ceylannur
Yeni Üyemiz
Peygamberimizin Sütanneye Verilmesi
Efendisine kavuşan kâinat artık şen idi. Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sînesinde barındıran Arabistan’ın kalbi, sevincinden adeta duracak gibiydi.
Kâinatın eşsiz hadisesine sahne olan Mekke, adeta ulvî âlemlere uçmak istiyormuşçasına heyecanlı ve mesrur idi.
Hz. Âmine, huzurlu ve sürurlu idi. Nur topu yavrusu, tatlı tebessümleriyle, kocasının vefat acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbâle ümitle bakmasını da sağlayan tek tesellisi idi.
Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe Hâtun, Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.[1]
Süveybe Hâtun, daha önce de Hz. Hamza’yı emzirmişti. Böylece, Resûl-i Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu.
Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet sütannelik yaptığı için Süveybe Hâtun’u hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.
Evet, vefa Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun tertemiz, nezih hayatında vefasızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz.
Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Hatice-i Kübra da, evine sık sık gelip giden Süveybe Hâtun’u hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe’yi kendiliğinden azat etti.[2]
Ebû Leheb, Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûl-i Ekrem’in risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçmeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah’ın lânetine maruz kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtun’un bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hatta Süveybe Hâtun sebebiyle ahirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu da anlatılmıştır.
Onu, ölümünden sonra rüyada görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryat edip duruyordu. Kendisine sordular: “Neden feryat ediyorsun? Neyin var?”
Ebû Leheb, “Neyim olacak? Susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sadece bir tek hayır buldum: Muhammed’i emziren Süveybe’yi azat ettiğim için, bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı” diyerek şehâdet parmağını gösterdi.[3]
Hadise, gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslam düşmanı, sadece onu emziren Süveybe Hâtun’u azat ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lûtfa mazhar oluyor ve cehennemde azabı bir nebze hafifletiliyordu. Demek ki sadece Sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenab-ı Hak, lûtfu ve keremi ile karşılıksız bırakmıyordu!
Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünnet-i seniyyesine ittiba etmekten şeref duyan gerçek mü’minlere, ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün!
Çocukları Sütanneye Verme Âdeti
Mekke’nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücutlarına yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine elverişli değildi. Çölde ise, hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mûtedil idi. Ayrıca çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü; asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.
İşte, buna binaen o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri, daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip konuşabilmeleri için, Mekke’nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet haline getirmişlerdi. Çocuk iki üç sene, bazen daha fazla sütannenin yanında kalırdı.
Bu sebeple de, yaylalarda yaşayan birçok kabile, bilhassa Sa’d b. Bekr kabilesi kadınları, senede birkaç defa kafile halinde Mekke’ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.
Mekke civarındaki kabileler arasında Sa’d b. Bekr kabilesi, bilhassa şerefte, cömertlikte, mertlikte, tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta temâyüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri gelenleri, daha çok bu kabile kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.
Benî Bekir Kabilesi Kadınlarının Mekke’ye Gelişi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Süveybe Hâtun tarafından emziriliyordu.
O sırada, Sa’doğulları yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabile halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki yiyecek bir şeyler bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti.
Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekir kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mekke’ye oldukça kalabalık bir kafile halinde geldiler.
Gelen kadınların biri müstesna hepsi, kendilerine münasip birer çocuk buldular. Gariptir ki hiçbiri yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi almaya yanaşmadı. Çünkü pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı!
Mekke’ye geç giren, sadece bir kadın vardı. İffeti, temizliği, hilim ve hayâsı, yüksek ahlâk ve fazileti ile kabilesi arasında tanınmış bir kadın. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zayıf merkeplerine bindiklerinden, kafileden geride kalmıştı. Mekke’ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesna, diğerleri önde giden Bekroğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı.
Kocası Hâris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı ailelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sadece işin zâhirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli boş kalan, bir kendisi vardı.
Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî Kader’in kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında münasip bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu.
Bir ara, görünüşüyle etrafın hürmetini celbeden mûnis simalı yaşlı bir zâtla karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdülmuttalib’ti. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar:
Abdülmuttalib, “Sen neredensin?” diye sordu.
Kadın, “Benî Sa’d kabilesi kadınlarından...” cevabını verdi.
“Adın ne?”
“Halîme!”
Abdülmuttalib, “Ne güzel, ne güzel! Sa’d ve hilm, iki haslettir ki dünyanın hayrı da, ahiretin izzet ve şerefi de bunlardadır” dedikten sonra derin bir iç çekti; arkasından da Halîme’ye, “Ey Halîme! Yanımda yetim bir çocuk var. Onu Sa’doğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bâri, gel sen ona sütanneliği yap. Belki, onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin!” dedi.
Halîme, beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak kocasına sormadan ve ondan izin almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü. Olup bitenleri anlattıktan sonra, “Emzirecek çocuk bulamadım. Arkadaşlarım arasında eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi (!) alacağım” dedi.
Kocası Hâris, fikrine iştirak etti: “Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder.”[4]
Bunun üzerine, dönüp Abdülmuttalib’in yanına geldiler.
Abdülmuttalib, Halîme’yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine’nin mütevazı evine götürdü.
Halîme, Efendimizin başucuna vardı.. Nur topu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu!
Halîme, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize, ânında içi ısınıverdi. Öylesine ki uyandırmaya bile gönlü râzı olmadı!
Artık hüzün ve ızdırap bulutu Halîme’yi terk etmişti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir yavruyla karşı karşıya gelmek; ne büyük bahtiyarlıktı!
Halîme, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübarek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü.
O anda, Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halîme’nin bûsesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı!
Biri, çocuk bulamamanın ızdırabıyla bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar tarafından reddedilen nur yetim! Kader, ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu!
İlk Bereket
Artık nur topu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halîme’nin kucağındaydı.
Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhal sütle doldu. Sanki, her bir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden...
Halîme şaşırdı, kocası Hâris hayretler içinde kaldı.
Sağ meme Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona süt kardeşi olan Halîme’nin oğlu Abdullah’ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi, bundan böyle hep sağ memeyi emecektir!
Devenin Memeleri Sütle Doldu
Halîme, nur yetimi kucağından bir an bile indirmeye râzı değil. Hemen Abdülmuttalib ve Hz. Âmine ile vedalaşarak Mekke’den ayrıldılar.
Âmine’nin hüznüne gözyaşları da karıştı ve adeta bir bulut olup nur yavrusunun peşinden koştu.
Gece Hâris ailesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin, Haris develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halîme’ye seslendi: “Ey Halîme! Bil ki sen, çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın!”
Halîme, kocasını tasdik etti: “Vallahi, ben de öyle olmasını ümit ediyorum!”[5]
Mekke artık gerilerde kalmıştı.
Halîme dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı. Merkep, o zayıf, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sürat, bu ne hızlı yürüyüş! Sanki, gelişinde bindikleri merkep bu değildi.
Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halîme’nin yol arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular: “Ey Ebû Zueyb’in kızı! Yazıklar olsun sana! Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa, bindiğin merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi?
Merkep aynı merkepti; bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zayıf, nahif hayvanı da coşturmuştu!
Halîme, arkadaşlarına cevap verdi: “Hayır, vallahi merkep aynı merkep. Hatta ben onu sürmüyorum bile; kendi kendine böyle süratli gidiyor. Bunda bir gariplik var!”[6]
Ne yazık ki henüz kafiledekilerin hiçbiri, bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basîretine sahip değildi.
Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbâli bütün haşmetiyle kucaklayacağına birer açık işaretlerdi!
Efendisine kavuşan kâinat artık şen idi. Beşeriyetin kalbine nur ve huzur sunacak zâtı sînesinde barındıran Arabistan’ın kalbi, sevincinden adeta duracak gibiydi.
Kâinatın eşsiz hadisesine sahne olan Mekke, adeta ulvî âlemlere uçmak istiyormuşçasına heyecanlı ve mesrur idi.
Hz. Âmine, huzurlu ve sürurlu idi. Nur topu yavrusu, tatlı tebessümleriyle, kocasının vefat acısını bir nebze unutturduğu gibi, istikbâle ümitle bakmasını da sağlayan tek tesellisi idi.
Bahtiyar Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe Hâtun, Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.[1]
Süveybe Hâtun, daha önce de Hz. Hamza’yı emzirmişti. Böylece, Resûl-i Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu.
Kendisine yapılan iyiliklerin en küçüğünü dahi unutmayacak ve onu karşılıksız bırakmayacak kadar büyük bir fazilet ve yüksek bir vefa duygusunun sahibi olan Fahr-i Âlem Efendimiz, zâtına bir müddet sütannelik yaptığı için Süveybe Hâtun’u hayatı boyunca unutmadı. Onu sık sık ziyaret eder, her gördüğünde kendisine bol ihsan, iltifat ve ikramda bulunurdu.
Evet, vefa Fahr-i Âlem Efendimizin dünya yüzüne getirdiği güzel ahlâkın temeli idi. Onun tertemiz, nezih hayatında vefasızlığı ihsas eden en ufak bir davranışa rastlanamaz.
Onun fazilet ve vefa duygusundan ders alan muhterem zevceleri Hatice-i Kübra da, evine sık sık gelip giden Süveybe Hâtun’u hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de, Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak Resûl-i Kibriya Efendimiz, Medine’ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe’yi kendiliğinden azat etti.[2]
Ebû Leheb, Peygamberimizin öz amcası idi. Sonraları Resûl-i Ekrem’in risâletini tasdik ve ikrar etmediği gibi, hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçmeyerek karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah’ın lânetine maruz kaldı ve cariyesi Süveybe Hâtun’un bir tırnağı kadar değer kazanamadı. Hatta Süveybe Hâtun sebebiyle ahirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu da anlatılmıştır.
Onu, ölümünden sonra rüyada görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryat edip duruyordu. Kendisine sordular: “Neden feryat ediyorsun? Neyin var?”
Ebû Leheb, “Neyim olacak? Susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sadece bir tek hayır buldum: Muhammed’i emziren Süveybe’yi azat ettiğim için, bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı” diyerek şehâdet parmağını gösterdi.[3]
Hadise, gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslam düşmanı, sadece onu emziren Süveybe Hâtun’u azat ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lûtfa mazhar oluyor ve cehennemde azabı bir nebze hafifletiliyordu. Demek ki sadece Sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenab-ı Hak, lûtfu ve keremi ile karşılıksız bırakmıyordu!
Bunun yanında, dünyada Kâinatın Efendisini kendilerine her hususta mutlak imam ve rehber kabul edip, sünnet-i seniyyesine ittiba etmekten şeref duyan gerçek mü’minlere, ebedî âlemde ne büyük ikram ve İlâhî ihsanların hazırlanmış olduğu düşünülsün!
Çocukları Sütanneye Verme Âdeti
Mekke’nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücutlarına yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine elverişli değildi. Çölde ise, hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mûtedil idi. Ayrıca çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü; asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.
İşte, buna binaen o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri, daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri ve ayrıca düzgün, aslına uygun Arapça öğrenip konuşabilmeleri için, Mekke’nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet haline getirmişlerdi. Çocuk iki üç sene, bazen daha fazla sütannenin yanında kalırdı.
Bu sebeple de, yaylalarda yaşayan birçok kabile, bilhassa Sa’d b. Bekr kabilesi kadınları, senede birkaç defa kafile halinde Mekke’ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.
Mekke civarındaki kabileler arasında Sa’d b. Bekr kabilesi, bilhassa şerefte, cömertlikte, mertlikte, tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta temâyüz etmiş ve ün kazanmış bir kabileydi. Bu yüzden, Kureyş ileri gelenleri, daha çok bu kabile kadınlarına çocuklarını teslim etmek isterlerdi.
Benî Bekir Kabilesi Kadınlarının Mekke’ye Gelişi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Süveybe Hâtun tarafından emziriliyordu.
O sırada, Sa’doğulları yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabile halkını yoksul ve perişan bırakmıştı. Öyle ki yiyecek bir şeyler bulmada bile zorluk çekiyorlardı. Develeri, koyunları zayıflamış ve sütleri kesilmişti.
Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekir kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mekke’ye oldukça kalabalık bir kafile halinde geldiler.
Gelen kadınların biri müstesna hepsi, kendilerine münasip birer çocuk buldular. Gariptir ki hiçbiri yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimizi almaya yanaşmadı. Çünkü pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı!
Mekke’ye geç giren, sadece bir kadın vardı. İffeti, temizliği, hilim ve hayâsı, yüksek ahlâk ve fazileti ile kabilesi arasında tanınmış bir kadın. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zayıf merkeplerine bindiklerinden, kafileden geride kalmıştı. Mekke’ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesna, diğerleri önde giden Bekroğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı.
Kocası Hâris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı ailelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı. Sadece işin zâhirî bir sebebi olan gecikmek yüzünden eli boş kalan, bir kendisi vardı.
Solgun ve üzgün bir çehre içine gömülü bu iffetli kadın, İlâhî Kader’in kendisi için çizmiş olduğu nezih programdan habersiz, Mekke sokaklarında münasip bir çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde çaresiz dolaşıyordu.
Bir ara, görünüşüyle etrafın hürmetini celbeden mûnis simalı yaşlı bir zâtla karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdülmuttalib’ti. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar:
Abdülmuttalib, “Sen neredensin?” diye sordu.
Kadın, “Benî Sa’d kabilesi kadınlarından...” cevabını verdi.
“Adın ne?”
“Halîme!”
Abdülmuttalib, “Ne güzel, ne güzel! Sa’d ve hilm, iki haslettir ki dünyanın hayrı da, ahiretin izzet ve şerefi de bunlardadır” dedikten sonra derin bir iç çekti; arkasından da Halîme’ye, “Ey Halîme! Yanımda yetim bir çocuk var. Onu Sa’doğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bâri, gel sen ona sütanneliği yap. Belki, onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin!” dedi.
Halîme, beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti. Ancak kocasına sormadan ve ondan izin almadan cevabını izhar etmek istemedi. Hemen kocasının yanına döndü. Olup bitenleri anlattıktan sonra, “Emzirecek çocuk bulamadım. Arkadaşlarım arasında eli boş dönmeyi de hoş görmüyorum. Vallahi, ben de gidip o yetimi (!) alacağım” dedi.
Kocası Hâris, fikrine iştirak etti: “Almanda bir beis yok. Belki de Allah, onun yüzünden bize bereket ve hayır ihsan eder.”[4]
Bunun üzerine, dönüp Abdülmuttalib’in yanına geldiler.
Abdülmuttalib, Halîme’yi alıp Sevgili Peygamberimizin nurlandırdığı Hz. Âmine’nin mütevazı evine götürdü.
Halîme, Efendimizin başucuna vardı.. Nur topu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu. Etraf misk gibi kokuyordu!
Halîme, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize, ânında içi ısınıverdi. Öylesine ki uyandırmaya bile gönlü râzı olmadı!
Artık hüzün ve ızdırap bulutu Halîme’yi terk etmişti. Sevincinden uçacak gibiydi. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir yavruyla karşı karşıya gelmek; ne büyük bahtiyarlıktı!
Halîme, fazla dayanamadı. Kâinatın Efendisinin başucuna iyice yaklaştı. Yorganın ucunu hafiften kaldırdı. Pamuktan yumuşak, kar gibi beyaz, gül gibi kokan ellerinden, mübarek alınlarından sevgi ve bir anne şefkatiyle öptü.
O anda, Peygamber Efendimiz de gözlerini açtı ve Halîme’nin bûsesine tatlı bir tebessümle cevap verdi. Anlaşmışlardı!
Biri, çocuk bulamamanın ızdırabıyla bitkin ve mahzun; diğeri, kadınlar tarafından reddedilen nur yetim! Kader, ikisinin de âlemini sevinçle doldurdu!
İlk Bereket
Artık nur topu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halîme’nin kucağındaydı.
Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhal sütle doldu. Sanki, her bir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden...
Halîme şaşırdı, kocası Hâris hayretler içinde kaldı.
Sağ meme Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona süt kardeşi olan Halîme’nin oğlu Abdullah’ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi, bundan böyle hep sağ memeyi emecektir!
Devenin Memeleri Sütle Doldu
Halîme, nur yetimi kucağından bir an bile indirmeye râzı değil. Hemen Abdülmuttalib ve Hz. Âmine ile vedalaşarak Mekke’den ayrıldılar.
Âmine’nin hüznüne gözyaşları da karıştı ve adeta bir bulut olup nur yavrusunun peşinden koştu.
Gece Hâris ailesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin, Haris develeri sağmaya koştu. Elini attığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halîme’ye seslendi: “Ey Halîme! Bil ki sen, çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın!”
Halîme, kocasını tasdik etti: “Vallahi, ben de öyle olmasını ümit ediyorum!”[5]
Mekke artık gerilerde kalmıştı.
Halîme dişi merkebinin üstünde, kucağında ise Kâinatın Efendisi vardı. Merkep, o zayıf, güçsüz ve arkadaşlarından geride kalan merkebe de ne oluyor? Bu ne sürat, bu ne hızlı yürüyüş! Sanki, gelişinde bindikleri merkep bu değildi.
Kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakınca, Halîme’nin yol arkadaşları şaşırdılar ve hayretler içinde sordular: “Ey Ebû Zueyb’in kızı! Yazıklar olsun sana! Bizi neden beklemiyorsun? Yoksa, bindiğin merkep, gelirken beraberindeki merkep değil mi?
Merkep aynı merkepti; bir farkla, şimdi üzerinde biri vardı: Kâinatın Efendisi. Onu taşımanın şerefi, o zayıf, nahif hayvanı da coşturmuştu!
Halîme, arkadaşlarına cevap verdi: “Hayır, vallahi merkep aynı merkep. Hatta ben onu sürmüyorum bile; kendi kendine böyle süratli gidiyor. Bunda bir gariplik var!”[6]
Ne yazık ki henüz kafiledekilerin hiçbiri, bu farklılığın nereden ve niçin geldiğini bulabilme basîretine sahip değildi.
Evet, bütün bu olup bitenler, nur yüzlü yavrunun, istikbâli bütün haşmetiyle kucaklayacağına birer açık işaretlerdi!
Moderatör tarafında düzenlendi: