ceylannur
Yeni Üyemiz
-Senin Eline Diken Batar Mı Komutanım-
Neydi o reklam filmi? Doğduğumuz günden beri, kalıp kalıp sunulan resmi ideolojinin bir de kalbinin olduğunu hatırlatmaya ayarlıydı. Bir çocuk merakının sokulganlığı ve teklifsizliğiyle, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez katılıktaki ilkeleriyle tanıştırıldığımız Ata'yı parmağındaki sızıyla tanımamız da beklendi. Koskoca devlet bankası bile �iş�ini bırakıp kalbimize gül yumuşaklığıyla dokunmayı denedi. Senin de eline diken batar mı?sorusuyla, devlet gibi devasa, banka gibi tok bir yapının dokunulmaz kurucusunun insanî gözeneklerinden içeri doğru sızıverdik.'Senin de canın yanar mı?'şaşkınlığıyla, heykellerin katı ve soğuk yüzüne kazıdığımız, adını birilerinin birilerini dışlamakta kullandığı 'Ata' imajının buzları çözülüverecekti. Heykellerin soğukluğuna, ilkelerin kesinliğine inat 'kıpır kıpır', 'sıcacık' ve 'yumuşacık' bir kalbi de olmalıydı 'Ata'nın. Doğru ya; insan kalıbıyla olduğu yerde kalbiyle de var değilse, ne gül büyütebilir ne de gül zevki. Merak ediyorum, o gün, Kozan'lı yetkililer, Tevhide'nin gözünün yaşını görebildi mi? Kalpleriyle de orada olmuşlarsa, görebilmeleri gerekirdi. Ben yine de görmelerine yardımcı olayım: Göz yaşının akıverdiği o utangaç yüz Tevhideye aittir. Tevhide 15 yaşındadır. Yani, bir ergendir. Bir ergenin en çok aradığı, takdir edilmek ve onaylanmaktır. Hele de bileğinin hakkıyla alırsa takdiri, çelik gibi bir kişilik maya tutar kalıbında. Hakkının yenmediği, umutlarının zayi olmadığı bir ülkeye açar gözlerini. Onaylandıkça, kocaman olur kalbi. Bayrağını, atasını, öğretmenini, okulunu daha bir genişçe kucaklar. Meselâ, siz, sayın komutanım, kalbinizle de bakabilseydiniz, en zarif takdiri alacağı yerde, en güzel onaylanmayla ödüllendirileceği anda, aşağılanan kırık-dökük bir kalbi, küskün ve üzgün bir 'genç kız'ı da görebilecektiniz. O genç kızın başındaki örtüden çok daha fazla göze batıcıdır o kırık kalp. Başörtüsüne dair yazılı kurallardan çok daha kalınca yazılıdır bir genç kız onurunun dokunulmazlığı. 'Yasak'ların hemen uygulanmasından, 'suçlu'nun derhal kürsüden indirilmesinden çok daha önce gelir bir çocuk sevincinin masum kıpırtıları. Dediğim gibi, kalbinizle bakarsanız görürsünüz bunları. Babacan bir tebessümle geçiştirilebilecekken, 'hadi neyse...' hoşgörüsüyle atlatılabilecekken, sonradan gelecek 'bir daha olmasın...' uyarısıyla düzeltilebilecekken, parmağındaki sızıyla yeniden tanıştığımız 'Ata' adına, gencecik bir kalbin sevincine kör olmanın, çocukça bir hevesi en ince yerinden kırmanın, bir küçük hanimefendinin onurunu yerle bir etmenin kalpsiz öznesi oluverdiniz. O göz yaşını o gün orada görmedinizse, bugünlerde, belki biraz daha sakince, o göz yaşını göremeyişinizi görebilmenizi, sonra da o göz yaşına körlüğünüze olan körlüğünüz üzerinde biraz düşünmenizi tavsiye ederim. Sizin de kompozisyon yazan bir kızınız/oğlunuz yok mudur yahut olmayacak mı? Başörtülü/başörtüsüz kalıplarına sokmadan, şu ya da bu renkteki ideolojilere takılmadan, bir genci sırf kalbiyle görmek, bir çocuğu sadece insanî heyecanlarıyla anlamak gibi bir seçeneğiniz olmadı mı hiç? Bu körlüğün tek kurbanı Tevhide değil. Şehit olunca eller üstünde taşıdığımız Mehmetçiğimize de kaçırıldığı yerden sağ salim dönünce de kalbimizle bakamadık. Ne kaçırıldığını itiraf edebildik kendimize, ne de sağ salim geri dönmelerine sevindiğimizi açık edebildik. Kalbimizle bakmaya cesaret edemeyince, yok saydık onları, ellerini kollarını bağladık, tutukladık. Kalbiyle bakmanın ideolojisi yoktur beyler. Hangi yandan bakarsanız bakın, kalpsizlik acıtır ve acıdır. Kürsüden indirilen genç kız, başı açık olduğu için indirilseydi, 'Napalım, kurallara uysaydı?' diyebileceğini mi sanıyorsunuz bu satırların yazarını da. Taraftarlık, tarafgirlik, zaten başlı başına kalpsizliktir. İdeolojinin kalın duvarları arasına, politik tavırların sağır odalarına hapsolduğunuzda, önce kalbinizi kaybedersiniz. Sonra da, kalbinizin ritmine göre, alışık olduğunuz, üzerine düştüğünüz, kaskatı taraf olduğunuz kategorilere göre akletmeye başlarsınız. Ömrünüz o kategoriler arasında sek sek oynayarak, kalbinizle hiç bir yerde ve hiçbir zaman buluşmadan geçebilir. Bir komutanın bir ara bir çocuğu kürsüden indirtmesi ne kadar kalpsizlikse, 'komutandan küstahlık' başlığıyla her komutanı her çocuğu her zaman kürsüden indirtebilir göstermek de kalpsizliktir. Fidan gibi genç kızları ve delikanlıları katsayı farkıyla akranlarına imrendirmek ne kadar kalpsizlikse, resmi ideolojinin bütün hıncını liseli çocuklardan almaya kalkmak ne kadar kalpsizlikse, başörtülü çocukların hepsini standart sayıp başını açanları ayıplamak da, hepsini birden üniversite kapısı önünde direnişe zorlamak da kalpsizliktir. Türklük üzerinden etnik milliyetçilik yapmanın da kalpsizlik olduğunu itiraf etmeden, Kürtlük üzerinden yapılan etnik milliyetçiliğin ürettiği terörü söndürecek kalpleri bulamayız. Kalpsizliğin tarafı yok. Ancak kalbimize taraf olursak, o çok özlediğimiz toplumsal barışı, kurallarla inşa etmeye çalıştığımız o ulusal huzuru bulabiliriz. Bakın nasıl da kaybedebiliyormuşuz kalbimizi? Bir milli maçta sokağa dökülüp alabildiğince birbirimize açtığımız kalbimizi, kimi mitinglerde ilga ve imha edip bayrağı bile kin ve nefret mızrağının ucuna takmayı nasıl becerdik? Başörtülünün ve başörtüsüzün kalplerinin attığımız gollerde birlikte hızlandığını, tarikatçıların ve laiklerin şehitler için birlikte üzüldüğünü, halk partililerle ak partililerin göğüslerinin yediğimiz her golde beraberce daraldığını, köyde yangın çıkınca Kürtlerin ve Türklerin birlikte su taşıdığını nasıl unuttuk? Hadi şimdi geri dönelim kalbimize. Eğer parmağımıza diken batıyorsa, eğer bir gülün açılışına birlikte sevinebiliyorsak, kalbimizle de v
labiliriz bu ülkede. Kalıbıyla olduğu yerde kalbiyle de değilse insan, tohum ekilmeyen toprağı sulayıp gübrelemek gibi boş yere hasat bekleriz. Küçücük bir kalbin sevincinin hatırına gözlerimizi yazılmamış kurallara kapatmayı beceremiyorsak, kalbimiz yok. "Burada körpecik bir dimağ var..." diye fısıldayan vicdanımızın sesini sağır ideolojik labirentlerde yitirmişsek, kalbimiz yok. Bir genç kızın onurunu, pekala unutulabilir, pekala gözden çıkarılabilir önyargıların altında ezdiriyorsak, kalbimiz yok. Duam o ki, kendi çocuklarının sevinciyle yürekleri hoplayan, bebeciklerinin tebessümüyle yüzünde güller açan o büyüklerimiz, ister komutan, ister müdür, ister kaymakam, ister gazeteci yazar olsun, siyasal gürültüler içinde susturdukları, gereksiz kavgalar arasında yitirdikleri kalpleriyle kimsenin görmediği bir köşede yeniden buluşurlar. Belki bir gün onlar da ağlar.. Belki bir gün... Yüzlerine ılıkça dokunan bir gözyaşıyla, Tevhide'nin ve daha nice gencecik kalbin umutlu kıpırtılarını göğüslerinde hissederler. Tevhide'yi kürsüden indirmeden çok daha önce kalplerini kalıplarından indirdiklerini belki o gün anlarlar.
Neydi o reklam filmi? Doğduğumuz günden beri, kalıp kalıp sunulan resmi ideolojinin bir de kalbinin olduğunu hatırlatmaya ayarlıydı. Bir çocuk merakının sokulganlığı ve teklifsizliğiyle, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez katılıktaki ilkeleriyle tanıştırıldığımız Ata'yı parmağındaki sızıyla tanımamız da beklendi. Koskoca devlet bankası bile �iş�ini bırakıp kalbimize gül yumuşaklığıyla dokunmayı denedi. Senin de eline diken batar mı?sorusuyla, devlet gibi devasa, banka gibi tok bir yapının dokunulmaz kurucusunun insanî gözeneklerinden içeri doğru sızıverdik.'Senin de canın yanar mı?'şaşkınlığıyla, heykellerin katı ve soğuk yüzüne kazıdığımız, adını birilerinin birilerini dışlamakta kullandığı 'Ata' imajının buzları çözülüverecekti. Heykellerin soğukluğuna, ilkelerin kesinliğine inat 'kıpır kıpır', 'sıcacık' ve 'yumuşacık' bir kalbi de olmalıydı 'Ata'nın. Doğru ya; insan kalıbıyla olduğu yerde kalbiyle de var değilse, ne gül büyütebilir ne de gül zevki. Merak ediyorum, o gün, Kozan'lı yetkililer, Tevhide'nin gözünün yaşını görebildi mi? Kalpleriyle de orada olmuşlarsa, görebilmeleri gerekirdi. Ben yine de görmelerine yardımcı olayım: Göz yaşının akıverdiği o utangaç yüz Tevhideye aittir. Tevhide 15 yaşındadır. Yani, bir ergendir. Bir ergenin en çok aradığı, takdir edilmek ve onaylanmaktır. Hele de bileğinin hakkıyla alırsa takdiri, çelik gibi bir kişilik maya tutar kalıbında. Hakkının yenmediği, umutlarının zayi olmadığı bir ülkeye açar gözlerini. Onaylandıkça, kocaman olur kalbi. Bayrağını, atasını, öğretmenini, okulunu daha bir genişçe kucaklar. Meselâ, siz, sayın komutanım, kalbinizle de bakabilseydiniz, en zarif takdiri alacağı yerde, en güzel onaylanmayla ödüllendirileceği anda, aşağılanan kırık-dökük bir kalbi, küskün ve üzgün bir 'genç kız'ı da görebilecektiniz. O genç kızın başındaki örtüden çok daha fazla göze batıcıdır o kırık kalp. Başörtüsüne dair yazılı kurallardan çok daha kalınca yazılıdır bir genç kız onurunun dokunulmazlığı. 'Yasak'ların hemen uygulanmasından, 'suçlu'nun derhal kürsüden indirilmesinden çok daha önce gelir bir çocuk sevincinin masum kıpırtıları. Dediğim gibi, kalbinizle bakarsanız görürsünüz bunları. Babacan bir tebessümle geçiştirilebilecekken, 'hadi neyse...' hoşgörüsüyle atlatılabilecekken, sonradan gelecek 'bir daha olmasın...' uyarısıyla düzeltilebilecekken, parmağındaki sızıyla yeniden tanıştığımız 'Ata' adına, gencecik bir kalbin sevincine kör olmanın, çocukça bir hevesi en ince yerinden kırmanın, bir küçük hanimefendinin onurunu yerle bir etmenin kalpsiz öznesi oluverdiniz. O göz yaşını o gün orada görmedinizse, bugünlerde, belki biraz daha sakince, o göz yaşını göremeyişinizi görebilmenizi, sonra da o göz yaşına körlüğünüze olan körlüğünüz üzerinde biraz düşünmenizi tavsiye ederim. Sizin de kompozisyon yazan bir kızınız/oğlunuz yok mudur yahut olmayacak mı? Başörtülü/başörtüsüz kalıplarına sokmadan, şu ya da bu renkteki ideolojilere takılmadan, bir genci sırf kalbiyle görmek, bir çocuğu sadece insanî heyecanlarıyla anlamak gibi bir seçeneğiniz olmadı mı hiç? Bu körlüğün tek kurbanı Tevhide değil. Şehit olunca eller üstünde taşıdığımız Mehmetçiğimize de kaçırıldığı yerden sağ salim dönünce de kalbimizle bakamadık. Ne kaçırıldığını itiraf edebildik kendimize, ne de sağ salim geri dönmelerine sevindiğimizi açık edebildik. Kalbimizle bakmaya cesaret edemeyince, yok saydık onları, ellerini kollarını bağladık, tutukladık. Kalbiyle bakmanın ideolojisi yoktur beyler. Hangi yandan bakarsanız bakın, kalpsizlik acıtır ve acıdır. Kürsüden indirilen genç kız, başı açık olduğu için indirilseydi, 'Napalım, kurallara uysaydı?' diyebileceğini mi sanıyorsunuz bu satırların yazarını da. Taraftarlık, tarafgirlik, zaten başlı başına kalpsizliktir. İdeolojinin kalın duvarları arasına, politik tavırların sağır odalarına hapsolduğunuzda, önce kalbinizi kaybedersiniz. Sonra da, kalbinizin ritmine göre, alışık olduğunuz, üzerine düştüğünüz, kaskatı taraf olduğunuz kategorilere göre akletmeye başlarsınız. Ömrünüz o kategoriler arasında sek sek oynayarak, kalbinizle hiç bir yerde ve hiçbir zaman buluşmadan geçebilir. Bir komutanın bir ara bir çocuğu kürsüden indirtmesi ne kadar kalpsizlikse, 'komutandan küstahlık' başlığıyla her komutanı her çocuğu her zaman kürsüden indirtebilir göstermek de kalpsizliktir. Fidan gibi genç kızları ve delikanlıları katsayı farkıyla akranlarına imrendirmek ne kadar kalpsizlikse, resmi ideolojinin bütün hıncını liseli çocuklardan almaya kalkmak ne kadar kalpsizlikse, başörtülü çocukların hepsini standart sayıp başını açanları ayıplamak da, hepsini birden üniversite kapısı önünde direnişe zorlamak da kalpsizliktir. Türklük üzerinden etnik milliyetçilik yapmanın da kalpsizlik olduğunu itiraf etmeden, Kürtlük üzerinden yapılan etnik milliyetçiliğin ürettiği terörü söndürecek kalpleri bulamayız. Kalpsizliğin tarafı yok. Ancak kalbimize taraf olursak, o çok özlediğimiz toplumsal barışı, kurallarla inşa etmeye çalıştığımız o ulusal huzuru bulabiliriz. Bakın nasıl da kaybedebiliyormuşuz kalbimizi? Bir milli maçta sokağa dökülüp alabildiğince birbirimize açtığımız kalbimizi, kimi mitinglerde ilga ve imha edip bayrağı bile kin ve nefret mızrağının ucuna takmayı nasıl becerdik? Başörtülünün ve başörtüsüzün kalplerinin attığımız gollerde birlikte hızlandığını, tarikatçıların ve laiklerin şehitler için birlikte üzüldüğünü, halk partililerle ak partililerin göğüslerinin yediğimiz her golde beraberce daraldığını, köyde yangın çıkınca Kürtlerin ve Türklerin birlikte su taşıdığını nasıl unuttuk? Hadi şimdi geri dönelim kalbimize. Eğer parmağımıza diken batıyorsa, eğer bir gülün açılışına birlikte sevinebiliyorsak, kalbimizle de v