ceylannur
Yeni Üyemiz
Suskunlar !..
En mükemmel konuşmalar suskunlar ın gönlünden doğar
Çok mükemmel konuşuyordu.
Kelimeler gökte süzülen kuğular gibi çıkardı O?nun dudaklarından.
Ve kelimeler öbek öbek kelebekler gibi cümleler halinde kanat çırparak kulaktan kulağa dolaşırdı...
Şâir değildi.
Vezin ve kâfiye için zorlamazdı kendisini.
Sözcük bulmak için duraklamaz ve düşünmezdi, sadece tek tek kelimelerin hakkını verir ve cümleler arasında nefes alırdı..
Şarkı söylemezdi, ağıt yakmazdı.
Sesi kulakları okşar, ses titreşimleri çakıl taşlarını canlandırır akan suları durdururdu.
Konuşurken bağırmazdı.
İnsanların kulak zarlarını zorlamazdı.
O?na uzak olan da yakın olan da aynı seviyede işitirdi.
Dilinden hiçbir hatalı kelime çıkmazdı.
İnsanların, hayvanların, bitkilerin ve cansızların görünüşleriyle eğlenmezdi.
Edebe, hayâya, ortama aykırı laflar sarfetmezdi.
Diliyle kimseyi dövmez, sözcükleri iğne gibi sivriltip yüreklere batırmazdı.
Sevenlerinin ve sevmeyenlerinin hoşuna gitmeyecek tek bir harf ve kelime kullanmamıştı.
Tüm insanlar ve sınırsız âlemler O?nun dilinden de "emîn" idi.
Konuştuğu zaman O'nun dilinden yayılan mânâ helezonlarını; aklı yeni eren çocuklar, olgun kişiler ve pîr-i fânîler seyrederlerdi.
Anlamak için insanların kendisini zorlamaya gerek yoktu.
Açık konuşurdu.
Uzatmazdı.
En kestirmeden hedef anlama ulaşıverirdi.
O'nun özündeki "mükemmellik" konuşmasına da yansımıştı.
Harfsiz, kelimesiz, cümlesiz, sayfasız, başlangıçsız ve sonsuz olan mânâ'yı öyle bir okumuştu ki; taklit edilemez bir "kitap" olarak dizgilemişti...
Ve O'nun dudaklarından dökülen "vahiy bilgisi" taklit olunamayan tek "kitap" olarak kaldı.
Düşünen insan merak etmişti.
O'nun sözleri niçin taklit edilemiyordu?
"Allah kelâmı olduğu için!" cevâbı, milyonlar ve milyarları tatmin ederken, bâzıları itiraz ediyordu. Allah Kelâmı; sesli, kelimeli, harfli, cümleli değildi ki, O tekrar etmiş olsun diyordu.
Bu işin bir sırrı olmalıydı?
Konuşma mükemmelliğini oluşturan bir şey olmalıydı?
O şey ne olabilirdi?
Mükemmel ve muhteşem beyini mi?
Sınırsızı algılayan bilinci mi?
Yüreğinin sâfîliği mi?
Ağzının temizliği mi?
Evet.
Hepsine ve daha fazlasına evet.
Fakat yine de insan mutmain olamıyor.
Bir sebep daha olmalı.
Son ve en son sebep olmalı.
Acaba ne olmalı?
İşte cevap!
"İçinde zerre kadar konuşma arzusu yoktu O'nun".
O bir "suskun"du. Yâni "gereksiz" lâf etmezdi. Hatta içindeki "gerekli" bilgileri dahi konuşmak istemiyordu.
Evet, yanlış duymadınız. O'nun içinde zerre kadar konuşma isteği yoktu.
Mâdem ki isteksiz konuştu, bir de istekli konuşsaydı ne olurdu?
En isteksiz konuşmasıyla evrenlerin en mükemmel "kitabını" dizgilediyse?
Bir de bizler gibi "hep ben konuşayım" sevdâlısı olsaydı...
Daha kaç cilt "taklit olunamaz sözler" dizgilerdi...
Bir başka soru.
Konuşmak istemediği halde niçin konuştu?
Mâlum niçin konuştuğu?
Hz. Cebrâil "kanatlarıyla" O'nu öyle bir sıktı ki?
Öyle bir sıktı ki.
Yine de konuşmayacaktı.
"Okuduğunu" dillendirmeyecekti.
İçinde biriktirecek, biriktirecek?
İnsanlara "ilminin tamamını hîbe olarak vermeden" alıp götürecekti öteki âleme.
Gizli kalacaktı hazine sandığı gibi ebedî inci ve mercan sözlerini saklı tutacaktı..
Fakat insanların özleri Hz. Cebrâil olup O'nu o gizli mağarada yakaladı.
İnsanların ilim ve irfan ihtiyaçları "Cebrâilin kanatları" olup O'nu kucaklayıp öyle bir sıktı ki!..
Göğüs kemikleri çatırdadı.
Nefessiz kaldı.
Kalbindeki hakikat ve mârifet mânâları göğsündeki basınçtan kurtulmak için O?nun ses tellerine çarptıve;
"Ikra" Bismi Rabbikellezî halak
Halekal insâne min alak
Ikra ve Rabbukel Ekrem
Ellezî alleme Bil kalem
Allemel insâne ma lem ya'lem
Sözleri "âyet" kalıplarına dökülerek Hak'ın zâtından insanın gönlüne "inzâl" oldu.
Yeryüzünde hangi insan şu yukarıdaki âyetleri ve diğerlerini okursa
Anlaya anlaya ya da anlamaya anlamaya okursa Sadece ağzının içindeki dille ve ya gözüyle sesleri tekrar ediyor olsa bile?
Gökte kanat çırpan melekleri yeryüzüne kandiller gibi sarkıtan
Çakıl taşlarını canlandıran
Akan suları durduran
Ömer bin Hattab?ın taş kalbini balmumuna döndüren
Ebû Cehil'i ve Ebû Leheb'i kulak hırsızlığına kışkırtan
Kur'an'da şifrelenmiş Muhammedî düşünce frekansları o insanın tüm zerrelerini sonsuzluk moduna yükseltecektir.
Bir de mânâlarını idrâk ederek okumak?
Ve O'nda kendini bulmak.
İşte gerçek şifâ?
* * *
Târih tekerrürden ibâretmiş derler ya.
Her nedense:
Hâlâ,
En güzel konuşmalar "içinde hiç konuşma arzusu olmayanlardan" duyuluyor.
En güzel düşünceler "düşünmek istemeyenlerden" doğuyor.
En güzel sonsuzluk ve cennet müjdeleri "sonsuza ve cennete küsmüş gönüllerden" ulaşıyor.
En güzel yaşam zevki "yaşama ve zevklere eyv
etmeyenlerden" dağılıyor evrene.
Allah'ı ve Resûlullah'ı en güzel tanıtanlar Allah'ı ve Resûlullah'ı idrâk edemeyeceğini anlayanlardan çıkıyor.
Kur'an'ı en güzel "okuyanlar" başkalarını dikkate almadan "sadece kendisi için okuyanlardan" çıkıyor.
"Çokluğu" en güzel şekilde "tekleyenler" varlığı "parça parça" kategorilere ayıranlardan çıkıyor.
İnsanların gönüllerinin en derinlerine girebilenler "kendi özlerinin en derinlerine sızabilenlerden" çıkıyor.
Ey "suskunlar!"
Siz belki "konuşmak" istemiyorsunuz ama "bizim" sizleri "dinlemeye" ihtiyacımız var.
Hâlâ "asr-ı saadette" olduğu gibi.
Kemal GÖKDOĞAN
Çok mükemmel konuşuyordu.
Kelimeler gökte süzülen kuğular gibi çıkardı O?nun dudaklarından.
Ve kelimeler öbek öbek kelebekler gibi cümleler halinde kanat çırparak kulaktan kulağa dolaşırdı...
Şâir değildi.
Vezin ve kâfiye için zorlamazdı kendisini.
Sözcük bulmak için duraklamaz ve düşünmezdi, sadece tek tek kelimelerin hakkını verir ve cümleler arasında nefes alırdı..
Şarkı söylemezdi, ağıt yakmazdı.
Sesi kulakları okşar, ses titreşimleri çakıl taşlarını canlandırır akan suları durdururdu.
Konuşurken bağırmazdı.
İnsanların kulak zarlarını zorlamazdı.
O?na uzak olan da yakın olan da aynı seviyede işitirdi.
Dilinden hiçbir hatalı kelime çıkmazdı.
İnsanların, hayvanların, bitkilerin ve cansızların görünüşleriyle eğlenmezdi.
Edebe, hayâya, ortama aykırı laflar sarfetmezdi.
Diliyle kimseyi dövmez, sözcükleri iğne gibi sivriltip yüreklere batırmazdı.
Sevenlerinin ve sevmeyenlerinin hoşuna gitmeyecek tek bir harf ve kelime kullanmamıştı.
Tüm insanlar ve sınırsız âlemler O?nun dilinden de "emîn" idi.
Konuştuğu zaman O'nun dilinden yayılan mânâ helezonlarını; aklı yeni eren çocuklar, olgun kişiler ve pîr-i fânîler seyrederlerdi.
Anlamak için insanların kendisini zorlamaya gerek yoktu.
Açık konuşurdu.
Uzatmazdı.
En kestirmeden hedef anlama ulaşıverirdi.
O'nun özündeki "mükemmellik" konuşmasına da yansımıştı.
Harfsiz, kelimesiz, cümlesiz, sayfasız, başlangıçsız ve sonsuz olan mânâ'yı öyle bir okumuştu ki; taklit edilemez bir "kitap" olarak dizgilemişti...
Ve O'nun dudaklarından dökülen "vahiy bilgisi" taklit olunamayan tek "kitap" olarak kaldı.
Düşünen insan merak etmişti.
O'nun sözleri niçin taklit edilemiyordu?
"Allah kelâmı olduğu için!" cevâbı, milyonlar ve milyarları tatmin ederken, bâzıları itiraz ediyordu. Allah Kelâmı; sesli, kelimeli, harfli, cümleli değildi ki, O tekrar etmiş olsun diyordu.
Bu işin bir sırrı olmalıydı?
Konuşma mükemmelliğini oluşturan bir şey olmalıydı?
O şey ne olabilirdi?
Mükemmel ve muhteşem beyini mi?
Sınırsızı algılayan bilinci mi?
Yüreğinin sâfîliği mi?
Ağzının temizliği mi?
Evet.
Hepsine ve daha fazlasına evet.
Fakat yine de insan mutmain olamıyor.
Bir sebep daha olmalı.
Son ve en son sebep olmalı.
Acaba ne olmalı?
İşte cevap!
"İçinde zerre kadar konuşma arzusu yoktu O'nun".
O bir "suskun"du. Yâni "gereksiz" lâf etmezdi. Hatta içindeki "gerekli" bilgileri dahi konuşmak istemiyordu.
Evet, yanlış duymadınız. O'nun içinde zerre kadar konuşma isteği yoktu.
Mâdem ki isteksiz konuştu, bir de istekli konuşsaydı ne olurdu?
En isteksiz konuşmasıyla evrenlerin en mükemmel "kitabını" dizgilediyse?
Bir de bizler gibi "hep ben konuşayım" sevdâlısı olsaydı...
Daha kaç cilt "taklit olunamaz sözler" dizgilerdi...
Bir başka soru.
Konuşmak istemediği halde niçin konuştu?
Mâlum niçin konuştuğu?
Hz. Cebrâil "kanatlarıyla" O'nu öyle bir sıktı ki?
Öyle bir sıktı ki.
Yine de konuşmayacaktı.
"Okuduğunu" dillendirmeyecekti.
İçinde biriktirecek, biriktirecek?
İnsanlara "ilminin tamamını hîbe olarak vermeden" alıp götürecekti öteki âleme.
Gizli kalacaktı hazine sandığı gibi ebedî inci ve mercan sözlerini saklı tutacaktı..
Fakat insanların özleri Hz. Cebrâil olup O'nu o gizli mağarada yakaladı.
İnsanların ilim ve irfan ihtiyaçları "Cebrâilin kanatları" olup O'nu kucaklayıp öyle bir sıktı ki!..
Göğüs kemikleri çatırdadı.
Nefessiz kaldı.
Kalbindeki hakikat ve mârifet mânâları göğsündeki basınçtan kurtulmak için O?nun ses tellerine çarptıve;
"Ikra" Bismi Rabbikellezî halak
Halekal insâne min alak
Ikra ve Rabbukel Ekrem
Ellezî alleme Bil kalem
Allemel insâne ma lem ya'lem
Sözleri "âyet" kalıplarına dökülerek Hak'ın zâtından insanın gönlüne "inzâl" oldu.
Yeryüzünde hangi insan şu yukarıdaki âyetleri ve diğerlerini okursa
Anlaya anlaya ya da anlamaya anlamaya okursa Sadece ağzının içindeki dille ve ya gözüyle sesleri tekrar ediyor olsa bile?
Gökte kanat çırpan melekleri yeryüzüne kandiller gibi sarkıtan
Çakıl taşlarını canlandıran
Akan suları durduran
Ömer bin Hattab?ın taş kalbini balmumuna döndüren
Ebû Cehil'i ve Ebû Leheb'i kulak hırsızlığına kışkırtan
Kur'an'da şifrelenmiş Muhammedî düşünce frekansları o insanın tüm zerrelerini sonsuzluk moduna yükseltecektir.
Bir de mânâlarını idrâk ederek okumak?
Ve O'nda kendini bulmak.
İşte gerçek şifâ?
* * *
Târih tekerrürden ibâretmiş derler ya.
Her nedense:
Hâlâ,
En güzel konuşmalar "içinde hiç konuşma arzusu olmayanlardan" duyuluyor.
En güzel düşünceler "düşünmek istemeyenlerden" doğuyor.
En güzel sonsuzluk ve cennet müjdeleri "sonsuza ve cennete küsmüş gönüllerden" ulaşıyor.
En güzel yaşam zevki "yaşama ve zevklere eyv
Allah'ı ve Resûlullah'ı en güzel tanıtanlar Allah'ı ve Resûlullah'ı idrâk edemeyeceğini anlayanlardan çıkıyor.
Kur'an'ı en güzel "okuyanlar" başkalarını dikkate almadan "sadece kendisi için okuyanlardan" çıkıyor.
"Çokluğu" en güzel şekilde "tekleyenler" varlığı "parça parça" kategorilere ayıranlardan çıkıyor.
İnsanların gönüllerinin en derinlerine girebilenler "kendi özlerinin en derinlerine sızabilenlerden" çıkıyor.
Ey "suskunlar!"
Siz belki "konuşmak" istemiyorsunuz ama "bizim" sizleri "dinlemeye" ihtiyacımız var.
Hâlâ "asr-ı saadette" olduğu gibi.
Kemal GÖKDOĞAN