıyabilirsin:
Nefs-i emmâre sahibi olanlar şu üç guruptur:
1 - Fâsıklar,
2 - Münafıklar,
3 - Kâfirler.
Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'inde buyurur ki:
Mânası: "Nefs-i emmâremi temize de çıkaramıyorum. Çün-ki gerçekten nefis kötülüğü şiddetle emreder." (Yûsuf sûresi, âyet: 53).
Allahü Teâlâdan azan ve âsî olan kâfir olur, münafık olur veya fâsık olur. Bu hususta kişinin itikadı esastır. Mühim rol oynar. Herkes nefsini emmârelikten kurtarıp mutmainneliğe yaklaştırmaya devamlı gayret etmelidir.
Nefis denilen şey süt emen bir çocuğa benzer. Verirsen içinde binbir gıda bulunan sütü emer. Bundan keser, başka şeyler yedirirsen onları yer ve onlara göre gıdalanır.
İslâm'ı kabul etmiş, Allah'ın birliğine, ezelî ve ebedî olduğuna inanmış, Resûlüllah'a, haşr-u neşre, kitaplara, meleklere, peygamberlere ve Hakkın buyurduklarının hepsinin hak olduğuna, Resûlüllahın (S.A.V.) hak ve gerçek olduğuna îtikat etmiştir. Buna rağmen nefs-i emmâreden vaz geçmemiş kimselerin adı fâsık'tır. Bunun sebebi, nefs-i emmârenin sıfatıyla sıfatlanmış olmalarıdır.
Nefs-i emmârenin sıfatı nedir? şeklinde bir soru akla
gelebilir. Biraz sonra bunun cevabı verilecektir. Bu kimseler tevbe edip emmâreye uymaktan dönerlerse Allah-ü Teâlâ onları kabul eder. Günahlarını yüzlerine vurmaz, azab da etmez. Zira onlar, o günahı işlememiş gibi olurlar. Nitekim Resûlüllah (S.A.V.) buyurur ki:
Mânası: "Günâhından hulûsu niyyetle, kalbinden pişman olarak tevbe eden, günah işlememiş gibidir."
Eğer fâsıklar tevbesiz olup îman ile ölürlerse cehenneme girerler ve günahlarının cezasını görürler. Hak Teâlâ'nın dilediği kadar yandıktan sonra çıkıp cennete girerler. Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûîüllah demiş olmanın şefaati onları cehennemde bırakmaz ve çıkarır.
Yine Efendimiz (S.A.V.) buyurdular ki:
Mânası: Kalbinde bir miskal miktarınca îman bulunan bir kimseyi o îman, cehennemde bırakmaz, çıkarır.
Yine Efendimiz (S.A.V.) buyururlar ki: Bir kavim cehennemde yana yana kömür gibi olduktan sonra vazifeliler onları alır, Hayat Nehri adı verilen ırmakta yıkarlar. Derileri yeniden vücuda gelir. Yüzleri ayın ondördü gibi olur.
Bunlar için denilir ki:
Bunlar öyle bir taifedir ki Hak Teâlâ onları cehennemden âzâd etti.
Diğer iki taife de kâfirler ve münafıklardır. Bunların hakkında birçok âyet ve hadîsler gelmiştir. Kâfirler ve münafıkları cehennemin esfeline sokar ve orada ebedî kalırlar.
Bu hususta vârid olmuş âyetler:
"Allah, bütün kâfir ve münafıkları cehennemde bir araya getirir." (En-Nisâ sûresi, âyet: 140)
"Münafıklar, ateşin en aşağı derecesindedirler." (En-Nisâ sûresi, âyet: 145)
Kâfir: Allah'ı, kelâmını, resulünü inkâr edenler ile putperestlerdir. Bir kâfir çeşidi daha vardır ki; küfrü îcabedecek söz söyler, tevbe ve istiğfar etmez. Sözünden dönmez. Israr eder. Neûzü billâh böyleleri dünyadan imansız gider.
Münafıklar da iki türlüdür:
1 - Halk içinde oruç tutar, namaz kılar. Kendisi gibi olanlarla beraber olduğunda küfrünü açığa vurur. Bunlar Kaderiye ve Cebriyecilerdir. Hurûfîlerdir. Bâcîler ve Hulûlîler de bu fırkaya dahildir. Bunların ve bunlara benzeyenlerin sözlerini söylemeye değmez.
Hak Teâlâ buyurur ki: "Ancak yalanlayıp sırtını çeviren şakı onun odunu olur." (El-Leyl sûresi, âyet: 15)
Resul (S.A.V.) bunlar ve benzerleri hakkında buyurur: "Üç haslet vardır ki bunların üçü de bir kimsede bulunursa, o kimse dörtbaşı mâmur bir münafıktır." Lâkin bunlardan biri bulunursa o kimsede münafıklığın üç kısmından bir kısmı mevcut demektir. Onu terk ile tevbe etmedikçe münafıklık hasletinden kurtulamaz. Namaz kılmakla, oruç tutmakla böyle bir insan müslüman olmaz. Ben müslümanım demekle, kendini müslüman sanmakla da müslüman olunmaz.
O üç haslet şunlardır:
1 - Söz söylediğinde yalan söylemek,
2 - Va'dettiği halde va'dinde durmamak,
3 - Emanete hıyanet etmektir.
Bir rivayette de, iki haslet vardır ki nifak yâni münafıklık alâmetidirler:
1 - Ahdedip ahdini bozmak,
2 - Bir kimse ile çekişme, çirkin sözler söyleme (sövme
gibi).
Müslüman olan kimseler bu nevi hasletlerden sakınmalıdır. Nefs-i emmâreden sıyrılıp temizlenmedikçe şakilikten kur-tulunmaz ve kurtulmak mümkün de değildir. Zira emmâre-i bis-sû' denilen nefis, kimde mevcut ise onu hayırlı işlerden alıkoyup devamlı şerre teşvik ve sevk eder. Devamlı fısk'a, fücur'a, şekavete ve nifaka çağırır.
Emmârenin mânası emredici, buyurucu demektir. Her kimin ki nefs-i emmâresi beden şehrine buyruk kesilir ve sözünü geçirirse işte o kimse fâsıktır, münafıktır veya kâfirdir. Neûzü billâh.
Aziz olan insanda kemâl ve olgunluk, nefsini bilmek, nefsin merdûd ahlâkını görmek, ahlâk-ı hamîdeyi kendine huy edinmekle olur. İrciî emrine nefsinde kabiliyet kesbetmekle olur. Tâ kendisinde ma'rifet-i Hak hâsıl oluncaya kadar. İnsan olmaktan maksat, Hakkın ma'rifetini hâsıl etmektir. Hak Teâlâ bir Hadîs-i Kudsîde:
"Ben bir gizli hazîne idim. Bilinmeyi istedim. Sonra bu mevcudatı yarattım." (Senedinde ve mevzûiyetinde ihtilâf vardır.)
Bu mahlûkat ma'rifet için yaratılmıştır. Bir kişi yoktur ki O İlâh'ı bilmesin, O'nun vahdâniyyetine şehadet etmesin. Mevcudattan herbirinin kendine göre bir ma'rifeti ve Hakk'ı bilmesi vardır. Ma'rifetten nasib miktarı vardır.
Hakikî ma'rifet, Hakkın zât ve sıfatına mahsus olan ma'rifet insandan başka mahlûkatta bulunmaz, Havassu'l-havas ismi verilen kimseler hakikî ma'rifete sahip olmuş kimselerdir. Bu mevzuda güzel, pek çok lâtîf sözler, bahisler ve sualler vardır.
Ma'rifetin üç mertebesi vardır:
1 - Ma'rifet-i âm: Bu husus, bütün mahlûkatta müşte-
rektir.
2 - Ma'rifet-i Hâs.
3 - Mârifet-i hâs-ul-hâstır.
Üçüncü mertebeye yükselebilmiş kimsede muayene ve müşahede sıfatları hâsıl olmuştur. Bu mertebeye ma'rifet-i hakikî denir. Bu mertebenin hâsıl olması için insanın tamamen kendisinden fânî olması, talipte bilkülliyye mahbûbun tecellî etmesi gerekir.
Ma'rifet gibi îman da üç mertebedir. Kişinin îmanı marifetine göre olur. Ma'rifeti de îmanına göre olur. Bu hususta da söylenecek çok şey vardır.
İmanın bu mertebelerini öğrenip ona göre îmanını taklid-den tahkîka doğru yükseltmelidir. İmanını avam îmanından kurtarıp havas îmanına doğru yüceltmelidir.
İmanın üç mertebesi:
1 - En aşağı avam tabakasının îman mertebesidir. İmanın bundan aşağı mertebesi yoktur. Bu kadarı da olmazsa ona îman denmez. İmanı bu derecede olan cennete girer. Yukarıda da geçtiği üzere Efendimiz (S.A.V.) buyururlar:
"Kalbinde zerre miktarı îman olan ateşte kalmaz, cennete girer."
Yine Peygamber Efendimiz (S.A.V.) buyururlar:
"İman; Allah-ü Teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ölüp de dirileceğimize, kıyamet gününe, cennete, cehenneme, hayır ve şerrin Allah-ü Teâlânın takdiriyle olduğuna dil ile ikrar edip kalble inanmaktır."
Bu, avâmın mertebesinde bir îmandır. Bundan aşağı mertebede bir îman yoktur. Yâni bunları inkâr eden kâfir olur. Bundan yukarı mertebe de Havasların îman mertebesidir.
2 - Hâsların îmanı (îman-ı hâs) : Bu da âmentü'nün esaslarını dil ile ikrar edip kalb ile inandıktan sonra sözümüzde, işimizde, ibadetimizde Allah-ü Teâlâ'nm bizi görüyor olduğunu bilip düşünmek, daima, her hâl ü kârda bu duygu ve düşünce üzere olmaktır. Her ne işlerse Allah'ı görür durur. Bu mertebeye îman-ı ihsanı dahi derler.
Resûlüllah (S.A.V.) Efendimizden îman-ı ihsanî suâl olundukta buyurdular ki:
"İhsan: Senin Allah-ü Teâlâ'yı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen O'nu görmesen de, O seni daima görür."
Efendimiz böyle buyurduğu için bu derecedeki îmana îman-ı ihsanî dense münasiptir.
İmanı havas derecesine erişmiş kimse ibadet ve tâatında Allah-ü Teâlâ'yı görür durur gibi olur. Gizli ve aşikâre her ne yapar ve ederse ihlâsla, Allah'ı hâzır-nâzır bilerek işlerler. Allah-ü Teâlâ'nm ululuğunu öyle fikrederler ki gönüllerine Allah'-dan gayrı hiçbir şey gelmez. Allah'dan gayrı hiçbir şey ile gönülleri safa bulmaz. Oturup kalkmaları, yürüyüp durmaları hep edeb ve hudû' iledir. Konuşurlarken sağlarından ve sollarından haberleri olmaz. Sağında ve solunda erkek mi, dişi mi, hayırlı mı yoksa şerli mi farkında olmazlar. Böylelerin îmanları yakîn üzeredir.
Bundan da yukarı bir mertebe vardır. O da:
3 - Hâs-ul-hâs mertebesidir.
Bunların gönülleri başkalarının hayâlinden dahi arınmıştır. Pâk olmuş ve basiret gözleri açılmıştır. Allah-ü Teâlâ böylelerin ruhuna sıfatıyla tecellî eder. Basiret gözüyle görüp bu tecellîye îman ederler. Vücutlarının her âza ve kısmıyla, elleriyle, ayaklarıyla, göz-kulaklarıyla, zâhir-bâtmlarıyla, saçsakalının herbir kılıyla îman ederler.
İkinci mertebede adı geçen havaslardan bu mertebedekiler çok üstündür. Bu mertebedekilerin zatî fânilikleri ne şekildir, onu yerinde tedkik edeceğiz inşâallah...
Bu fenaların birkaç mertebesi vardır: a -Fenâ-yı Ruh, b - Fenâ-yı Suret, c - Var Tarîk'ı.
Dervişlikte öyle hususlar, makam ve mertebeler vardır ki, harfler ve seslerle ifadesi kabil olmayıp ancak dervişlerin lisanıyla ifadesi mümkündür. O hususları işitebilmek için onların kulağı gibi kulağa sahip olmak gerekir.
Bu hususların bâzılarını görmek lâzımdır, işitmekle olmaz. Bâzıları görmekle de, işitmekle de olmaz, tatmak îcabe-der. "Men lem yezuk lem yedri" Mânası: "Tatmayan bilmez."