MURATS44
Özel Üye
Tasavvufun dışında kalan ve ona taassupla bakan bazıları, hürmetle ibadeti birbirine karıştırıyor. Öyle ki, bu kimseler müridin mürşidine gösterdiği edeb, hürmet, teslimiyet ve muhabbeti çok aşırı bularak, müridi ve mürşidi şirkle suçluyor. İşin tuhaf yanı, onların şirkle suçladıkları Allah dostları da, bir ömür boyu bütün şirk çeşitlerinden kurtulmak için uğraşıyor. Aslında veli, işin en başında şirk ve gösteriş gibi en tehlikeli suçlardan kurtuluyor, fakat ne yazık ki bazı kimselerin suçlamasından kurtulamıyor.
Veli olmanın temeli marifete ermektir. Marifet, Yüce Rabbi ilâhlık sıfatlarıyla tanımak ve haklarını korumaktır. Kulun hakkı ile Rabbi’nin haklarını birbirine karıştıran kimse marifet sahibi olamaz. Velinin tek hedefi tevhittir. Gerçek tevhide ulaşmayan kimse veli olamaz. Veli olmayan nasıl mürşid olsun?
Bizatihi ibadet edilmeye, yüceltilmeye, övülmeye ve sevilmeye sadece Cenab-ı Hak layıktır. O'na ibadet ve saygı için bir sebebin bulunması gerekmez. O cennet ve cehennemi yaratmasaydı bile, kula gereken, samimiyetle O'na kulluk etmek, bütün sevgisiyle O'nu sevmek ve yüceltmektir.
Hürmetin asıl sebebi
Peygamber ve veli de olsa hiç bir insan, kendisinden kaynaklanan bir sebeple başkalarının hürmet ve hizmetini hak etmiş değildir. Şeref ve izzetin tek kaynağı Allahu Tealâ’dır. Bütün izzet, şeref, kıymet, nimet ve ikram O'nun elindedir. O kulları içinden dilediğini seçip peygamber yapar. Onu mucize ve melekleri ile destekler. Kendisini temiz fıtrat, keskin anlayış, güzel ahlâk ile süsler, insanların önüne bir rehber olarak koyar ve "buna tabi olun!" emrini verir. İşte o andan itibaren Peygambere itaat Allah'a itaat olur. Ona isyan eden, karşısında Yüce Allah'ı bulur. Onu seveni Allah sever; üzenin hakkından da O gelir.
Peygamberler Yüce Allah'ın en sevgili dostlarıdır. Hepsinin imamı Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz’dir. O, hürmetlerin en güzeline layıktır. Yapılabilecek her övgü onun için azdır, fakat ona secde etmek haramdır. Şerefli şahsını kul vasfından çıkarıp ilâhlık vasfında görmek sapıklıktır.
Bir veli için de durum aynıdır. Velâyet halktan değil, Allah'tan gelir. Veli, Allah tarafından eti, kemiği, soyu, malı, milleti sayesinde değil; imanı, irfanı ve edebi ile sevilir. Allahu Tealâ sevdiği kullarını diğer kullarına da sevdirir. Bu sevgi ona karşı hürmet ve edebi gerektirir. Allahu Tealâ bir kulunu sevince, onu bütün meleklere, gökteki ve yerdeki varlıklara sevdirir; gönüllerde ona karşı bir hürmet hissi yerleştirir. Bu ilahî bir kanundur, değişmez. (Meryem/96)
Allah'ın Habibi (A.S.) şu müjdeyi veriyor:
"Allahu Tealâ bir kulu sevdiği zaman Cibril'i çağırır ve ‘ben falanca kulumu seviyorum, onu sen de sev’ buyurur. Cibril de o kulu sever. Sonra gök ehline seslenerek; ‘Haberiniz olsun, Allah falanca kulu seviyor, onu siz de sevin!’ der. Onu gök ehli de sever. Sonra o kul için yeryüzünde kabul ve kullar arasında ona karşı sevgi konur.”
"Şüphesiz Allah, melekleri, bütün gök ve yer ehli, hatta yuvasındaki karınca, denizdeki balık, insanlara hayır öğreten alim ve salih kimseye salât, dua ve istiğfar ederler."
Şimdi şu soruyu sormak gerekir: İmanı, edebi, irşadı ve hizmeti ile Allah'ın dostu olduğu gün gibi açık olan bir kâmil mürşide cümle alem hayran ve hürmet içinde iken, biz hangi mantıkla ilgisiz kalacağız, onu hafife alacağız, ondaki ilahi nur ve sevgiden mahrum olacağız? Hele de bu kıymetli şahsiyetlere dil uzatmak, onları alaya almak, karalamak, düşmanlık yapmak vahim bir talihsizliktir.
Herkes, kalbindeki iman ve takva kadar Allah'ın sevdiklerini sever, O'nun dinine hizmet eder, ilahi emanetleri korur. Yüce Rabbimiz ölçüyü şöyle ortaya koyuyor: "Kim Allah'ın şeâirini (varlığının delillerini ve dininin alâmetlerini) yüceltirse, bu kalbinin takvasındandır." (Hac, 32)
Büyük müfessir Taberî (Rh.A.), ayetin şu manaya geldiğini belirtiyor: Mü'min kullarıma, bana ait olan her şeye hürmet, saygı ve usulünce muamele etmek haktır, borçtur." (Taberî, Camiu'l-Beyan)
Rasulullah (A.S.) Efendimiz uyarıyor: “Allah adamlarını hafife alanın kendisi alçalır.” (Tirmizî, Ahmed) "Büyüğümüzü (hürmet ve edeble) yüceltmeyen, küçüğümüze merhamet göstermeyen, alimimizin (kıymet ve edebini) bilmeyen bizden değildir." (Ahmed, Hakim, Tirmizî)
Bazıları, tevhidi koruma niyetiyle takvasıyla meşhur velilere, özellikle de kâmil mürşidlere hürmet, tazim ve edepten kaçmakta ve aynı zamanda halkı da bundan sakındırmaktadırlar. Bu kimseler, bilerek veya bilmeyerek imanî bir tehlike içine ve ilâhî tehdit altına girmektedirler.
Oysa tereddüde ne gerek var? Bu ümmetin salihleri ve irşadla meşgul kâmilleri, hiçbir zaman yahudi ve hıristiyanların alimleri gibi ilâhî sınırları ve edebi çiğnemediler ki tehlike arzetsinler. Kâmil velilere Allah için hürmet gösteren sadık talipler de onları kulluk vasfından ve mükellefiyet bağından çıkarmadılar ki şirke ve zarara girsinler. Herkes herşeyini Kur'an ve Sünnet edebine göre yaptıktan sonra sonuç rahmet ve cennettir. Bu hürmeti putlara yapılan tazime, zalimlerin önünde baş eğmeye veya mevki sahiplerine yağ çekmeye benzetenler, belli ki ilâhî edeb ve hürmeti bilmiyor; hak ile batılı, nur ile ateşi birbirine karıştırıyorlar.
Bilinmelidir ki, kâmil mürşidin müridinden, üstadın talebesinden, imamın cemaatinden istediği edeb, kendi adına ve nefsi hesabına değildir. Kâmil mürşid ve rabbanî alimler, talebelerini ilâhî edeble edeblendirmek ve onları Cenab-ı Hakk'ın huzurunda kabul görecek şerefli bir kul haline getirmek için uğraşırlar.
İmam Şa'rani (K.S.) der ki: "Mürid, mürşidi tarafına ayağını uzatmama edebine bile dikkat etmeli, en küçük adapsızlığı basit görmemeli, huzurunda ve gıyabında edebe dikkat etmelidir. Bu edebi elde eden mürid, nihayet Allahu Teâlâ'ya karşı edebli olma haline yükselir. Çünkü mürşid mürid için manen yükselme sebebi, marifet ve edeb mektebidir." (el-Envaru'l-Kudsiyye)
Kâmil mürşid, alim, arif ve salihtir. Allah’ın dostu, Peygamberimiz’in vârisidir. Terbiyemizle uğraşan manevi bir babadır. O bütün vasıflarıyla hürmet ve saygıya layıktır. İçeri girince ayağa kalkmak, ziyaret ederken elini öpmek, huzurda edeb için boyun büküp sessizce oturmak, devamlı yüzüne bakmaktan sakınmak hürmetin zahirî şeklidir.
Ölçüsüz yüceltmenin tehlikesi
Rasulullah (A.S.) Efendimiz’in şu uyarısı pek çok tehlikenin önünü kesmektedir:
"Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan sizi basit ve boş şeylere sevketmesin. Ben, Abdullah'ın oğlu Muhammed ve Allah'ın Rasulüyüm. Vallahi, sizin beni Allah'ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkarmanızı sevmem." (Ahmed, İbnu Kesir)
Bu uyarı, ümmetin önünde bulunan bütün imam ve mürşidlerin, cemaat ve müridlerin temel anlayışı olmalıdır. Herhangi bir mürid, önündeki mürşidi övme ve yüceltme adına esasen anlamadığı, bizatihi tecrübe ve müşahede etmediği hal ve makamları, yetki ve tasarrufları ona ait göstermekle uğraşmamalıdır. Buna gerek olmadığı gibi, bu tip yakıştırmaları ispat etme imkanı da yoktur.
Bir şeyhin, Allahu Teâlâ gibi herşeyi bildiğini söylemek küfürdür. Onun bütün alemi elinde tuttuğunu iddia etmek haramdır. Mürşidi adına keşif ve kerametler uydurmak, böyle hikayelerle onu insanların nazarında yücelteceğini sanmak, koyu bir cehalettir. İlmi, edebi, takvayı, taatı, hizmet ve cihadı hafife alıp, gördüğü rüyalar ve hülyalar ile şeyhini tanıtmaya, tasavvufu anlatmaya çalışmak; mürşid adına bir cinayet, temiz tasavvuf yoluna ihanettir. Görünen hallerden ve yaşanan fiillerden birşey anlamayıp rüyalarda hikmetler aramak, feraset değil gaflettir. Asıl hürmet ve edeb mürşidin huzurunda değil, onun bulunmadığı yerlerde muhafaza edilmelidir. Şu örneği iyi düşünelim:
Rasulullah Efendimiz (A.S.) abdest aldığında, Ashab-ı Kiram Rasulullah'ın abdest suyunu kapıp, yüzlerine ve vücutlarına sürüyorlardı. Rasulullah (A.S.):
"Niçin böyle yapıyorsunuz?" diye sordu. Dediler ki:
"Bereketlenmek ve sevap kazanmak için!" Bunun üzerine Efendimiz:
"Kim Allah ve Rasulü’nün kendisini sevmesini istiyorsa (böyle şeyler yerine), konuştuğunda doğru söylesin, emanete ihanet etmesin ve komşusuna eziyet etmesin." buyurdu. (Heysemî, Kurtubî)
Demek ki müridin mürşidine olan saygı ve sevgisi, sırf şekilde kalan hareketlerle, el öpüp yerlere serilmelerle değil; kalpteki samimiyet, haldeki istikamet, ve insanlara Allah için hizmetle ispat edilebilir.
Veli olmanın temeli marifete ermektir. Marifet, Yüce Rabbi ilâhlık sıfatlarıyla tanımak ve haklarını korumaktır. Kulun hakkı ile Rabbi’nin haklarını birbirine karıştıran kimse marifet sahibi olamaz. Velinin tek hedefi tevhittir. Gerçek tevhide ulaşmayan kimse veli olamaz. Veli olmayan nasıl mürşid olsun?
Bizatihi ibadet edilmeye, yüceltilmeye, övülmeye ve sevilmeye sadece Cenab-ı Hak layıktır. O'na ibadet ve saygı için bir sebebin bulunması gerekmez. O cennet ve cehennemi yaratmasaydı bile, kula gereken, samimiyetle O'na kulluk etmek, bütün sevgisiyle O'nu sevmek ve yüceltmektir.
Hürmetin asıl sebebi
Peygamber ve veli de olsa hiç bir insan, kendisinden kaynaklanan bir sebeple başkalarının hürmet ve hizmetini hak etmiş değildir. Şeref ve izzetin tek kaynağı Allahu Tealâ’dır. Bütün izzet, şeref, kıymet, nimet ve ikram O'nun elindedir. O kulları içinden dilediğini seçip peygamber yapar. Onu mucize ve melekleri ile destekler. Kendisini temiz fıtrat, keskin anlayış, güzel ahlâk ile süsler, insanların önüne bir rehber olarak koyar ve "buna tabi olun!" emrini verir. İşte o andan itibaren Peygambere itaat Allah'a itaat olur. Ona isyan eden, karşısında Yüce Allah'ı bulur. Onu seveni Allah sever; üzenin hakkından da O gelir.
Peygamberler Yüce Allah'ın en sevgili dostlarıdır. Hepsinin imamı Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz’dir. O, hürmetlerin en güzeline layıktır. Yapılabilecek her övgü onun için azdır, fakat ona secde etmek haramdır. Şerefli şahsını kul vasfından çıkarıp ilâhlık vasfında görmek sapıklıktır.
Bir veli için de durum aynıdır. Velâyet halktan değil, Allah'tan gelir. Veli, Allah tarafından eti, kemiği, soyu, malı, milleti sayesinde değil; imanı, irfanı ve edebi ile sevilir. Allahu Tealâ sevdiği kullarını diğer kullarına da sevdirir. Bu sevgi ona karşı hürmet ve edebi gerektirir. Allahu Tealâ bir kulunu sevince, onu bütün meleklere, gökteki ve yerdeki varlıklara sevdirir; gönüllerde ona karşı bir hürmet hissi yerleştirir. Bu ilahî bir kanundur, değişmez. (Meryem/96)
Allah'ın Habibi (A.S.) şu müjdeyi veriyor:
"Allahu Tealâ bir kulu sevdiği zaman Cibril'i çağırır ve ‘ben falanca kulumu seviyorum, onu sen de sev’ buyurur. Cibril de o kulu sever. Sonra gök ehline seslenerek; ‘Haberiniz olsun, Allah falanca kulu seviyor, onu siz de sevin!’ der. Onu gök ehli de sever. Sonra o kul için yeryüzünde kabul ve kullar arasında ona karşı sevgi konur.”
"Şüphesiz Allah, melekleri, bütün gök ve yer ehli, hatta yuvasındaki karınca, denizdeki balık, insanlara hayır öğreten alim ve salih kimseye salât, dua ve istiğfar ederler."
Şimdi şu soruyu sormak gerekir: İmanı, edebi, irşadı ve hizmeti ile Allah'ın dostu olduğu gün gibi açık olan bir kâmil mürşide cümle alem hayran ve hürmet içinde iken, biz hangi mantıkla ilgisiz kalacağız, onu hafife alacağız, ondaki ilahi nur ve sevgiden mahrum olacağız? Hele de bu kıymetli şahsiyetlere dil uzatmak, onları alaya almak, karalamak, düşmanlık yapmak vahim bir talihsizliktir.
Herkes, kalbindeki iman ve takva kadar Allah'ın sevdiklerini sever, O'nun dinine hizmet eder, ilahi emanetleri korur. Yüce Rabbimiz ölçüyü şöyle ortaya koyuyor: "Kim Allah'ın şeâirini (varlığının delillerini ve dininin alâmetlerini) yüceltirse, bu kalbinin takvasındandır." (Hac, 32)
Büyük müfessir Taberî (Rh.A.), ayetin şu manaya geldiğini belirtiyor: Mü'min kullarıma, bana ait olan her şeye hürmet, saygı ve usulünce muamele etmek haktır, borçtur." (Taberî, Camiu'l-Beyan)
Rasulullah (A.S.) Efendimiz uyarıyor: “Allah adamlarını hafife alanın kendisi alçalır.” (Tirmizî, Ahmed) "Büyüğümüzü (hürmet ve edeble) yüceltmeyen, küçüğümüze merhamet göstermeyen, alimimizin (kıymet ve edebini) bilmeyen bizden değildir." (Ahmed, Hakim, Tirmizî)
Bazıları, tevhidi koruma niyetiyle takvasıyla meşhur velilere, özellikle de kâmil mürşidlere hürmet, tazim ve edepten kaçmakta ve aynı zamanda halkı da bundan sakındırmaktadırlar. Bu kimseler, bilerek veya bilmeyerek imanî bir tehlike içine ve ilâhî tehdit altına girmektedirler.
Oysa tereddüde ne gerek var? Bu ümmetin salihleri ve irşadla meşgul kâmilleri, hiçbir zaman yahudi ve hıristiyanların alimleri gibi ilâhî sınırları ve edebi çiğnemediler ki tehlike arzetsinler. Kâmil velilere Allah için hürmet gösteren sadık talipler de onları kulluk vasfından ve mükellefiyet bağından çıkarmadılar ki şirke ve zarara girsinler. Herkes herşeyini Kur'an ve Sünnet edebine göre yaptıktan sonra sonuç rahmet ve cennettir. Bu hürmeti putlara yapılan tazime, zalimlerin önünde baş eğmeye veya mevki sahiplerine yağ çekmeye benzetenler, belli ki ilâhî edeb ve hürmeti bilmiyor; hak ile batılı, nur ile ateşi birbirine karıştırıyorlar.
Bilinmelidir ki, kâmil mürşidin müridinden, üstadın talebesinden, imamın cemaatinden istediği edeb, kendi adına ve nefsi hesabına değildir. Kâmil mürşid ve rabbanî alimler, talebelerini ilâhî edeble edeblendirmek ve onları Cenab-ı Hakk'ın huzurunda kabul görecek şerefli bir kul haline getirmek için uğraşırlar.
İmam Şa'rani (K.S.) der ki: "Mürid, mürşidi tarafına ayağını uzatmama edebine bile dikkat etmeli, en küçük adapsızlığı basit görmemeli, huzurunda ve gıyabında edebe dikkat etmelidir. Bu edebi elde eden mürid, nihayet Allahu Teâlâ'ya karşı edebli olma haline yükselir. Çünkü mürşid mürid için manen yükselme sebebi, marifet ve edeb mektebidir." (el-Envaru'l-Kudsiyye)
Kâmil mürşid, alim, arif ve salihtir. Allah’ın dostu, Peygamberimiz’in vârisidir. Terbiyemizle uğraşan manevi bir babadır. O bütün vasıflarıyla hürmet ve saygıya layıktır. İçeri girince ayağa kalkmak, ziyaret ederken elini öpmek, huzurda edeb için boyun büküp sessizce oturmak, devamlı yüzüne bakmaktan sakınmak hürmetin zahirî şeklidir.
Ölçüsüz yüceltmenin tehlikesi
Rasulullah (A.S.) Efendimiz’in şu uyarısı pek çok tehlikenin önünü kesmektedir:
"Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan sizi basit ve boş şeylere sevketmesin. Ben, Abdullah'ın oğlu Muhammed ve Allah'ın Rasulüyüm. Vallahi, sizin beni Allah'ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkarmanızı sevmem." (Ahmed, İbnu Kesir)
Bu uyarı, ümmetin önünde bulunan bütün imam ve mürşidlerin, cemaat ve müridlerin temel anlayışı olmalıdır. Herhangi bir mürid, önündeki mürşidi övme ve yüceltme adına esasen anlamadığı, bizatihi tecrübe ve müşahede etmediği hal ve makamları, yetki ve tasarrufları ona ait göstermekle uğraşmamalıdır. Buna gerek olmadığı gibi, bu tip yakıştırmaları ispat etme imkanı da yoktur.
Bir şeyhin, Allahu Teâlâ gibi herşeyi bildiğini söylemek küfürdür. Onun bütün alemi elinde tuttuğunu iddia etmek haramdır. Mürşidi adına keşif ve kerametler uydurmak, böyle hikayelerle onu insanların nazarında yücelteceğini sanmak, koyu bir cehalettir. İlmi, edebi, takvayı, taatı, hizmet ve cihadı hafife alıp, gördüğü rüyalar ve hülyalar ile şeyhini tanıtmaya, tasavvufu anlatmaya çalışmak; mürşid adına bir cinayet, temiz tasavvuf yoluna ihanettir. Görünen hallerden ve yaşanan fiillerden birşey anlamayıp rüyalarda hikmetler aramak, feraset değil gaflettir. Asıl hürmet ve edeb mürşidin huzurunda değil, onun bulunmadığı yerlerde muhafaza edilmelidir. Şu örneği iyi düşünelim:
Rasulullah Efendimiz (A.S.) abdest aldığında, Ashab-ı Kiram Rasulullah'ın abdest suyunu kapıp, yüzlerine ve vücutlarına sürüyorlardı. Rasulullah (A.S.):
"Niçin böyle yapıyorsunuz?" diye sordu. Dediler ki:
"Bereketlenmek ve sevap kazanmak için!" Bunun üzerine Efendimiz:
"Kim Allah ve Rasulü’nün kendisini sevmesini istiyorsa (böyle şeyler yerine), konuştuğunda doğru söylesin, emanete ihanet etmesin ve komşusuna eziyet etmesin." buyurdu. (Heysemî, Kurtubî)
Demek ki müridin mürşidine olan saygı ve sevgisi, sırf şekilde kalan hareketlerle, el öpüp yerlere serilmelerle değil; kalpteki samimiyet, haldeki istikamet, ve insanlara Allah için hizmetle ispat edilebilir.