125- Tevekkül. Evlilerin tevekkülü. Bekârların tevekkülü

HASAN CAN

Active member
5) Günâhı çokdur. Hastalık çekmekle günâhlarının afv edilmesini ister. Hadîs-i
serîfde buyuruldu ki, (Sıtma hastalıgı, insanın günâhlarının hepsini temizler. Dolu
dânesinde toz olmadıgı gibi, sıtmalının günâhı kalmaz). Îsâ “aleyhisselâm” buyurdu
ki, (Hasta olup, musîbete, felâkete ugrayıp da, günâhları afv olacagı için sevinmiyen
kimse, âlim degildir). Mûsâ “aleyhisselâm”, bir hastayı görüp: (Yâ Rabbî!
Bu kuluna merhamet et!) dedikde, Allahü teâlâ: (Rahmetime kavusması için,
gönderdigim sebebler içerisinde bulunan bir kuluma, nasıl rahmet edeyim. Çünki,
onun günâhlarını, bu hastalıkla afv edecegim. Cennetdeki derecesini, bununla
artdıracagım) buyurdu.
6) Sıhhatin hep yerinde olması, Allahü teâlâyı unutmaga, Ona ısyân etmege, harâm
islemege sebeb olacagını düsünüp, hasta kalmagı ister. Allahü teâlâ, acıdıgı
kullarını derd ile, hastalık ile, gafletden uyandırır. Nitekim, bir hadîs-i serîfde buyuruldu
ki, (Mü’minlerde, üç seyden biri bulunur: Kıllet ya’nî fakîrlik, ıllet ya’nî
hastalık, zillet, ya’nî i’tibârsızlık) ve buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyurdu ki: Hastalık
benim kemendim, tuzagımdır ve fakîrlik zındânımdır. Buralara sevdiklerimi sokarım).
Sıhhat, günâh islemege sebeb olur. Âfiyet hastalıkda olur. Alî “radıyallahü
anh”, bir kalabalıgı eglence içinde görüp sordukda, bugün bayramımızdır dediler.
Günâh islemedigimiz günler de, bizim bayramımızdır buyurdu. Büyüklerden
biri, rast geldigi birine, nasılsın dedikde, âfiyetdeyim dedi. O da, âfiyetde oldugun,
günâh islemedigin gündür. Günâh islemekden dahâ tehlükeli hastalık yokdur
buyurdu. Fir’avnın, herkesin kendine tapınmasını istemesine sebeb, dört yüz sene
yasamısdı. Bir kerre bası agrımamıs, atesi olmamısdı. Bir kerre bası agrısaydı,
o saygısızlık hâtırına gelmezdi. Bir kimse, hasta olup tevbe etmezse, Azrâîl “aleyhisselâm”
der ki, ey gâfil! Sana kaç def’a haberci gönderdim. Aklını basına toplamadın.
Büyükler buyurur ki, mü’mine kırk gün içinde, her hâlde üzüntü veyâ hastalık
veyâ korku yâhud malına ziyân gelir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
bir hanımı nikâh ile alacakdı. Bu kadın hiç hasta olmamısdır diye medh etdiler. Almakdan
vaz geçdi. Birgün bas agrısını söyliyordu. Bir köylü: Bas agrısı nasıl olur?
Benim basım hiç agrımadı deyince, (Benden uzak ol! Cehennemlik görmek istiyen,
buna baksın) buyurdu. Âise “radıyallahü anhâ”, sehîdlerin derecesine yükselen
olur mu? deyince: (Hergün yirmi kerre ölümü düsünen kimse, sehîdlerin derecesini
bulur) buyurmusdu. Sübhesiz, hastalar, ölümü çok hâtırlar. Iste, bu altı sebebden
dolayı, ba’zıları ilâc kullanmamısdır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu sebeblere muhtâc olmadıgı için ilâc
kullanırdı.
(Dürr-ül-muhtâr)da ve bunu açıklıyan (Ibni Âbidîn)de (Sular) kısmı sonunda
buyuruyor ki: (Harâm olan seylerin ilâc olarak içilmesi, bunun hastaya iyi gelecegi
bilinirse ve halâl olan ilâc bulunmazsa, câiz olur. (Buhârî)deki hadîs-i serîfde,
(Allahü teâlâ, harâm olan seylerde, size sifâ yaratmamısdır) buyurulmusdur. Bunun
ma’nâsı, sifâsı oldugu tecribe edilen harâm maddeler, ilâc için halâl olur, demekdir.
Nitekim, susuzlukdan ölecek kimseye, ölümden kurtaracak kadar serâb
içmek halâl olur. Harâm olan seyde, sifâ bulunması, mütehassıs olan müslimân bir
doktorun söylemesi ile anlasılır. Yalnız, domuz eti ve yagı, sifâsı bulunsa da, ilâc
olarak da kullanılmaz). Muhammed Zerkânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mevâhib-
i ledünniyye) serhi, sekizinci maksadda diyor ki, (Hadîs-i serîfde, tedâvî olunuz
buyuruldu. Bu hadîs-i serîfe göre, ölüme veyâ bir farzı terk etmege mâni’ olacak
tedâvî ve kalb hastalıklarının tedâvîsi farzdır. Baska hastalıkların tedâvîsi sünnetdir.)
(Tâtârhâniyye)de diyor ki, (Baska çâre olmayınca, ölümden kurtulmak için ameliyyât
olmak câizdir.)
Son söz olarak deriz ki, hastalık sebeblerinden kaçınmak, tevekküle mâni’ de-
gildir. Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, Sâma gidiyordu. Sâmda tâ’ûn [ya’nî vebâ hastalıgı]
oldugu isitildi. Yanında bulunanların ba’zısı, Sâma girmiyelim dedi. Bir kısmı
da, Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım dedi. Halîfe de, Allahü teâlânın kaderinden,
yine Onun kaderine kaçalım, sehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir
çıplak kayalıgı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermis
olur buyurdu. Abdürrahmân bin Avfı “radıyallahü anh” çagırıp, sen ne dersin?
buyurdukda, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” isitdim. (Vebâ olan yere
girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, baska yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!)
buyurmusdu, dedi. Halîfe de, elhamdülillah, benim sözüm, hadîs-i serîfe uygun oldu
deyip, Sâma girmediler. Vebâ bulunan yerden dısarı çıkmanın yasak edilmesine
sebeb, saglam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı
yerde, kirli hava [ya’nî mikroblu hava, vebâ basilleri], herkesin içine yerlesince,
kaçanlar, hastalıkdan kurtulamaz [ve hastalıgı baska yerlere götürmüs, bulasdırmıs
olurlar]. Hadîs-i serîflerde buyuruluyor ki, (Vebâ hastalıgı bulunan yerden kaçmak,
muhârebede kâfir karsısından kaçmak gibi, büyük günâhdır). [Muhyiddîn-i Arabî
“kuddise sirruh” (Fütûhât-ül-mekkiyye) kitâbında (Kazâ, belâ) bahsinde, (Belâlardan,
tehlükelerden, gücünüz yetdigi kadar sakınınız. Çünki, tâkat getirilemiyen,
dayanılamıyan seylerden uzaklasmak, Peygamberlerin âdetidir) buyurmakdadır.
Eceli gelen hastanın ölmesine mâni’ olunamaz. Ancak, ölüm hastasının istigfâr
okuması, hastalıgın veca’larını giderecegi (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) ikinci cild, 80.ci
mektûbunda yazılıdır. Bu mektûb, (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbımızda mevcûddur.]
(Redd-ül-muhtâr) besinci cild sonunda ve (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki, (Kapalı
yerde iken zelzele olursa, oradan açık bir yere kaçmak müstehabdır).
FASL — Tevekkül etmek için, hastalıgını herkese bildirmemek lâzımdır. Bildirmek
ve sikâyet etmek mekrûhdur. Yalnız fâidesi olacaklara, [meselâ, doktora
söylemek] veyâ aczini, zevallılıgını bildirmek için söylemek mekrûh olmaz ve tevekkülü
bozmaz. Nitekim Alî “radıyallahü anh” hastalanmısdı. Nasılsın, iyi misin
dediklerinde, hayır dedi. Sasıp birbirlerine bakısdılar. (Allahü teâlâya aczimi
gösteriyorum) buyurdu. Bu söz onun hâline lâyık idi. O cesâret ve kuvveti, yegitligi
ile, aczini biliyordu ve (Yâ Rabbî! Bana sabr ihsân et!) derdi. Tevekkülün kıymeti,
(Cevâb Veremedi) kitâbının 144.cü sahîfesinde yazılıdır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâdan âfiyet
isteyiniz. Belâ istemeyiniz!). Hastalıgı herkese söyleyip, hâlinden sikâyet etmek
harâmdır. Sikâyet niyyeti ile degilse harâm olmaz. Fekat, söylememek iyidir.
Çünki, çok söyleyerek, sikâyet seklini alabilir.
Hindistânda bulunan islâm âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Bâkîbillah buyuruyor
ki, (Tevekkül, sebeblere yapısmayıp, tenbel oturmak degildir. Çünki,
böyle olmak, Allahü teâlâya karsı edebsizlik olur. Müslimânın, mesrû’ olan bir sebebe
yapısması lâzımdır. Sebebe yapısdıkdan, çalısmaga basladıkdan sonra tevekkül
edilir. Ya’nî istenilen sey, bunun hâsıl olmasına sebeb olan seyden beklenilmez.
Çünki, Allahü teâlâ sebebi, istenilen seye kavusdurmak için, bir kapı gibi yaratmısdır.
Birseyin hâsıl olmasına sebeb olan isi yapmayıp da, sebebsiz olarak gelmesini
beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemege benzer ki, edebsizlik olur.
Allahü teâlâ, ihtiyâclarımıza kavusmamız için kapıyı yaratmıs ve açık bırakmısdır.
Onu kapamamız dogru degildir. Bizim vazîfemiz kapıya gidip beklemekdir. Sonrasını
O bilir. Çok zemân kapıdan gönderir. Diledigi zemân da pencereden atarak verir).
Bâkî-billahın bu sözü (Berekât) kitâbında yazılıdır. Görülüyor ki, çalısmayıp,
bos oturup, tevekkül ediyorum demek câiz degildir. Tesavvuf büyükleri, çalısmaga,
sebebe yapısmaga baslayıp, bundan sonra tevekkül etmeli demislerdir.
Hindistânın büyük âlimlerinden Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, onüçüncü
mektûbunda diyor ki, cebr ve ihtiyâr üzerinde âlimlerimiz çok sey yazdılar ise de,
insanın zihnine yine sübheler gelmekdedir. Çünki akl, din bilgilerinden ba’zılarını
anlıyamıyor. Eger anlasaydı, insanların islerinin fâideli ve iyi olması için, Peygamberlere
vahy gönderilmesine lüzûm ve ihtiyâc olmazdı. Insanda tam ihtiyâr vardır
demek, ya’nî insan her diledigini yapar demek ve insanın elinde birsey yokdur, kazâ
ve kaderde olanı yapmaga mecbûrdur demek, kitâba ve sünnete inanmamak olur.
Çünki, insanların amellerini de, cesedlerini de, ya’nî maddelerini de, islerini, hareketlerini
de Allahü teâlâ yaratmakdadır. Böyle olunca, tam ihtiyâr vardır denilebilir
mi? Cebr ile, zorla yapdırılan is için hesâba çekmek de zulm olur. Allahü teâlâ
zulm yapmaz. O hâlde, insan mecbûrdur demek, nasıl dogru olabilir? Insanların islerinin
bir titreme gibi cebren yapılmadıgı meydândadır. Ilm, irâde ve kudretimiz
ile yapılmakdadırlar. Insanın ihtiyârı [istekli hareketi], her üçünden hâsıl olmakdadır.
Fekat, insanda bu üçünün hâsıl olması, insanın ihtiyârı ile degildir. Allahü teâlâ
diledigi zemân, bunları insana gönderir. Cebr de, bu kadardır. Insanda tam ihtiyâr
ve tam cebr olmadıgı için, insanın hareketleri, bu ikisinin arasında hâsıl olmakdadır.
Islerin böyle yapılmasına (Kesb) denir. Insanın kesb etdigi islerinde bu kadarcık
ihtiyârın bulunması, Allahü teâlânın teklîflerine [emr ve yasaklarına] sebeb
olmusdur. Ihtiyârımız za’îf, az oldugu için de, teklîfler hafîf olmus, Allahü teâlânın
mü’minlere olan rahmet sıfatı, onların âsîlerine olan gadab sıfatını asmısdır. Diger
sıfatlarından hiçbiri, ötekilerini asmıs degildir. Allahü teâlânın fi’lleri de, ilmi, irâdesi
ve kudreti ile oldugu için, bu bakımdan kulların islerine benzemekdedir. Böyle
islerden dolayı, kullarını hesâba çekmesi adâlete uymuyor denilemez.
 

HASAN CAN

Active member
[TENBÎH: Ölümden evvelki hayâta (Dünyâ hayâtı), ölümden sonraki hayâta
(Âhıret hayâtı) denir. Âhıret hayâtı üçe ayrılır: Mezârdan kalkıncaya kadar,
(Kabr hayâtı), tekrâr dirildikden, Cennete veyâ Cehenneme gidinceye kadar,
(Kıyâmet hayâtı), üçüncüsü (Cennet ve Cehennem hayâtı)dır. Dünyâda yapılan
her isden ve düsünceden, dünyâda ve âhıretde fâide veyâ zarar hâsıl olur. Fâide
hâsıl olanlara (Hayr), zarar hâsıl olanlara (Ser) denir. Allahü teâlâ, hayrları, serlerden
ezelde ayırmısdır. Bunlar, birbirleri ile hiç karısmaz. Bu ayırmaga, (Kazâ)
ve (Kader) denir. Kazâ, kader hiç degismez. Allahü teâlâ hayr ve ser islemekde insanları
serbest bırakdı. Isteyen hayr isler, isteyen ser isler. Allahü teâlâ, merhamet
ederek, hangi islerin hayr, hangi islerin ser oldugunu, Peygamberler vâsıtası ile kullarına
bildirir. Insanlar da, bunları, Peygamberlerden, aklları ile, ilmleri ile ögrenirler.
Akl ve ilm sâhibleri akla, ilme uyarak, hayr isler. Aklı ve ilmi olmıyan ahmaklar,
câhiller, nefslerine ve seytânlara uyarak, ser ya’nî günâh isleyerek, dünyâda
ve âhıretde azâba sürüklenir. Görülüyor ki, Peygamberlerin emrleri, ya’nî dinler,
Allahü teâlânın ni’meti, büyük ihsânıdır. Islâmiyyete uyanlar, Cennete gidecekler,
uymıyanlar Cehenneme gideceklerdir.]

Bir kiside olmasa ger vecd-ü hâl,
eylese islâmiyyete o imtisal.
Dâimâ bid’atleri terk eylese,
ehl-i sünnetden hiç ayrılmasa.
O kisi, ehl-i se’âdetdir hemân,
ser’i pâke iyi sarıl, ey civân.
Ger islâmiyyetsiz olursa vecd-ü hâl,
ehl-i istidrâc olur, ol bed fi’al.
Uçsa da, aldanma öyle seylere,
kes kanâdı, tâ ki düssün yerlere.
Anlara aldanma, îmânın gider,
ser’i pâki tutmıyan bulmaz zafer.
 
Üst Alt