MURATS44
Özel Üye
Zahiriye Mezhebi, Davud ez-Zahirî olarak bilinen Davud bin Ali bin Halef el-İsbahanî (d. 815 Küfe-ö. 883 Bağdat) tarafından kurulan fıkhî ve kelamî mezhep. Davudiye adıyla da anılır. İslâmî hükümleri Kurân ve Sünnet'in zahirî (lafzî, sözel) anlamlarından çıkarmayı temel aldığı için Zahiriye olarak adlandırıldı. Bu yaklaşımı ile yalnız fıkıh alanında değil, kelam alanında da diğer mezheplerden ayrılan görüşler ortaya koydu. Mezhebi geliştirerek sistemleştiren ise İbn Hazm (ö. 1064) oldu.
Mezhebin kurucusu olarak bilinen Dâvud b. Ali'nin Hicri 200-202 tarihlerinde Kûfe'de doğduğu yolundaki rivâyetler değişiktir. Onun tahsil seneleri ekseriya Bağdat'ta geçmiştir. Derslerini dinlediği hocaları arasında Ebû Sevr, Süleyman b. Harb, Amr b. Marzûk, el-Ka'nebî, Muhammed b. Kesîr, Müsedded b. Müserhed gibi pek meşhur ilahiyatçı ve muhaddisler zikredilir. Bu sıralarda Nişâbur'da meşhur İshâk'ın derslerini takib etmek için Bağdat'tan ayrıldı. Nişâbur'da o, müteakiben ilâhiyatçı bir metoda kavuşturacağı mezhebinin ateşli bir hatibi olmuş görünüyor. İshâk b. Râheveyhî hadis mektebindendi. Şâfîi'nin re'ye zıt düşen sisteminin tarafını tutmuştu. Dâvud b. Ali, muasırları nezdinde büyük itibar sahibi olan İshak'a karşı gayet hür ve pervasız davrandı, tek başına onun görüşlerini ve sistemi reddetmek cesaretini gösterdi.
Şâfiî tabakat kitaplarında övgülerle dolu bir yer işgal eden Dâvud b. Ali, umumiyetle tabakatçılar tarafından Şâfiî'nin mutaassıp bir tarafları olarak ve babasının müntesibi olduğu Hanefi mezhebine mensup bir aile içerisinde büyümüş olması dolayısıyla de çok daha muteber gösterilmiştir. Nisâbur'dan dönünce Bağdat'a hocâ olarak yerleşti. Onun mümtaz talebelerinden büyük bölümünü, tabakat müelliflerinin beyanlarına göre muhtemelen orada hazır bulunan dört yüz taylasanlı, yani kalın elbiseli kişiler teşkil ediyordu. Derslerini takip edenler arasında Muhammed b. İbrahim b. Said el-Abdî (ö. 291) zikredilir ki, bu zat devrinin en mümtaz muhaddislerinden olup, Buhârî'nin de şeyhi idi.
Dâvud b. Ali'nin şöhreti kısa zamanda Bağdad'ın sınırlarını aştı. İslâm tedrisatının en uzak merkezlerinden dinî ihtilafların çözümü için ona kadar gelinirdi. Bütün tabakat müellifleri ittifakla onun müstakim dinî karakterini överler, her yerde onun zühdü yaşayış seyrine rastlanır. Gündüz namazlarında gösterdiği takvanın benzerine bir başkasında rastlanamadığı söylenir.
Zâhirî mektebinin kurucusu Dâvud b. Ali'ye belki de bambaşka olan ilâhiyatçı tutumu sebebiyle, muhaddis olarak pek fazla yüksek değer verilmez. Eserinin çok sayıda hadis ihtiva etmesine rağmen, onun otoritesine istinaden pek nâdir olarak hadis nakledilir.
İbn Haldûn'un Mukaddime adlı eserinde belirttiğine göre Zâhiriler, yani Dâvud'un taraftarları, Şeriatı anlama kaynaklarını sadece nasslardan (yani Kurân ve hadiste kati olanlardan) ve icmâdan ibaret kıldılar. Celî kıyası, yani nazariyeyle istidlâl edilmeyen kıyası ve nassla beyan edilen şer'î delilleri de nassa dayandırdılar, diğer bir ifadeyle nassta zikredilen bir durumu aşan kıyas ve şer'î delillerin kullanılmasına izin vermediler. Çünkü onlar şöyle diyorlar: "Çok kere rastladığımız nassla zikredilmiş şer'i deliller, bir prensibin hükmü değil, müşahhas şeriatın bizzat hükmüdür." Dâvud b. Ali, kıyas ve. ta'lilden başka taklidi yani salâhiyetli şer'i kaynaklarda açık bir şekilde hüküm verilemeyen meselelerde bir imamın veya bir mezhebin prensiplerine kayıtsız şartsız iltihak etmeyi de reddeder. Taklide karşı söylenilmiş olan, "masum olmayan birinin prensibini körü körüne taklit etmek zemmedilmiştir ve taklitte basiret bağlanır." sözü ona isnat edilir. Ayrıca şu söz de ondan rivayet edilmiştir: "Yolunu aydınlatsın diye, kendisine bir şamdan verildiği halde, bunu söndüren ve yürüyebilmek için başkasına dayanan kimseye yazıklar olsun." Şayet bir kimse şec'i kaynakları kullanmaya salâhiyetli ise körü körüne beşeri bir otoriteyi takip etmek zorunda değildir (İbn Haldun, Mukaddime, Bulâk, 372).
Zahiriye mezhebine göre İslâm hukukunun temel kaynakları Kitap ve Sünnettir. Bunlar ancak lafzî anlamları doğrultusunda anlaşılabilir. Nassların lafzî anlamları bırakılarak tevil ve kıyasa gidilmesi haramdır. Sünnet de Kurân gibi Allah'ın bir vahyidir. Bu nedenle dinî kaynak olmaları bakımından ikisi arasında bir fark yoktur. Bir âyet diğer bir âyetin hükmünü neshedebileceği gibi, bir hadis de bir âyeti neshedebilir. İcma, ancak bir nassın bildirdiği hüküm üzerinde olursa bir anlam taşır. Nassa dayanmayan icmanın hiç bir hükmü yoktur. Diğer mezheplerce hukukun kaynakları arasında sayılan kıyas, istihsan, mesalih-i mürsele gibi ictihad yöntemlerinin de hiç bir geçerliliği olamaz.
Zahiriye mezhebi, hakkında nas bulunmayan konularda istishab ve ibahat-ı asliye ilkesine göre hareket eder. İstishab, nassa dayanan bir hükmün, değiştiğini gösteren başka bir nas bulununcaya kadar devam etmesi demektir. İbahat-ı asliye ise, nasla haram kılınanlar dışında her şeyin mübahlığı kuralıdır. Allah, başlangıçta insanlara her şeyi mübah kılmış, sonra bunlardan dilediğini yasaklamıştır. Hakkında nas bulunmayan bütün şeyler mübahtır. Bu ilke, Zahiriye mezhebinin bazı garip sonuçlara ulaşmasına yol açmıştır. Söz gelimi, bir köpeğin yediği ya da içtiği kapta kalan yiyecek veya içecek pisliktir. Bu kabın temizlenmesi için biri temiz toprakla olmak üzere yedi kere yıkanması gerekir. Çünkü bu konuda nas vardır. Buna karşılık domuzun artığı temizdir. Çünkü bu konuda bir nas bulunmamaktadır. Durgun bir su, insan idrarıyla pis olur. Oysa domuz idrarı aynı suyu pisletmez. Çünkü insan idrarı hakkında nas bulunduğu halde, domuz idrarı hakkında nas bulunmamakta, bu da onun temizliğini göstermektedir.
Nasların illetlerini ve teşrî hikmetlerini göz önünde bulundurmayan Zahiriye mezhebi bilginleri, İslâm hukukunun ayrıntılarına ilişkin çok farklı hükümlere ulaşmışlardır. Örneğin evlenmeye gücü yeten bir erkeğin evlenmesi, gücü yetmeyenlerin de sık sık oruç tutması farzdır. Kişinin sağlıklı durumdayken ve ölümlük hasta iken yaptığı tasarruflar aynı ölçüde geçerlidir. Riba, yalnız kendisini tanımlayan hadiste geçen altı madde (altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz) için söz konusu olabilir. Hac, zekât, keffaret gibi Allah hakkı sayılan bir borcu olan ölünün terekesinden önce bu borçları ödenir, sonra sıra kul haklarına gelir. Mirasın paylaşılması sırasında hazır bulunan, ancak varis olmayan akrabalara razı olacakları ölçüde pay verilmesi gerekir. Hâkim, sağlık nedenleri, kayıplık, geçimsizlik gibi gerekçelerle evliliğe son veremez.
Zahiriye, sadece fıkhî bir mezhep değil, aynı zamanda itikadî bir mezheptir. İtikadî konulardaki başlıca görüşleri de şöyle özetlenebilir: Allah'ın birliğinin (tevhid) üç yönü vardır. Bunlar, Allah'ın tapılacak varlık (mabud) olarak birliği, yaratıcı (halık) olarak birliği ve niteliklerinde birliğidir. Tevhid, ancak bu üç yönle tamamlanır. Buna göre, Allah'tan başka bir varlığa ibadet edilemez. Kullardan hiç birisi aracı edilerek Allah'a yakınlık kazanmak için çalışılamaz. Her şeyi yaratan Allah'tır. Hiç kimse, bir fiili veya bir nesneyi yarattığını söyleyemez. Allah zatında olduğu gibi niteliklerinde de birdir. Allah'ın nitelikleri, O'nun isimleridir. Allah'ın sıfatları olduğu söylenemez. Çünkü Kurân'da sıfat kelimesi geçmez.
Müslümanların bir halife seçmeleri vaciptir. Bu görevi yerine getirmemeleri durumunda hepsi günahkâr olur. Halife Kureyş kabilesinden, akıllı ve erkek birisi olmalı, görev için ortaya çıkmalı, görevlerini bilmeli ve bunları yerine getirecek güç ve yeteneğe sahip olmalı, günahlardan uzak durmalıdır. Halifenin seçimi konusunda üç yol vardır. Bunlardan birisi, önceki halifenin tavsiyesi; ikincisi, gerekli şartları taşıyan bir kişinin ortaya çıkarak biat istemesi; üçüncüsü de, sağ olan halifenin sonraki halifenin seçimini güvenilir bir kişi ya da kurula bırakmasıdır.
Büyük günah işleyen kişi kâfir sayılamaz. Bunlar kesin biçimde tövbe ederlerse günahları bağışlanır. Tevbe etmeden ölmeleri halinde, sevapları ağır gelirse, günahları düşer; sevapları ile günahları eşit olursa, A'raf'ta kalırlar; günahları ağır gelirse, günahın fazlalığı ölçüsünde ceza görürler. Bu cezanın süresi, ateşin bir kez yüzlerine parlamasından elli bin yıla kadar değişebilir. Sonra cehennemden çıkarak cennete giderler.
Zahiriye mezhebi doğu İslâm dünyasında önce Dâvud ez-Zahirî, sonra da oğlu Muhammed tarafından yayıldı. Hicri IV. yüzyılda dördüncü büyük mezhep durumuna geldi. Fakat giderek etkisi azaldı. Buna karşılık İbn Hazm ile birlikte Batıda, Endülüs'te güç kazandı. Günümüzde izleyicisi kalmayan mezhep, etkisini yetiştirdiği büyük bilginlerin eserleriyle sürdürmektedir
Mezhebin kurucusu olarak bilinen Dâvud b. Ali'nin Hicri 200-202 tarihlerinde Kûfe'de doğduğu yolundaki rivâyetler değişiktir. Onun tahsil seneleri ekseriya Bağdat'ta geçmiştir. Derslerini dinlediği hocaları arasında Ebû Sevr, Süleyman b. Harb, Amr b. Marzûk, el-Ka'nebî, Muhammed b. Kesîr, Müsedded b. Müserhed gibi pek meşhur ilahiyatçı ve muhaddisler zikredilir. Bu sıralarda Nişâbur'da meşhur İshâk'ın derslerini takib etmek için Bağdat'tan ayrıldı. Nişâbur'da o, müteakiben ilâhiyatçı bir metoda kavuşturacağı mezhebinin ateşli bir hatibi olmuş görünüyor. İshâk b. Râheveyhî hadis mektebindendi. Şâfîi'nin re'ye zıt düşen sisteminin tarafını tutmuştu. Dâvud b. Ali, muasırları nezdinde büyük itibar sahibi olan İshak'a karşı gayet hür ve pervasız davrandı, tek başına onun görüşlerini ve sistemi reddetmek cesaretini gösterdi.
Şâfiî tabakat kitaplarında övgülerle dolu bir yer işgal eden Dâvud b. Ali, umumiyetle tabakatçılar tarafından Şâfiî'nin mutaassıp bir tarafları olarak ve babasının müntesibi olduğu Hanefi mezhebine mensup bir aile içerisinde büyümüş olması dolayısıyla de çok daha muteber gösterilmiştir. Nisâbur'dan dönünce Bağdat'a hocâ olarak yerleşti. Onun mümtaz talebelerinden büyük bölümünü, tabakat müelliflerinin beyanlarına göre muhtemelen orada hazır bulunan dört yüz taylasanlı, yani kalın elbiseli kişiler teşkil ediyordu. Derslerini takip edenler arasında Muhammed b. İbrahim b. Said el-Abdî (ö. 291) zikredilir ki, bu zat devrinin en mümtaz muhaddislerinden olup, Buhârî'nin de şeyhi idi.
Dâvud b. Ali'nin şöhreti kısa zamanda Bağdad'ın sınırlarını aştı. İslâm tedrisatının en uzak merkezlerinden dinî ihtilafların çözümü için ona kadar gelinirdi. Bütün tabakat müellifleri ittifakla onun müstakim dinî karakterini överler, her yerde onun zühdü yaşayış seyrine rastlanır. Gündüz namazlarında gösterdiği takvanın benzerine bir başkasında rastlanamadığı söylenir.
Zâhirî mektebinin kurucusu Dâvud b. Ali'ye belki de bambaşka olan ilâhiyatçı tutumu sebebiyle, muhaddis olarak pek fazla yüksek değer verilmez. Eserinin çok sayıda hadis ihtiva etmesine rağmen, onun otoritesine istinaden pek nâdir olarak hadis nakledilir.
İbn Haldûn'un Mukaddime adlı eserinde belirttiğine göre Zâhiriler, yani Dâvud'un taraftarları, Şeriatı anlama kaynaklarını sadece nasslardan (yani Kurân ve hadiste kati olanlardan) ve icmâdan ibaret kıldılar. Celî kıyası, yani nazariyeyle istidlâl edilmeyen kıyası ve nassla beyan edilen şer'î delilleri de nassa dayandırdılar, diğer bir ifadeyle nassta zikredilen bir durumu aşan kıyas ve şer'î delillerin kullanılmasına izin vermediler. Çünkü onlar şöyle diyorlar: "Çok kere rastladığımız nassla zikredilmiş şer'i deliller, bir prensibin hükmü değil, müşahhas şeriatın bizzat hükmüdür." Dâvud b. Ali, kıyas ve. ta'lilden başka taklidi yani salâhiyetli şer'i kaynaklarda açık bir şekilde hüküm verilemeyen meselelerde bir imamın veya bir mezhebin prensiplerine kayıtsız şartsız iltihak etmeyi de reddeder. Taklide karşı söylenilmiş olan, "masum olmayan birinin prensibini körü körüne taklit etmek zemmedilmiştir ve taklitte basiret bağlanır." sözü ona isnat edilir. Ayrıca şu söz de ondan rivayet edilmiştir: "Yolunu aydınlatsın diye, kendisine bir şamdan verildiği halde, bunu söndüren ve yürüyebilmek için başkasına dayanan kimseye yazıklar olsun." Şayet bir kimse şec'i kaynakları kullanmaya salâhiyetli ise körü körüne beşeri bir otoriteyi takip etmek zorunda değildir (İbn Haldun, Mukaddime, Bulâk, 372).
Zahiriye mezhebine göre İslâm hukukunun temel kaynakları Kitap ve Sünnettir. Bunlar ancak lafzî anlamları doğrultusunda anlaşılabilir. Nassların lafzî anlamları bırakılarak tevil ve kıyasa gidilmesi haramdır. Sünnet de Kurân gibi Allah'ın bir vahyidir. Bu nedenle dinî kaynak olmaları bakımından ikisi arasında bir fark yoktur. Bir âyet diğer bir âyetin hükmünü neshedebileceği gibi, bir hadis de bir âyeti neshedebilir. İcma, ancak bir nassın bildirdiği hüküm üzerinde olursa bir anlam taşır. Nassa dayanmayan icmanın hiç bir hükmü yoktur. Diğer mezheplerce hukukun kaynakları arasında sayılan kıyas, istihsan, mesalih-i mürsele gibi ictihad yöntemlerinin de hiç bir geçerliliği olamaz.
Zahiriye mezhebi, hakkında nas bulunmayan konularda istishab ve ibahat-ı asliye ilkesine göre hareket eder. İstishab, nassa dayanan bir hükmün, değiştiğini gösteren başka bir nas bulununcaya kadar devam etmesi demektir. İbahat-ı asliye ise, nasla haram kılınanlar dışında her şeyin mübahlığı kuralıdır. Allah, başlangıçta insanlara her şeyi mübah kılmış, sonra bunlardan dilediğini yasaklamıştır. Hakkında nas bulunmayan bütün şeyler mübahtır. Bu ilke, Zahiriye mezhebinin bazı garip sonuçlara ulaşmasına yol açmıştır. Söz gelimi, bir köpeğin yediği ya da içtiği kapta kalan yiyecek veya içecek pisliktir. Bu kabın temizlenmesi için biri temiz toprakla olmak üzere yedi kere yıkanması gerekir. Çünkü bu konuda nas vardır. Buna karşılık domuzun artığı temizdir. Çünkü bu konuda bir nas bulunmamaktadır. Durgun bir su, insan idrarıyla pis olur. Oysa domuz idrarı aynı suyu pisletmez. Çünkü insan idrarı hakkında nas bulunduğu halde, domuz idrarı hakkında nas bulunmamakta, bu da onun temizliğini göstermektedir.
Nasların illetlerini ve teşrî hikmetlerini göz önünde bulundurmayan Zahiriye mezhebi bilginleri, İslâm hukukunun ayrıntılarına ilişkin çok farklı hükümlere ulaşmışlardır. Örneğin evlenmeye gücü yeten bir erkeğin evlenmesi, gücü yetmeyenlerin de sık sık oruç tutması farzdır. Kişinin sağlıklı durumdayken ve ölümlük hasta iken yaptığı tasarruflar aynı ölçüde geçerlidir. Riba, yalnız kendisini tanımlayan hadiste geçen altı madde (altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz) için söz konusu olabilir. Hac, zekât, keffaret gibi Allah hakkı sayılan bir borcu olan ölünün terekesinden önce bu borçları ödenir, sonra sıra kul haklarına gelir. Mirasın paylaşılması sırasında hazır bulunan, ancak varis olmayan akrabalara razı olacakları ölçüde pay verilmesi gerekir. Hâkim, sağlık nedenleri, kayıplık, geçimsizlik gibi gerekçelerle evliliğe son veremez.
Zahiriye, sadece fıkhî bir mezhep değil, aynı zamanda itikadî bir mezheptir. İtikadî konulardaki başlıca görüşleri de şöyle özetlenebilir: Allah'ın birliğinin (tevhid) üç yönü vardır. Bunlar, Allah'ın tapılacak varlık (mabud) olarak birliği, yaratıcı (halık) olarak birliği ve niteliklerinde birliğidir. Tevhid, ancak bu üç yönle tamamlanır. Buna göre, Allah'tan başka bir varlığa ibadet edilemez. Kullardan hiç birisi aracı edilerek Allah'a yakınlık kazanmak için çalışılamaz. Her şeyi yaratan Allah'tır. Hiç kimse, bir fiili veya bir nesneyi yarattığını söyleyemez. Allah zatında olduğu gibi niteliklerinde de birdir. Allah'ın nitelikleri, O'nun isimleridir. Allah'ın sıfatları olduğu söylenemez. Çünkü Kurân'da sıfat kelimesi geçmez.
Müslümanların bir halife seçmeleri vaciptir. Bu görevi yerine getirmemeleri durumunda hepsi günahkâr olur. Halife Kureyş kabilesinden, akıllı ve erkek birisi olmalı, görev için ortaya çıkmalı, görevlerini bilmeli ve bunları yerine getirecek güç ve yeteneğe sahip olmalı, günahlardan uzak durmalıdır. Halifenin seçimi konusunda üç yol vardır. Bunlardan birisi, önceki halifenin tavsiyesi; ikincisi, gerekli şartları taşıyan bir kişinin ortaya çıkarak biat istemesi; üçüncüsü de, sağ olan halifenin sonraki halifenin seçimini güvenilir bir kişi ya da kurula bırakmasıdır.
Büyük günah işleyen kişi kâfir sayılamaz. Bunlar kesin biçimde tövbe ederlerse günahları bağışlanır. Tevbe etmeden ölmeleri halinde, sevapları ağır gelirse, günahları düşer; sevapları ile günahları eşit olursa, A'raf'ta kalırlar; günahları ağır gelirse, günahın fazlalığı ölçüsünde ceza görürler. Bu cezanın süresi, ateşin bir kez yüzlerine parlamasından elli bin yıla kadar değişebilir. Sonra cehennemden çıkarak cennete giderler.
Zahiriye mezhebi doğu İslâm dünyasında önce Dâvud ez-Zahirî, sonra da oğlu Muhammed tarafından yayıldı. Hicri IV. yüzyılda dördüncü büyük mezhep durumuna geldi. Fakat giderek etkisi azaldı. Buna karşılık İbn Hazm ile birlikte Batıda, Endülüs'te güç kazandı. Günümüzde izleyicisi kalmayan mezhep, etkisini yetiştirdiği büyük bilginlerin eserleriyle sürdürmektedir