TEKLİF, TEHDİT VE İFTİRA
O müşrikler: ‘Sen, bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, İçlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Yahut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah’ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız’ dediler. De ki: ‘Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece insan olan bir elçiyim (Bu dediklerinizin herhangi birini yapacak güç ve iradeye sahip değilim) [276]
İslâm davetinin hedefi, eğer sadece Mekke’deki inanç sistemi olsaydı, Mekke eşrafı ile Resulüllah arasındaki ayrılık sadece inanç konusunda açığa çıksaydı, Mekke eşrafının îslâm davetine tepkilerinin risâlet sürecinde gerçekleştiği gibi sert olmayacağı kesindi. Hatta İslâm’a yönelik herhangi bir tepki dahi gerçekleşmeyebilirdi. Çünkü, Mekke, farklı inançtan bireylerin, aralarında herhangi bir çekişme olmadan hayatlarını rahatlıkla sürdürdükleri bir yerdi. Mekke, her haliyle çok dinli bir toplumsal yapıyı temsil ediyordu. Mekke toplumunun baskın inancı putperestlik olmakla birlikte, herkesin paylaştığı ortak bir inanç sistemi inşa edilememişti. Hatta böyle bir şeye ihtiyaç da hissedilmemişti. Kabilelerin, ailelerin ve hatta bazı bireylerin tanrı sembolü kabul edip ibadet ettikleri putlar birbirinden çok farklıydı. Bir kabile, aile veya birey diğerlerinin tanrısına inanmak zorunda değildi. Birbirlerinin ‘tanrılarına’ inanmak zorunda olmadıkları gibi, saygı duymak zorunda da değillerdi. Bu nedenledir ki, birbirlerinin tanrısı ile alay edenlere, birbirlerinin tanrısını aşağılayan sözler sarf edenlere veya davranışlar sergileyenlere sıklıkla rastlanabiliyordu. Üstelik pullara tapmayan, soyut bir tanrı inancına sahip olanlar da Mekke toplumunun yabancısı olmadığı kimselerdi. Bunlar, Mekke’de yaşayan Hıristiyan birkaç kişinin yanı sıra, ticarî amaçlarla Mekke’ye gelip-giden ve kısa süreli de olsa Mekke’de ikamet eden Yahudilerdi. Daha da önemlisi, Hıristiyanların teslisle karışmış tek tanrı inancını ve Yahudilerin tanrısının ırkçı karakterini reddeden ve tek tanrıya inanan 8-10 kişilik bir grup da Mekke’de yaşıyordu. Putperest karşıtı olduklarını her fırsatta açıkça ifade eden bu kimselerden Zeyd b. Amr, Kus b. Saide ve Varaka b. Nevfel’i bütün Mekkeliler tanıyordu.
Şurası kesindir ki, islâm daveti salt farklı bir inanç sistemi olduğu için Mekke eşrafının tepkilerine neden olmadı. Onlar, her ne kadar bireysel veya ailevî bazı özel nedenler de söz konusu olsa bile, İslâm davetinin sadece bir inanç sistemi sınırları içerinde kalmamasına; hayata yönelip, bireysel ve toplumsal hayata şekil verme amacı taşımasına karşı çıktılar. Onlara göre, İslâm bir inanç sistemi olarak Mekke’de var olabilirdi; ama mevcut yapıya müdahale edip sistemi değiştirmeye kalkışmamalıydı.
Mekke eşrafı, islâm’ın tüm dünyaya şekil verme amacı taşımasını ilk zamanlar ‘uçuk’ bir düşünce olarak değerlendirip, islâm’la ve Resulüllah’la alay ettiler. Ancak zamanla gördüler ki, İslâm davetine mensup olanlar gittikçe çoğalıyor. Mekke’deki sistemi tehdit eden bir kitle teşkil ediyor. O zaman açıkça anladılar ki, mevcut sistemin devamı açısından ne yapıp-yapıp islâm davetini durdurmaları gerekmektedir. Zira, islâm davetinin başarılı olması, mevcut toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel sistemin tepeden tırnağa değişmesi demektir. Bu ise, Mekke eşrafının geleneksel bir nitelik kazanmış olan haksız menfaatlerinin, toplumsal statü ve prestijlerinin yok olmasından başka bir anlama gelmiyordu. İslâm, Mekke eş-rafmm istediklerini istedikleri gibi yapma hak ve iradelerini iptal ediyor; bireysel ve toplumsal işleri, adalet temelinde yer alan ve değişmeyen bazı ilâhî kurallara bağlıyordu. Dolayısıyla, her ne pahasına olursa olsun islâm davetini durdurmalıydılar. Bu amaçla, yıllarca gece-gündüz daveti durdurabilmenin bin bir türlü yollarını aradılar; dertlerine derman olacağına inandıkları tedbirleri aldılar; düşündükleri tedbirler çerçevesinde birçok uygulamayı devreye soktular; ama tüm bunlara rağmen her geçen günle birlikte kaybeden tarafın kendileri olduğunu gördüler. Fakat bu durum, islâm davetini durdurma çabalarını terk etmelerine değil, yeni taktikler geliştirmelerine neden oldu. Vahyi alaya almaktan başlayan ve müminlere yönelik işkencelere uzanan taktiklerinin başarılı olmaması üzerine daha ‘barışçı’ taktikleri devreye soktular. Resulüllah’la aralarında ortak bir menfaat zemini tesis etmeye; anlaşmalarına imkân sağlayacak ortak paydalar tesis etmeye çalıştılar. ‘Barış’ ve ‘anlaşma tekliflerini gündeme getirdiler. Tabiî ki ‘barış’ tekliflerinin bazı şartları vardı.
Toplumsal prestij ve menfaatlerini koruyan ve devam etıiren bazı ilkelerin kabul edilmesini istediler. ‘Ayak takımı’ olarak niteledikleri ve çoğalıp güçlenmeleri durumunda sistemi değiştirecek güce ulaşacakları kesin görünen köle ve yoksul kimselerle ilgilenmekten vazgeçmesini söylediler. Bu ve diğer bazı ilkeleri kabul edip uyduğu sürece Resulüllah’ı kral olarak dahi tanımaya razı olduklarını bildirdiler. Anlaşıldığı kadarıyla, bu krallık teklifinde ve diğerlerinde gayet samimiydiler; yeter ki ilkelerine uyulsun. Resulüllah’ı meclislerine çağırıp görüşmeleri de islâm davetini durdurma veya istedikleri tarafa yönlendirme çabalarının gereğine uygun bir girişim olarak anlam kazandı. Zira, son iki yılda yaşanan bazı durumlar, bu son girişimin oluşumunu zorunlu hale getirmişti.
Risâletin özellikle 5. ve 6. yılında gerçekleşen bazı olaylar ve durumlar Mekke eşrafına kâbuslar gördürdü. Bunlar arasında özellikle Habeşistan’a hicret etmiş müminlerin orada kabul görüp, rahata kavuşmaları ve Mekke şehir devletinin Habeşistan yönetimiyle olan ilişkilerinin bozulmasına neden olmaları; Hamza b. Abdülmuttalib ile Ömer b. Hattab’m islâm’a girmeleri; Resulüllah’la anlaşma zemini oluşturmaya çalışan Utbe b. Rabia ve Velid b. Muğire’nin nerede ise islâm’a girme aşamasına gelmeleri, Mekke eşrafının peş peşe yaşadığı şok edici olayların en önemlilerini teşkil ediyordu. Özellikle Utbe ve Velid’in girişimlerinin neredeyse aleyhlerine dönme tehlikesi ile bir kez daha anladılar ki, Resulüllah’la bir sözcü aracılığıyla görüşmek, kendileri açısından kabul edilemez durumların oluşmasına neden olabilmektedir. Sözcü şahıs kolaylıkla Resulüllah’m etkisine girebilmektedir.
Eğer grup halinde Resulüllah’la görüşürlerse, en azından O’nun sözlerinin etkisine kapılma durumunda birbirlerini uyarma imkânına sahip olabileceklerdir. Resulüllah’la görüşme şartlarını belirlemek için şehrin meclisi olan Dâru’n Ned-ve’de bir kez daha toplandılar. Toplantıya katılanlar arasında Mekke’nin en önemli simaları olan Âs b. Vâil, Abdullah b. Ebî Umeyye, Ebû Cehil, Utbe b. Rabia, Şey-be b. Rabia, Ebû Süfyan, Nadr b. Haris, Esved b. Muttalib, Zem’a b. Esved, Velid b. Muğire, Nubeyh b. Heccâc, Münebbih b. Heccâc, Umeyye b. Halef, Ebû’l Buh-terî b. Hişam vardı.
Resulüllah’ı Meclise çağırıp konuşmaya karar verdiler. Vakit geçirmeden Resulüllah’a bir haberci göndererek Meclise davet ettiler. Resulüllah, Mekke eşrafının kendisiyle görüşme isteği karşısında sevindi. Eşrafın düşünce değiştirdiğini ve islâm’a girmeye meylettiklerini düşündü, islâm davetinin zor günleri geride bırakacağı umut ve sevinciyle hemen Meclise gitti. Fakat daha ilk anda karşılaştığı durum, umut ve sevincinin yersiz olduğunu gösterdi. Meclisin üyelerinden birisi, Meclisin sözcüsü sıfatıyla ve sert bir tavırla ‘Ey Muhammedi’ diyerek söze başladı: ‘Seninle konuşmak amacıyla toplandık ve seni çağırttık. Vallahi, bizler Araplar arasında senin gibi kavminin başına dert açmış başka birisini tanımıyoruz. Sen atalarımıza dil uzattın, dinimizi aşağıladın, ilâhlarımızı reddettin, birliğimizi bozup, dağıttın. Başımıza getirmediğin kötü iş kalmadı. Eğer bütün bunları mal elde et-mek amacıyla yapmışsan, gel bu yaptıklarından vazgeç seni en zenginimiz yapalım. Bu uğurda bütün sermayemizi senin hizmetine vermeye hazırız. Eğer amacın en şanlı ve şereflimiz olmaksa, seni kendimize büyüğümüz ve liderimiz olarak tanımaya ha-zırız. Kral olmak arzusu taşıyorsan, kralımız olmana da razıyız. Eğer bunların hiçbirisiyle ilgin yok ve bütün bu yaptıklarım sana musallat olmuş bir cinin etkisiyle yapıyorsan, seni en iyi tabiplere tedavi ettirelim. Bu uğurda hiçbir masraftan kaçınmayız. Böylelikle biz üzerimize düşeni yapmış olur ve sorumluluktan kurtulmuş oluruz’. Bunlar, Mekke eşrafının İslâm’a yaklaşımıyla ilgili olarak hiçbir şeyin değişmediğini gösteren, yakın zaman önce Utbe b. Rabia ve Velid b. Muğire’nin dile getirdiği tekliflerin tekrarından başka bir şey olmayan sözlerdi. Resulüllah üzüntülü ama kararlı bir ses tonuyla, kendisine sunulan bu tekliflerle ilgili kararım hemen orada açıkladı:
‘Bu sizin söylediklerinizin hiçbirisi bende yok. Bana bir cin musallat olmadığı gibi, ben hu davayı, mal elde etmek, kral olmak, aranızda şan ve şerefle anılmak için yürütüyor da değilim. Ben sadece Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olarak yapmam gerekeni yapıyor ve bana verilmiş hitap ile sizleri yanlışlıklarınız nedeniyle uyarıp, kötü gidişatınızın sonuyla korkutuyorum. Yapacağınız doğru ve güzel şeyler için mükafatlarla müjdeliyorum. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, hem dünya da hem de ahirette saadeti elde edersiniz. Eğer kabul etmeyip, reddederseniz, görevimi yapmak uğrunda her türlü zorluğa katlanırım. Nasıl oha, Allah benimle sizin aranızda hükmünü verecektir. Bütün engellemelerinize rağmen, ben yolumda devam eder ve Allah’ın aramızdaki hükmünü beklerim.
Müşrik liderler, daha önceki tekliflerinin de benzer şekilde geri çevrilmiş olmasından hareketle, bir kez daha anladılar ki, Resulüllah’m bu tür tekliflere bir iltifatı yok; bu tür tekliflerle gidişatı değiştirmek mümkün değil. Bunun üzerine, toplantıda aldıkları karar gereği, Resulüllah’ı davasına güven konusunda şüpheye sevk ederek bir anlaşma zemini oluşturmayı denediler. Yeni tekliflerini hemen dile getirdiler: ‘Ey Muhammedi Biliyorsun ki, memleketi bizim bu memleketimiz gibi verimsin olan başka bir topluluk yok. Eğer söylediklerinde doğru isen, Rabbine dua et bizim bu memleketimizi genişletip, verimli kılsın. Şu dağlan bizden uzaklaştır sın. Bu arada işlerimizi kolaylaştırması için atalarımızdan Kusayy’ı diriltsin. Çünkü o iyi bir yönetici idi. Eğer o dirilirse, belki senin söylediklerinin doğru olduğunu tasdik eder de biz de sana inanır, söylediklerini kabul ederiz.
Resulüllah, müşrik liderlerin konuyu çarpıtan, islâm davetini kendi istedikleri zemine çekme amacı taşıyan bu son derece sinsi taktikleri karşısında gerçeği ifade etmekten başka bir şey yapmadı: ‘Ben size bunlar için gönderilmedim. Zaten, ben bunları yapabilirim de demedim. Ben sadece Allah’ın size bildirmemi istediği şeyleri bildirdim. Allah beni müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Dediklerimi kabul ederseniz dünyanın ve ahiretin saadetini elde edersiniz. Eğer reddedecek olursanız, bu da sizin bileceğiniz bir iştir. Bana düşen görevimi yapıp, Rabbimin hükmünü beklemektir. O benimle sizin aranızdaki hükmünü muhakkak verecektir.
Müşrikler, sinsi taktiklerini sürdürdüler. Son tekliflerinin işe yaramadığını anlayınca, başka bir teklifte bulundular; ‘Eğer bizim için olan isteklerimizi yapmıyorsan, hiç değilse kendin için Allah’tan bir şeyler iste. Böylelikle işin kolaylaşır, sıkıntıların son bulur. Mesela Allah sana bir melek göndersin ve biz de o meleği görelim. O melek seni tasdik edip, seni bizden korusun. Ayrıca Allah’tan bağlar, bahçeler, saraylar, altın ve gümüşlerden oluşan hazineler iste. Böylelikle hayatını daha rahat geçirme İmkânına kavuşmuş olursun. Çarşı ve pazarlarda dolaşıp, geçimini sağlamak için bizler gibi koşuşturmaktan kurtulursun. Tüm bunlar gerçekleşirse, senin Allah katında değerli ve seçkin bir kul olduğunu anlamış oluruz’.
Müşriklerin bu teklifleri karşısında Resulüllah’ın cevabı yine öncekiler gibi gerçeği ifade etmekten başka bir şey olmadı: ‘Bu dediklerinizi yapmam, yapamam. Ben Allah’tan bu tür şeyler isteyecek birisi değilim. Zaten size bunun için gönderilmiş de değilim. Allah beni size müjdeci ve korkutucu olarak gönderdi. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, dünya ve ahirette mesut olursunuz- Yok eğer kabul etmeyip, reddederseniz, Allah sizinle benim aramdaki hükmünü verinceye kadar Allah’ın emrettiklerini yapmaya devam ederim.
Kararlı ve rotasından hiçbir şekilde sapmayan bir tavrın gereğine uygun bu sözler karşısında müşrik liderler öfkeyle karışık duygular içerisinde yeni tekliflerini dile getirdiler: ‘O halde şu bahsettiğin azabı üzerimize getir de ne kadar doğru söylediğini anlayalım. Eğer bunu da yapmazsan sana asla inanmayız’. Resulüllah’m cevabı yine değişmedi: ‘Bu benim istememle olacak bir şey-değil. Rabbim dilerse onu gerçekleştirir ve o zaman ona hiç kimse engel olamaz.
Müşrikler, Resulüllah’m bu kararlı tavrı karşısında, taktiklerinin bir başka aşamasına geçtiler. İftira atarak ve tehdit ederek Resul’üllah’ı zor durumda bırakmayı denediler: ‘Ey Muhammedi Her şeyi görüp-işiten bir Rabbın elçisi olduğunu söylüyorsun. Rabbın bizim seninle oturup, konuşacağımızı bilmiyor muydu ki, sorularımızın cevabını sana bildirmedi? Söylediklerini reddedeceğimiz zaman neler yapacağının sana neden bildirmedi? İşittiğimize göre sen bu söylediklerini Yemâme’deki Rahman isminde birisinden öğreniyormuşsun. Vallahi biz hiçbir zaman Rahman diye birisine inanmayız. Biz söyleyeceklerimizi söyledik. Artık bundan sonra sana karşı bir sorumluluğumuz yok. Vallahi biz senin yakam hiçbir zaman bırakmayacağız. Ya sen bizi yok edersin, yada biz seni yok ederiz.
Müşrik liderlerin, çaresizlik içerisinde çırpınmalarından başka bir şey ifade etmeyen bu son sözleri; uyguladıkları ve uygulayacakları baskı ve işkenceleri meşru göstermenin önemli adımlarından birisini temsil ediyordu. Bu sözleri ve tavırları ile üçüncü kişilere karşı ‘Biz elimizden geleni yaptık; hep iyi niyetli olduk ama Muhamnıed inatçı çıktı; her türlü teklifimizi reddetti’ diyerek daha rahat hareket etmelerine imkân sağlayacak gerekçeler oluşturma amacı taşıyorlardı. Resulüllah’ı Yemâme’deki Rahman isimli birisiyle irtibatlı gösterme çabalarının bir iftiradan başka bir şey olmadığını ise bizzat kendileri açıkça biliyorlardı. Zaten, ‘duyduğumuza göre’ diyerek iftiralarını dile getirmişlerdi. Üstelik eğer öyle birisi varsa, o halde ni-Çin Resulüllah’la uğraşıp mallarını, mülklerini sırf davasından vazgeçmesi için teklif ediyorlardı. İddiaları doğru olsa, gidip o Rahman isimli kişiyi engeller veya öldürürler ve problemlerini sona erdirirlerdi. Ancak tüm bunlar, müşrik lidelerin, İs-. ^m karşısında çaresiz kaldıkları için ortaya attıkları ve gündemi istedikleri şekilde değiştirmeyi amaçlayan iftiralarından sadece birisiydi, başka bir şey değildi.
Resulüllah, teklif, tehdit ve iftiralara gerekli cevaplan verdikten sonra Mec-lis’ten ayrılırken, müşriklerden birisi öfke ile arkasından bağırmaya başladı: Allah ile melekleri önümüze getirip göstermedikçe sana inanmayacağız’. Öfkesini bastira-mamış olan Abdullah b. Umeyye ise, Resulüllah’ın peşine takılarak teklif ve tehditleri dile getirirken, öfke içerisinde asıl amaçlarını ifade etti: ‘Ey Muhammedi Kavmin sana bazı tekliflerde bulundu. Ancak sen hiçbirisini kabul etmedin. Allah katındaki değerini anlamak amacıyla kendileri için Allah’tan bir şeyler istemeni teklif ettiler, ama kabul etmedin. Allah katındaki üstünlüğünü anlamak için, Allah’tan kendi adına bir şeyler istemeni teklif ettiler, kabul etmedin. Hep tehdit edip durduğun azabı istediler, gene kabul etmedin. Allah’a yemin olsun ki, sen göğe bir merdiven kurup, gözümüzün önünde ona tırmanıp peygamber olduğuna tanıklık edecek dört tane melek getirmedikçe sana asla inanmayacağım. Vallahi aslında bunları yapacak olsan da inanacağımı sanmıyorum ya.[277]
Resulüllah, daveti kabul edecekleri umuduyla meclislerine görüşmeye gittiği müşrik liderlerin durumlarındaki ısrarları nedeniyle üzüntülü bir halde evine döndü. Fakat meclisteki tartışmalar yine de bitmemişit. Ebû Cehil öfkeyle ayağa kalkmış, bağırıp-çağırıyordu: ‘Ey Kureyş’in uluları! Muhammed dinimizi kötülemekten, atalarımızı eleştirmekten, akıllanmış:! idraksizlikle suçlamaktan ve ilâhlarımızı reddetmekten vazgeçmiyor. Yarın o namaz kılarken onu bana gösterin. Başım taşla ezeceğim. Haşim oğulları da ne isterlerse onu yapsınlar. [278] Ebû Cehil’in bu sözlerinde, öfkenin yanı sıra, Resulüllah’ı öldürerek problemden en kısa yoldan kurtulma düşüncesini gündeme getirme ve Resulüllah’ı destekleyen Haşim oğullarına karşı bir cephe oluşturma gayretinin etkileri vardı. Mecliste bulunanlar. Ebû Cehil’i onayladılar ve istediğini yapmasını söylediler. Fakat Ebû Cehil ertesi günü Resulüllah’ı öldürme düşüncesini uygulamaya koyamadı. Öldürmek niyetiyle Resulüllah’ın yanma yaklaştı, ama herhangi bir şey yapmadan geri döndü. Herhalde, bir kızgınlıkla verdiği kararı uygulamaya koyması durumunda Haşim oğullarının boy hedefi olmaktan kurtulmayacağını, Mekke’yi kana bulayacak bir savaşa neden olacağını anlamıştı.
[276] îsra sûresi, 17:90-93
[277] İbn İshak, Siyer, 257-260; İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/ 315- 319; Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, XV/164- 166
[278] İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/319; Zehebî, Tarihü’l islâm, 11/88.
O müşrikler: ‘Sen, bizim için yerden bir pınar fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, İçlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Yahut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah’ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız’ dediler. De ki: ‘Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece insan olan bir elçiyim (Bu dediklerinizin herhangi birini yapacak güç ve iradeye sahip değilim) [276]
İslâm davetinin hedefi, eğer sadece Mekke’deki inanç sistemi olsaydı, Mekke eşrafı ile Resulüllah arasındaki ayrılık sadece inanç konusunda açığa çıksaydı, Mekke eşrafının îslâm davetine tepkilerinin risâlet sürecinde gerçekleştiği gibi sert olmayacağı kesindi. Hatta İslâm’a yönelik herhangi bir tepki dahi gerçekleşmeyebilirdi. Çünkü, Mekke, farklı inançtan bireylerin, aralarında herhangi bir çekişme olmadan hayatlarını rahatlıkla sürdürdükleri bir yerdi. Mekke, her haliyle çok dinli bir toplumsal yapıyı temsil ediyordu. Mekke toplumunun baskın inancı putperestlik olmakla birlikte, herkesin paylaştığı ortak bir inanç sistemi inşa edilememişti. Hatta böyle bir şeye ihtiyaç da hissedilmemişti. Kabilelerin, ailelerin ve hatta bazı bireylerin tanrı sembolü kabul edip ibadet ettikleri putlar birbirinden çok farklıydı. Bir kabile, aile veya birey diğerlerinin tanrısına inanmak zorunda değildi. Birbirlerinin ‘tanrılarına’ inanmak zorunda olmadıkları gibi, saygı duymak zorunda da değillerdi. Bu nedenledir ki, birbirlerinin tanrısı ile alay edenlere, birbirlerinin tanrısını aşağılayan sözler sarf edenlere veya davranışlar sergileyenlere sıklıkla rastlanabiliyordu. Üstelik pullara tapmayan, soyut bir tanrı inancına sahip olanlar da Mekke toplumunun yabancısı olmadığı kimselerdi. Bunlar, Mekke’de yaşayan Hıristiyan birkaç kişinin yanı sıra, ticarî amaçlarla Mekke’ye gelip-giden ve kısa süreli de olsa Mekke’de ikamet eden Yahudilerdi. Daha da önemlisi, Hıristiyanların teslisle karışmış tek tanrı inancını ve Yahudilerin tanrısının ırkçı karakterini reddeden ve tek tanrıya inanan 8-10 kişilik bir grup da Mekke’de yaşıyordu. Putperest karşıtı olduklarını her fırsatta açıkça ifade eden bu kimselerden Zeyd b. Amr, Kus b. Saide ve Varaka b. Nevfel’i bütün Mekkeliler tanıyordu.
Şurası kesindir ki, islâm daveti salt farklı bir inanç sistemi olduğu için Mekke eşrafının tepkilerine neden olmadı. Onlar, her ne kadar bireysel veya ailevî bazı özel nedenler de söz konusu olsa bile, İslâm davetinin sadece bir inanç sistemi sınırları içerinde kalmamasına; hayata yönelip, bireysel ve toplumsal hayata şekil verme amacı taşımasına karşı çıktılar. Onlara göre, İslâm bir inanç sistemi olarak Mekke’de var olabilirdi; ama mevcut yapıya müdahale edip sistemi değiştirmeye kalkışmamalıydı.
Mekke eşrafı, islâm’ın tüm dünyaya şekil verme amacı taşımasını ilk zamanlar ‘uçuk’ bir düşünce olarak değerlendirip, islâm’la ve Resulüllah’la alay ettiler. Ancak zamanla gördüler ki, İslâm davetine mensup olanlar gittikçe çoğalıyor. Mekke’deki sistemi tehdit eden bir kitle teşkil ediyor. O zaman açıkça anladılar ki, mevcut sistemin devamı açısından ne yapıp-yapıp islâm davetini durdurmaları gerekmektedir. Zira, islâm davetinin başarılı olması, mevcut toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel sistemin tepeden tırnağa değişmesi demektir. Bu ise, Mekke eşrafının geleneksel bir nitelik kazanmış olan haksız menfaatlerinin, toplumsal statü ve prestijlerinin yok olmasından başka bir anlama gelmiyordu. İslâm, Mekke eş-rafmm istediklerini istedikleri gibi yapma hak ve iradelerini iptal ediyor; bireysel ve toplumsal işleri, adalet temelinde yer alan ve değişmeyen bazı ilâhî kurallara bağlıyordu. Dolayısıyla, her ne pahasına olursa olsun islâm davetini durdurmalıydılar. Bu amaçla, yıllarca gece-gündüz daveti durdurabilmenin bin bir türlü yollarını aradılar; dertlerine derman olacağına inandıkları tedbirleri aldılar; düşündükleri tedbirler çerçevesinde birçok uygulamayı devreye soktular; ama tüm bunlara rağmen her geçen günle birlikte kaybeden tarafın kendileri olduğunu gördüler. Fakat bu durum, islâm davetini durdurma çabalarını terk etmelerine değil, yeni taktikler geliştirmelerine neden oldu. Vahyi alaya almaktan başlayan ve müminlere yönelik işkencelere uzanan taktiklerinin başarılı olmaması üzerine daha ‘barışçı’ taktikleri devreye soktular. Resulüllah’la aralarında ortak bir menfaat zemini tesis etmeye; anlaşmalarına imkân sağlayacak ortak paydalar tesis etmeye çalıştılar. ‘Barış’ ve ‘anlaşma tekliflerini gündeme getirdiler. Tabiî ki ‘barış’ tekliflerinin bazı şartları vardı.
Toplumsal prestij ve menfaatlerini koruyan ve devam etıiren bazı ilkelerin kabul edilmesini istediler. ‘Ayak takımı’ olarak niteledikleri ve çoğalıp güçlenmeleri durumunda sistemi değiştirecek güce ulaşacakları kesin görünen köle ve yoksul kimselerle ilgilenmekten vazgeçmesini söylediler. Bu ve diğer bazı ilkeleri kabul edip uyduğu sürece Resulüllah’ı kral olarak dahi tanımaya razı olduklarını bildirdiler. Anlaşıldığı kadarıyla, bu krallık teklifinde ve diğerlerinde gayet samimiydiler; yeter ki ilkelerine uyulsun. Resulüllah’ı meclislerine çağırıp görüşmeleri de islâm davetini durdurma veya istedikleri tarafa yönlendirme çabalarının gereğine uygun bir girişim olarak anlam kazandı. Zira, son iki yılda yaşanan bazı durumlar, bu son girişimin oluşumunu zorunlu hale getirmişti.
Risâletin özellikle 5. ve 6. yılında gerçekleşen bazı olaylar ve durumlar Mekke eşrafına kâbuslar gördürdü. Bunlar arasında özellikle Habeşistan’a hicret etmiş müminlerin orada kabul görüp, rahata kavuşmaları ve Mekke şehir devletinin Habeşistan yönetimiyle olan ilişkilerinin bozulmasına neden olmaları; Hamza b. Abdülmuttalib ile Ömer b. Hattab’m islâm’a girmeleri; Resulüllah’la anlaşma zemini oluşturmaya çalışan Utbe b. Rabia ve Velid b. Muğire’nin nerede ise islâm’a girme aşamasına gelmeleri, Mekke eşrafının peş peşe yaşadığı şok edici olayların en önemlilerini teşkil ediyordu. Özellikle Utbe ve Velid’in girişimlerinin neredeyse aleyhlerine dönme tehlikesi ile bir kez daha anladılar ki, Resulüllah’la bir sözcü aracılığıyla görüşmek, kendileri açısından kabul edilemez durumların oluşmasına neden olabilmektedir. Sözcü şahıs kolaylıkla Resulüllah’m etkisine girebilmektedir.
Eğer grup halinde Resulüllah’la görüşürlerse, en azından O’nun sözlerinin etkisine kapılma durumunda birbirlerini uyarma imkânına sahip olabileceklerdir. Resulüllah’la görüşme şartlarını belirlemek için şehrin meclisi olan Dâru’n Ned-ve’de bir kez daha toplandılar. Toplantıya katılanlar arasında Mekke’nin en önemli simaları olan Âs b. Vâil, Abdullah b. Ebî Umeyye, Ebû Cehil, Utbe b. Rabia, Şey-be b. Rabia, Ebû Süfyan, Nadr b. Haris, Esved b. Muttalib, Zem’a b. Esved, Velid b. Muğire, Nubeyh b. Heccâc, Münebbih b. Heccâc, Umeyye b. Halef, Ebû’l Buh-terî b. Hişam vardı.
Resulüllah’ı Meclise çağırıp konuşmaya karar verdiler. Vakit geçirmeden Resulüllah’a bir haberci göndererek Meclise davet ettiler. Resulüllah, Mekke eşrafının kendisiyle görüşme isteği karşısında sevindi. Eşrafın düşünce değiştirdiğini ve islâm’a girmeye meylettiklerini düşündü, islâm davetinin zor günleri geride bırakacağı umut ve sevinciyle hemen Meclise gitti. Fakat daha ilk anda karşılaştığı durum, umut ve sevincinin yersiz olduğunu gösterdi. Meclisin üyelerinden birisi, Meclisin sözcüsü sıfatıyla ve sert bir tavırla ‘Ey Muhammedi’ diyerek söze başladı: ‘Seninle konuşmak amacıyla toplandık ve seni çağırttık. Vallahi, bizler Araplar arasında senin gibi kavminin başına dert açmış başka birisini tanımıyoruz. Sen atalarımıza dil uzattın, dinimizi aşağıladın, ilâhlarımızı reddettin, birliğimizi bozup, dağıttın. Başımıza getirmediğin kötü iş kalmadı. Eğer bütün bunları mal elde et-mek amacıyla yapmışsan, gel bu yaptıklarından vazgeç seni en zenginimiz yapalım. Bu uğurda bütün sermayemizi senin hizmetine vermeye hazırız. Eğer amacın en şanlı ve şereflimiz olmaksa, seni kendimize büyüğümüz ve liderimiz olarak tanımaya ha-zırız. Kral olmak arzusu taşıyorsan, kralımız olmana da razıyız. Eğer bunların hiçbirisiyle ilgin yok ve bütün bu yaptıklarım sana musallat olmuş bir cinin etkisiyle yapıyorsan, seni en iyi tabiplere tedavi ettirelim. Bu uğurda hiçbir masraftan kaçınmayız. Böylelikle biz üzerimize düşeni yapmış olur ve sorumluluktan kurtulmuş oluruz’. Bunlar, Mekke eşrafının İslâm’a yaklaşımıyla ilgili olarak hiçbir şeyin değişmediğini gösteren, yakın zaman önce Utbe b. Rabia ve Velid b. Muğire’nin dile getirdiği tekliflerin tekrarından başka bir şey olmayan sözlerdi. Resulüllah üzüntülü ama kararlı bir ses tonuyla, kendisine sunulan bu tekliflerle ilgili kararım hemen orada açıkladı:
‘Bu sizin söylediklerinizin hiçbirisi bende yok. Bana bir cin musallat olmadığı gibi, ben hu davayı, mal elde etmek, kral olmak, aranızda şan ve şerefle anılmak için yürütüyor da değilim. Ben sadece Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olarak yapmam gerekeni yapıyor ve bana verilmiş hitap ile sizleri yanlışlıklarınız nedeniyle uyarıp, kötü gidişatınızın sonuyla korkutuyorum. Yapacağınız doğru ve güzel şeyler için mükafatlarla müjdeliyorum. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, hem dünya da hem de ahirette saadeti elde edersiniz. Eğer kabul etmeyip, reddederseniz, görevimi yapmak uğrunda her türlü zorluğa katlanırım. Nasıl oha, Allah benimle sizin aranızda hükmünü verecektir. Bütün engellemelerinize rağmen, ben yolumda devam eder ve Allah’ın aramızdaki hükmünü beklerim.
Müşrik liderler, daha önceki tekliflerinin de benzer şekilde geri çevrilmiş olmasından hareketle, bir kez daha anladılar ki, Resulüllah’m bu tür tekliflere bir iltifatı yok; bu tür tekliflerle gidişatı değiştirmek mümkün değil. Bunun üzerine, toplantıda aldıkları karar gereği, Resulüllah’ı davasına güven konusunda şüpheye sevk ederek bir anlaşma zemini oluşturmayı denediler. Yeni tekliflerini hemen dile getirdiler: ‘Ey Muhammedi Biliyorsun ki, memleketi bizim bu memleketimiz gibi verimsin olan başka bir topluluk yok. Eğer söylediklerinde doğru isen, Rabbine dua et bizim bu memleketimizi genişletip, verimli kılsın. Şu dağlan bizden uzaklaştır sın. Bu arada işlerimizi kolaylaştırması için atalarımızdan Kusayy’ı diriltsin. Çünkü o iyi bir yönetici idi. Eğer o dirilirse, belki senin söylediklerinin doğru olduğunu tasdik eder de biz de sana inanır, söylediklerini kabul ederiz.
Resulüllah, müşrik liderlerin konuyu çarpıtan, islâm davetini kendi istedikleri zemine çekme amacı taşıyan bu son derece sinsi taktikleri karşısında gerçeği ifade etmekten başka bir şey yapmadı: ‘Ben size bunlar için gönderilmedim. Zaten, ben bunları yapabilirim de demedim. Ben sadece Allah’ın size bildirmemi istediği şeyleri bildirdim. Allah beni müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdi. Dediklerimi kabul ederseniz dünyanın ve ahiretin saadetini elde edersiniz. Eğer reddedecek olursanız, bu da sizin bileceğiniz bir iştir. Bana düşen görevimi yapıp, Rabbimin hükmünü beklemektir. O benimle sizin aranızdaki hükmünü muhakkak verecektir.
Müşrikler, sinsi taktiklerini sürdürdüler. Son tekliflerinin işe yaramadığını anlayınca, başka bir teklifte bulundular; ‘Eğer bizim için olan isteklerimizi yapmıyorsan, hiç değilse kendin için Allah’tan bir şeyler iste. Böylelikle işin kolaylaşır, sıkıntıların son bulur. Mesela Allah sana bir melek göndersin ve biz de o meleği görelim. O melek seni tasdik edip, seni bizden korusun. Ayrıca Allah’tan bağlar, bahçeler, saraylar, altın ve gümüşlerden oluşan hazineler iste. Böylelikle hayatını daha rahat geçirme İmkânına kavuşmuş olursun. Çarşı ve pazarlarda dolaşıp, geçimini sağlamak için bizler gibi koşuşturmaktan kurtulursun. Tüm bunlar gerçekleşirse, senin Allah katında değerli ve seçkin bir kul olduğunu anlamış oluruz’.
Müşriklerin bu teklifleri karşısında Resulüllah’ın cevabı yine öncekiler gibi gerçeği ifade etmekten başka bir şey olmadı: ‘Bu dediklerinizi yapmam, yapamam. Ben Allah’tan bu tür şeyler isteyecek birisi değilim. Zaten size bunun için gönderilmiş de değilim. Allah beni size müjdeci ve korkutucu olarak gönderdi. Eğer dediklerimi kabul ederseniz, dünya ve ahirette mesut olursunuz- Yok eğer kabul etmeyip, reddederseniz, Allah sizinle benim aramdaki hükmünü verinceye kadar Allah’ın emrettiklerini yapmaya devam ederim.
Kararlı ve rotasından hiçbir şekilde sapmayan bir tavrın gereğine uygun bu sözler karşısında müşrik liderler öfkeyle karışık duygular içerisinde yeni tekliflerini dile getirdiler: ‘O halde şu bahsettiğin azabı üzerimize getir de ne kadar doğru söylediğini anlayalım. Eğer bunu da yapmazsan sana asla inanmayız’. Resulüllah’m cevabı yine değişmedi: ‘Bu benim istememle olacak bir şey-değil. Rabbim dilerse onu gerçekleştirir ve o zaman ona hiç kimse engel olamaz.
Müşrikler, Resulüllah’m bu kararlı tavrı karşısında, taktiklerinin bir başka aşamasına geçtiler. İftira atarak ve tehdit ederek Resul’üllah’ı zor durumda bırakmayı denediler: ‘Ey Muhammedi Her şeyi görüp-işiten bir Rabbın elçisi olduğunu söylüyorsun. Rabbın bizim seninle oturup, konuşacağımızı bilmiyor muydu ki, sorularımızın cevabını sana bildirmedi? Söylediklerini reddedeceğimiz zaman neler yapacağının sana neden bildirmedi? İşittiğimize göre sen bu söylediklerini Yemâme’deki Rahman isminde birisinden öğreniyormuşsun. Vallahi biz hiçbir zaman Rahman diye birisine inanmayız. Biz söyleyeceklerimizi söyledik. Artık bundan sonra sana karşı bir sorumluluğumuz yok. Vallahi biz senin yakam hiçbir zaman bırakmayacağız. Ya sen bizi yok edersin, yada biz seni yok ederiz.
Müşrik liderlerin, çaresizlik içerisinde çırpınmalarından başka bir şey ifade etmeyen bu son sözleri; uyguladıkları ve uygulayacakları baskı ve işkenceleri meşru göstermenin önemli adımlarından birisini temsil ediyordu. Bu sözleri ve tavırları ile üçüncü kişilere karşı ‘Biz elimizden geleni yaptık; hep iyi niyetli olduk ama Muhamnıed inatçı çıktı; her türlü teklifimizi reddetti’ diyerek daha rahat hareket etmelerine imkân sağlayacak gerekçeler oluşturma amacı taşıyorlardı. Resulüllah’ı Yemâme’deki Rahman isimli birisiyle irtibatlı gösterme çabalarının bir iftiradan başka bir şey olmadığını ise bizzat kendileri açıkça biliyorlardı. Zaten, ‘duyduğumuza göre’ diyerek iftiralarını dile getirmişlerdi. Üstelik eğer öyle birisi varsa, o halde ni-Çin Resulüllah’la uğraşıp mallarını, mülklerini sırf davasından vazgeçmesi için teklif ediyorlardı. İddiaları doğru olsa, gidip o Rahman isimli kişiyi engeller veya öldürürler ve problemlerini sona erdirirlerdi. Ancak tüm bunlar, müşrik lidelerin, İs-. ^m karşısında çaresiz kaldıkları için ortaya attıkları ve gündemi istedikleri şekilde değiştirmeyi amaçlayan iftiralarından sadece birisiydi, başka bir şey değildi.
Resulüllah, teklif, tehdit ve iftiralara gerekli cevaplan verdikten sonra Mec-lis’ten ayrılırken, müşriklerden birisi öfke ile arkasından bağırmaya başladı: Allah ile melekleri önümüze getirip göstermedikçe sana inanmayacağız’. Öfkesini bastira-mamış olan Abdullah b. Umeyye ise, Resulüllah’ın peşine takılarak teklif ve tehditleri dile getirirken, öfke içerisinde asıl amaçlarını ifade etti: ‘Ey Muhammedi Kavmin sana bazı tekliflerde bulundu. Ancak sen hiçbirisini kabul etmedin. Allah katındaki değerini anlamak amacıyla kendileri için Allah’tan bir şeyler istemeni teklif ettiler, ama kabul etmedin. Allah katındaki üstünlüğünü anlamak için, Allah’tan kendi adına bir şeyler istemeni teklif ettiler, kabul etmedin. Hep tehdit edip durduğun azabı istediler, gene kabul etmedin. Allah’a yemin olsun ki, sen göğe bir merdiven kurup, gözümüzün önünde ona tırmanıp peygamber olduğuna tanıklık edecek dört tane melek getirmedikçe sana asla inanmayacağım. Vallahi aslında bunları yapacak olsan da inanacağımı sanmıyorum ya.[277]
Resulüllah, daveti kabul edecekleri umuduyla meclislerine görüşmeye gittiği müşrik liderlerin durumlarındaki ısrarları nedeniyle üzüntülü bir halde evine döndü. Fakat meclisteki tartışmalar yine de bitmemişit. Ebû Cehil öfkeyle ayağa kalkmış, bağırıp-çağırıyordu: ‘Ey Kureyş’in uluları! Muhammed dinimizi kötülemekten, atalarımızı eleştirmekten, akıllanmış:! idraksizlikle suçlamaktan ve ilâhlarımızı reddetmekten vazgeçmiyor. Yarın o namaz kılarken onu bana gösterin. Başım taşla ezeceğim. Haşim oğulları da ne isterlerse onu yapsınlar. [278] Ebû Cehil’in bu sözlerinde, öfkenin yanı sıra, Resulüllah’ı öldürerek problemden en kısa yoldan kurtulma düşüncesini gündeme getirme ve Resulüllah’ı destekleyen Haşim oğullarına karşı bir cephe oluşturma gayretinin etkileri vardı. Mecliste bulunanlar. Ebû Cehil’i onayladılar ve istediğini yapmasını söylediler. Fakat Ebû Cehil ertesi günü Resulüllah’ı öldürme düşüncesini uygulamaya koyamadı. Öldürmek niyetiyle Resulüllah’ın yanma yaklaştı, ama herhangi bir şey yapmadan geri döndü. Herhalde, bir kızgınlıkla verdiği kararı uygulamaya koyması durumunda Haşim oğullarının boy hedefi olmaktan kurtulmayacağını, Mekke’yi kana bulayacak bir savaşa neden olacağını anlamıştı.
[276] îsra sûresi, 17:90-93
[277] İbn İshak, Siyer, 257-260; İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/ 315- 319; Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, XV/164- 166
[278] İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/319; Zehebî, Tarihü’l islâm, 11/88.