Ona dedim ki:
«–Biliyorum! Fakat bu kıtlık, seni niye bu kadar teessüre gark ediyor ki. Senin her şeyin var. Başkaları açlıktan helâk olsa, bundan sana ne?»
Bunun üzerine o kemâl ehli dostum, sanki âlimin câhile bakışı gibi bana mânidar mânidar baktı ve şöyle dedi:
«–Sâhilde olup da dostlarının denizde boğulmakta olduklarını gören bir insanın kalbinde huzur olur mu? Benim şu benzim, halkın sefâletinden sarardı. Beni kimsesizlerin ve yoksulların hâli bu duruma getirdi. Vicdan sahibi olan, kendi âzâsında yara görmek istemediği gibi, Allâh’ın diğer mahlûkâtında da görmek istemez. Allâh’a hamdolsun yaram yok, fakat başkalarının ıztırâbı benim vicdânımı tir tir titretiyor. Hastanın yanında oturan insan, sıhhatte olsa bile, hiç keyifli olabilir mi?
Zavallı fakir bîçârelerin hâlini gördükçe, yediğim her lokma boğazıma diziliyor. Sanki zehir yutuyorum. Hemcinslerini sefâlette gören bir insan, gülistanda nasıl eğlenir? Biri ağladığında benim de gözüm nemlenir.»”
Muzdaribin çilesiyle derinleşen kâmil mü’minlerin ince ve hassas gönüllerinde âdeta bir mahşer kaynar. Bu yürek yanışı, onları Hakk’ın merhamet dergâhına açılan kapının eşiğine kadar getirir. Orada kim bilir ne müstesnâ sırlar işitir, ne muhteşem hikmet manzaraları seyrederler?!.
HAK YARATTI DİYE…
Îman, muhabbetin hakîkatine vâsıl olmaktır. Muhabbeti, onun mutlak menbaına ve ona en lâyık olana, yani Allah Teâlâ’ya hasredebilme mahâretidir. Fakat seven, sevdiğinin sevdiklerine de muhabbet duyar. Dolayısıyla Allâh’a duyulan muhabbet, başta O’nun Habîbi olan Peygamber Efendimiz (sav), Ehl-i Beyt’i, Sahâbe-i Kirâm’ı, Hak dostlarını, sonra da Allah katındaki kıymeti nisbetinde her varlığı sevmeyi îcâb ettirir.
Yunus Emre Hazretleri; “Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü…” derken ve sarı çiçekle içli ve derin bir hasbihâle dalarken, varlıklardaki ilâhî kudret mührünü seyretmenin ulvî hayranlığıyla mest olmuş bir hâldeydi…
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında hizmetiyle meşgûl olduğu hayvanâtın hazin hazin sesler çıkararak Hakk’a yalvarışlarına vâkıf olurken, bambaşka bir mânevî hazzı tatmaktaydı.
Hüdâyî Hazretleri, hangi çiçeği koparmak için elini uzatsa, o canlıların kendi dillerince Hakk’ı tesbîh ettiklerini işitip hiçbirini koparmaya kıyamamıştı…
Zira Hak âşıkları için kâinatta hikmetsiz ve abes bir varlık yoktur. Bütün mahlûkat, onları yoktan var eden Mutlak Sanatkâr’ın idrâk ötesi mükemmellikteki ilim, kudret ve sanatının bir eseridir. Dolayısıyla da, ilâhî azametin mührünü taşımaktadır. Bu sebeple Hak âşıkları, dâimâ hikmette derinleşerek bütün âlemleri ilâhî muhabbet hisleriyle ve ibret nazarıyla seyreder, duydukları hayranlıkla mest olurlar.
RAHMET NAZARI
Muhyiddîn ibn-i Arabî Hazretleri buyurur ki:
“Allâh’ın kullarına, şefkat ve merhametle muâmele et. Merhamet ve şefkatini bütün canlılara ve mahlûkâta bolca yay ve sakın ola ki; «Bu ottur, cansızdır, faydası yoktur.» deme! Bilâkis, senin idrâkinin ötesinde, onların pek çok faydası ve hayrı vardır. Yaratılmışı, bulunduğu hâl üzere bırak ve ona Yaratıcı’nın merhametiyle merhamet et!”
Kâmil bir îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhamet ise, elimizde olanı, bizden daha mahrûm olana ikrâm etmemizdir. İnsan, îmanda kemâle erdikçe, gitgide genişleyerek bütün mahlûkâtı şümûlüne alan bir merhamet dergâhı hâline gelir.
Hakk’ı seven, O’nun mahlûkâtını da sever. Hakk’a dost olan, O’nun yarattıklarıyla da dost olur. Bütün mahlûkâta Hâlık’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilmek ise, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmanın bir zaferidir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz r şöyle buyurur:
“Cenâb-ı Hak rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tuttu, bir cüz’ünü de yeryüzüne indirdi. İşte bu bir cüz rahmet sebebiyle, yaratıklar birbirine merhamet ederler. Hattâ ana atın, (süt emzirirken) yavrusuna zarar vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik rahmetin eseridir.” (Buhârî, Edeb, 19; Müslim, Tevbe, 17)
Dolayısıyla ilâhî ahlâk ile ahlâklanan bir gönül insanı da Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görür; kendini, yüreğinin uzanabildiği her yerde vazifeli addeder; muhtaçların imdâdına koşar; şefkat ve merhamet tevzî eder.
Zira mü’minin gönlünde îman muhabbeti arttıkça, nihâyet bütün varlıkları -Allah katındaki kıymetleri ölçüsünde- bu muhabbet hâlesinin içine alacak seviyeye ulaşır. Mü’min bu durumda, hakikî âşık, yâni Hak dostu olur.
Hak dostları da mahlûkâta, daha ziyâde özüne îtibâr ederek davranırlar. Meselâ varlıkların en mükerremi olan insana, “Allâh’ın yeryüzündeki halîfesi” olduğu şuuruyla nazar ederler. Ve yine ona, ilâhî bir sır üflendiğinin[1] idrâkiyle yaklaşırlar.
Bu sebeple dînimizde insanın dirisine olduğu kadar ölüsüne bile hürmet gösterilmesi emredilmiştir. Efendimiz r bir insan ölüsüne rastladıklarında onun müslüman olup olmadığına bile bakmadan hemen defnedilmesini isterlerdi. Yine dînimizde, insana duyulan bu hürmetten dolayı, cenâzelerin çok soğuk veya kaynar su ile yıkanması, hırpalanması, kabirlerin üzerine basılması veya orada saygısız tavırlar sergilenmesi nehyedilmiştir.
Günümüzde, bilhassa uzaktaki dost ve akrabâların da cenâze merâsimine iştirâk edebilmeleri için soğuk hava depolarında veya morglarda cenâzeleri günlerce bekletmenin, aslında mevtâlara cefâ etmek olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz r, cenâzenin techiz ve tekfin işinde acele edilmesini, tabutun süratle taşınmasını ve cesedin de bekletilmeden bir an önce defnedilmesini tavsiye etmişlerdir.[2]
Öte yandan, mahlûkâta Hâlık’ın merhamet nazarıyla bakabilen kâmil mü’minler, günahkâr bir insana bile, -ne kadar günaha batmış olursa olsun- özündeki mükemmelliğe îtibâr ederek, sırt çevirmezler. Onun hidâyetini ve tevbeye yönelmesini diler, ebedî hayatını kurtaracak bir can simidi olmaya gayret ederler. Şu misal, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnâsında, sarhoşun biri çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Hazret-i Mevlânâ, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben;
“–Şarabı o içmiş, âdeta siz sarhoş olmuşsunuz!” îkâzında bulunur.
Zira mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilmek; günâha olan nefreti günahkâra taşırmamayı ve günahkâra öfkelenmek yerine acımayı îcâb ettirir. Îman nîmetinden mahrumlara veya nefsânî zaaflara kapılmış olanlara, yılanların soğuk ve zehir saçan diliyle değil, rahmet lisânıyla yaklaşarak evvelâ gönüllerini fethetmek gerekir.
Mü’minin vazifesi, günahkâra öfkelenip onu kendi hâline terk etmek veya ona bağırıp çağırmak değil, onun elinden tutarak nezih bir hayâta dönmesine yardımcı olmaktır. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri’nin; “Gel, gel, ne olursan ol, yine gel!..” şeklindeki müsâmahakâr dâvetindeki gâye de, insanı öz cevheriyle tanıştırıp onu şefkat ve merhametin feyizli zemininde günah kirlerinden arındırmak ve îmânın lezzetini tattırmaktır. Zira kâmil mü’minlerin gönül dergâhları, mânevî hastalıkların rahmet üslûbuyla tedâvî edildiği bir mânevî rehabilite merkezi durumundadır.
Tâbiînden hadis ve fıkıh âlimi Mutarrif bin Abdullah buyurur ki:
“Günahkârlara karşı içinde bir merhamet hissi duymayan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tevbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zira yeryüzündekilere Allah Teâlâ’dan mağfiret dilemek, meleklerin ahlâkındandır.”
İşte Allâh ile dost olanlar, bilhassa da din kardeşleriyle dost olurlar. Onlara derin bir muhabbet beslerler. Hattâ bu muhabbetleri daha da genişleyerek, bütün insanları kurtarmanın derdine düşerler. Nitekim;
“–Allâh’ın velî kulları halk içinde nasıl tanınır? Alâmetleri nelerdir?” sorusuna Ebû Abdullah el-Basrî şu cevâbı vermiştir:
“–Velî, dilinin çok tatlı ve ahlâkının güzel olmasıyla, özür dileyenlerin özrünü kabûl etmesiyle, -ister iyi ister kötü olsun- bütün mahlûkâta tam bir şefkat ve merhametle bakmasıyla anlaşılır.”
Hakîkaten, kâmil bir mü’minin yüreği, bir insanın ebedî kurtuluşuyla bahtiyar olurken; mânevî çöküntü içinde olmasından da mahzun olur. Zira onun yüreği, düşmanı bile olsa, her insanın helâk oluşundan ıztırap duyan bir merhamet ummânıdır. Bu sebeple, hiç kimsenin zarara uğramasını istemez, bilâkis bütün insanların selâmet ve saâdetini diler.
Nitekim Rahmet Peygamberi Efendimiz r, Tâif’te taşlanırken Rabbine, o belde halkının helâki için değil, hidâyeti ve ebedî kurtuluşu için duâ etmiştir.
Yâsîn Sûresi’nde kıssası anlatılan Habîb en-Neccar, dünyaya âit perdeler kapanıp ilâhî perdeler açılınca kendisini taşlayanlara merhamet ederek:
“…Âh keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi.” (Yâsîn, 26-27) demiştir. Bu da, kendisini şehîd eden kavminin bile kurtuluşunu arzulayan bir mü’minin yüreğindeki şefkat ve merhamet ufkunu ortaya koymaktadır.
İLÂHÎ AHLÂK
Rabbimizin “Rahmân ve Rahîm” sıfatlarından hisse alan Hak dostları, Allâh’ın kullarından kendilerine karşı vâkî olan hata ve kusurlara aynıyla karşılık vermek veya onları cezâlandırmak yerine, affetmeyi tercih ederler. Zira bu, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara gösterilen en güzel bir muhabbet ve merhamet tezâhürüdür. Yani Allâh’ın affına nâil olma ümîdiyle, suçluya karşılık verme husûsunda kendi nefsini aradan çıkarıp onu ilâhî affa muhâtap kılabilme olgunluğudur. Kullarını affede affede, Allâh’ın affına lâyık olabilme ümîdinin bir neticesidir. Bu hakîkati şu kıssa ne güzel izah etmektedir:
Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri, kendisine karşı edepsizlik yapan birine kızmayıp, onu tebessümle karşılamıştı. Fakat o edepsizliği yapan kimse büyük bir derde düşüp helâk olacak duruma geldi. Hatâsını anlayıp tevbe etti. Nakşibend Hazretleri, o adamın evinin önünden geçerken içeri girip hâl-hatırını sordu. Ardından da:
“–Allah Teâlâ şifâ vericidir, korkma, iyileşirsin inşâallah!” dedi.
O kimse bu söz üzerine büyük bir nedâmetle:
“–Efendim! Size edepsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz.” dedi.
Bunun üzerine Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri buyurdu ki:
“–Kalbimiz o zaman incindi. Fakat şu anda gönül aynası tertemiz. İyi bil ki, mürşidlerin, yol göstericilerin kılıcı, kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama mürşid merhamet sâhibidir. Kimseye kılıç vurmaz. İnsanlardan sadece belâsını arayanlar gelip kendilerini o kılıca çarparlar.”
Mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakıldığında, insanların sıkıntı ve meşakkatlerine katlanmak da kolaylaşır. Daha affedici, merhametli ve müsâmahakâr davranılır. Zira ilâhî ahlâk bunu gerektirir. Nasıl ki Rabbimiz, sonsuz rahmetinin muktezâsı olarak, bu dünyada kendisine isyan edenlere bile sabredip onlara sayısız nîmetler bahşederek rızıklarını veriyorsa, onları affetmek için pek çok fırsat tanıyorsa, onların hâllerini ıslah edip cennete girmelerini istiyorsa; ilâhî merhamet menbaından feyizlenen Hak dostları da insanları affeder, doğru yolu bularak Hakk’ın rızâsını kazanmaları için samîmiyetle gayret gösterirler. Hiçbir zaman hodgâm olmaz; infâk ehli, diğergâm ve herkesin iyiliğini düşünen bir müslüman şahsiyeti sergilerler.
Yine kâmil bir mü’min, Hakk’ın muhtaç ve muzdarip kullarını gördüğünde hemen nefis muhâsebesine yönelerek; “Ben onların durumunda, onlar da benim durumumda olabilirdi.” diye düşünür, onların derdini kendi derdi bilir. Zira sadece kendini düşünüp nemelâzımcı bir tavırla diğer insanlara karşı duyarsızlaşmak, asla müslümanın ahlâkı olamaz.
Şeyh Sâdî, Bostan adlı eserinde şöyle bir kıssa nakleder:
“Bir gece Bağdad’ın yarısı yanmıştı. O sırada birisi:
«–Çok şükür, bu yangın bizim dükkânımıza zarar vermedi!..» dedi.
Cihan görmüş birisi ona şu karşılığı verdi:
«–Ey menfaatperest adam! Sen yalnız kendini mi düşünürsün? Koca bir şehir yansın da, senin evin kurtulsun, bu hoşuna gider mi? İnsanların açlıktan karınlarına taş bağladıklarını gören kimse, eğer taş yürekli değilse, midesini doldurmaz! Bir fakirin açlıktan kan yuttuğunu gören vicdanlı bir kişi, ağzına aldığı lokmayı nasıl çiğner?.. Merhametli yolcular konak yerine vardıklarında, yolda kalanlar gelip yetişmedikçe uyuyamazlar. Diken taşıyan kimsenin merkebi çamura battığı zaman, pâdişahların gönlü muzdarip olur.»”
İşte gönül sultanlarının hâli de böyledir. Onların hassas yürekleri, değil varlıkların en mükerremi olan Âdemoğlunun, herhangi bir mahlûkun bile eziyet görmesinden son derece müteessir olur.
Rahmet Peygamberi Efendimiz r bir koyunu kulağından çekerek boğazlamaya götüren birine rastlamıştı. Gönlü buna râzı olmadı. Hemen müdâhale ederek:
“–Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)
Yine Efendimiz r, yolda bir grup insana rastlamıştı. Binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde durmuş (muhabbet ediyorlardı.) Onlara şöyle buyurdu:
“–Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve güzel bir şekilde istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin. Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)
Bu nebevî beyanlar, mahlûkâta bakış husûsunda ne kadar da muhteşem bir gönül ufku telkin etmektedir. Ayrıca insanların vicdânî hassâsiyetlerden uzaklaştığı, maddenin sultasında yaşadığı ve vahşette sırtlanları geçtiği bir devirde, hayvanlara dahî bir hukuk ihdâs edilerek haklarının muhâfaza altına alınması; İslâm’ın nasıl bir hak, adâlet, şefkat ve merhamet tevzî ettiğinin şâheser bir misâlidir.
Nitekim Ömer bin Abdülaziz Hazretleri’nin de bir katırı vardı. Onu pazarda çalıştırır, gelen parayla da ihtiyaçlarını temin ederdi. Katırı çalıştıran işçisi, bir gün her zamankinden fazla para getirdi. İşçisine:
“–Bugün niçin böyle fazla para geldi?” diye sorduğunda;
“–Pazar kalabalık ve bereketliydi.” cevâbını aldı. Lâkin aldığı cevaptan tatmin olmayan Ömer bin Abdülaziz Hazretleri işçisine:
“–Hayır, öyle değil! Sen katırı çok çalıştırıp yormuşsun. Katırı, üç gün dinlendir.” tâlimâtını verdi.
Yine Hak dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, Allâh’a muhabbetinin şiddetiyle rûhen o kadar hassaslaşırdı ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanlardan her birinin ıztırâbını sînesinde hissederdi. Bu Hak dostu bir gün, dövülmekten arkasından kan boşanmış bir merkep gördü. O anda Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de baldırlarından kan sızmaya başladı.
Hazret-i Ömer t’ın gönlünde, mahlûkâtın ilâhî bir emânet olduğu ve müslümanın gücünün yettiği her şeyden mes’ûl bulunduğu şuuru öylesine yer etmişti ki; “Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesâbını Ömer’den sorar.” diyecek kadar gönlü merhametle incelmişti.
Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri de, mahlûkâta karşı çok merhametliydi. Bir gün çarşıda, kafeste ötüp duran bir kuş gördü. Satın alıp salıverdi. Bu kuş her gece evine gelir, namaz kılarken onu seyrederdi. Bazen de omzuna konardı. Vefât ettiğinde yine geldi. Bulamayınca kabrine gidip üstüne kendini attı ve orada öldü. O esnada hâtiften bir ses işitildi:
“Allah Teâlâ’nın mahlûkuna olan merhameti yüzünden, Süfyân’a Allah Teâlâ çok merhamet etmiştir.”[3]
Bâzen, çok basit ve önemsiz gibi görünen küçük bir iyilik, Cenâb-ı Hakk’ın merhametini o kadar celbedebilir ki, büyük ikram ve lutuflara vesîle olur. Bu yüzden önemsiz zannedilen küçük hayırlardan da müstağnî kalmamak gerekir. Zira insanın dünyâda da ukbâda da büyük-küçük her hayrın mânevî yardımına ihtiyacı vardır.
Asbâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden Ebu’d-Derdâ t Şam’da ağaç dikmekteydi. Yanına birisi yaklaştı ve:
“–Sen, Hazret-i Peygamber’in dostu olduğun hâlde, ağaç dikmekle mi meşgul oluyorsun?” diyerek şaşkınlığını ifâde etti.
Ebu’d-Derdâ Hazretleri, yapmakta olduğu işi küçümseyen o kimseye şu cevâbı verdi:
“–Dur bakalım, hakkımda böyle rastgele, çarçabuk hüküm verme! Ben Rasûlullah (sav) şöyle buyururken işittim:
«Bir kimse ağaç diker de o ağacın meyvesinden bir insan veya Allâh’ın mahlûkâtından herhangi bir varlık yerse, bu, o ağacı diken kimse için sadaka olur.»” (Ahmed, VI, 444)
Tabiî bunun aksine bitkilere ve diğer canlılara zarar vermek de vebâli mûcip bir davranıştır. Nitekim ecdâdımız bunu; “Yaş kesen, baş keser.” diyerek veciz bir sûrette ifâde etmişlerdir.
İslâm toplumlarında Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet düstûrunun devamlılık arz ederek müesseseleşmesi, vakıfları meydana getirmiştir. Gâye, bütün mahlûkâtın muhtaç olanlarına cömertçe ikramda bulunmak, onlara şefkat ve merhametle yaklaşarak Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanabilmektir.
Mübârek ecdâdımızın -tespit edilebildiği kadarıyla- yirmi altı bin küsur vakıf kurarak insandan hayvanâta ve hattâ nebâtâta kadar hizmet götürmeleri ve bütün mahlûkâtı ilâhî bir emânet telâkkî etmeleri, bugün sahip çıkmamız gereken en mühim vicdânî vazîfelerimizden biridir.
Çünkü İslâm ahlâkına göre, insana musahhar kılınmış olan bütün mahlûkât, ilâhî bir emânettir. Onlar da kıyâmet günü diriltilerek haksızlık gördükleri insanlardan haklarını alacaklardır. Bu bakımdan bilhassa günümüzde, renklerini seyretmek, tatlı şakımalarından haz almak gibi bahânelerle kafeslere hapsedilen kuşların veya akvaryumlara mahkûm edilen çeşitli balıkların, yarın kıyamet hesabı olarak insanın karşısına çıkacağı unutulmamalıdır. Bunlardan daha beteri de, ekin köklerini temizlemek için yakılan tarlalarda sayısız mahlûkun telef edilmesidir. Yine maalesef birçok yerde yapılan deve, boğa ve horoz dövüşleri gibi vahşetler de, ilâhî mîzanda kişinin karşısına çıkacak ağır vebâllerdendir.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak, varlıklar içinde Âdemoğlunu tekrîm etmiş, onun şânını yüceltmiş ve her şeyi onun emrine musahhar kılmıştır. Bu bakımından her şey, ona emânettir. O, denizde, karada ve havada bulunan bütün varlıklardan -tâkati ölçüsünde- mes’ûldür. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz!” (et-Tekâsür, 8)
Dolayısıyla, canlı-cansız bütün mahlûkâta iyi davranmak; geçici bir süreliğine tasarrufumuza emânet edilmiş olan nîmetleri israf etmeden, saçıp savurmadan, sırf nefsimize hasretmeden, nezâket, hassâsiyet ve hürmetle kullanmak; onları bize bahşeden Rabbimize muhabbet ve tâzîmin açık bir nişânesidir.
Merhum Üstâdımız Mûsâ Efendi Hazretleri’nin giyim-kuşamından, yiyip-içmesine, hattâ bir bardağı tutuşuna kadar her hâl ve hareketinde göze çarpan incelik, nezâket ve zarâfet de; yaratılmış her şeyi ilâhî bir emânet görme hassâsiyetinin fiilî bir ifâdesiydi. Yine bu cümleden olarak, ihtiyaç sahibi mü’minlere gösterdikleri ihtimâma ilâveten, civarlarında barınan kedileri, köpekleri ve hattâ bahçesi üzerinden uçan martıları ve güvercinleri dahî, ikram ve ihsanlarıyla, engin merhametlerinden nasiplendirmeye gayret ederlerdi.
Merhametli bir mü’min, amel defterini hayırlarla doldurabilmek için, hayat sermâyesini en verimli bir şekilde kullanıp karşısına çıkan her türlü hayır imkânını değerlendirme gayreti içinde olur. Zira Hazret-i Ebû Bekir t’ın buyurduğu gibi:
“Dünya, mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz, sermâyeleri; sâlih ameller, ticâret malları; cennet, kazançları; cehennem de zararlarıdır.”
Yani insanın önünde iki yol var: Saîdlere cennet, şakîlere cehennem. Ukbâdaki şakîliğin dünyâdaki en bâriz alâmeti ise “merhametsizlik”tir. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Merhamet, ancak şakî olanın kalbinden alınır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Birr, 16/1923)
Rabbimiz, kalplerimizi, Hâlık’tan ötürü mahlûkâta şefkat, merhamet ve muhabbetin bereketli bir menbaı eylesin! Cümlemizi, elinden, dilinden, hâlinden, kālinden mahlûkâtın istifâde ettiği sâlih kullarından kılsın! İlâhî rahmetine, inâyetine, af ve mağfiretine mazhar eylesin!
Âmîn…
Osman Nuri Topbaş
[1] Bkz. el-Hicr, 29.
[2] Bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 34; Buhârî, Cenâiz, 51.
[3] Evliyâlar Ansiklopedisi, c. 11, sf. 65, Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul 1993.
«–Biliyorum! Fakat bu kıtlık, seni niye bu kadar teessüre gark ediyor ki. Senin her şeyin var. Başkaları açlıktan helâk olsa, bundan sana ne?»
Bunun üzerine o kemâl ehli dostum, sanki âlimin câhile bakışı gibi bana mânidar mânidar baktı ve şöyle dedi:
«–Sâhilde olup da dostlarının denizde boğulmakta olduklarını gören bir insanın kalbinde huzur olur mu? Benim şu benzim, halkın sefâletinden sarardı. Beni kimsesizlerin ve yoksulların hâli bu duruma getirdi. Vicdan sahibi olan, kendi âzâsında yara görmek istemediği gibi, Allâh’ın diğer mahlûkâtında da görmek istemez. Allâh’a hamdolsun yaram yok, fakat başkalarının ıztırâbı benim vicdânımı tir tir titretiyor. Hastanın yanında oturan insan, sıhhatte olsa bile, hiç keyifli olabilir mi?
Zavallı fakir bîçârelerin hâlini gördükçe, yediğim her lokma boğazıma diziliyor. Sanki zehir yutuyorum. Hemcinslerini sefâlette gören bir insan, gülistanda nasıl eğlenir? Biri ağladığında benim de gözüm nemlenir.»”
Muzdaribin çilesiyle derinleşen kâmil mü’minlerin ince ve hassas gönüllerinde âdeta bir mahşer kaynar. Bu yürek yanışı, onları Hakk’ın merhamet dergâhına açılan kapının eşiğine kadar getirir. Orada kim bilir ne müstesnâ sırlar işitir, ne muhteşem hikmet manzaraları seyrederler?!.
HAK YARATTI DİYE…
Îman, muhabbetin hakîkatine vâsıl olmaktır. Muhabbeti, onun mutlak menbaına ve ona en lâyık olana, yani Allah Teâlâ’ya hasredebilme mahâretidir. Fakat seven, sevdiğinin sevdiklerine de muhabbet duyar. Dolayısıyla Allâh’a duyulan muhabbet, başta O’nun Habîbi olan Peygamber Efendimiz (sav), Ehl-i Beyt’i, Sahâbe-i Kirâm’ı, Hak dostlarını, sonra da Allah katındaki kıymeti nisbetinde her varlığı sevmeyi îcâb ettirir.
Yunus Emre Hazretleri; “Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü…” derken ve sarı çiçekle içli ve derin bir hasbihâle dalarken, varlıklardaki ilâhî kudret mührünü seyretmenin ulvî hayranlığıyla mest olmuş bir hâldeydi…
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, intisâbının ilk yıllarında hizmetiyle meşgûl olduğu hayvanâtın hazin hazin sesler çıkararak Hakk’a yalvarışlarına vâkıf olurken, bambaşka bir mânevî hazzı tatmaktaydı.
Hüdâyî Hazretleri, hangi çiçeği koparmak için elini uzatsa, o canlıların kendi dillerince Hakk’ı tesbîh ettiklerini işitip hiçbirini koparmaya kıyamamıştı…
Zira Hak âşıkları için kâinatta hikmetsiz ve abes bir varlık yoktur. Bütün mahlûkat, onları yoktan var eden Mutlak Sanatkâr’ın idrâk ötesi mükemmellikteki ilim, kudret ve sanatının bir eseridir. Dolayısıyla da, ilâhî azametin mührünü taşımaktadır. Bu sebeple Hak âşıkları, dâimâ hikmette derinleşerek bütün âlemleri ilâhî muhabbet hisleriyle ve ibret nazarıyla seyreder, duydukları hayranlıkla mest olurlar.
RAHMET NAZARI
Muhyiddîn ibn-i Arabî Hazretleri buyurur ki:
“Allâh’ın kullarına, şefkat ve merhametle muâmele et. Merhamet ve şefkatini bütün canlılara ve mahlûkâta bolca yay ve sakın ola ki; «Bu ottur, cansızdır, faydası yoktur.» deme! Bilâkis, senin idrâkinin ötesinde, onların pek çok faydası ve hayrı vardır. Yaratılmışı, bulunduğu hâl üzere bırak ve ona Yaratıcı’nın merhametiyle merhamet et!”
Kâmil bir îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhamet ise, elimizde olanı, bizden daha mahrûm olana ikrâm etmemizdir. İnsan, îmanda kemâle erdikçe, gitgide genişleyerek bütün mahlûkâtı şümûlüne alan bir merhamet dergâhı hâline gelir.
Hakk’ı seven, O’nun mahlûkâtını da sever. Hakk’a dost olan, O’nun yarattıklarıyla da dost olur. Bütün mahlûkâta Hâlık’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilmek ise, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmanın bir zaferidir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz r şöyle buyurur:
“Cenâb-ı Hak rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tuttu, bir cüz’ünü de yeryüzüne indirdi. İşte bu bir cüz rahmet sebebiyle, yaratıklar birbirine merhamet ederler. Hattâ ana atın, (süt emzirirken) yavrusuna zarar vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik rahmetin eseridir.” (Buhârî, Edeb, 19; Müslim, Tevbe, 17)
Dolayısıyla ilâhî ahlâk ile ahlâklanan bir gönül insanı da Yaratan’dan ötürü yaratılanı hoş görür; kendini, yüreğinin uzanabildiği her yerde vazifeli addeder; muhtaçların imdâdına koşar; şefkat ve merhamet tevzî eder.
Zira mü’minin gönlünde îman muhabbeti arttıkça, nihâyet bütün varlıkları -Allah katındaki kıymetleri ölçüsünde- bu muhabbet hâlesinin içine alacak seviyeye ulaşır. Mü’min bu durumda, hakikî âşık, yâni Hak dostu olur.
Hak dostları da mahlûkâta, daha ziyâde özüne îtibâr ederek davranırlar. Meselâ varlıkların en mükerremi olan insana, “Allâh’ın yeryüzündeki halîfesi” olduğu şuuruyla nazar ederler. Ve yine ona, ilâhî bir sır üflendiğinin[1] idrâkiyle yaklaşırlar.
Bu sebeple dînimizde insanın dirisine olduğu kadar ölüsüne bile hürmet gösterilmesi emredilmiştir. Efendimiz r bir insan ölüsüne rastladıklarında onun müslüman olup olmadığına bile bakmadan hemen defnedilmesini isterlerdi. Yine dînimizde, insana duyulan bu hürmetten dolayı, cenâzelerin çok soğuk veya kaynar su ile yıkanması, hırpalanması, kabirlerin üzerine basılması veya orada saygısız tavırlar sergilenmesi nehyedilmiştir.
Günümüzde, bilhassa uzaktaki dost ve akrabâların da cenâze merâsimine iştirâk edebilmeleri için soğuk hava depolarında veya morglarda cenâzeleri günlerce bekletmenin, aslında mevtâlara cefâ etmek olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz r, cenâzenin techiz ve tekfin işinde acele edilmesini, tabutun süratle taşınmasını ve cesedin de bekletilmeden bir an önce defnedilmesini tavsiye etmişlerdir.[2]
Öte yandan, mahlûkâta Hâlık’ın merhamet nazarıyla bakabilen kâmil mü’minler, günahkâr bir insana bile, -ne kadar günaha batmış olursa olsun- özündeki mükemmelliğe îtibâr ederek, sırt çevirmezler. Onun hidâyetini ve tevbeye yönelmesini diler, ebedî hayatını kurtaracak bir can simidi olmaya gayret ederler. Şu misal, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnâsında, sarhoşun biri çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Hazret-i Mevlânâ, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben;
“–Şarabı o içmiş, âdeta siz sarhoş olmuşsunuz!” îkâzında bulunur.
Zira mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilmek; günâha olan nefreti günahkâra taşırmamayı ve günahkâra öfkelenmek yerine acımayı îcâb ettirir. Îman nîmetinden mahrumlara veya nefsânî zaaflara kapılmış olanlara, yılanların soğuk ve zehir saçan diliyle değil, rahmet lisânıyla yaklaşarak evvelâ gönüllerini fethetmek gerekir.
Mü’minin vazifesi, günahkâra öfkelenip onu kendi hâline terk etmek veya ona bağırıp çağırmak değil, onun elinden tutarak nezih bir hayâta dönmesine yardımcı olmaktır. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri’nin; “Gel, gel, ne olursan ol, yine gel!..” şeklindeki müsâmahakâr dâvetindeki gâye de, insanı öz cevheriyle tanıştırıp onu şefkat ve merhametin feyizli zemininde günah kirlerinden arındırmak ve îmânın lezzetini tattırmaktır. Zira kâmil mü’minlerin gönül dergâhları, mânevî hastalıkların rahmet üslûbuyla tedâvî edildiği bir mânevî rehabilite merkezi durumundadır.
Tâbiînden hadis ve fıkıh âlimi Mutarrif bin Abdullah buyurur ki:
“Günahkârlara karşı içinde bir merhamet hissi duymayan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tevbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zira yeryüzündekilere Allah Teâlâ’dan mağfiret dilemek, meleklerin ahlâkındandır.”
İşte Allâh ile dost olanlar, bilhassa da din kardeşleriyle dost olurlar. Onlara derin bir muhabbet beslerler. Hattâ bu muhabbetleri daha da genişleyerek, bütün insanları kurtarmanın derdine düşerler. Nitekim;
“–Allâh’ın velî kulları halk içinde nasıl tanınır? Alâmetleri nelerdir?” sorusuna Ebû Abdullah el-Basrî şu cevâbı vermiştir:
“–Velî, dilinin çok tatlı ve ahlâkının güzel olmasıyla, özür dileyenlerin özrünü kabûl etmesiyle, -ister iyi ister kötü olsun- bütün mahlûkâta tam bir şefkat ve merhametle bakmasıyla anlaşılır.”
Hakîkaten, kâmil bir mü’minin yüreği, bir insanın ebedî kurtuluşuyla bahtiyar olurken; mânevî çöküntü içinde olmasından da mahzun olur. Zira onun yüreği, düşmanı bile olsa, her insanın helâk oluşundan ıztırap duyan bir merhamet ummânıdır. Bu sebeple, hiç kimsenin zarara uğramasını istemez, bilâkis bütün insanların selâmet ve saâdetini diler.
Nitekim Rahmet Peygamberi Efendimiz r, Tâif’te taşlanırken Rabbine, o belde halkının helâki için değil, hidâyeti ve ebedî kurtuluşu için duâ etmiştir.
Yâsîn Sûresi’nde kıssası anlatılan Habîb en-Neccar, dünyaya âit perdeler kapanıp ilâhî perdeler açılınca kendisini taşlayanlara merhamet ederek:
“…Âh keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi.” (Yâsîn, 26-27) demiştir. Bu da, kendisini şehîd eden kavminin bile kurtuluşunu arzulayan bir mü’minin yüreğindeki şefkat ve merhamet ufkunu ortaya koymaktadır.
İLÂHÎ AHLÂK
Rabbimizin “Rahmân ve Rahîm” sıfatlarından hisse alan Hak dostları, Allâh’ın kullarından kendilerine karşı vâkî olan hata ve kusurlara aynıyla karşılık vermek veya onları cezâlandırmak yerine, affetmeyi tercih ederler. Zira bu, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara gösterilen en güzel bir muhabbet ve merhamet tezâhürüdür. Yani Allâh’ın affına nâil olma ümîdiyle, suçluya karşılık verme husûsunda kendi nefsini aradan çıkarıp onu ilâhî affa muhâtap kılabilme olgunluğudur. Kullarını affede affede, Allâh’ın affına lâyık olabilme ümîdinin bir neticesidir. Bu hakîkati şu kıssa ne güzel izah etmektedir:
Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri, kendisine karşı edepsizlik yapan birine kızmayıp, onu tebessümle karşılamıştı. Fakat o edepsizliği yapan kimse büyük bir derde düşüp helâk olacak duruma geldi. Hatâsını anlayıp tevbe etti. Nakşibend Hazretleri, o adamın evinin önünden geçerken içeri girip hâl-hatırını sordu. Ardından da:
“–Allah Teâlâ şifâ vericidir, korkma, iyileşirsin inşâallah!” dedi.
O kimse bu söz üzerine büyük bir nedâmetle:
“–Efendim! Size edepsizlik ettim, hatırınızı incittim, beni affediniz.” dedi.
Bunun üzerine Bahâuddîn Nakşibend Hazretleri buyurdu ki:
“–Kalbimiz o zaman incindi. Fakat şu anda gönül aynası tertemiz. İyi bil ki, mürşidlerin, yol göstericilerin kılıcı, kınından çıkmış yalın bir kılıçtır. Ama mürşid merhamet sâhibidir. Kimseye kılıç vurmaz. İnsanlardan sadece belâsını arayanlar gelip kendilerini o kılıca çarparlar.”
Mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakıldığında, insanların sıkıntı ve meşakkatlerine katlanmak da kolaylaşır. Daha affedici, merhametli ve müsâmahakâr davranılır. Zira ilâhî ahlâk bunu gerektirir. Nasıl ki Rabbimiz, sonsuz rahmetinin muktezâsı olarak, bu dünyada kendisine isyan edenlere bile sabredip onlara sayısız nîmetler bahşederek rızıklarını veriyorsa, onları affetmek için pek çok fırsat tanıyorsa, onların hâllerini ıslah edip cennete girmelerini istiyorsa; ilâhî merhamet menbaından feyizlenen Hak dostları da insanları affeder, doğru yolu bularak Hakk’ın rızâsını kazanmaları için samîmiyetle gayret gösterirler. Hiçbir zaman hodgâm olmaz; infâk ehli, diğergâm ve herkesin iyiliğini düşünen bir müslüman şahsiyeti sergilerler.
Yine kâmil bir mü’min, Hakk’ın muhtaç ve muzdarip kullarını gördüğünde hemen nefis muhâsebesine yönelerek; “Ben onların durumunda, onlar da benim durumumda olabilirdi.” diye düşünür, onların derdini kendi derdi bilir. Zira sadece kendini düşünüp nemelâzımcı bir tavırla diğer insanlara karşı duyarsızlaşmak, asla müslümanın ahlâkı olamaz.
Şeyh Sâdî, Bostan adlı eserinde şöyle bir kıssa nakleder:
“Bir gece Bağdad’ın yarısı yanmıştı. O sırada birisi:
«–Çok şükür, bu yangın bizim dükkânımıza zarar vermedi!..» dedi.
Cihan görmüş birisi ona şu karşılığı verdi:
«–Ey menfaatperest adam! Sen yalnız kendini mi düşünürsün? Koca bir şehir yansın da, senin evin kurtulsun, bu hoşuna gider mi? İnsanların açlıktan karınlarına taş bağladıklarını gören kimse, eğer taş yürekli değilse, midesini doldurmaz! Bir fakirin açlıktan kan yuttuğunu gören vicdanlı bir kişi, ağzına aldığı lokmayı nasıl çiğner?.. Merhametli yolcular konak yerine vardıklarında, yolda kalanlar gelip yetişmedikçe uyuyamazlar. Diken taşıyan kimsenin merkebi çamura battığı zaman, pâdişahların gönlü muzdarip olur.»”
İşte gönül sultanlarının hâli de böyledir. Onların hassas yürekleri, değil varlıkların en mükerremi olan Âdemoğlunun, herhangi bir mahlûkun bile eziyet görmesinden son derece müteessir olur.
Rahmet Peygamberi Efendimiz r bir koyunu kulağından çekerek boğazlamaya götüren birine rastlamıştı. Gönlü buna râzı olmadı. Hemen müdâhale ederek:
“–Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3)
Yine Efendimiz r, yolda bir grup insana rastlamıştı. Binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde durmuş (muhabbet ediyorlardı.) Onlara şöyle buyurdu:
“–Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve güzel bir şekilde istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin. Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439)
Bu nebevî beyanlar, mahlûkâta bakış husûsunda ne kadar da muhteşem bir gönül ufku telkin etmektedir. Ayrıca insanların vicdânî hassâsiyetlerden uzaklaştığı, maddenin sultasında yaşadığı ve vahşette sırtlanları geçtiği bir devirde, hayvanlara dahî bir hukuk ihdâs edilerek haklarının muhâfaza altına alınması; İslâm’ın nasıl bir hak, adâlet, şefkat ve merhamet tevzî ettiğinin şâheser bir misâlidir.
Nitekim Ömer bin Abdülaziz Hazretleri’nin de bir katırı vardı. Onu pazarda çalıştırır, gelen parayla da ihtiyaçlarını temin ederdi. Katırı çalıştıran işçisi, bir gün her zamankinden fazla para getirdi. İşçisine:
“–Bugün niçin böyle fazla para geldi?” diye sorduğunda;
“–Pazar kalabalık ve bereketliydi.” cevâbını aldı. Lâkin aldığı cevaptan tatmin olmayan Ömer bin Abdülaziz Hazretleri işçisine:
“–Hayır, öyle değil! Sen katırı çok çalıştırıp yormuşsun. Katırı, üç gün dinlendir.” tâlimâtını verdi.
Yine Hak dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, Allâh’a muhabbetinin şiddetiyle rûhen o kadar hassaslaşırdı ki, Yaratan’dan ötürü yaratılanlardan her birinin ıztırâbını sînesinde hissederdi. Bu Hak dostu bir gün, dövülmekten arkasından kan boşanmış bir merkep gördü. O anda Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de baldırlarından kan sızmaya başladı.
Hazret-i Ömer t’ın gönlünde, mahlûkâtın ilâhî bir emânet olduğu ve müslümanın gücünün yettiği her şeyden mes’ûl bulunduğu şuuru öylesine yer etmişti ki; “Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesâbını Ömer’den sorar.” diyecek kadar gönlü merhametle incelmişti.
Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri de, mahlûkâta karşı çok merhametliydi. Bir gün çarşıda, kafeste ötüp duran bir kuş gördü. Satın alıp salıverdi. Bu kuş her gece evine gelir, namaz kılarken onu seyrederdi. Bazen de omzuna konardı. Vefât ettiğinde yine geldi. Bulamayınca kabrine gidip üstüne kendini attı ve orada öldü. O esnada hâtiften bir ses işitildi:
“Allah Teâlâ’nın mahlûkuna olan merhameti yüzünden, Süfyân’a Allah Teâlâ çok merhamet etmiştir.”[3]
Bâzen, çok basit ve önemsiz gibi görünen küçük bir iyilik, Cenâb-ı Hakk’ın merhametini o kadar celbedebilir ki, büyük ikram ve lutuflara vesîle olur. Bu yüzden önemsiz zannedilen küçük hayırlardan da müstağnî kalmamak gerekir. Zira insanın dünyâda da ukbâda da büyük-küçük her hayrın mânevî yardımına ihtiyacı vardır.
Asbâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden Ebu’d-Derdâ t Şam’da ağaç dikmekteydi. Yanına birisi yaklaştı ve:
“–Sen, Hazret-i Peygamber’in dostu olduğun hâlde, ağaç dikmekle mi meşgul oluyorsun?” diyerek şaşkınlığını ifâde etti.
Ebu’d-Derdâ Hazretleri, yapmakta olduğu işi küçümseyen o kimseye şu cevâbı verdi:
“–Dur bakalım, hakkımda böyle rastgele, çarçabuk hüküm verme! Ben Rasûlullah (sav) şöyle buyururken işittim:
«Bir kimse ağaç diker de o ağacın meyvesinden bir insan veya Allâh’ın mahlûkâtından herhangi bir varlık yerse, bu, o ağacı diken kimse için sadaka olur.»” (Ahmed, VI, 444)
Tabiî bunun aksine bitkilere ve diğer canlılara zarar vermek de vebâli mûcip bir davranıştır. Nitekim ecdâdımız bunu; “Yaş kesen, baş keser.” diyerek veciz bir sûrette ifâde etmişlerdir.
İslâm toplumlarında Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat ve merhamet düstûrunun devamlılık arz ederek müesseseleşmesi, vakıfları meydana getirmiştir. Gâye, bütün mahlûkâtın muhtaç olanlarına cömertçe ikramda bulunmak, onlara şefkat ve merhametle yaklaşarak Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanabilmektir.
Mübârek ecdâdımızın -tespit edilebildiği kadarıyla- yirmi altı bin küsur vakıf kurarak insandan hayvanâta ve hattâ nebâtâta kadar hizmet götürmeleri ve bütün mahlûkâtı ilâhî bir emânet telâkkî etmeleri, bugün sahip çıkmamız gereken en mühim vicdânî vazîfelerimizden biridir.
Çünkü İslâm ahlâkına göre, insana musahhar kılınmış olan bütün mahlûkât, ilâhî bir emânettir. Onlar da kıyâmet günü diriltilerek haksızlık gördükleri insanlardan haklarını alacaklardır. Bu bakımdan bilhassa günümüzde, renklerini seyretmek, tatlı şakımalarından haz almak gibi bahânelerle kafeslere hapsedilen kuşların veya akvaryumlara mahkûm edilen çeşitli balıkların, yarın kıyamet hesabı olarak insanın karşısına çıkacağı unutulmamalıdır. Bunlardan daha beteri de, ekin köklerini temizlemek için yakılan tarlalarda sayısız mahlûkun telef edilmesidir. Yine maalesef birçok yerde yapılan deve, boğa ve horoz dövüşleri gibi vahşetler de, ilâhî mîzanda kişinin karşısına çıkacak ağır vebâllerdendir.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak, varlıklar içinde Âdemoğlunu tekrîm etmiş, onun şânını yüceltmiş ve her şeyi onun emrine musahhar kılmıştır. Bu bakımından her şey, ona emânettir. O, denizde, karada ve havada bulunan bütün varlıklardan -tâkati ölçüsünde- mes’ûldür. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz!” (et-Tekâsür, 8)
Dolayısıyla, canlı-cansız bütün mahlûkâta iyi davranmak; geçici bir süreliğine tasarrufumuza emânet edilmiş olan nîmetleri israf etmeden, saçıp savurmadan, sırf nefsimize hasretmeden, nezâket, hassâsiyet ve hürmetle kullanmak; onları bize bahşeden Rabbimize muhabbet ve tâzîmin açık bir nişânesidir.
Merhum Üstâdımız Mûsâ Efendi Hazretleri’nin giyim-kuşamından, yiyip-içmesine, hattâ bir bardağı tutuşuna kadar her hâl ve hareketinde göze çarpan incelik, nezâket ve zarâfet de; yaratılmış her şeyi ilâhî bir emânet görme hassâsiyetinin fiilî bir ifâdesiydi. Yine bu cümleden olarak, ihtiyaç sahibi mü’minlere gösterdikleri ihtimâma ilâveten, civarlarında barınan kedileri, köpekleri ve hattâ bahçesi üzerinden uçan martıları ve güvercinleri dahî, ikram ve ihsanlarıyla, engin merhametlerinden nasiplendirmeye gayret ederlerdi.
Merhametli bir mü’min, amel defterini hayırlarla doldurabilmek için, hayat sermâyesini en verimli bir şekilde kullanıp karşısına çıkan her türlü hayır imkânını değerlendirme gayreti içinde olur. Zira Hazret-i Ebû Bekir t’ın buyurduğu gibi:
“Dünya, mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz, sermâyeleri; sâlih ameller, ticâret malları; cennet, kazançları; cehennem de zararlarıdır.”
Yani insanın önünde iki yol var: Saîdlere cennet, şakîlere cehennem. Ukbâdaki şakîliğin dünyâdaki en bâriz alâmeti ise “merhametsizlik”tir. Nitekim hadîs-i şerîfte; “Merhamet, ancak şakî olanın kalbinden alınır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Birr, 16/1923)
Rabbimiz, kalplerimizi, Hâlık’tan ötürü mahlûkâta şefkat, merhamet ve muhabbetin bereketli bir menbaı eylesin! Cümlemizi, elinden, dilinden, hâlinden, kālinden mahlûkâtın istifâde ettiği sâlih kullarından kılsın! İlâhî rahmetine, inâyetine, af ve mağfiretine mazhar eylesin!
Âmîn…
Osman Nuri Topbaş
[1] Bkz. el-Hicr, 29.
[2] Bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 34; Buhârî, Cenâiz, 51.
[3] Evliyâlar Ansiklopedisi, c. 11, sf. 65, Türkiye Gazetesi Yayınları, İstanbul 1993.