24- Kur'ân-ı kerîm

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Şimdi, Kur’ân-ı kerîmin hakîkaten en büyük bir mu’cize olduğunu gösteren ikinci bir husûsa, onun tertîb tarzına temâs edeceğiz:
Bugünkü, en yüksek medeniyyet asrında insanların kullandıkları bilgisayarlarla Kur’ân-ı kerîm incelendiği zemân, akl almaz derecede mu’azzam bir matematik esâs üzerine kurulduğu anlaşılır. Netîce, insanın aklını durduracak kadar mühimdir. Bu netîce ancak Allahü teâlânın mu’cizesidir.
Bu yapılan tecribenin esâsına varmadan evvel, biraz da, Kur’ân-ı kerîmin nasıl vahy edildiğini ve Allahü teâlânın vahy esnâsında Peygamberine “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” neler buyurduğunu tedkîk edelim. Çünki bunun Kur’ân-ı kerîmin tertîb şekli ile irtibâtı vardır. Kur’ân-ı kerîm bugünkü tertîb üzerine vahy edilmemişdir. İlk vahy edilen sûre, (ALAK) sûresidir. Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ilk olarak Alak sûresinin ilk 5 âyeti vahy edildi. Bunların meâl-i şerîfleri, (Ey Muhammed, herşeyi yaratan Rabbin Allahın ismi ile oku! O insanı pıhtılaşmış kandan [alakdan] yaratdı. Oku, Allah büyük kerem sâhibidir. O, kalemle öğretir, insanlara bilmediklerini öğretir) dir.
Kendisine bu ilk vahy geldiği zemân, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ne kadar korkduğunu, nasıl telâş etdiğini yukarıda zikr etmişdik. O, kendisine Allahü teâlânın, yeni bir din teblîg etmek gibi, mu’azzam ve güç bir vazîfe vereceğini hiçbir zemân düşünmemişdi. Kendisinin, hıristiyanların çok kerreler iddi’â etdiği gibi, kendiliğinden meydâna çıkmadığı ve kendisine Allahü teâlâ tarafından büyük bir vazîfe verileceğini ve ne sakîl yüklere tehammül edeceğini bilmediği, Müzemmil sûresinin 1-5. âyetlerinde meâlen, (Ey örtüye bürünen Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve tertîl ile, ağır ağır Kur’ân oku! Doğrusu biz sana TAŞIMASI GÜÇ BİR VAZÎFE vereceğiz) şeklinde bildirilmekdedir.
Bu vazîfenin ne kadar müşkil olduğu şundan ma’lûmdur ki, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” islâmiyyeti neşre başlayınca, kendisine pek çok düşmanlar zuhûr etdi. Bütün gayretine rağmen, islâmiyyetin altıncı senesinde, Ömerin “radıyallahü anh” îmân etdiği gün, mü’minlerin mikdârı [(Medâric) ve (Zerkânî)de] 45 erkek ve 11’i kadın olmak üzere ancak 56 kişiye varmışdı.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Fekat Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, çok dürüst, çok temiz, çok mükemmel bir insan olduğundan ve kendisine Allahü teâlâ tarafından verilen vazîfenin büyüklüğünü bildiğinden hiç yılmamış, bütün tehlükelere, zahmetlere tehammül ederek, bu kudsî vazîfeyi muvaffakiyyet ile îfâ etmişdir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hakkında, bütün dünyânın ancak hurmet duyduğunu ve müteassıb birkaç papazdan başka hiç kimsenin aleyhinde hiçbir söz söylemediğini bir kerre dahâ tekrâr edelim. Aşağıda Almanyada Stuttgart şehrinde 1305 [m. 1888] senesinde, neşr edilmiş olan (Kürschner) ansiklopedisinin Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” ve islâm dîni hakkındaki yazısını berâber okuyalım. Bu yazıyı bir ansiklopediden almamız, bu gibi kitâbların mümkin olduğu kadar hakîkati yazmak mecbûriyyetinde olmaları sebebi iledir. Bizi burada asl alâkadar eden kısm, Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ahlâkı ve meziyyetleri hakkında kullanılan sözlerdir. Dahâ bundan yüz sene evvel, İslâm dîni hakkında hıristiyan ilm adamlarının neler düşündüğünü de bildirdiği için, bu parçayı temâmen terceme ederek sizlere sunuyoruz:
(Muhammed “aleyhisselâm”ın künyesi, Ebülkâsım bin Abdüllahdır. İslâm dîninin müessisidir. 20 Nisan 571 de Mekkede doğmuşdur. Küçük yaşından beri ticâret ile meşgûl olmuş, çok seyâhatlar (!) yapmış, halk ile temâs etmiş, herşeyi öğrenmeğe heveslenmişdir. Dahâ genç yaşında, zengin bir tüccârdan dul kalmış olan ve işlerini ta’kîb için kendisini yanına almış bulunan, Hadîce ile evlenmişdir. 610 senesinde, kendisinin Peygamber olduğuna ve Allah tarafından kendisine vahy geldiğine inanmış ve TEK ALLAH MEFHÛMUNU, birçok putlara tapan Arablara teblîg için, büyük bir gayret ile feâliyyete geçmişdir. Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlâ tarafından bu vazîfenin kendisine verildiğine bütün kalbi ile inanıyordu. Mekke halkının büyük kısmı kendisinin aleyhinde olduğu, fikrlerini şiddet ile red etdiği, hattâ kendisini öldürmek istedikleri hâlde, mücâdelesini, feâliyyetini durdurmadı. Nihâyet, kendisine karşı çıkanların fazla tazyîki üzerine, 622 senesinde Mekkeden ayrılarak Yesrib [Medîne] şehrine gitdi. Müslimânlar bu harekete (Hicret) adını verirler ve takvîmlerini bu târîhe göre başlatırlar. Muhammed “aleyhisselâm”, Medînede birçok tarafdâr buldu. Bir putperestlik dîni olan eski Arab dînini temâmen islâh, onlara Allahın bir olduğunu isbât etmek istiyordu. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiğine göre, hak din olan İbrâhîm aleyhisselâmın dîninde bildirdiği esâslar ile, Mûsâ ve Îsânın “aleyhimesselâm” bildirdikleri dinlerin esâsları birdi. Fekat sonradan bu dinlerin içerisine bozuk i’tikâdlar, inanışlar karışdırılarak tahrîf edilmiş, yehûdîlik ve hıristiyanlık şeklini almışdı.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Muhammed “aleyhisselâm”, bütün bu dinlerin birbirinin temâdîsi, devâmı olduğunu ve en temizlenmiş şeklinin ise, ancak İslâmiyyet olduğunu herkese anlatıyordu.
(İslâm) demek, (kendini temâmen teslîm etmek) demekdir. İslâm dîninin kitâbı, Kur’ân-ı kerîmdir. Diğer dinlerin kitâblarında yalnız mâ’nevî husûslardan bahs olunurken, Kur’ân-ı kerîmde aynı zemânda, ictimâ’î, iktisâdî ve hukûkî hükmler de mevcûddur. İnsanlara dünyâda neler yapmaları lâzım geldiği hakkında, hattâ medenî kanûn şeklinde olan hükmler çokdur. Aynı zemânda, nasıl ibâdet edileceği, nasıl oruc tutulacağı, vücûdün nasıl yıkanacağı hakkında emrler bulunduğu gibi, diğer insanlara ve başka dinden olanlara karşı nasıl hüsn-i mu’âmele edileceği hakkında da ma’lûmât vardır. Kur’ân-ı kerîm, müslimân olmıyan zâlim hükümetlere karşı mücâdeleyi emr eder. Bütün esâsı tek Allaha ibâdet etmekdir. Dînî resmleri, heykelleri men’ eder. Şerâbı ve domuz etini yasaklar. Mûsâ ve Îsâyı da “aleyhimesselâm”, Peygamber olarak kabûl eder. Fekat, bunların derecelerinin son Peygamber olan Muhammed aleyhisselâmdan dahâ aşağı olduğunu bildirmişdir. [Bu, hakîkaten böyledir. Çünki, Mûsâ ve Îsâya “aleyhimesselâm” nâzil olan Tevrât ve İncîlde Muhammed aleyhisselâmın vasfları, üstünlükleri yazılıdır. Bunları bilen, Mûsâ ve Îsâ “aleyhimesselâm”, Onun ümmetinden olmak için çok yalvardılar, düâ etdiler. Îsâ aleyhisselâmın bu düâsı da kabûl olundu. Allahü teâlâ Onu diri olarak göğe yükseltdi. Kıyâmete yakın tekrâr yer yüzüne inecek, Muhammed aleyhisselâmın dînine uyacak ve onu yayacakdır.] İslâm dînini kabûl edenler ve Onun emrlerine uygun olarak yaşayanların âhiretde, içinde dünyâ zevkleri, nehrler, meyveler, ipekli sedirler bulunan Cennete gideceklerini ve orada kendilerine genç ve güzel hûrîler verileceğini müjdeler.
Muhammed “aleyhisselâm”, gâyet güzel huylu, güler yüzlü, kibâr tavrlı ve çok dürüst bir zât idi. Dâimâ hiddet ve şiddetden kaçmış, hiçbir zemân zulm yapmamışdır. Müslimânların dâimâ iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabr ile gidileceğini bildirmişdir. Doğru sözlülüğü, merhameti, fakîrlere yardımı, müsâfirperverliği, şefkati, dâimâ müslimânlığın esâs temelleri olduğunu beyân buyurmuşdu. Dâimâ kanâat ile yaşamış, debdebe ve şa’şa’a [gösteriş]dan ictinâb etmişdir. Müslimânlar arasında hiçbir sınıf farkı tanımamış, en fakîr bir müslimânın bile hâtırını saymışdır. Büyük bir zarûret olmayınca, zora başvurmamış, bütün mes’eleleri tatlılık ile, anlaşma ile, nasîhat ve îzâh ile hal etmeğe uğraşmış ve çok kerreler bunda muvaffak olmuşdur.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
[Bütün ömrü boyunca, hiç kimseyi incitmemiş, kimseyi kırmamışdır. Kendisi için kimseye kızmamışdır. Kendisinden bir şey istenip de, yok dediği, hiç işitilmedi. Var ise verir, yok ise sükût ederdi. O, Allahü teâlânın sevgilisi idi. Geçmiş ve gelecek bütün insanların seyyidi, Efendisi idi.] 630 târîhinde tekrâr Mekkeye dönerek, bu şehri kolayca feth etmiş ve çok kısa zemân içinde, yarı vahşî Arabları, dünyânın en medenî insanları hâline getirmişdir.
İslâm dîni, her birinin hakkını tanımak şartı ile, bir erkeğin dörde kadar kadınla evlenmesine izn vermekdedir. Muhammed “aleyhisselâm”, 8 Hazîran 632 târîhinde vefât etmişdir.) Kürschner ansiklopedisinden terceme burada temâm oldu.
Ansiklopedinin bu yazısını okuduğumuz zemân, şu kanâ’ate varıyoruz: Bunu hâzırlıyan târîhci, İslâm dîninin Allahü teâlânın dîni olduğuna tâm inanmasa bile, bu dînin mükemmel bir din olduğunu ve tek Allaha inanmağı emr etdiğini, vahşî Arabları medenî yapdığını kabûl etmekde, hele Peygamberimizden, pek büyük bir medh ve senâ ile bahs etmekdedir. İşte, ne mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyânın tasdîk etdiği Muhammed aleyhisselâma, son derece dürüstlüğü ve sadâkati sebebi ile, en büyük düşmanları, azgın kâfirler dahî (Muhammed-ül-emîn = Kendine güvenilir Muhammed) derlerdi. Bu kudsî vazîfeyi, her dürlü müşkilâta rağmen, devâm etdirdi. Bir müddet sonra Cebrâîl “aleyhisselâm” Ona Alak sûresinin 14 âyetini dahâ getirdi. Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mekkelilere, onların zulmlerine rağmen, kendisine vahy olunan Kur’ân-ı kerîm sûrelerini okuyor, onları hak dîne da’vet ediyordu. Mekkeliler, ona gülüyor, alay ediyorlardı. Nemaz kıldığı ve görünmeyen bir ilâha ibâdet etdiği için, (Sen delirmişsin!) diyorlardı. O zemân, Allahü teâlâ, Kalem sûresinin 14. cü âyetlerini vahy etdi. Bu âyetlerde meâlen, (Nun, Kalem ve onunla yazılanlara yemîn olsun ki, Ey Muhammed, Sen deli değilsin. Doğrusu sana devâmlı ecr [sevâb] vardır. Şübhesiz Sen büyük bir ahlâka sâhibsin) buyuruldu.
Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olmadığını ve Muhammed aleyhisselâm tarafından hâzırlandığını iddi’â edenleri red eden âyet-i kerîmeler nâzil oldu.
İsrâ sûresinin 88. âyetinde meâlen, (De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, [belâgat, güzel nazm ve kâmil ma’nâda] bu Kur’ânın bir benzerini ortaya koymak için biraraya gelseler, yemîn olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar) buyuruldu.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Necm sûresinin 3 ve 4. cü âyetlerinde meâlen, (Muhammed “aleyhisselâm”, kendi arzûsu ile konuşmaz. [Çünki O, tevhîdi i’lân ve şirki yok etmek ve dîni yaymak ile emr olunmuşdur.] Onun [din işlerinde] konuşması ancak vahydir) buyurulmuşdur.
Kehf sûresinin 110. cu âyetinde meâlen, (Onlara de ki, ben de ancak sizin gibi bir insanım. Ama, bana Rabbimin tek bir ilah olduğu vahy olunmuşdur. [Zâtında benzeri, sıfatlarında şerîki, ortağı yokdur.] Rabbine kavuşmak istiyen bir kimse, amel-i sâlih, fâideli iş işlesin ve Rabbine ibâdet etmekde hiç şerîk [ortak] koşmasın) buyurmuşdur.
Ve nihâyet, hâlâ Kur’ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğundan şübhesi olanlar için, Müddessir sûresi nâzil oldu.
Bu sûrenin 1-10. âyetlerinde meâlen, (Ey örtüye bürünen Muhammed! Kalk da [kâfirleri Allahü teâlânın azâbı ile] korkut! Rabbini tekbîr et, ta’zîm et! Giydiklerini temiz tut! Harâm edeceğim şeylerden sakın! Yapdığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabr et! Sûra üfürüldüğü zemân, kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür. Onlara kolaylık yokdur...) buyurulmuşdur.
24. cü âyetden başlıyarak meâlen, (Kur’ân için, bu sihrdir, bu ancak bir insan sözüdür dedi. İşte bunu söyliyeni, şiddetli bir ateş içine, Cehenneme atacağım. Şiddetli ateşin ne olduğunu sen ne bilirsin? O [içine girenleri] ne çıkartır, ne de azâbdan vaz geçer. İnsanın derisini karartır, yakar. Orada 19 [azâb yapan melek] vardır. Ateşde olanlara azâb yapmak için, meleklerden başkasını me’mûr etmedik. Ehl-i kitâb [yehûdî ve hıristiyanlar bu sayıyı, kendi kitâblarında bildirilene uygun görerek Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetine ve] Kur’âna inanırlar. Mü’minlerin de îmânı artar. Ehl-i kitâb ve mü’minler, [bu adedde] şübhe etmesinler. Kalbleri hasta olanlar ve kâfirler ise, Allah bunu [19 adedini] bildirmekle ne yapmak ister derler. Bunun gibi, Allah dilediğini [kötüleri] doğru yoldan sapdırır ve dilediğini [iyileri] de, doğru yola kavuşdurur. Rabbimin [Cehennem ehlini azâblandırmak için yaratdığı] meleklerin adedini, ancak kendisi bilir [Bu ondokuz melek, diğer meleklerin reîsleridir.]) buyuruldu.
Kur’ân-ı kerîmin hakîkaten Allahü teâlânın kelâmı olduğundan şübhe edenlere bir cevâb olan bu sûredeki 19 sayısı, Tevrâtda da bildirilmişdi.
İslâm dîninde birşeyin kudsiyyet kazanması için, islâmın (Edille-i şer’ıyye) denilen dört temel kaynağından birisi ile bildirilmiş olması lâzımdır. 19 ve 786 rakamlarının kudsî oldukları hiç bildirilmedi. O hâlde, bu rakamlar kudsî değildir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Ondokuzuncu asrın sonlarında kurulan ve az zemânda dünyâya yayılan (Behâî) dîninde, ondokuz sayısı kudsîleşdirilmişdir. Orucları ondokuz gündür. Her behâînin ondokuz günde bir ondokuz behâîyi evine da’vet etmesi şartdır. Dinlerini idâre eden meclisde 19 üye vardır. Nerdeyse, îmânın şartını 6 yerine 19 yapacaklar. Kendilerine müslimân diyorlar. Allah ve Kur’ân ismlerini söylüyorlar ise de, müslimânlıkla hiçbir ilişkileri yokdur. Sinsi bir islâm düşmanıdırlar.
1298 [m. 1880] senesinde, İngilizler tarafından, Hindistânda kurulmuş olan, (Kâdıyânî) ve (Ahmedî) ismlerindeki dînin mensûbları da, kendilerinin müslimân olduklarını söylüyorlar. Hâlbuki bunlar, bu dînin kurucusu olan Ahmed Kâdıyânîye[1] Peygamberdir diyorlar. Hattâ onu Peygamberimizden üstün tutuyorlar. Îsâ aleyhisselâmı çok küçültüyorlar. Bütün islâm âlimleri birleşerek, Kâdıyânîlerin müslimân olmadıklarına karâr verdiler. Bu karârı kitâblarına yazarak bütün dünyâya duyurdular. Abdüsselâm isminde Pakistânlı bir kâdıyânî, 1979 Nobel Fizik mükâfâtını aldı. Ba’zı kimseler, müslimânların başarısı diye buna sevindiler. Hâlbuki, bu başarı, Komünist Rusların mükâfât alması, aya gitmeğe çalışması gibidir. Bu kâfirler, Kur’ân-ı kerîmin emr etdiği gibi çalışdıkları için, Allahü teâlâ, kendilerini, dünyâda, maksadlarına kavuşduruyor. Evet, böylelerinin başarıları, insanlık için sevindirici ise de, müslimânlar için utandırıcıdır. Müslimânların da, bu kâfirler gibi, Kur’ân-ı kerîme uyarak çalışmaları, insanlık için fâideli şeyler bulmaları, îmânda, ahlâkda olduğu gibi, fende de, dünyâya güzel örnek olmaları lâzımdır. Ancak bunu yapınca sevinmek ve övünmek hakkımız olacakdır.
Kur’ân-ı kerîmin bir üçüncü mu’cizesi dahâ vardır. Şimdi Onu da tedkîk edelim:
İslâmiyyetden evvel Arabistân bir çöl ve orada oturan insanlar da yarı vahşî bedevîlerdi. Putperest idiler. Birçok putlara taparlardı. İbtidâî bir hayât sürerlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömmek gibi korkunç âdetleri vardı. Bu yarımada, bir yol üzerinde olmadığı için, ne büyük İskenderler, ne Persler, ne Romalılar, Arablarla hiç uğraşmamış, birçok kavmlerle savaşdıkları hâlde, Arabların yanından geçmemişlerdi. Bu sebebden, Îrânlıların, Romalıların ahlâksızlıkları, zulmleri, hiylekârlıkları Arablara bulaşmadı. Merd olarak kaldılar. İşte böyle âciz, zevâllı, fekat sâf ve temiz olan bir kavm, onlara mürşidlik, rehberlik eden Muhammed aleyhisselâmın getirdiği Kur’ân-ı kerîm sâyesinde birdenbire değişmiş, tam bir medeniyyete kavuşmuş, hârik-ul’âde [olağanüstü] bir gayret ile 30 sene içinde, şarkda Türkistân ve Hindistân, garbda İspanya olmak üzere akla hayret veren çok kudretli bir islâm devleti meydâna getirmişdir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
İlmde, fende ve medeniyyetde son derece ilerlemişler, o zemâna kadar bilinmiyen birçok şeyler keşf etmişlerdir. İlm, fen, tıb ve edebiyyâtda en yüksek mertebeye varmışlardır. Yukarıda da zikr etdiğimiz gibi, ilmde o kadar ileri gitmişlerdi ki, Papalar bile Endülüs Üniversitelerinde okuyor, dünyânın her tarafından koşup gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıb tahsîl ediyorlardı. O zemânın Avrupasından bahs eden John W. Drapper gibi tarafsız bir târîhci, (Avrupanın ma’nevî inkişâfı) ismindeki eserinde şöyle demekdedir: (O zemânki Avrupalılar, temâmen barbardı. Hıristiyanlık onları barbarlıkdan kurtaramamışdı. Hıristiyan dîninin başaramadığını, islâm dîni başardı. İspanyaya gelen Arablar, evvelâ onlara yıkanmasını öğretdiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, serâylar yapdılar. Onları okutdular. Üniversiteler kurdular. Hıristiyan târîhçiler, islâma karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakîkati gizlemeğe çalışmakda, Avrupanın medeniyyetde müslimânlara ne kadar borçlu olduğunu bir dürlü i’tirâf edememekdedirler.)
[1] Ahmed Kâdıyânî, 1326 [m. 1908] da öldü.
Thomas Carlyle, yukarıda yazılı olan hakîkatleri aynen kabûl etdikden sonra, (Arablara bir kahraman Peygamber, onların çok iyi anladıkları bir kitâb ile reîslik etdi. O zemân islâm dîni bir kıvılcım gibi parladı. Hindistândan Granadaya kadar, büyük bir dünyâ parçasını ateşledi. Karanlık dünyâyı nûr içinde bırakdı) demekdedir.
Lamartine, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” için, (Filozof, hatîb, Peygamber, kumandan, insan düşüncelerini sihrleyen, yeni hükmler koyan, mu’azzam bir islâm devleti kuran zât. İşte Muhammed “aleyhisselâm” budur. İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullanılan bütün mikyaslarla [ölçülerle] ölçülsün. Acabâ Ondan dahâ büyük bir insan var mıdır? Olamaz!) demekden kendini alamamışdır.
Gibbon, (Roma İmperatorluğunun Çökmesi ve Yıkılması) adlı eserinde, islâm dîni ve Kur’ân-ı kerîm hakkında şunları söylüyor: (Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın birliğini isbât eden en büyük eserdir.)
Amerikan astronomi mütehassısı Michael H. Hart, Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer tedkîk ederek, bunların içinden yalnız 100 dânesini ayırmakda, bu 100 kişi arasında en büyüğü olarak, Muhammed aleyhisselâmı göstermekdedir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Onun kudreti, kendisine Allahü teâlâ tarafından vahy edildiğine inandığı, mu’azzam eser Kur’ân-ı kerîmden gelmekdedir) demişdir.
Amerika Chicago Üniversitesi profesörlerinden meşhûr rûhiyyât mütehassısı yehûdî Jales Massermann, 1974 senesinin 15 Temmuzunda neşr edilen (Time) mecmû’asının husûsî nüshasında (Büyük liderler nerede?) başlığı altında, târîhde şimdiye kadar gelip geçmiş olan rehberleri tedkîk etmekde, bunların hayâtlarını tahlîl etmekde ve (Bunların en büyüğü Muhammed aleyhisselâmdır) demekde ve şu netîceye varmakdadır: (Muhammed aleyhisselâmdan sonra, Mûsâ aleyhisselâm gelir. Îsâ “aleyhisselâm” ve Buda lider olmaya lâyık kimseler değildi). Hâlbuki kendisi, yehûdî olduğu için, Mûsâ aleyhisselâmı Muhammed aleyhisselâma tercîh etmesi beklenirdi. O, bunu yapmamış, hakîkatden ayrılmamışdır.
Amerikada (En Büyük İnsan) yarışmasında, en çok rey alan yine Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” olmuşdur.
30 sene içinde bir vahşî kavmi, hem de küçük bir insan topluluğunu, dünyânın en mu’azzam, en medenî, en yüksek ahlâklı, en yüksek seciyeli, en kahraman, en bilgili bir millet hâline getirmek, her hangi bir insanın, bir liderin, bir kumandanın yapacağı iş değildir. Bu, ancak Allahü teâlânın tahakkuk etdirdiği bir mu’cizedir ve bunu Arablara yapdırmak için, onlara Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” vâsıtası ile Kur’ân-ı kerîmi göndermişdir. Ancak Kur’ân-ı kerîme ve böylece Allahü teâlânın emrlerine tâbi’ olarak bu akl almaz, mu’azzam iş zuhûr etmişdir.
Bütün bu zikr etdiğimiz husûslar, beyân etdiğimiz hakîkatler, tertîbindeki ilâhî nizâm, Kur’ân-ı kerîmin dünyânın en büyük mu’cizesi olduğunu size göstermiyor mu? İşte dünyâyı kısa zemânda medeniyyete kavuşdurması da, Kur’ân-ı kerîmin üçüncü mu’cizesidir.[1]
1312 [m. 1894] senesinde İstanbulda vefât etmiş olan büyük târîhci Ahmed Cevdet Pâşa “rahime-hullahü teâlâ”, (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında diyor ki, (Îsâ “aleyhisselâm” göke çıkarıldıkdan kırk sene sonra Romalılar Kudüse hücûm etdiler. Yehûdîlerin kimini öldürdüler, kimini esîr aldılar.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Kudüsü yağma etdiler. Yakıp yıkdılar. Tevrâtları ve başka kitâbların hepsini yakdılar. Beyt-ülmukaddesi, ya’nî Mescid-i aksâyı yerle bir etdiler. Kudüs şehri çöl hâline geldi. Yehûdîler bundan sonra bir dahâ toplanamadı. Bir hükûmet kuramadılar. Dağıldıkları yerlerde hor ve hakîr yaşadılar. Îsâ aleyhisselâmın, otuz yaşında Peygamber olduğu bildirildi. Kendisine oniki kişi inandı. Bunlara (Havâriyyûn) denir. Otuzüç yaşında diri olarak göke kaldırılınca, Havârîler dağılıp, bu yeni dîni yaymağa çalışdılar. Sonra, İncîl diye çeşidli kitâblar yazıldı. Bunlar Îsâ aleyhisselâmı anlatan târîh kitâbları idi. Asl İncîl ele geçmemişdir. Her yer küfr ve şirk içinde idi. Îsâ aleyhisselâmın dîni üçyüz sene gizli tutuldu. Ona inandığı öğrenilen kimselere işkence ediliyordu. Roma İmperatörü Kostantin üçyüzon senesinde, bu dîne izn verdi. Kendi de hıristiyan oldu. İstanbul şehrini yapdı. Romadan İstanbula taşındı. Fekat bu dînin esâsları bozulmuş, unutulmuş olduğundan, papazların elinde oyuncak oldu. Mîlâdın üçyüzdoksanbeş [395] inci senesinde, Roma devleti ikiye ayrıldı. Romadaki papaya tâbi’ olanlara (Katolik), İstanbuldaki patrîke tâbi’ olanlara (Ortodoks) denildi. Kiliselere resmler, heykeller kondu. Başka milletler de küfr ve şirk içinde idi. Romalılar, bütün Avrupayı, Mısrı, Suriyeyi, Irakı aldılar. Fen ve san’atda ileri iseler de, ahlâkları bozukdu. Keyfe, can yakmağa dalmışlardı. Aldıkları memleketlere fenâ ahlâklarını yerleşdirdiler. Bereket versin ki, Arabistân yarım adasına saldırmadılar.
[1] İslâm dîni hakkında Avrupalı ve Amerikalı ansiklopedilerden yapılan tercemelerde ve açıklamalarda kimyâger Dr. Nûri Refet Korur beğin kıymetli yardımı olmuşdur.
Arablar câhil kalmışdı. Kimi hıristiyan, kimi yehûdî, ekserîsi de putperest olmuş, bir kısmı da, İbrâhîm ve İsmâ’îl Peygamberlerden “aleyhimessalevâtü vetteslîmât” kalma âdetlere bağlı idi. Mekke sâkinlerinin çoğu, müşrik olarak putlara tapıyorlardı. Kâ’benin içine put [heykel], doldurulmuşdu. Bütün dünyâ da, zulmet ve dalâlet içinde idi. Arablar fende geri iseler de, edebiyyâta çok ehemmiyyet veriyorlardı. İçlerinde, kuvvetli hatîbler ve şâirleri vardı. Şi’r söylemekle iftihâr ederlerdi. Arab lisânının kemâle gelmesi, Allah tarafından bir kitâb indirileceğine bir işâret idi.) Cevdet Pâşanın sözü burada temâm oldu.
Bu kadar açık delîllerle Kur’ân-ı kerîmin hakîkaten Allahü teâlânın kitâbı olduğunu isbât etdikden sonra, hâlâ Ona inanmıyan kalmışsa, Allahü teâlânın onları âhiretde en büyük azâba mahkûm etmesine [çarpmasına] şaşmamak îcâb eder. (Kur’ân-ı kerîmde çok zâlimâne hükmler vardır) diyen hıristiyanlara, (Hayır, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, Allahü teâlânın çok merhametli, çok afv edici olduğu zikr edilmişdir. Günâh işliyen bir kimse, günâhlarına nedâmet ederse, Allahü teâlâ onu afv edecekdir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Fekat, bu kadar açık delîllere rağmen, hâlâ Kur’ân-ı kerîme îmân etmiyenlerin âhiretde ebedî azâb görmeleri, hiç zâlimâne olmaz) demeliyiz!
Hakîkî müslimân olmak demek, yalnız âdete tâbi’ olarak ibâdet etmek değil, islâmın emr etdiği güzel ahlâkı edinerek, insanlık vazîfelerini yaparak, rûhen de tertemiz olmak demekdir. İbâdet eden, fekat hîleyi zekâ eseri sayan, insanları aldatan, hattâ ba’zen muzır propagandalara aldanarak insan öldüren, ortalığı yakıp yıkan, yalan söyliyen bir kimse, müslimân olduğunu söylese de, hakîkî müslimân değildir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde (Furkân) sûresinde, bir müslimânın nasıl olması îcâb etdiğini beyân buyurmuşdur. Bunu tefsîr etmek için, Ehl-i sünnet âlimleri “rahime hümullahü teâlâ” ziyâdesi ile kitâb yazmışlardır. Fekat biz, kendimizi hâlâ fenâ huylardan kurtaramıyor, Kur’ân-ı kerîmde bildirildiği gibi çalışmıyor, Allahü teâlânın emrlerini yapmıyor, sözüne sâdık olamıyor, sokaklarımızı pislik içinde bir harâbeye çeviriyor, rûhen ve bedenen temizlenemiyoruz. Hâlbuki, elimizde bize bütün bu güzel şeyleri emr eden, ne yapmamız lâzım geldiğini açık açık bildiren, Allahü teâlânın kelâmı (Kur’ân-ı kerîm) ve Peygamberimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emrleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime hümullahü teâlâ” kitâbları vardır.
Allahü teâlâ, Feth sûresinin 28. ci âyetinde meâlen şöyle buyurmakdadır:
(Allahü teâlâ, Peygamberini, hidâyet ve hak din, İslâmiyyet ile gönderdi. İslâm dînini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselâmın hak] Peygamber olduğuna şâhid olarak Allah yeter.)
Saf sûresinin 9. cu âyetinde meâlen, (Müşrikler istemese de, islâm dînini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resûlü Muhammed aleyhisselâmı, [sebeb-i hidâyet olan] Kur’ân ve İslâm dîni ile birlikde gönderen Allahü teâlâdır) buyurulmuşdur.
Ve Allahü teâlâ va’d ediyor:
(ALLAHÜ TEÂLÂ ŞÜKR EDENLERİN MÜKÂFÂTINI VERECEKDİR.)
Burada şükr etmek demek, Kur’ân-ı kerîmin istediği gibi, tâm müslimân olmak demekdir. Allahü teâlânın verdiği ni’metleri, Onun emrine uygun olarak kullanmak demekdir. Bugün dünyâda bir milyârdan ziyâde müslimân olduğu 271.ci sahîfede bildirilmişdi. Ya’nî, dünyâda her 4 kişiden biri müslimândır.
 
Üst Alt