MURATS44
Özel Üye
Tanzimat dönemi edebiyatçıları, bu devre en az siyasîler kadar damgasını vurmuşlardır. Belki de yer yer, devrin edip ve şairlerinin yazdıkları ve söyledikleri dönemin siyaset adamlarının bile yapmaya cüret edemediği bazı oluşumları beraberinde getirmiştir.
Nitekim Namık Kemal’ın “Vatan yahut Silistre” isimli piyesini hepimiz hatırlıyoruz. Oyunun sahnelendiği akşam yüzlerce kişi sokaklara dökülmüş ve ateşli nümayişlerde bulunmuşlardı.Zaten Tanzimat dönemi şairlerinin çoğunun yalnızca edebiyatla iktifa etmediklerini, devletin her kademesinde birer vazife aldıkları bilinen bir gerçektir.
Bunlar arasında hemen ilk akla gelenler hiç şüphesiz Âkif Paşa, Ziya Paşa, Sadullah Paşa (On dokuzuncu asır isimli manzumesi ile) ve Namık Kemal gibi isimlerdir. İsimleri elbette çoğaltmak mümkündür. Lâkin adı geçen simalar arasında ateşli bir üslupla edebiyatını icra eden bir kişilik vardır ki, bu şahıs ne politikaya bulaşmış, ne de siyasetle uğraşanlara teveccüh etmiştir. Tabii ki de Tevfik Fikret’ten bahsediyoruz.Biz bu yazımızda onun hayat hikayesini etraflı bir şekilde verecek değiliz.
Sadece hayatında dönüm noktası teşkil eden bazı hususları hatırlatacak ve ölümünden önceki birkaç gününü Sultanî Mektebi’ndeki (Galatasaray Lisesi) bir talebesinin ağzından dinleyeceğiz.
Bu dönem insanlarının hayatları gibi mematları da dikkat çekicidir. Örneğin yalnızca bir Beşir Fuad’ın ölümü sadece edebiyatçılar tarafından değil, psikologlar ve sosyologlar için de başlı başlna bir çalışma ve tez konusudur.
Tevfik Fikret’in sıkıntılar içinde öldüğü bir gerçektir. Şimdi ise onu bu buhranlara götüren sebepleri yüzeysel bir şekilde zikredip, ölüm dakikalarına geçelim…Fikret, henüz 14 yaşına girdiği andan itibaren şiirle uğraşmaya başlamıştır. Mekteb-i Sultanî de tahsilini tamamladıktan sonra Bâb-ı Âli’de bir dönem kâtiblik, sonra da bitirdiği okulda ve Robert Kolej’de hocalık yapmıştır.
Bu dönemlerde çeşitli mecmualarda şiirleri yayınlandı. Hatta burada ilginç bir noktayı hatırlatmakta fayda var:
Tevfik Fikret’in şöhretini kamçılayan en önemli olaylardan biri, dönemin “Mirsad” mecmuasının açmış olduğu bir şiir yarışmasıdır. Bu yarışmada birinci olan Fikret’in kaleme aldığı şiirin konusu ise devrin sultanı II. Abdülhamid Han’a yazılan methiyedir. ( Sitâyiş-i Hazret-i Pâdişâhî) Fakat daha sonraları onun Sultan Hamid’e nasıl bir tavır takındığı ve hakkında yazdığı hakareti haiz manzumeler bilinmektedir.
Bir zamanlar kendisini övmek için yarıştığı, doğum tebrikleri yazdığı padişahın, daha sonra amansız bir düşmanı olmuştur. Mesela “Bir Lâhzâ-i Taahhur” ( bir anlık gecikme) şiirinde:
“ Ey şanlı avcı! Dâmını beyhude kurmadın,
Attın… Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın! ”
diyerek Abdülhamid Han’a tuzak kuran ermeni anarşistini gönülden alkışlayan bir dualite içine düşmüştür. Binaenaleyh bir zaman gelecek ki, kurtarıcı olarak gördüğü İttihad ve Terakki mensuplarına da sırtını dönecek ve onları da “Doksan Beşe Doğru”, “Hân-ı Yağma” gibi manzumelerle hicvedecektir.Tevfik Fikret iniş çıkışları çok fazla olan bir hayat yaşadı. Bütün umutlarını bağladığı oğlu Haluk da eğitim için gittiği İskoçya ve Amerika’da din değiştirip papaz olunca bütün hayalleri yıkıldı.
Ama herhalde oğlunun din değiştirmesi Fikret için pek bir şey ifade etmiyordu. Onu daha çok üzen, tüm sermayesi ve hayat bağı olan oğlunun kendisine karşı aldığı vefasız tavırlarıydı. Tüm bunları hastalıklar, buhranlar ve çaresizlikler kovaladı. En nihayetinde 1915 Ağustos’unda dünyaya gözlerini yumdu.
Öyle anlaşılıyor ki şair, son zamanlarda doktor tedavisini reddetmiştir. Bir nevi ölümünü kendisi hazırlamıştır. Ölümünden sonra da –İslam inancını inkar ettiği için– cenaze namazı kılınması hususunda tereddüte düşülmüş, akabinde Eyüp mezarlığına gömülmüştür.
1961 Aralık’ında kemikleri Eyüp kabristanından alınarak, mimarlığını kendisinin yaptığı Âşiyan’daki evinin yakınlarına defnedilmiştir.
Tevfik Fiket’in dönemin Sultanî Mektebi’nde (Galatasaray Lisesi) hocalık yaptığı yıllarda talebesi olan Ruşen Eşref Bey, şairin son günlerini ve ölümünü şu şekilde anlatmaktadır.… Son ziyaretimizdi. Bizimle konuşmaya, içini dökmeye bir türlü doyamıyordu.
Ayrılırken: “Yine beklerim. Âşiyan benim değil, sizin… Orasını unutmayın” dedi.
Elini öptük, o da bizleri öptü. Arkamızdan kapıya çıktı. Uzun müddet dışarıda ayaküstü konuştu. Meğer o neşe, son neşesiymiş, o gün kendisinden ebediyyen ayrılmışız. Neşesi birkaç saat daha devam etmiş. Çok hasta düştüğü akşam yemeğe inerken pek şenmiş. İştahla yemek yemiş.
Bir saat kadar sonra “Ağrılar yine geldi” demiş. Haplarını vermişler. Sancı gittikçe artmış. Pansumana başlamışlar, yine dinmemiş. Durmadan inliyormuş. Yavaş yavaş kendisine uyku gibi bir dargınlık başlamış. Ertesi gün hiç konuşmamış, hiçbir şey yememiş. Hatta getirilen Doktor Saim Bey’i bile tanımamış.
Doktor:
“Ben gideyim de arkadaşlarımı getireyim. Rica edeyim, ilaçlarımı muntazam verin…” gibi müphem bir şeyler söyleyip ayrılmış. O gece sıkıntı büsbütün artmış. Bir ara dalgınlığı şiddetli bir harekete inkılap etmiş. Yattığı yerden fırlayıp, hiçbir şey söylemeden halecanla odadan odaya gezinmeye başlamış. Yataktan kalkıp minderin üstüne yatar, minderden kalkıp kendisini yatağa atarmış. Buna mani olmak istemişler.
Bir defasında yanındakileri iterken elini şiddetle karyolaya çarpmış, birden morarıp şiştiği halde hiç sesini çıkarmadan yine dolaşmalarına devam etmiş.Nihayet yatağında hiç yerinde durmadan sudan ayrılmış balık gibi, bir taraftan öbür tarafa sıçramaya, dönmeye başlamış. Sonra ağrılar yavaş yavaş dinmiş olmalı ki çırpınmaları da durmuş.
Ruhunu teslim etmeden bir saat kadar önce yanında bulunan eşinin elini yakalamış, onu sıkmış, öpmüş. “Artık yıkılıyorum” demiş. Dili hiç ağırlaşmamış. Bebek’ten Dr. Terziyan’ı çağırtmışlar, bir iğne yaptırmışlar. Rahat eder gibi olmuş. Eşiyle baldızı başucunda bekliyorlarmış. Doktor da kitap odasında oturuyormuş. Fikret bu sırada sağ tarafına dönmüş, sakin bir şekilde uyuyor sanmışlar. Fakat biraz sonra tekrar odaya giren doktor, onun öldüğünü bildirmiş.
Nitekim Namık Kemal’ın “Vatan yahut Silistre” isimli piyesini hepimiz hatırlıyoruz. Oyunun sahnelendiği akşam yüzlerce kişi sokaklara dökülmüş ve ateşli nümayişlerde bulunmuşlardı.Zaten Tanzimat dönemi şairlerinin çoğunun yalnızca edebiyatla iktifa etmediklerini, devletin her kademesinde birer vazife aldıkları bilinen bir gerçektir.
Bunlar arasında hemen ilk akla gelenler hiç şüphesiz Âkif Paşa, Ziya Paşa, Sadullah Paşa (On dokuzuncu asır isimli manzumesi ile) ve Namık Kemal gibi isimlerdir. İsimleri elbette çoğaltmak mümkündür. Lâkin adı geçen simalar arasında ateşli bir üslupla edebiyatını icra eden bir kişilik vardır ki, bu şahıs ne politikaya bulaşmış, ne de siyasetle uğraşanlara teveccüh etmiştir. Tabii ki de Tevfik Fikret’ten bahsediyoruz.Biz bu yazımızda onun hayat hikayesini etraflı bir şekilde verecek değiliz.
Sadece hayatında dönüm noktası teşkil eden bazı hususları hatırlatacak ve ölümünden önceki birkaç gününü Sultanî Mektebi’ndeki (Galatasaray Lisesi) bir talebesinin ağzından dinleyeceğiz.
Bu dönem insanlarının hayatları gibi mematları da dikkat çekicidir. Örneğin yalnızca bir Beşir Fuad’ın ölümü sadece edebiyatçılar tarafından değil, psikologlar ve sosyologlar için de başlı başlna bir çalışma ve tez konusudur.
Tevfik Fikret’in sıkıntılar içinde öldüğü bir gerçektir. Şimdi ise onu bu buhranlara götüren sebepleri yüzeysel bir şekilde zikredip, ölüm dakikalarına geçelim…Fikret, henüz 14 yaşına girdiği andan itibaren şiirle uğraşmaya başlamıştır. Mekteb-i Sultanî de tahsilini tamamladıktan sonra Bâb-ı Âli’de bir dönem kâtiblik, sonra da bitirdiği okulda ve Robert Kolej’de hocalık yapmıştır.
Bu dönemlerde çeşitli mecmualarda şiirleri yayınlandı. Hatta burada ilginç bir noktayı hatırlatmakta fayda var:
Tevfik Fikret’in şöhretini kamçılayan en önemli olaylardan biri, dönemin “Mirsad” mecmuasının açmış olduğu bir şiir yarışmasıdır. Bu yarışmada birinci olan Fikret’in kaleme aldığı şiirin konusu ise devrin sultanı II. Abdülhamid Han’a yazılan methiyedir. ( Sitâyiş-i Hazret-i Pâdişâhî) Fakat daha sonraları onun Sultan Hamid’e nasıl bir tavır takındığı ve hakkında yazdığı hakareti haiz manzumeler bilinmektedir.
Bir zamanlar kendisini övmek için yarıştığı, doğum tebrikleri yazdığı padişahın, daha sonra amansız bir düşmanı olmuştur. Mesela “Bir Lâhzâ-i Taahhur” ( bir anlık gecikme) şiirinde:
“ Ey şanlı avcı! Dâmını beyhude kurmadın,
Attın… Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın! ”
diyerek Abdülhamid Han’a tuzak kuran ermeni anarşistini gönülden alkışlayan bir dualite içine düşmüştür. Binaenaleyh bir zaman gelecek ki, kurtarıcı olarak gördüğü İttihad ve Terakki mensuplarına da sırtını dönecek ve onları da “Doksan Beşe Doğru”, “Hân-ı Yağma” gibi manzumelerle hicvedecektir.Tevfik Fikret iniş çıkışları çok fazla olan bir hayat yaşadı. Bütün umutlarını bağladığı oğlu Haluk da eğitim için gittiği İskoçya ve Amerika’da din değiştirip papaz olunca bütün hayalleri yıkıldı.
Ama herhalde oğlunun din değiştirmesi Fikret için pek bir şey ifade etmiyordu. Onu daha çok üzen, tüm sermayesi ve hayat bağı olan oğlunun kendisine karşı aldığı vefasız tavırlarıydı. Tüm bunları hastalıklar, buhranlar ve çaresizlikler kovaladı. En nihayetinde 1915 Ağustos’unda dünyaya gözlerini yumdu.
Öyle anlaşılıyor ki şair, son zamanlarda doktor tedavisini reddetmiştir. Bir nevi ölümünü kendisi hazırlamıştır. Ölümünden sonra da –İslam inancını inkar ettiği için– cenaze namazı kılınması hususunda tereddüte düşülmüş, akabinde Eyüp mezarlığına gömülmüştür.
1961 Aralık’ında kemikleri Eyüp kabristanından alınarak, mimarlığını kendisinin yaptığı Âşiyan’daki evinin yakınlarına defnedilmiştir.
Tevfik Fiket’in dönemin Sultanî Mektebi’nde (Galatasaray Lisesi) hocalık yaptığı yıllarda talebesi olan Ruşen Eşref Bey, şairin son günlerini ve ölümünü şu şekilde anlatmaktadır.… Son ziyaretimizdi. Bizimle konuşmaya, içini dökmeye bir türlü doyamıyordu.
Ayrılırken: “Yine beklerim. Âşiyan benim değil, sizin… Orasını unutmayın” dedi.
Elini öptük, o da bizleri öptü. Arkamızdan kapıya çıktı. Uzun müddet dışarıda ayaküstü konuştu. Meğer o neşe, son neşesiymiş, o gün kendisinden ebediyyen ayrılmışız. Neşesi birkaç saat daha devam etmiş. Çok hasta düştüğü akşam yemeğe inerken pek şenmiş. İştahla yemek yemiş.
Bir saat kadar sonra “Ağrılar yine geldi” demiş. Haplarını vermişler. Sancı gittikçe artmış. Pansumana başlamışlar, yine dinmemiş. Durmadan inliyormuş. Yavaş yavaş kendisine uyku gibi bir dargınlık başlamış. Ertesi gün hiç konuşmamış, hiçbir şey yememiş. Hatta getirilen Doktor Saim Bey’i bile tanımamış.
Doktor:
“Ben gideyim de arkadaşlarımı getireyim. Rica edeyim, ilaçlarımı muntazam verin…” gibi müphem bir şeyler söyleyip ayrılmış. O gece sıkıntı büsbütün artmış. Bir ara dalgınlığı şiddetli bir harekete inkılap etmiş. Yattığı yerden fırlayıp, hiçbir şey söylemeden halecanla odadan odaya gezinmeye başlamış. Yataktan kalkıp minderin üstüne yatar, minderden kalkıp kendisini yatağa atarmış. Buna mani olmak istemişler.
Bir defasında yanındakileri iterken elini şiddetle karyolaya çarpmış, birden morarıp şiştiği halde hiç sesini çıkarmadan yine dolaşmalarına devam etmiş.Nihayet yatağında hiç yerinde durmadan sudan ayrılmış balık gibi, bir taraftan öbür tarafa sıçramaya, dönmeye başlamış. Sonra ağrılar yavaş yavaş dinmiş olmalı ki çırpınmaları da durmuş.
Ruhunu teslim etmeden bir saat kadar önce yanında bulunan eşinin elini yakalamış, onu sıkmış, öpmüş. “Artık yıkılıyorum” demiş. Dili hiç ağırlaşmamış. Bebek’ten Dr. Terziyan’ı çağırtmışlar, bir iğne yaptırmışlar. Rahat eder gibi olmuş. Eşiyle baldızı başucunda bekliyorlarmış. Doktor da kitap odasında oturuyormuş. Fikret bu sırada sağ tarafına dönmüş, sakin bir şekilde uyuyor sanmışlar. Fakat biraz sonra tekrar odaya giren doktor, onun öldüğünü bildirmiş.