TEFSİR RAHMAN Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

Adilbey

Aktif Üyemiz
RAHMAN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

RAHMAN Suresi 13. Ayet
RAHMAN Suresi 13. Ayet
Rahmân Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli beşinci, iniş sırasına göre doksan yedinci sûredir. Ra‘d sûresinden sonra, İnsân sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Tamamının Mekkî olduğu veya bir kısmının Mekke’de bir kısmının ise Medine’de indiği görüşleri de vardır (Zemahşerî, IV, 49). Şevkânî, sûrenin hem Mekke’de hem de Medine’de indiğine dair rivayetler bulunduğu dikkate alınarak kısmen Mekkî kısmen Medenî olduğunu kabul etmenin uygun olacağını belirtir (V, 151).

Rahmân Sûresi Konusu

Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz rahmeti ve bu rahmetin en büyük tecellisinin Kur’ân-ı Kerîm’i indirip insanı onu anlayacak ve anlatacak şekilde yaratması olduğu hatırlatılır. Kamer süresi 49. âyette bahsedilen “her şeyin bir ölçüye göre yaratılmasının” bir tefsiri sadedinde göklerde ve yerde bulunan ilâhî nizama, şaşmaz ölçü ve ahenge dikkat çekilir. Cenâb-ı Hakk’ın insan ve cinlere bahşettiği büyük nimetleri sayılır. Her nimet hatırlatıldıkça “Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?” (Rahmân 55/13) ikazı tekrar edilir. İnkârcı ve nankörlerin cehennemdeki cezalarına kısaca temas edildikten sonra, iyilik ve ihsan sahiplerine va’dedilen kat kat cennetlerin ve o cennetlerde yığınla kaynaşan nimetlerin genişçe tasviri yapılır.

Rahmân Sûresi Hakkında

Rahmân sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 78 âyettir. İsmini 1. âyette geçen Allah Teâlâ’nın اَلرَّحْمٰنُ (Rahmân) ism-i şerîfinden alır. Bu isim, sûrenin muhtevasıyla da alakalıdır. Zira sûrede baştan sona kadar Allah’ın rahmeti ve rahmetinin tezahürleri zikredilir. Mushaf tertîbine göre 55, nüzûl sürecine göre 97. sûredir.

İbnü’l-Cevzî (Rahimehullâh) “el-Mecâlis” isimli eserinde şöyle demiştir:

“Zebûr kitabında bir sûre vardır ki Arapça ile tefsir ve tanzim edilmiştir. Bir fakir onu okumaya devam ettiyse Allâh-u Te’âlâ ona mutlaka yardım etmiştir. Bu sûre-i azîme nüzûlü itibariyle Süryânî luğatı üzere idi, Abdullâh ibni Ömer (Radıyallâhu Anhümâ) onu Arapça nazım haline getirdi. Bu sûre Kur’ân-ı Azîmuşşân’daki Rahmân Sûresi gibidir. Bu sûre İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan nakledilmiştir, kendisinde birçok faydalar bulunmaktadır, bu böyle tecrübe edilmiştir.

Dâvûd (Aleyhisselâm)a dünya sıkıntılarından bir musibet isabet ettiğinde bu sûreyi okur, sonra secdeye varır ve Allâh-u Te’âlâ menn-i keremi (lütfü) îcâbı ona isteğini verinceye kadar secdeden başını kaldırmazdı.”

İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)nın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Zebur kitabında bir sûre vardır ki o, onda bulunan sûrelerin en faziletlisidir. Her kim onu okursa Allâh-u Te’âlâ onu insanların fevkinde bir mertebeye yükseltir, kendisini Allâh-u Te’âlâ’nın dünyada ve âhirette razı olduğu kullarından eyler, köleyse Allâh-u Te’âlâ onu âzâd eder, günahkârsa Allâh-u Te’âlâ onu mağfiret eder, hastaysa Allâh-u Te’âlâ onu şifâyâb eder, bir sultandan korkar haldeyse Allâh-u Te’âlâ onu emin kılar, bir hacet istiyorsa Allâh-u Te’âlâ onu göz açıp kapayacak zamandan daha çabuk bir şekilde ihsan eder. Ben bu muazzam ve mübeccel sûreyi fakirken okudum, Allâh-u Te’âlâ beni zengin etti, korku içerisindeyken okudum, Allâh-u Te’âlâ beni her korkudan emin etti ve Allâh-u Te’âlâ’dan dünya ile ilgili ne istediysem onlara sahip oldum.”

RAHMAN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Rahmân,

2. Kur’an’ı öğretti.


اَلرَّحْمٰنُ (Rahmân), Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden biridir. Nihâyetsiz rahmet ve merhamet sahibi demektir. O’nun ayırım yapmaksızın tüm yaratıklarına sınırsız rahmet edici olduğunu ifade eder. Rahmân ismi zikredildikten sonra hemen peşinden “Kur’an’ı öğretti” buyrulması, O’nun insanlığa en büyük rahmet tecellisinin Kur’ân-ı Kerîm olduğunu gösterir. İnsanı da bu gaye ile yaratmıştır. Onun yaratılış hedefi, Kur’an’ı öğrenmek ve onun talimatlarına uygun yaşayarak Allah’ın sevdiği bir kul olmaktır. Kısaca Kur’an insana doğru yolu göstermek için indirilmiş, insan da Kur’an’ı anlayıp yaşamak için yaratılmıştır. Bunun gerçekleşebilmesi için de Allah Teâlâ, diğer yaratıklar arasında insana düşünme, anlama ve anladığını anlatma nimetini lütfetmiştir.

اَلْبَيَانُ (beyân); insanın kendini, vicdanında meydana gelen duygu ve anlayışlarını, başkalarına açık ve güzel bir şekilde ifade etmek, maksadı anlamak ve anlatmak demek olan konuşma ve dil nimetidir. “Konuşma” ve “anlama”, mâhiyetini kavrama bakımından bilim dünyasını tam anlamıyla acze düşüren birer mûcizeler silsilesidir. Öncelikle “bir şeyi konuşup anlatabilme”nin temelinde “düşünce” vardır ki bu başlı başına bir mûcizedir. Konuşmanın ilk adımı ise, düşüncenin kelime dediğimiz sembollere çevrilmesidir. Bu semboller, hâfızanın derinliklerinden, sırrına akıl erdiremediğimiz bir mekanizma ile çağrılır, bir cümle içinde peşpeşe dizilir. Cümlelere kelimeler, anlamlar, duygular yüklenir. Sonra, vücutta işini bitirmiş ve atık madde olarak ciğerlerden çıkmakta olan hava, ses tellerinde, dilde, dişte, dudaklarda kelimelere dönüşür. Bu arada yüzümüzün 44 tane kası, akıl almaz bir şekilde derimizi şekilden şekle sokarak, ağzımızdan çıkan sözlere kendi yorumuyla eşlik eder. Hava zerreleri bu kelimeleri alır, milyarlarca kopyasını muhatapların kulak zarlarına iletir. Dinleyenin vücut sistemlerinde de, en az konuşanın kadar olağanüstü işlemler sonucunda bu cümlelerin ve kelimelerin anlamları çözülür, içerdiği duygular anlaşılır. Hâsılı, konuşulanı anlamak da “beyân” mûcizesinin en az konuşmak kadar önemli bir halkasıdır. (bk. Kandemir ve diğerleri, II, 1831)

Şunu ifade edelim ki, ilmin elde edilmesi, Kur’ân’ın öğrenilip öğretilmesi de ancak “beyân” nimetiyle meydana gelir. Nitekim Hz. Âdem yaratıldıktan sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilemediklerini bilmiş ve onların ulaşamadıkları üstün dereceye ulaşmıştır. Peygamberlerin tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerin onlardan istifade edebilmeleri hep bu beyân ilmi, dil nimeti sayesinde olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsir ve tercümesi nimetine ulaşmamız ve ondan faydalanmamız dahi o nimetten aldığımız pay nispetindedir.

Cenab-ı Hakk’ın yüce kudretini gösteren diğer delilleri izah için buyruluyor ki:

3. İnsanı yarattı.

4. Ona anlayıp açıkça anlatmayı öğretti.


اَلرَّحْمٰنُ (Rahmân), Cenâb-ı Hakk’ın güzel isimlerinden biridir. Nihâyetsiz rahmet ve merhamet sahibi demektir. O’nun ayırım yapmaksızın tüm yaratıklarına sınırsız rahmet edici olduğunu ifade eder. Rahmân ismi zikredildikten sonra hemen peşinden “Kur’an’ı öğretti” buyrulması, O’nun insanlığa en büyük rahmet tecellisinin Kur’ân-ı Kerîm olduğunu gösterir. İnsanı da bu gaye ile yaratmıştır. Onun yaratılış hedefi, Kur’an’ı öğrenmek ve onun talimatlarına uygun yaşayarak Allah’ın sevdiği bir kul olmaktır. Kısaca Kur’an insana doğru yolu göstermek için indirilmiş, insan da Kur’an’ı anlayıp yaşamak için yaratılmıştır. Bunun gerçekleşebilmesi için de Allah Teâlâ, diğer yaratıklar arasında insana düşünme, anlama ve anladığını anlatma nimetini lütfetmiştir.

اَلْبَيَانُ (beyân); insanın kendini, vicdanında meydana gelen duygu ve anlayışlarını, başkalarına açık ve güzel bir şekilde ifade etmek, maksadı anlamak ve anlatmak demek olan konuşma ve dil nimetidir. “Konuşma” ve “anlama”, mâhiyetini kavrama bakımından bilim dünyasını tam anlamıyla acze düşüren birer mûcizeler silsilesidir. Öncelikle “bir şeyi konuşup anlatabilme”nin temelinde “düşünce” vardır ki bu başlı başına bir mûcizedir. Konuşmanın ilk adımı ise, düşüncenin kelime dediğimiz sembollere çevrilmesidir. Bu semboller, hâfızanın derinliklerinden, sırrına akıl erdiremediğimiz bir mekanizma ile çağrılır, bir cümle içinde peşpeşe dizilir. Cümlelere kelimeler, anlamlar, duygular yüklenir. Sonra, vücutta işini bitirmiş ve atık madde olarak ciğerlerden çıkmakta olan hava, ses tellerinde, dilde, dişte, dudaklarda kelimelere dönüşür. Bu arada yüzümüzün 44 tane kası, akıl almaz bir şekilde derimizi şekilden şekle sokarak, ağzımızdan çıkan sözlere kendi yorumuyla eşlik eder. Hava zerreleri bu kelimeleri alır, milyarlarca kopyasını muhatapların kulak zarlarına iletir. Dinleyenin vücut sistemlerinde de, en az konuşanın kadar olağanüstü işlemler sonucunda bu cümlelerin ve kelimelerin anlamları çözülür, içerdiği duygular anlaşılır. Hâsılı, konuşulanı anlamak da “beyân” mûcizesinin en az konuşmak kadar önemli bir halkasıdır. (bk. Kandemir ve diğerleri, II, 1831)

Şunu ifade edelim ki, ilmin elde edilmesi, Kur’ân’ın öğrenilip öğretilmesi de ancak “beyân” nimetiyle meydana gelir. Nitekim Hz. Âdem yaratıldıktan sonra kendisine eşyanın isimlerinin öğretilmesi sayesinde meleklerin bilemediklerini bilmiş ve onların ulaşamadıkları üstün dereceye ulaşmıştır. Peygamberlerin tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerin onlardan istifade edebilmeleri hep bu beyân ilmi, dil nimeti sayesinde olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsir ve tercümesi nimetine ulaşmamız ve ondan faydalanmamız dahi o nimetten aldığımız pay nispetindedir.

Cenab-ı Hakk’ın yüce kudretini gösteren diğer delilleri izah için buyruluyor ki:

5. Güneş ve ay bir belirli bir hesâba göre hareket etmektedir.

Güneş, ay ve yıldızların doğuş ve batışı, değişmeyen, muazzam bir kanuna tabidir. Bu kanun sayesinde insanlar, mevsimlerin vakitlerini, günlerin sayısını, mahsulâtın hasat zamanlarını tespit edebilirler. Yeryüzünde canlı hayatının devam etmesinin sebebi, güneşin yeryüzünden belli bir mesafede uzak tutulmuş olmasıdır. Şayet güneş ölçüsüz hareket etseydi; yeryüzüne yaklaşsa ya da uzaklaşsa idi, bunca varlık yok olur giderdi. Ayrıca güneş ve ay birbirleriyle öyle bir uyum ve âhenk içindedirler ki bizlerin kullandığı takvimler, zaman tayin vasıtaları onların hareketlerine bağlıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Allah güneş ve ayı da vakitlerin tespiti için birer hesap ölçüsü olarak yaratmıştır.” (En‘âm 6/96)

“Biz geceyle gündüzü kudretimizin büyüklüğünü gösteren iki delil yaptık. Onların her biri için de bir alâmet var ettik. Sonra gecenin alâmetini sildik. Gündüzün alâmetini ise bizatihî ışıklı ve aydınlatıcı kıldık ki, hem Rabbinizin lütfedeceği nimetleri araştırıp elde edesiniz, hem de yılların sayısıyla birlikte zamanı hesaplamayı bilesiniz. İşte biz, her bir şeyi böylesine yerli yerine koyup tüm ayrıntılarıyla açıkladık.” (İsrâ 17/12)

Güneş ve ayda olduğu gibi, gökte sayısız yıldızlar yerde de sayısız bitki ve ağaçlar Allah Teâlâ’ya secde etmekte, yani O’nun emrine boyun eğmiş vaziyette kendileri için takdir edilen vazifeleri harfiyen yerine getirmektedirler. O’nun koyduğu sınırların dışına zerre miktarı bile çıkmazlar.

6. âyette geçen اَلنَّجْمُ (necm) kelimesi, Arapça’da hem “yıldız”, hem de kavun, karpuz, kabak, çimenler gibi “gövdesiz bitkiler” için kullanılır. Burada her iki mânayı gözetmek de mümkündür.

Şâir der ki:

“Yetişen her çemen yerde,
«Vahdehû lâ şerîke leh»demede.”


Tüm varlıkların Allah’a secde etmesi hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Görmez misin ki, göklerde olanlar, yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, yeryüzünde hareket eden bütün canlılar ve insanlardan birçoğu Allah’a secde etmektedir…” (Hac 22/18)

Madem ki tüm kâinat nizamını yaratan, yeryüzünden gökyüzüne kadar her şeyin hâkimi olan Allah’tır; tasarruf ve yetkilerinde hiç kimse kendisine ortak değildir; o halde kulluk ve secde edilecek yegâne mabud O’dur. İşte tevhid budur ve Kur’an bu inancı tebliğ eder. Tevhid gerçeğine rağmen küfür ve şirk içinde yaşayanlar, tüm kâinat nizamına aykırı ve onunla çelişkili bir halde yaşıyor demektir. Oysa göklerdeki ihtişam ve kusursuz nizam, onları şirkin girdaplarından kurtaracak güçte açık bir delil değil midir:

Mânası: “Allah birdir, O’nun hiçbir ortağı yoktur.”

6. Yıldızlar da ağaçlar da Allah’a secde ederler.

Güneş, ay ve yıldızların doğuş ve batışı, değişmeyen, muazzam bir kanuna tabidir. Bu kanun sayesinde insanlar, mevsimlerin vakitlerini, günlerin sayısını, mahsulâtın hasat zamanlarını tespit edebilirler. Yeryüzünde canlı hayatının devam etmesinin sebebi, güneşin yeryüzünden belli bir mesafede uzak tutulmuş olmasıdır. Şayet güneş ölçüsüz hareket etseydi; yeryüzüne yaklaşsa ya da uzaklaşsa idi, bunca varlık yok olur giderdi. Ayrıca güneş ve ay birbirleriyle öyle bir uyum ve âhenk içindedirler ki bizlerin kullandığı takvimler, zaman tayin vasıtaları onların hareketlerine bağlıdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Allah güneş ve ayı da vakitlerin tespiti için birer hesap ölçüsü olarak yaratmıştır.” (En‘âm 6/96)

“Biz geceyle gündüzü kudretimizin büyüklüğünü gösteren iki delil yaptık. Onların her biri için de bir alâmet var ettik. Sonra gecenin alâmetini sildik. Gündüzün alâmetini ise bizatihî ışıklı ve aydınlatıcı kıldık ki, hem Rabbinizin lütfedeceği nimetleri araştırıp elde edesiniz, hem de yılların sayısıyla birlikte zamanı hesaplamayı bilesiniz. İşte biz, her bir şeyi böylesine yerli yerine koyup tüm ayrıntılarıyla açıkladık.” (İsrâ 17/12)

Güneş ve ayda olduğu gibi, gökte sayısız yıldızlar yerde de sayısız bitki ve ağaçlar Allah Teâlâ’ya secde etmekte, yani O’nun emrine boyun eğmiş vaziyette kendileri için takdir edilen vazifeleri harfiyen yerine getirmektedirler. O’nun koyduğu sınırların dışına zerre miktarı bile çıkmazlar.

6. âyette geçen اَلنَّجْمُ (necm) kelimesi, Arapça’da hem “yıldız”, hem de kavun, karpuz, kabak, çimenler gibi “gövdesiz bitkiler” için kullanılır. Burada her iki mânayı gözetmek de mümkündür.

Şâir der ki:

“Yetişen her çemen yerde,
«Vahdehû lâ şerîke leh»demede.”

Tüm varlıkların Allah’a secde etmesi hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Görmez misin ki, göklerde olanlar, yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, yeryüzünde hareket eden bütün canlılar ve insanlardan birçoğu Allah’a secde etmektedir…” (Hac 22/18)

Madem ki tüm kâinat nizamını yaratan, yeryüzünden gökyüzüne kadar her şeyin hâkimi olan Allah’tır; tasarruf ve yetkilerinde hiç kimse kendisine ortak değildir; o halde kulluk ve secde edilecek yegâne mabud O’dur. İşte tevhid budur ve Kur’an bu inancı tebliğ eder. Tevhid gerçeğine rağmen küfür ve şirk içinde yaşayanlar, tüm kâinat nizamına aykırı ve onunla çelişkili bir halde yaşıyor demektir. Oysa göklerdeki ihtişam ve kusursuz nizam, onları şirkin girdaplarından kurtaracak güçte açık bir delil değil midir:

Mânası: “Allah birdir, O’nun hiçbir ortağı yoktur.”

7. Göğe gelince, Allah onu yükseltti, kâinattaki mükemmel ahengi sağlayan ölçü ve dengeyi koydu.

اَلْم۪يزَانُ (mîzân); “denge, ölçü, eşyanın birbirine nispetle ağırlığını tartma, tartı âleti, terazi” mânalarına gelir. Bu âyetlerde üç kez tekrar edilir. Kullanıldığı yere göre bu kelimeye şu mânalar verilebilir:

Birincisi; Yüce Allah, o kadar yüksekliğine rağmen göğe, o kadar genişliğine rağmen yere ve içinde sayısız varlıklar barındırmasına rağmen tüm kâinata “denge kanunu”nu koymuştur. Bütün varlıklar ve hâdiseler arasında, kâinatın belirli bir nizam dâhilinde işlemesini sağlayan umûmî bir denge kanunu mevcuttur. Birinci “mîzân” kelimesiyle bu kastedilir.

İkincisi, insanın Rabbiyle, kendisiyle ve kendi dışındaki canlı cansız diğer varlıklarla münâsebetlerini düzenlemek üzere indirilmiş ilâhî kanunlar bütünü olan “din” de denge kanununun sosyal hayattaki bir tezâhürüdür. Bunların özü kısaca “her şeyi layık olduğu yere koymak” diye tarif edilen “adâlet” prensibidir. Bu prensip insana hem Allah’ın hukukunu hem de diğer yaratıkların hukukunu korumasını, her hak sahibine hakkını vermesini emreder. Dinin emrettiği şekilde bunlar yerine getirilecek ve konulan bu ölçülerden asla sapılmayacaktır. İkinci “mîzan” kelimesi bu mânadadır. İnsanların birbirleriyle alış veriş yaparken teraziyi düz tutmaları, ölçü ve tartıya dikkat etmeleri, başkalarına en küçük bir haksızlık yapmaktan titizlikle kaçınmaları da, kâinata yerleştirilen büyük adâlet ve denge kanununun bir yansımasıdır. Küçük ve basit gibi gözüken bu noktalardaki haksızlıklar bile, o büyük düzeni sarsacak ve bozacak bir mâhiyet arz etmektedir.

Üçüncüsü; insan dünya hayatında adâletli olmaya, ölçü ve tartıyı dosdoğru yapmaya son derece dikkatli olmalıdır. Çünkü onun bu dünyadaki her türlü davranışı âhiretteki terazisini yakından etkilemektedir. Dolayısıyla dünyada ölçü ve tartıda haksızlık yapan, aslında mahşerde amellerini tartan terazinin kendi aleyhine dönmesine zemin hazırlamaktadır. Buna göre üçüncü “mîzân”, mahşer yerindeki terazi olarak anlaşılabilir.

Diğer bir kudret ve rahmet tecellisi yeryüzüdür:

8. Ta ki siz de bundan ders ve örnek alıp ölçüyü aşmayasınız!

9. Öyleyse tarttıklarınızı adâletle dosdoğru tartın ve hiçbir zaman ölçüyü eksik tutmayın!


اَلْم۪يزَانُ (mîzân); “denge, ölçü, eşyanın birbirine nispetle ağırlığını tartma, tartı âleti, terazi” mânalarına gelir. Bu âyetlerde üç kez tekrar edilir. Kullanıldığı yere göre bu kelimeye şu mânalar verilebilir:

Birincisi; Yüce Allah, o kadar yüksekliğine rağmen göğe, o kadar genişliğine rağmen yere ve içinde sayısız varlıklar barındırmasına rağmen tüm kâinata “denge kanunu”nu koymuştur. Bütün varlıklar ve hâdiseler arasında, kâinatın belirli bir nizam dâhilinde işlemesini sağlayan umûmî bir denge kanunu mevcuttur. Birinci “mîzân” kelimesiyle bu kastedilir.

İkincisi, insanın Rabbiyle, kendisiyle ve kendi dışındaki canlı cansız diğer varlıklarla münâsebetlerini düzenlemek üzere indirilmiş ilâhî kanunlar bütünü olan “din” de denge kanununun sosyal hayattaki bir tezâhürüdür. Bunların özü kısaca “her şeyi layık olduğu yere koymak” diye tarif edilen “adâlet” prensibidir. Bu prensip insana hem Allah’ın hukukunu hem de diğer yaratıkların hukukunu korumasını, her hak sahibine hakkını vermesini emreder. Dinin emrettiği şekilde bunlar yerine getirilecek ve konulan bu ölçülerden asla sapılmayacaktır. İkinci “mîzan” kelimesi bu mânadadır. İnsanların birbirleriyle alış veriş yaparken teraziyi düz tutmaları, ölçü ve tartıya dikkat etmeleri, başkalarına en küçük bir haksızlık yapmaktan titizlikle kaçınmaları da, kâinata yerleştirilen büyük adâlet ve denge kanununun bir yansımasıdır. Küçük ve basit gibi gözüken bu noktalardaki haksızlıklar bile, o büyük düzeni sarsacak ve bozacak bir mâhiyet arz etmektedir.

Üçüncüsü; insan dünya hayatında adâletli olmaya, ölçü ve tartıyı dosdoğru yapmaya son derece dikkatli olmalıdır. Çünkü onun bu dünyadaki her türlü davranışı âhiretteki terazisini yakından etkilemektedir. Dolayısıyla dünyada ölçü ve tartıda haksızlık yapan, aslında mahşerde amellerini tartan terazinin kendi aleyhine dönmesine zemin hazırlamaktadır. Buna göre üçüncü “mîzân”, mahşer yerindeki terazi olarak anlaşılabilir.

Diğer bir kudret ve rahmet tecellisi yeryüzüdür:

10. Yeryüzüne gelince, Allah onu tüm canlılar için yayıp döşedi.

11. Orada çeşit çeşit meyveler, ürünler ve salkımlarla yüklü hurma ağaçları vardır.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Adilbey

Aktif Üyemiz
12. Sapları ve yaprakları hayvanlara yiyecek olarak kullanılan taneler ve hoş kokulu bitkiler vardır.

Allah Teâlâ yeryüzünü de tüm canlı varlıkların ayakları altına sermiş, döşemiş ve orada hayatlarını devam ettirebilecekleri imkânları var etmiştir. Çeşit çeşit meyveler, sebzeler, salkımlarla dolu hurma ağaçları, en önemli geçim vasıtaları olan buğday, arpa gibi ekinler, koklayınca insanın içine ferahlık veren hoş kokulu bitkiler bunların bazılarıdır. Bunların hepsi insanın ve diğer canlıların hayatlarında çok mühim bir yere sahiptir.
Bu muazzam kudret akışlarını seyrettiğiniz ve bu muhteşem nimetlerden faydalandığınız halde:

13. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

Bu âyet-i kerîme ehemmiyetine binâen sûre boyunca tam otuz bir kez aynı ifadelerle tekrar edilmektedir. Allah Teâlâ’nın her bir nimeti ve kudret tecellisi zikredildikçe, tüm insan ve cin topluluğunu ikaz sadedinde, kalp kapılarını bu nimetin ve kudretin gerçek sahibini tanımaya ve O’na şükretmeye açmak üzere bu ilâhî ferman tekrarlanır durur. Burada üzerinde durulması gereken üç önemli nokta vardır.

Birincisi, hitap, iki sorumlu cins olan insanlara ve cinleredir. Bunun insanların mü’min ve kâfirlerine olduğu da söylenir. Fakat doğrusu birincisidir.

İkincisi; اٰلَٓاءُ (âlâi) kelimesinin üç önemli mânası vardır:

Nimetler,
Mükemmel ve şaşılacak kuvvet, kudret,
Övgüye layık sıfatlar, kemâlât ve faziletler.

Dolayısıyla kullanıldığı yer ve bağlamına göre bu mânalardan biri, ikisi veya üçü birden ele alınıp âyeti tefsir etmek mümkün olabilir. Mesela buradaki bağlamında hem nimet, hem kudret hem de hamde layık sıfatlar mânasında kullanılmış olması muhtemeldir. Çünkü bahsedilen hususların hem nimet, hem kudret, hem de Allah Teâlâ’nın hamde layık yüce sıfat ve fiillerini alakadar eden yönleri vardır.

Üçüncüsü; “yalanlıyorsunuz” ifadesi, insan ve cinlerin Allah’ın nimetlerine ve övgüye layık sıfatlarına karşı takındıkları tavrı anlatır. Şöyle ki:

Bir kısmı, bu nimetleri Allah’ın yarattığına inanmazlar ve tüm bu maddelerin kendi kendilerine oluştuğunu ya da bir tesadüf sonucu kendiliğinden meydana geldiğini zannederler. Dolayısıyla bunun ardında bir hikmet olduğunu düşünmezler.
Bazıları, bu nimetleri yaratanın Allah olduğunu kabul etmekle birlikte, O’na başkalarını ortak koşarak onlara ibâdet ederler. Allah’ın verdiği rızıktan faydalanmalarına rağmen, başkalarına “hamd ü sena” ederler.
Bir kısmı, tüm bu nimetleri Allah’ın verdiğine inanırlar fakat O’nun emirlerini yerine getirmezler. Allah’ın gönderdiği mesaja hiçbir şekilde kulak asmazlar. İşte bu da başka türlü bir nankörlüktür ve Allah’ın nimetlerini yalanlamaktır.
Bazıları ise, Allah’ın nimetlerini yalanlamadıkları gibi, ayrıca nankörlük de etmezler. Ancak bu kimselerin yaşadıkları hayat tarzının nankörlük edenlerinkinden bir farkı yoktur. Bu tür kimseler, her ne kadar dilleriyle inkâr etmemiş olsalar bile, fiilen Allah’ın nimetlerini yalanlamaktadırlar.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), birgün ashâbının yanına çıkmış ve onlara Rahmân sûresini başından sona kadar okumuştu. Daha sonra şöyle buyurdu:

“Cinlerle buluştuğum gece, ben bu sûreyi cinlere de okudum; onlar sizden daha güzel karşıladılar. Ben ne zaman «Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?» (Rahmân 55/13) âyetine gelsem, onlar «Senin hiçbir nimetini inkâr etmeyiz, ey Rabbimiz, sana hamdolsun» diyorlardı.” (Tirmizî, Tefsir 55/1)

İşte gerçekten şükreden bir kul olabilmek için bu tür nimetleri yalanlama sayılabilecek yanlış tutum ve davranışlardan uzak durup, o nimetlerin kıymetini bilmeye ve onların sahibine tam bir kulluk yapmaya çalışmak gerekir. Çünkü bizi yoktan yaratıp varlık âlemine getiren O’dur:

14. Allah insanı kiremit gibi pişmiş bir çamurdan yarattı.

15. Cinleri de dumanı olmayan saf bir ateş alevinden yarattı.

16. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?


Kur’ân-ı Kerîm, Âdem’in topraktan yaratılma safhalarını haber verir. Burada onun kiremit gibi pişmiş, vurunca ses veren kuru bir çamurdan yaratılma safhasına temas eder. Çünkü اَلصَّلْصَالُ (salsâl), dokununca tıngır tıngır sesi işitilebilen “kuru çamur” demektir. اَلْفَخَّارُ (fehhâr) ise iyice pişmiş kiremit, testi, çömlek anlamındadır. Allah Teâlâ, hayat emaresinden bu kadar uzak olan bir nesneden insanı yaratıp ona can vermiştir. Bu O’nun yüce kudretini gösterir. Cinleri de dumansız saf bir ateş alevinden yaratmıştır.

Cinlerin yaratılış maddesi olarak zikredilen اَلْمَارِجُ (mâric) kelimesi şu anlamlara gelir:

Hâlis ateş ya da dumansız saf alev.
“Merec” ihtilât yani karışma mânası olması itibariyle, “mâric” karışık, dumanlı bir ateş anlamına da gelebilir. Nitekim Hicr sûresi 27. âyette geçen نَارُ السَّمُومُ (nâru’s-semûm) “zehirli ateş” tâbirine “karışık” mânası daha uygun düşmektedir. Yalnız bununla “her şeye nüfuz edebilen ve karışan” mânasında ateşin hakikati ifade edilmiş olsa gerektir.
Mâric kelimesi, “haltedici” yani karıştırıcı mânasına da gelebilir. Bu da ateşin, yani hararetin eşya üzerindeki kimyevî bir özelliğini belirtmiş olur.

Bu ayetten anlaşıldığına göre cinler, salt ruhi varlıklar olmayıp onların da maddi cisimleri vardır. Onlar hâlis bir ateşten yaratıldıkları için, topraktan yaratılmış olan insanlar onları göremezler. (bk. A‘râf 7/27) Ayrıca cinler hızlı hareket etmekte, değişik şekillere dönüşmekte ve topraktan yaratılmış olan insanın görünmeden giremeyeceği yerlere, hiç hissettirmeden girebilmektedirler.

İnsanı ve cini yaratan Allah olduğu gibi aynı zamanda:

17. O, iki doğunun ve iki batının Rabbidir.

18. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?


“İki doğu” ve “iki batı” ile şunlar kastedilmiş olabilir:

Güneşin ve ayın doğuş ve batış yerleri.

Güneşin kış ve ilkbahar mevsimleriyle yaz ve sonbahar mevsimlerinde doğup battığı iki uç nokta. Bu iki uç nokta arasında da pek çok doğuş ve batış yeri olduğu halde, hepsini temsîlen ikisi zikredilir. Nitekim buna işaret etmek üzere “Doğuların ve bâtıların Rabbi” (Meâric 70/40) ifadesi kullanılır.

Dünya küre şeklinde olduğundan her bir yarımına göre güneşin doğuş ve batış yerleri.

Güneşin ve diğer gök cisimlerinin doğuş ve batış yerleri.

Güneş gibi maddî, akıl gibi manevî ışık kaynaklarının doğuş ve batış noktaları veya ışıyıp sönmeleri.

Bunlardan hangisi olursa olsun, asıl kastedilen mâna, Allah’ın gerek yiyecek, içecek ve giyecekler gibi var edilerek gerekse hastalıklar, afetler ve belalar gibi yok edilerek ortaya çıkan bütün nimetlerin sahibi ve yöneticisi olduğunu beyân etmektir. Bu âyetlerin de, hem nimeti hem kudreti hatırlattığı görülür. Nimeti hatırlatma şükrü gerektirdiği gibi, kudreti hatırlatma da, nankörlüğe karşı kınamayı ifade eder.

Muhteşem güzellikleri, ulaşılmaz derinlikleri, sahip oldukları özellikleriyle denizlere ibretle bir bakın:
 

Adilbey

Aktif Üyemiz
19. O, suyu acı ve tatlı iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir.

21. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?


Aynı konuya yer veren Furkân sûresinde: “İki denizi birbirine doğru salıveren de Allah’tır. İşte şu susuzluğu giderici tatlı bir su, diğeri de tuzlu ve acı bir sudur. Fakat birbirlerine karışmamaları için aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koymuştur” (Furkan 25/53) buyrularak bu iki denizin acılık ve tatlılık vasıfları ön plana çıkarılmakta, aralarında bulunan engelin bu vasıflara dayalı bir engel olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu engelin “Allah’ın kudretiyle konulmuş bir engel” olduğunu başından beri bütün tefsir âlimleri ifade etmişlerdir. Ayrıca bu tabiî durum, asırlardan beri insanlar tarafından bilinegelmektedir. İki nehir bir yerde aktıkları halde birinin suyu diğerine karışmaz; birinin suyu diğerinin içinde yok olmaz. Bu bakımdan ayetin ifade ettiği anlam açıktır ve bunu anlamada bir zorluk sözkonusu değildir. Belki bu engelin nasıllığı ve bunun kanunu konusunda ancak günümüzde bir kısım bilimsel izahlar yapılabilmektedir.

Çağımız bilginleri buna “yüzey gerilimi/sathın uzaması” kanunu demektedirler. Buna göre hareketli iki sıvı kütlesini birbirinden ayıran bu engel, molekülleri bir arada tutan kohezyon kuvvetinin her iki sıvıda farklı olması sebebiyle meydana gelmektedir. Bu sayede iki sıvı, kendi sahalarında hüviyetlerini ve kendilerine ait özelliklerini muhafaza edebilmektedirler. Bunun basit bir örneği, su ile dolu bir bardakta herkes tarafından görülebilir. Su, bardağın sathında muayyen bir miktar yükselmedikçe taşmaz. Suyun üstündeki yüzey gerilimi, esnek bir zar gibi sıvıyı kaplamaktadır. Bu şeffaf perde gözle görülebilecek bir zar değildir. Zaten Kur’an’ın konumuzla ilgili i’câzı burada gizlenmektedir. Suyun bardaktan, şeffaf perdenin kalınlığı kadar olan belirli bir mesafeyi aşarak dışarı çıkmasına mani olan, işte bu esnek zardır. Bu zar kuvvetli olup, muayyen bir dereceye kadar cisimleri kaldırarak batmalarına mani olur. İşte bu, zeytinyağı ile suyun karışmasını önleyen, tatlı su ile acı suyun arasını ayıran “Surface Tension: Yüzey gerilimi” kanunudur. Bu kanuna göre moleküler yapısı, sıcaklığı ve tuzluluğu ile birbirinden farklı olan su kitleleri, büyük okyanuslar ve denizlerde olduğu gibi yan yana, iç içe bulunsalar da biri diğerine karışmamakta, hüviyetlerini muhafaza edebilmektedirler. (Vahiduddin Han, Bilim ve Uygarlık Açısından İslâm, s. 196)

Deniz değince şunları da hatırınızda tutun:

Bu konuyla alakalı olarak, denizler arasındaki engelle ilgili araştırmalarıyla ün salmış olan Kaptan Cousteau’nun açıklaması şöyledir: “Bazı araştırmacıların, farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Araştırmalar sonunda gördük ki, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu’ndaki su kitlesini inceledik ve Akdeniz’den tamamen farklı olduğunu gördük. Bu iki su kütlesi, Cebel-i Tarık Boğazı’nda birleşiyor ve bu birleşme binlerce yıldan beri sürüyordu. Buna göre iki denizin karışması ve sonuç olarak tuzlulukta, yoğunlukta, ihtiva ettiği madde oranında eşit veya eşite yakın bir durumda olmaları gerekiyordu. Oysa böyle bir durumun mevcut olmadığını, yani su kütlelerinin birbirine karışmadığını ve her iki denizin yakın kısımlarında dahi, ayrı bir yapıya sahip olduğunu hayretle müşahede ettik. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli mani oluyordu. Aynı türdeki bir su engeli, 1962 yılında Alman ilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıl Deniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda da bulunmuştu. Sonraki araştırmalarımızda, farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı su engelinin bulunduğunu müşahede ettik.” (Ural, Abdurrahim Ali, “Maurice Bucaille ve Jacques Cousteau’dan Mesaj”, Abdülmecid Aziz Zindanî’nin “Kur’an ve Hadislerdeki İlmî Mûcizeler” adlı eserinden tercüme, Gerçeğe Doğru, s. 5-6)

20. Fakat aralarında bir engel vardır; onu aşıp da birbirine karışmazlar.

Aynı konuya yer veren Furkân sûresinde: “İki denizi birbirine doğru salıveren de Allah’tır. İşte şu susuzluğu giderici tatlı bir su, diğeri de tuzlu ve acı bir sudur. Fakat birbirlerine karışmamaları için aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koymuştur” (Furkan 25/53) buyrularak bu iki denizin acılık ve tatlılık vasıfları ön plana çıkarılmakta, aralarında bulunan engelin bu vasıflara dayalı bir engel olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu engelin “Allah’ın kudretiyle konulmuş bir engel” olduğunu başından beri bütün tefsir âlimleri ifade etmişlerdir. Ayrıca bu tabiî durum, asırlardan beri insanlar tarafından bilinegelmektedir. İki nehir bir yerde aktıkları halde birinin suyu diğerine karışmaz; birinin suyu diğerinin içinde yok olmaz. Bu bakımdan ayetin ifade ettiği anlam açıktır ve bunu anlamada bir zorluk sözkonusu değildir. Belki bu engelin nasıllığı ve bunun kanunu konusunda ancak günümüzde bir kısım bilimsel izahlar yapılabilmektedir.

Çağımız bilginleri buna “yüzey gerilimi/sathın uzaması” kanunu demektedirler. Buna göre hareketli iki sıvı kütlesini birbirinden ayıran bu engel, molekülleri bir arada tutan kohezyon kuvvetinin her iki sıvıda farklı olması sebebiyle meydana gelmektedir. Bu sayede iki sıvı, kendi sahalarında hüviyetlerini ve kendilerine ait özelliklerini muhafaza edebilmektedirler. Bunun basit bir örneği, su ile dolu bir bardakta herkes tarafından görülebilir. Su, bardağın sathında muayyen bir miktar yükselmedikçe taşmaz. Suyun üstündeki yüzey gerilimi, esnek bir zar gibi sıvıyı kaplamaktadır. Bu şeffaf perde gözle görülebilecek bir zar değildir. Zaten Kur’an’ın konumuzla ilgili i’câzı burada gizlenmektedir. Suyun bardaktan, şeffaf perdenin kalınlığı kadar olan belirli bir mesafeyi aşarak dışarı çıkmasına mani olan, işte bu esnek zardır. Bu zar kuvvetli olup, muayyen bir dereceye kadar cisimleri kaldırarak batmalarına mani olur. İşte bu, zeytinyağı ile suyun karışmasını önleyen, tatlı su ile acı suyun arasını ayıran “Surface Tension: Yüzey gerilimi” kanunudur. Bu kanuna göre moleküler yapısı, sıcaklığı ve tuzluluğu ile birbirinden farklı olan su kitleleri, büyük okyanuslar ve denizlerde olduğu gibi yan yana, iç içe bulunsalar da biri diğerine karışmamakta, hüviyetlerini muhafaza edebilmektedirler. (Vahiduddin Han, Bilim ve Uygarlık Açısından İslâm, s. 196)

Deniz değince şunları da hatırınızda tutun:

Bu konuyla alakalı olarak, denizler arasındaki engelle ilgili araştırmalarıyla ün salmış olan Kaptan Cousteau’nun açıklaması şöyledir: “Bazı araştırmacıların, farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Araştırmalar sonunda gördük ki, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu’ndaki su kitlesini inceledik ve Akdeniz’den tamamen farklı olduğunu gördük. Bu iki su kütlesi, Cebel-i Tarık Boğazı’nda birleşiyor ve bu birleşme binlerce yıldan beri sürüyordu.

Buna göre iki denizin karışması ve sonuç olarak tuzlulukta, yoğunlukta, ihtiva ettiği madde oranında eşit veya eşite yakın bir durumda olmaları gerekiyordu. Oysa böyle bir durumun mevcut olmadığını, yani su kütlelerinin birbirine karışmadığını ve her iki denizin yakın kısımlarında dahi, ayrı bir yapıya sahip olduğunu hayretle müşahede ettik. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına, birleşme noktasında bulunan harika bir su engeli mani oluyordu. Aynı türdeki bir su engeli, 1962 yılında Alman ilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıl Deniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda da bulunmuştu. Sonraki araştırmalarımızda, farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı su engelinin bulunduğunu müşahede ettik.” (Ural, Abdurrahim Ali, “Maurice Bucaille ve Jacques Cousteau’dan Mesaj”, Abdülmecid Aziz Zindanî’nin “Kur’an ve Hadislerdeki İlmî Mûcizeler” adlı eserinden tercüme, Gerçeğe Doğru, s. 5-6)

22. O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.

23. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

24. Deniz üzerinde koca dağlar gibi yüzüp giden devâsâ gemiler O’nundur.

25. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?


Denizler, Allah Teâlâ’nın insana ihsan ettiği çok büyük nimetlerden biridir. Oradan inci ve mercan çıkar. İnsanlar bunun ticaretini yapar ve süs eşyası olarak kullanırlar. Denizlerde koca dağlar gibi akıp giden gemiler de hem Allah’ın bir kudret tecellisi, hem de insanlık için şükrü gerektiren büyük bir nimettir.

26. Yeryüzünde bulunan herkes fânidir.

27. Yalnız sonsuz büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacaktır.

28. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

29. Göklerde ve yerde bulunan her canlı tüm ihtiyaçlarını O’ndan ister. O ise, sayısız isim ve sıfatlarıyla her an sınırsız tecellî ve yaratma hâlindedir.

30. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?


Yaratılmış tüm varlıklar fanîdir. Bâkî olan yalnızca Allah’tır. Bu sebeple yeryüzünde yaşayan başta sorumlu varlıklar olan insanlar ve cinler olmak üzere her şey yok olacaktır. Sadece sonsuz büyüklük ve ikram sahibi Allah’ın zâtı bâkî kalacaktır. Şâir İsmâil Hilmi bu hakikati şöyle terennüm eder:

“Cihân ne şâha, ne şevket-meâba kalmıştır.
Serîr u tâc u hazâin türâba kalmıştır.
Sarîr-i hâmeden eflâke ser çeken fermân,
Mezar taşında küçülmüş kitâbe kalmıştır.”


“Bu dünya ne padişâha, ne de güçlü kuvvetli insanlara kalmıştır. Bütün tahtlar, taçlar ve hazineler toprak olup gitmiştir. Kalemin cızırtısıyla göklere yükselen yani herkesi hükmü altına alan padişâh fermanı, şimdi küçülmüş mezar taşında küçük bir kitâbe hâline dönüşmüştür.”

Anlatıldığına göre zamanın hükümdarı muhteşem bir saray yaptırır. En ünlü mimarların ve ustaların özenle inşa ettikleri bu sarayda hiçbir şey eksik bırakılmaz. Saray tepeden tırnağa, kapıdan çatıya mimarî incelik ve harikalarla doludur. Hükümdar, ilmine irfanına çok değer verdiği devrinin velilerinden birini bu saraya davet eder. İkram ve ihsanda bulunur. O Allah dostu saray hakkında hiçbir değerlendirmede bulunmaz. En son çıkarken hükümdar sabredemez ve:

“- Ey muhterem kişi! Bu sarayı ben yaptırdım. Dünyanın en güzel saraylarından biri olmasını istedim. Büyük bir ihtimamla yaptırdığım bu saray hakkında bir fikir beyan etmeyecek misin? Bir şey söylemeyecek misin?” diye sorar.

O Allah dostu sağ eliyle sakalını sıvar, şöyle bir içi geçirir ve:

“Evet, sarayın her şeyi güzel. Hiçbir şey eksik bırakılmamış. Ama ne çare ki «Bekâsı yok!»” der.

Şu bir gerçektir ki, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı hiçbir şeye bağlı değilken, yaratıkların varlığı O’na bağlıdır. Gökte ve yerde olan herkes tüm ihtiyaçlarını hem dilleriyle hem de halleriyle O’ndan talep eder dururlar. Mesela gökteki varlıklar O’ndan bağışlanma dilerken, yerdekiler de O’ndan hem rızık hem bağışlanma isterler. Cenâb-ı Hak da devamlı surette onların ihtiyacı olan şeyleri yaratır, ihsan eder. Çünkü O her an yaratma halindedir. Her saniyede milyarlarca fiilî tecellîde bulunur. Yaratma-yok etme, sıhhat-hastalık, izzet-zillet, rızk verme-mahrum etme, tayin-azil, zenginlik ve fakirlik gibi hallerin kimini getirir kimini götürür. Şâir bu ilâhî tecellî karşısındaki hayranlığını şöyle ifade eder:

“Her lahzada bir cihân yaparsın,
Her anda bin âsuman yaparsın.”
(Ziyâ Paşa)

Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), bu âyetin tefsirinde: “Bir günahı bağışlamak, bir sıkıntıyı kaldırmak , bir topluluğu yüceltip daha başkalrını alçaltmak O’nun işlerindendir” buyurmuştur. (İbn Mâce, Mukaddime 13) Sınırsız bir sebep ve hikmet teselsülü içinde ilâhî iradenin gerektirdiği şekilde bu işler durmadan icra edilir. Öyle ki eğer Allah Teâlâ, bir an yaratıklarından alakasını kesecek olsa hepsi yok olur gider. Bu sebeple kulun ilk vazifesi, kendini yaratan ve varlığını devam ettiren Rabbini azamet, büyüklük ve keremine uygun tarzda tanımak ve O’na teslim olmaktır.

Sorumlu varlıklar olan insan ve cin topluluğuna hitaplar şöyle devam ediyor:
 

Adilbey

Aktif Üyemiz
31. Ey cin ve insan topluluğu! Yakında hesâbınızı görmek üzere sizin için de boş vaktimiz olacak!

اَلثَّقَالُ (sekâl), yük ve ağırlık mânasına gelir. اَلثَّقَلَانُ (sekelân) insan ve cin topluluklarını ifade eder. Sanki yeryüzü, üzerine yük yüklenmiş bir hayvana, insan ve cin de ona yükletilmiş iki ağır yüke benzetilerek bu isim verilmiştir. Varlıklar arasında sahip oldukları üstünlük, değer, itibar ve şöhret hasebiyle böyle isimlendirilmiş olmaları da mümkündür. Ayrıca kulluk mesuliyetiyle kendilerine ağır bir emanet yüklenmiş olması ya da işledikleri günahlar sebebiyle ağırlaşmalarından dolayı bu ismi almış da olabilirler. Allah Teâlâ bu iki sorumlu gruba hitap ederek, onları âhiret azabına karşı uyarmaktadır. Her şey fenâ bulup dünya sayfası kapatıldıktan ve âhiret sayfası açıldıktan sonra, mahlukâtın dünyaya ait işleri bitecek sadece hesaba çekme, ceza veya mükafat verme işi kalacaktır. Dolayısıyla burada insan ve cinnin günahkârlarına, Allah’tan sakınmaları için ciddî bir ilâhî tehdit bulunmaktadır. Yoksa Allah Teâlâ için bir işi yapmak için meşgul olduğu başka bir işten boşalmak veya boş vakit bulmak gibi bir durum caiz değildir. Çünkü hiçbir iş O’nu diğer bir işten alıkoyamaz. O halde:

32. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

اَلثَّقَالُ (sekâl), yük ve ağırlık mânasına gelir. اَلثَّقَلَانُ (sekelân) insan ve cin topluluklarını ifade eder. Sanki yeryüzü, üzerine yük yüklenmiş bir hayvana, insan ve cin de ona yükletilmiş iki ağır yüke benzetilerek bu isim verilmiştir. Varlıklar arasında sahip oldukları üstünlük, değer, itibar ve şöhret hasebiyle böyle isimlendirilmiş olmaları da mümkündür. Ayrıca kulluk mesuliyetiyle kendilerine ağır bir emanet yüklenmiş olması ya da işledikleri günahlar sebebiyle ağırlaşmalarından dolayı bu ismi almış da olabilirler. Allah Teâlâ bu iki sorumlu gruba hitap ederek, onları âhiret azabına karşı uyarmaktadır. Her şey fenâ bulup dünya sayfası kapatıldıktan ve âhiret sayfası açıldıktan sonra, mahlukâtın dünyaya ait işleri bitecek sadece hesaba çekme, ceza veya mükafat verme işi kalacaktır. Dolayısıyla burada insan ve cinnin günahkârlarına, Allah’tan sakınmaları için ciddî bir ilâhî tehdit bulunmaktadır. Yoksa Allah Teâlâ için bir işi yapmak için meşgul olduğu başka bir işten boşalmak veya boş vakit bulmak gibi bir durum caiz değildir. Çünkü hiçbir iş O’nu diğer bir işten alıkoyamaz. O halde:

33. Ey cin ve insan topluluğu! Göklerin ve yerin hududundan geçip gitmeye gücünüz yetiyorsa, haydi geçin gidin bakalım! Şunu bilin ki, onları ancak üstün bir güç, kuvvetli bir delil ve bilgi ile geçebilirsiniz.

Nihâyetsiz güç ve kudret sahibi olan Allah Teâlâ, insanları ve cinleri hesaba çekmeye yöneldiği zaman, hiçbirinin O’nun mülkünden, hüküm ve saltanatı altından kaçması mümkün değildir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak onların acziyetlerini ortaya koymak üzere: “Ey insan ve cin toplulukları! Göklerin ve yerin yani tüm kâinatın sınırlarından çıkıp gitmeğe gücünüz yeterse çıkın gidin. Mümkünse kendinizi Allah’ın hesabından kurtarın!” buyurmaktadır. Fakat kaçıp kurtulmaları mümkün değildir. Ancak bütün göklerin ve yerin kuvvetlerini mağlup edecek başka bir kuvvet ve saltanat elde edebildikleri takdirde kaçıp kurtulabilecekleri haber verilmektedir ki, onların böyle bir kuvvetleri yoktur ve olmayacaktır.[1] Şayet kaçmaya çalışsalar üzerlerine dumansız bir ateş alevi ve erimiş bakır, yahut bakır gibi bir kızıl duman veya zehirli bir duman gönderilir. Bu alev ve duman, onları yakalar, kaçmalarını engeller. Alevi onları yakar, dumanı boğar. Bu azap mahşer yerinde inkarcı suçluları hesap alanına sevk ederken vuku bulabileceği gibi, bu ifadeler, günahkârların cehennem ateşiyle cezalandırılmasını da haber veriyor olabilir.

Şimdi ise diğer bir kısım âhiret ahvâlinden bahsedilmek üzere buyruluyor ki:

Âyete günümüzdeki bilimsel gelişmeler ışığında baktığımızda burada gök ve yer tabakalarında seyahatin, hatta daha da öteye geçmenin mümkün olduğuna işaret bulunduğu anlaşılmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu Mirâç’ta ruhu ve bedeniyle birlikte gerçekleştirmiş ve bunun herkes için rûhen mümkün olabileceğini göstermiştir. Bununla birlikte, ilim vasıtasıyla Allah Teâlâ’dan alınacak bir izin, bir yetkiyle de böyle bir seyahat mümkün olabilir. Belki âyet, varlığın görünen boyutunun ötesindeki boyutların keşfedileceğine de bir imada bulunmaktadır. (bk. Ünal, s. 1160)

34. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

35. Üzerinize dumansız bir ateş alevi ve erimiş bir bakır gönderilir de ne yapsanız Allah’ın azabından kurtulamaz, kendinize yardım edecek kimse de bulamazsınız.

36. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?


Nihâyetsiz güç ve kudret sahibi olan Allah Teâlâ, insanları ve cinleri hesaba çekmeye yöneldiği zaman, hiçbirinin O’nun mülkünden, hüküm ve saltanatı altından kaçması mümkün değildir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak onların acziyetlerini ortaya koymak üzere: “Ey insan ve cin toplulukları! Göklerin ve yerin yani tüm kâinatın sınırlarından çıkıp gitmeğe gücünüz yeterse çıkın gidin. Mümkünse kendinizi Allah’ın hesabından kurtarın!” buyurmaktadır. Fakat kaçıp kurtulmaları mümkün değildir. Ancak bütün göklerin ve yerin kuvvetlerini mağlup edecek başka bir kuvvet ve saltanat elde edebildikleri takdirde kaçıp kurtulabilecekleri haber verilmektedir ki, onların böyle bir kuvvetleri yoktur ve olmayacaktır.[1] Şayet kaçmaya çalışsalar üzerlerine dumansız bir ateş alevi ve erimiş bakır, yahut bakır gibi bir kızıl duman veya zehirli bir duman gönderilir. Bu alev ve duman, onları yakalar, kaçmalarını engeller. Alevi onları yakar, dumanı boğar. Bu azap mahşer yerinde inkarcı suçluları hesap alanına sevk ederken vuku bulabileceği gibi, bu ifadeler, günahkârların cehennem ateşiyle cezalandırılmasını da haber veriyor olabilir.

Şimdi ise diğer bir kısım âhiret ahvâlinden bahsedilmek üzere buyruluyor ki:

Âyete günümüzdeki bilimsel gelişmeler ışığında baktığımızda burada gök ve yer tabakalarında seyahatin, hatta daha da öteye geçmenin mümkün olduğuna işaret bulunduğu anlaşılmaktadır. Peygamberimiz (s.a.s.) bunu Mirâç’ta ruhu ve bedeniyle birlikte gerçekleştirmiş ve bunun herkes için rûhen mümkün olabileceğini göstermiştir. Bununla birlikte, ilim vasıtasıyla Allah Teâlâ’dan alınacak bir izin, bir yetkiyle de böyle bir seyahat mümkün olabilir. Belki âyet, varlığın görünen boyutunun ötesindeki boyutların keşfedileceğine de bir imada bulunmaktadır. (bk. Ünal, s. 1160)

37. Gök yarılıp kızarmış yağ gibi kıpkırmızı bir güle dönüştüğünde son derece korkunç bir hal alacak ve müthiş işler olacak!

38. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

39. Artık o gün ne insanlara ne de cinlere günahları sorulur.

40. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

41. Ömürlerini günahla doldurmuş inkârcı suçlular sîmâlarından tanınırlar; derhal perçemlerinden ve ayaklarından kıskıvrak yakalanıp cehenneme atılırlar.

42. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

43. İşte kâfirlerin dünyada iken varlığını inkâr edip durdukları cehennem!

44. Şimdi onlar, cehennem ateşiyle kaynar su arasında devamlı döner dururlar.

45. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?


Kıyâmet kopmaya başladığında gök yarılacak, yanmış ve kızarmış yağ gibi kıpkırmızı bir güle dönüşecek. Kırmızılığı bakımından gül gibi, sıcaklığı ve akıcılığı bakımından yağ gibi olacak. Demek ki gök yarılıp çatlayarak cehennem ateşinin sıcaklığından ötürü kıpkızıl bir renk alıncaya kadar eriyecek, inceliği ve erimesi dolayısıyla yağ gibi olacaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“O gün gök erimiş maden gibi olur.” (Meâric 70/8)

İşte bu demde insan aklının ve tasavvurunun kavrayamayacağı çok dehşetli hadiseler, yerde ve gökte büyük değişiklikler olacaktır. İnsanlar ve cinler diriltilip mahşer yerine toplanacaklardır. Kıyamet günü, uzunluğu sebebiyle çeşitli safhaların yaşanacağı ve değişik hallerin olacağı bir gündür. Âhiretle alakalı âyet-i kerîme ve hadisi-i şerifler bu safhalarda nelerin yaşanacağını haber vermektedir. Bir safha var ki, orada günahlardan sorulmayacak, bir safha var ki orada herkese mutlaka yaptıklarından sorguya çekilecek (bk. Hicr 15/92-93), bir safha var ki kimse konuşamayacak, bir safha var ki konuşacak, bir safha var ki şâhitler şâhitliklerini yapacak, bir safha var ki ameller tartılacak, bir safha var ki amel defterleri dağıtılacak, bir safha var ki kâfirler birbiriyle, ezilenler ezenlerle, müşrikler putlarıyla cedelleşeceklerdir. Burada 39. âyette, insan ve cin hiç kimseye günahından sorulmayacak bir safhaya işaret edilmektedir. Çünkü Allah Teâlâ o günahları tespit etmiş, melekler yazmış, şâhitler şâhitliklerini yapmış, ameller tartılmış, sonuç kesin olarak ortaya çıkmıştır. Artık inkârcı suçlular, hiçbir sorguya hacet kalmayacak şekilde simalarından ayan beyân tanınacak bir durumdadır. Geriye bunların son derece güçlü zebaniler tarafından kıskıvrak yakalanıp cehenneme fırlatılması kalmıştır. Onlar da dünya hayatında günaha dalmakta tereddüt etmeyen bu suçluların ellerini kollarını uzun demir zincirlere vurup (bk. Hâkka 69/32), perçemleri ve ayaklarından tutup bellerinden ikiye katlayarak cehenneme fırlatacaklardır. Onların cehennemde işleri, dünyadayken cehenem misâli küfür, isyân ve günah bataklıklarında bocalayıp durdukları gibi, cehennem ateşiyle sımsıcak kaynar su arasında durmadan gidip gelmek, şaşkın şaşkın bocalayıp dolaşmak olacaktır.
Buna karşılık:

46. Rabbinin huzuruna çıkıp hesap vermekten korkan kimseye iki cennet vardır.

47. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?


Yüce Rabbinin azamet ve kudretinden korkan, mahşer günü O’nun huzurunda hesap vermekten titreyerek dünyada küfür, isyan ve günahlardan sakınıp iman-ı kâmil ile büyük bir tâzim içinde; “İyiliğin mükâfatı böyle iyilikten başka ne olabilir ki?” (Rahman 55/60) âyetinin delâletiyle ihsan kıvamında O’na itaat ve şükre devam edenlere iki cennet va‘dedilmektedir. Bu iki cennetin hangi cennetler olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

❂ Birisi cinler, birisi insanlar için olan iki cennet mânasınadır. Çünkü Rahman sûresinde baştan sona sürekli olarak bu iki gruptan bahsedilmektedir.
❂ Birisi taatlar için, diğeri ise günahları terkten ötürü verilen cennettir. Çünkü kullar her ikisi ile de mükellef tutulmuşlardır.
❂ Birisi mükâfat olarak, diğeri ise mükâfata ilave olarak verilen cennettir.
❂ Bununla, birisi maddî, diğeri ise ruhî/manevî olan iki cennet kastedilmiştir. Buna göre maddî cennette bulunanlar, nimetler içindedirler. Rûhî cennette olanlar ise, “ravh, ruhî rahatlık” içindedirler. Bu mânaya göre, “Onu bekleyen sonsuz bir rahatlık ve mutluluk, güzel ve hoş kokulu rızıklar ve nimetlerle dolu cennetlerdir” (Vâkıa 56/89) ayeti buna açıklık getirmektedir. Çünkü Rabbinden gerçek mânada korkanlar “mukarrabîn” yani Allah’a en yakın olan kullar kısmındandırlar. Mukarrebler ise, Vâkıa sûresinin ilgili âyetinde haber verildiği üzere “ravh”da yani ruhî rahatlıkta, “reyhan”da yani güzel kokulu hoş rızıklar içinde ve nimetlerde dopdolu cennettedirler.
❂ Biri dünyada İslâm ümmeti ve İslâm devketi cenneti, diğeri âhirette ebedî sel3amet ve saadet diyârı olan cennettir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIX, 108-109; Elmalılı, Hak Dini, VII, 4687)
❂ Bu cennetlerden biri, Rabbinden korkan kul için yaratılmış olan, diğeri onun sonradan vâris olacağı cennettir.
❂ Bu cennetlerden biri müttaki kulun kendisinin kaldığı, diğeri eşlerinin kaldığı cennettir. Nitekim dünyada bir kısım imkân sahipleri böyle yapmaktadırlar.
❂ Bunlardan biri mesken olarak kullandığı, diğeri bahçe olarak kullandığı iki cennettir.
❂ Biri cennet saraylarının alt katları, diğeri üst katlarıdır.
❂ Biri, insana takvâ hayatının kazandırdığı dünya cenneti, diğeri yine takvâ hayatının sebep olduğu ukbâ cennetidir. (Kurtubî, el-Câmi‘, XVII, 177)

Bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi olarak şu olay zikredilir:

Hz. Ebubekr (r.a.) bir gün düşünüp, kıyamet, mizan, cennet, ateş, meleklerin dizilmeleri, göklerin katlanışı dağların serpilip dağılışı, güneşin dürülmesi ve yıldızların parçalanışı hakkında fikir yürütmüş de, “İsterdim ki, ben şu yeşilliklerden bir yeşillik olsaydım, hayvanlar gelip beni yeselerdi. Ben yaratılmamış olsaydım” demişti. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştu. (Suyûtî, Esbâbu’n-Nuzûl, s. 225)

Anlatıldığına göre; Hz. Ömer zamanında bir genç, mescide ve ibâdete devam ederdi. Derken bir kıza aşık oldu. Birgün kız tenhada yanına geldi, konuştular sonra gencin gönlü ona meyletti, bunun üzerine genç çığlıkla hıçkırdı ve arkasından bayıldı. Onun bir amcası vardı, geldi onu yüklenip evine götürdü. Genç ayılıp kendine geldiği vakit: “Ey amca! Hz. Ömer’e git benden selam söyle ve ona sor ki; Rabbinin makamından korkan kimseye ne vardır? Bunun üzerine amcası gitti durumu Hz. Ömer’e haber verdi. Ancak genç arkasından bir çığlıkla daha hıçkırıp vefat etti. Hz. Ömer bu olaya vâkıf olunca: “Sana iki cennet var, sana iki cennet” dedi. (Ali elüMütteki, Kenzü’l-Ummâl, II, 516-517)

Bu iki cennette bulunan nimetler ve güzellikler şöyle haber verilir:
 

Adilbey

Aktif Üyemiz
48. Her iki cennet de türlü türlü meyveler veren sık yapraklı ağaçlarla doludur.

49. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

50. İkisinde de akıp giden iki pınar vardır.

51. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

52. İkisinde de her çeşit meyveden çifter çifter vardır.

53. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

54. Cennetlikler, orada astarları kalın atlastan dokunmuş döşekler üzerine kurulurlar. Her iki cennetin olgunlaşmış meyveleri de ellerinin altında, hemen erişilip toplanıverecek yakınlıktadır.

55. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

56. O cennetlerde bakışlarını sadece eşlerine çevirmiş öyle tatlı bakışlı güzel kadınlar vardır ki, bunlardan önce kendilerine ne bir insan eli değmiştir ne de cin.

57. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

58. O kadınlar güzellik ve parlaklıkta sanki yakut ve mercandırlar.

59. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

60. İyiliğin mükâfatı böyle iyilikten başka ne olabilir ki?

61. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?


Her iki cennette de:

Türlü türlü bostanlar, bir çok dallar, dalları iç içe girmiş meyve dolu ağaçlar, çeşit çeşit emsalsiz nimetler.
Durmadan akıp çağlayan iki pınar. Birine Tesnîm, diğerine Selsebîl denilir.
Her yemişten, her meyveden çifter çifter. Yaşı da var kurusu da. Dünyada bilineni de var, bilinmeyeni de. Her iki türü de tatlı ve lezzetlidir.
Astarları kalın ipek kumaştan yapılmış mefrûşât, yaygılar ve döşeme takımları. Astarları böyle güzel olduğuna göre yüzlerinin ne kadar muhteşem güzellikte olduğunu sadece Allah bilir.
Her iki cennetin olgunlaşmış meyveleri cennet ehline yaklaştırılmıştır. Ağaçlar cennet ehline dallarını o kadar yaklaştırırlar ki, onlar isterlerse ayakta, otururken hatta yatarken bile onun meyvelerini toplayabilir. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Cennet ağaçlarının huzur ve rahatlık veren gölgeleri onları bürür. Salkım salkım meyveler, hemen elleriyle koparacakları mesafeye kadar sarkar.” (İnsan 76/14)
O cennetlerde bakışlarını yalnız kocalarına çeviren, başkalarına bakmayan sevgili, sadakatli ve vefâlı dilberler; bakanın bakışlarını kendisine çeken, kendilerini gören gözleri artık başkasına bakmak istemeyecek derecede kendisine bağlayan güzeller; süzgün bakışları kendi önlerine çevrilmiş, şuraya buraya bakmayan, edeb, hayâ, vakar ve nezâketiyle seçkin dilberler. Bunlara daha önce ne bir insan eli değmiştir, ne de cin. Güzellik ve parlaklıkta sanki yakut ve mercandırlar.

Bunların güzelliği ile ilgili Nebiyy-i Muhterem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Cennet kadınlarından biri yeryüzüne şöyle bakacak olsa, yerle gök arasını hem güzelliğiyle aydınlatır hem de güzel kokusuyla doldurur. Onun başındaki örtü, dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha değerlidir.” (Buhârî, Cihad 6; Tirmizî, Fezâilü’l-cihad 17)

Bu iki cennet “sabikûn” ve “mukarrabûn” diye isimlendirilen dünyada iman ve sâlih amellerde öne geçmiş ve Allah’a iyice yakınlaşmış kullar için hazırlanmıştır. Şimdi bahsedilecek iki cennet ise, derece bakımından anlatılan iki cennetin aşağısında bulunup “ashâb-ı yemin” veya “ashâb-ı meymene” olarak isimlendirilen ikinci derecedeki mü’min kullar için hazırlanmıştır:

62. Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır.

63. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

64. Baştanbaşa yemyeşil iki cennet.

65. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

66. İkisinde de gürül gürül akan iki pınar vardır.

67. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

68. Her ikisinde de türlü türlü meyveler, hurmalar, narlar bulunur.

69. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

70. Bunların içinde iyi huylu, güzel yüzlü hanımlar vardır.

71. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

72. Onlar çadırlarda sadece eşleri için ayrılmış gözlerinin siyahı simsiyah, beyazı bembeyaz fevkalade güzel hûrilerdir!

73. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?


74. Daha önce kendilerine ne bir insan eli değmiştir, ne de cin.

75. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

76. O cennetlerdekiler, yeşil yastıklara ve hârikulâde güzel işlemeli döşeklere yaslanırlar.

77. Öyleyse, ey insanlar ve cinler, Rabbinizin hangi nimet ve kudretini yalanlayabilirsiniz?

78. Sonsuz büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin ismi ne yücedir!


Bu iki cennette bulunan nimetler de şöyle haber verilir:

Bunlar, yeşilin en koyusu ile ifade edilebilecek derecede yemyeşildirler.

Orada şadırvan gibi, şelale gibi devamlı fışkıran iki kaynak vardır. Çünkü النضخ (nadh) kelimesi, suyun fışkırmasını ve coşup kaynamasını ifade eder.

Emsali görülmedik meyveler, bunlar içinde özellikle zikre değer hurmalar ve narlar vardır. Çünkü bu ikisi, meyvelikle beraber yemek ve devâ itibariyle hususi bir duruma sahiptirler.

Bu cennetlerde ahlâkı güzel, yaratılışı mükemmel kadınlar; inciden yapılmış çadırlarda sadece efendilerine tahsis edilmiş huriler bulunmaktadır. “Huri”, gözünün siyahı oldukça siyah, beyazı oldukça beyaz güzel gözlü kadın demektir. (bk. Sâffât 37/48-49) Öyle ki bunlara da, cennetteki kocalarından önce ne bir insan eli değmiştir, ne de cin.

Cennet yastıklarından, yeşil yastıklar, çeşitli şekillerle ve zînetlerle süslenmiş kalın döşemeler. Cennetlere erişenler, bunlar üzerine yaslanırlar. عَبْقَرِيٌّ (‘abkarî), Yemen bölgesinde bulunan Abkar kasabasına mensup demektir. Orada son derece güzel, nakışlı halı ve kilimler dokunurdu. Yüce Allah bu nakışlı yaygıları anlatmak suretiyle, o iki cennetin döşek ve yataklarını insan zihnine yaklaştırmaktadır.

Tasvir edilen dört cennetin ilk ikisi ile son ikisi arasında şöyle bir karşılaştırma yaparak derece farkını belirtmek mümkündür:
Dikkatlice bakıldığında ilk iki cennetin özelliklerinin, sonraki iki cennetten üstün olduğu anlaşılır. İlk ikisinde, “Onlarda durmadan akan iki pınar vardır”, son ikisinde ise, “Fışkıran iki pınar vardır” buyrulmuştur. “Durmadan akmak”, “fışkırmak”tan daha üstündür. Öncekilerde, “O ikisinde, her türlü meyveden çifter çifter vardır”, burada ise, “Onlarda meyve, hurma ve nar vardır” buyrulmuştur. Birincisi daha şumullü ve muhtevalıdır. Öncekilerde hurileri vasfederken, “Sanki onlar yakut ve mercandır”, burada ise “ O cennetlerde iyi huylu, güzel yüzlü hanımlar vardır” buyrulmuştur. Her güzellik, yâkût ve mercan güzelliği gibi olmaz. Dolayısıyla birincideki niteleme daha üstündür. Öncekilerde yatakları nitelerken, “Astarlan kalın ipekten yataklara yaslanırlar”, burada ise, “Yeşil yastıklara yaslanırlar” buyrulmuştur. Şüphesiz, yaslanmak için hazırlanmış olan astarı kalın ipekten yataklar, çadır eteklerinden ve yastıklardan daha üstündür.

Sûrede başından sonuna kadar bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın kerem ve rahmetinin tecellilerine yer verildiği gibi, bir taraftan da celâl ve azametinin tezahürleri dile getirilmiştir. Her ikisi de Allah Teâlâ’nın emri ve muradıdır. Bunları var eden, müttakî kullarına keremiyle, nankörlere ise celaliyle muamele edecek olan Allah Teâlâ’nın ismi çok yücedir, yücelerden yücedir.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.): يَا ذَا الْجَلَالِ وَ الإكْرَامِ (yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm): Sonsuz büyüklük ve ikram sahibi Allahım! diye başlayarak dua etmeyi ihmal etmeyip sık sık söyleyin” buyururdu. (Tirmizî, Deavât 92; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 177).

Allah Resûlü (s.a.s.), selam verip namazdan çıkınca, üç defa “estağfirullah” dedikten sonra, اَللّٰهُمَّ اَنْتَ السَّلَامُ وَ مِنْكَ السَّلَامُ تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلَالِ وَ الإكْرَامِ (Allahumme ente’s-selâm ve minke’s-selâm tebârekte yâ ze’l-celâli ve’l-ikrâm) Allahım! Selâm sensin. Selâmet ve esenlik sendendir. Ey sonsuz büyüklük ve ikram sahibi olan Allahım! Sen hayır ve bereketi çok olansın” derdi. (Müslim, Mesâcid 135; Ebû Dâvûd, Vitr 25)

Rahmân sûresinin sonunda yer alan Allah Teâlâ’nın sonsuz büyüklük ve ikram sahibi oluşunun; mü’minlere takvâ derecelerine göre nimet, kâfirlere ise inkârdaki durumlarına göre azap tecellîsinde bulunuşunun farklı bir açıklaması olarak ve insanları mecbûren inanacakları dehşetli kıyâmet manzaraları görülmeye başlamadan önce inkârdan vazgeçirip iman ve şükre yönlendirmek üzere Vâkıa sûresi geliyor:
 
Üst Alt