MURATS44
Özel Üye
ÖZET
XVII. Yüzyıl başlarına gelinceye kadar Osmanlılar ile Safevîler arasında Doğu Anadolu ve Azerbaycan toprakları üzerinde uzun süre devam eden bir hakimiyet mücadelesi vardı. Bu mücadelenin çok çeşitli sebepleri zikredilebilir. Özellikle XVII. yüzyıl başlarına baktığımızda; Safevî Şahı I. Abbas’ın her geçen gün durumunu kuvvetlendirdiğini ve bu yüzden 1590’da Osmanlı Devleti ile yapılmış olan İstanbul Antlaşması’nı ihlal ederek Azerbaycan’a hakim olmak istediğini görmekteyiz. Öte yandan Anadolu’da Osmanlı yöneticilerine karşı, Celâli adı verilen eşkıya grupları tarafından çıkarılmış olan isyanlar ve Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü zaafın Safevîler tarafından fırsat bilinmesidir.
Osmanlılar ile Safevîler arasında XVII. yüzyılın ilk çeyreğinde meydana gelen kanlı savaşlar sonucu, iki önemli siyasi antlaşma yapılmıştır. Bunlardan ilki olan ve dönemin vezir-ia’zamının adı ile anılan “Nasuh Paşa Antlaşması (1612)” uzun sürmemiştir. Doğu’da Osmanlı kuvvetleri ile Safevî kuvvetleri arasında yeniden bazı çarpışmalar olmuştur. Osmanlı kuvvetlerinin kararlılığı ve siyasi otoritelerin girişimleri ile “Serav Antlaşması (1618)” yapılmıştır. Böylece Safevîlere karşı, Doğu Anadolu ve Azerbaycan topraklarının güvenliği sağlanmaya çalışılmıştır.
NOT
ABSTRACTS
There was a struggle between the Ottoman and Safevids for sovereignty on Eastern Anatolia and Azerbaijan till the beginning of the 17[SUP]th[/SUP] century. One reason, among several others, was that Abbas I, the Safevids Shah, had strengthened his conditions day by day and wanted to rule Azerbaijan breaking the agreement, called İstanbul Pact, arranged with Ottoman State in 1590. In addition, there were bandits rebelling to the Ottoman administrators and, as a result, weakening the Ottoman State, which was thought to be an opportunity for the Safevids.
Ottomans and Safevids made two significant political agreements after the bloody battles they had in the first quarter of 17[SUP]th[/SUP] century. The first one, named Nasuh Pasha Pact (1612), did not last long, and they had a war again in the east. With the decisiveness of the Ottoman forces and the initiatives of the political authorities, another agreement, called Serav Pact (1618), was made. In this way, Ottoman State tried to promote the safety of Eastern Anatolia and Azerbaijan against Safevids.
There was a struggle between the Ottoman and Safevids for sovereignty on Eastern Anatolia and Azerbaijan till the beginning of the 17[SUP]th[/SUP] century. One reason, among several others, was that Abbas I, the Safevids Shah, had strengthened his conditions day by day and wanted to rule Azerbaijan breaking the agreement, called İstanbul Pact, arranged with Ottoman State in 1590. In addition, there were bandits rebelling to the Ottoman administrators and, as a result, weakening the Ottoman State, which was thought to be an opportunity for the Safevids.
Ottomans and Safevids made two significant political agreements after the bloody battles they had in the first quarter of 17[SUP]th[/SUP] century. The first one, named Nasuh Pasha Pact (1612), did not last long, and they had a war again in the east. With the decisiveness of the Ottoman forces and the initiatives of the political authorities, another agreement, called Serav Pact (1618), was made. In this way, Ottoman State tried to promote the safety of Eastern Anatolia and Azerbaijan against Safevids.
GİRİŞ:
XVII. Yüzyıl başlarına baktığımızda Osmanlı Devleti padişahlık tahtında on dört-on beş yaşlarında bir çocuk oturmaktaydı. Ancak, Osmanlı Padişahı I. Ahmed’in (1603-1617) etrafında elbette tecrübeli devlet adamları, vezirler ve paşalar bulunuyordu. Osmanlı orduları Batı’da Avusturya cephesinde Doğu’da İran-Azerbaycan cephesinde uzun yıllardan beri savaşmaktan perişan olmuştu. Anadolu’da ise, yer yer “Celâli isyanları” olarak bilinen, eşkıyalık ve zorbalık yapan kitleler, idarecileri hayli meşgul etmekteydi.
İran topraklarında ise, Safevî hanedanlığı her geçen gün güçlenerek hakimiyetini artırıyordu. Safevîler, Osmanlı Devleti ile Azerbaycan ve Irak toprakları üzerinde hakimiyet mücadelesi yapıyordu. Safevî Şahı I. Abbas (1587-1629) tecrübesine ve liderlik şahsiyetine güvenerek, Osmanlı tahtına da bir çocuğun geçmiş olmasını fırsat bilerek, Doğu’da Osmanlı Devleti’ne karşı devamlı gaileler çıkarmaktaydı.
İran cephesi Serdârı Cağal-zâde Sinan Paşa’nın, Safevî Şahı I. Abbas’a mağlubiyeti ve 1605’de ölümü hadisesi, Osmanlı Devleti’nin Doğu cephesini hayli perişan etmiştir. Osmanlı askerinin çoğunlukla cephelerde savaşmakta olduğundan fırsat bularak, Anadolu’da dört yeni eşkıyâ reisi türemişti. Bunlardan en önemlisi Uzun Halil, Orta Anadolu’da, Kalenderoğlu Mehmed Ağa, Kara Saîd ve Saçlı adlarındaki diğerleri de Aydın-Saruhan taraflarında eşkıyalık yapıyorlardı.
Taşradaki idarecilerin halk üzerindeki baskıları artmış, Anadolu’da geniş çaplı eşkıyalık hareketleri başlamıştı. Celâli adı verilen gruplar özellikle İran harpleri sırasında Anadolu’da büyük karışıklığa sebep oluyorlardı. 1595-1610 yılları, tam bir iç kargaşanın yaşandığı devreyi teşkil etmiştir. Anadolu bu dönemlerde adeta yangın yerine döndü. Köyler boşaldı, “büyük kaçgunluk” yaşandı. Bu gruplar bilhassa 1607-1610 döneminde şiddetle tenkil edildiler.
Halep Valisi Nasuh Paşa ve Anadolu Beylerbeyisi Ali Paşa, Anadolu’da ortaya çıkan eşkıyaları etkisiz hale getirmek üzere görevlendirilmişlerdi. Fakat, Bolvadin yakınlarında cereyan eden çarpışmada, Celâliler tarafından bozguna uğrayarak yenilmişlerdir. Nihayet Nasuh Paşa, İstanbul’a gelerek, Padişah I. Ahmed’in huzuruna çıkmış; “feryatçılığa geldiğini” arz ederek, Padişah’dan bizzat Anadolu’ya gitmesini istemiştir. Bunun üzerine Sultan I. Ahmed Han, Bursa’ya kadar gelmiş, Osmanlı padişahlarının türbelerini ziyaret etmiştir. Bursa’dan Vezir-ia’zam’a bir mektup yazılarak, İran cephesi Serdârlığı’nı uhdesine almak üzere gelmesi istenmiştir.
İran işleri için İstanbul’a davet edilen Lala Mehmed Paşa, hükümet merkezine gelmiş ve Padişah’a Avusturya cephesi hakkında bilgiler vermiştir. Vezir-ia’zam önce Avusturya ile barış yapılmasını, Batı hudutlarında işlerin halledilmesini, sonra büyük bir kuvvetle İran’a dönülmesinin daha münasip olacağını söylemiştir. Fakat bu sırada Kaptan-ı Deryâ olan ve Padişah’ın dikkatini çekip itimâdını kazanan Derviş Mehmed Paşa, Anadolu ile İran ahvâlinin tehlike arz ettiğini ve bu sebeple “Vezir-ia’zam Serdâr olmadıkça bu işin bitmeyeceğini” Padişah’a bildirdi. Bunun üzerine Vezir-ia’zâm’nın İran seferine çıkması bir hattı-hümâyûn ile kendisine bildirildi.
Lala Mehmed Paşa, arz için huzura girdiği zaman Padişah; “Acem’e Serdâr olub gitmek lazım gelmişdür” dedi. Lala Mehmed Paşa, Acem seferi için Serdâr olarak Üsküdar’a çadır kurmuş ve hazırlıklar başlamıştı. Fakat kendisi, “Avusturya ile barış yapılmalı ve ondan sonra İran seferine gidilmelidir” görüşünü taşıyordu. Lala Mehmed Paşa, İran seferine çıkmadan hastalanarak vefat etmiştir. 21 Haziran 1606 tarihinde Eyüp’te defnedilmiştir. Lala Mehmed Paşa’nın Derviş Mehmed Paşa tarafından zehirletildiği de söylenmektedir.
Başarılı bir devlet adamı olan Lala Mehmed Paşa’nın yerine Kaptan-ı Deryâ Derviş Paşa, vezir-ia’zam tayin edilmiştir. Herkes yeni Vezir-ia’zam’ın hemen İran seferine çıkacağını beklerken, birkaç gün sonra “Huzûr-ı Hümâyûn”da divân toplanmıştır. Bu defa vezir-ia’zam hazırlıkların tamamlanıp, gelecek yıl hareket edilmesinin uygun olacağını söylemiştir. Şeyhü’l-İslâm Sun’ullah Efendi; “Padişahım, sefer ilan edilmiş, otağ karşıya kurulmuş, akşama sabaha askerin çıkmasına yâr u ağyâr intizâr iderken, seferin te’hiri münâsüb olamaz zannederim, bâri serdâr Haleb’e kadar varub orada kışlasun. Orada zâhire tedâriki kolay olduğu gibi, serhadde dahi oradan kolay ve çabuk varılmış olur”, dedi. Padişah “Haleb’e varmaktaki menfaati”sordu. Şeyhü’l-İslâm; “Faide budur ki, Osmanlı sancağı yok yere Üsküdar’a dikilmiş olamaz. Naklolunan çadırlar ve ağırlıklar, dost ve düşmana karşı geri döndürülmüş olamaz. Nitekim ceddiniz merhum Sultan Süleyman Han, Nahçıvan Seferi’nde Haleb’de kışlayub, evvel baharda şarka gitmiş idi. Bugün dahi öyle yapılsa maslahata muvâfık olur” dedi. Bunun üzerine Padişah, Ferhat Paşa’nın bir miktar asker ile şimdiden hareket etmesini emretmiştir.
İran seferi için “deli” adıyla anılan Ferhat Paşa gönderilmiştir. Bostancılıktan yetişen Ferhat Paşa, Bursa’ya doğru yolda iken askeri zaptedememiş ve bazı nâhoş gelişmeler üzerine “Serdârlık”tan alınmış ve Deli Ferhat Paşa üzüntüsünden Konya’da vefât etmiştir. Anlaşılan odur ki, olumsuzluklar âdetâ üst üste gelmiştir. Azerbaycan, Gürcistan cephesinin en zor anında, Osmanlı Hükümeti henüz İran’a bir Serdâr ve Ordu gönderememiştir. İran seferi için görevlendirilen bir nice devlet adamı, ya bir bahane ile sefere çıkmamakta, ya da bir şeyler olup vefât etmektedir.
NASUH PAŞA BARIŞ ANTLAŞMASI ÖNCESİ GELİŞMELER:
Osmanlı Devleti, artık Şah I. Abbas ile uğraşacak gücü kendisinde görememektedir. Çünkü Şah I. Abbas, oldukça tecrübeli bir siyaset ve devlet adamı olmuş, ordusunu yeniden teçhiz ederek, modern bir şekilde donatmıştır. Osmanlı kuvvetleri ile belki yıllardan beri hesaplaşmayı bekliyordu. Avusturya savaşları ve Celâli isyanları, Şah I. Abbas’a beklenen fırsatı doğurmuştur, diyebiliriz.
1606 yılından sonra, Murad Paşa’nın serdârlık berâtından anlaşıldığına göre, İstanbul’dan “şark cânibi serdârlığı’na tayin olunan paşalar, Azerbaycan’ı işgal eden Safevî Şahı I. Abbas’ı mağlup edemezler ise, istediği takdirde barış antlaşması yapılması için görevli ve yetkili kılınmışlardır”. Dolayısıyla artık Anadolu ve Doğu Anadolu’ya gönderilen Osmanlı Serdârları, Celâlî eşkıyalarını ıslâh etmek için uğraşmak zorunda kalmışlardır.
Öte yandan Halep’te Canbolatoğulları isyânı genişlerken, nihayet Avusturya ile on üç yıl süren savaşlardan sonra 10 Recep 1015/11 Kasım 1606’da Zitvatoruk Barış Antlaşması yapılmıştır. Bu sırada Osmanlı Devleti, Celâli isyanları ve İran cephesiyle meşgul bulunduğundan, Avrupa’da düşmanlığı kesecek bir barışa taraftar olmuştur. Zitvatoruk Antlaşması’nın imzalanmasından bir ay kadar sonra “gayet zâlim ve kötü tabiatlı” bir adam olan vezir-ia’zam Derviş Mehmed Paşa, hakkında yapılan pek çok şikayetler sebebi ile idam edilmiştir.
Cağal-zâde Sinan Paşa’nın İran seferi iki ciddî ve tehlikeli netice doğurmuştur. Anadolu’nun dirliğinin ve birliğinin bozulması, diğeri de İran’dan fethedilmişken, tekrar kaybedilen ülkelerin Şah I. Abbas eline geçmesidir. Cağal-zâde Sinan Paşa, Celâli gruplarının önde gelenlerini affetmiş, bunları önemli askerî görevlere getirmişti. 1605’de yapılan Tebriz seferinde, Celâlilerin dahi hayli bir kısmı zayiata uğramasına rağmen, bunlar devletin içine düştüğü zaafı yakından görmüşlerdi.
Celâli liderleri, Suriye ve İran hududundan İstanbul’a kadar Asya Türkiye’sinin hâkimiyetini ellerine almışlardı. Anadolu ve Kuzey Suriye bir isyân sahnesine bürünmüştü. Osmanlı Devleti’ne karşı, Saruhan taraflarında Kalenderoğlu, Aydın havalisinde Türk Yusuf Paşa, Silifke’de Muslu Çavuş, Kırşehir’de Meymun ve Halep’te meşhur Canbolatoğlu Ali Paşa gibi şahsiyetler isyan bayrağını açmışlardı. Kuyucu Murad Paşa’nın serdârlığı işte bunlara bağlı olan ikinci derecedeki âsileri tesir altına alarak, Anadolu’yu yatıştırmak ve tekrar Osmanlı idaresine almak içindir. Serdâr Murad Paşa’nın ilk hedefi Canbolatoğlu Ali’nin merkezi Halep olmuştur.
19 Safer 1016/15 Haziran 1607 tarihinde Kuyucu Murad Paşa Üsküdar’a geçmişti. Vezir-ia’zam ve Serdâr olan Murad Paşa, 2 Temmuz 1607’de Canbolatoğlu Ali’nin bulunduğu Halep istikâmetinde, bir kısım asileri de etkisiz hale getirerek yola çıkmıştır. Konya, Karaman ve Ereğli konaklarında önemli tedbirler almıştır. Osmanlı kaynakları, Kuyucu Murad’ın Celâli olarak nitelenen Türkmenlerden bir çoğunu katlettirdiğini zikrederler. Canbolatoğlu Ali’nin adamlarından olan Cemşid adlı biri Konya-Adana yolu üzerinde hâkimiyet ve soygun ile meşgul oluyordu. Halep’te Canbolatoğlu Ali, Lübnan’da Dürzî Şeyhi Maanoğlu Fahreddin Osmanlı Devleti’ne isyan etmişlerdi. Ali Paşa, Dürzi Şeyhi ile kuvvetlerini birleştirmiş, Adana ile Halep arasındaki Oruç Ovası’nda Murad Paşa emrindeki Osmanlı kuvvetleri ile 23 Ekim 1607’de çarpışmışlardır. Asiler mağlup edilmiş, II. Selim devrinden beri Canbolatoğlu ailesinin ocaklığı olan Kilis ele geçirilmiştir. Canbolatoğlu önce Eskişehir’e sonra Belgrat’a kaçmış, orada yakalanıp öldürülmüştür.
Kuyucu Murat Paşa, diğer asileri de bir bir mağlup ederken, Osmanlı-Safevî münasebetleri, Osmanlılar aleyhine bir vaziyet almıştır. Bu sıralarda Celâli hadiseleriyle uğraşmak zorunda kalan Osmanlı kuvvetleri, serhatteki bir çok kalenin Şah I. Abbas eline geçmesine mani olamamışlardır. Osmanlı Hükümeti, İran seferine bilfiil beş yıl kadar Serdâr gönderememiş olmakla, Safevîler istedikleri gibi hareket imkanı bulmuşlardır. Osmanlılar kendi hâkimiyetlerinde iken, Safevîler tarafından ele geçirilen şehir ve kalelerin durumunu olduğu gibi kabullenmek durumunda kalmışlardır. Serdar Murat Paşa, İran üzerine yürümek yerine, isyanları bahane ederek Anadolu’da pek çok Türkmeni katletmeyi yeğlemiştir.
Celâli gruplarının liderleri, Safevîler ile irtibatlı mı? Onların tahrikleriyle mi hareket ediyorlar? gibi sorulara ise, aralarında böyle bir bağın olmadığını, kendi başlarına hareket ettiklerini, hatta toparlandıkları takdirde Safevîler ile de savaş etmek, bazı şehirleri onlardan almak arzusunda olduklarını görmekteyiz. Celâli grupları devletin içine düştüğü zaaftan, istikrarsızlıktan yararlanarak ortaya çıkmışlardır. Bazı isteklerini merkezi hükümete kabul ettirdiklerini de görüyoruz. Hatta bazı âsi liderlere sancak beyliği ve beylerbeyilik verilerek devlet hizmetine alınmışlardır. Suriye ve Lübnan bölgelerinde çıkan Canbolatoğlu ve Maanoğlu isyanları ise doğrudan istiklâl mücadelesi kılığına bürünmüştü.
Cağal-zâde’nin mağlubiyeti ile sonuçlanan Tebriz seferini takip eden iki yıl içerisinde Osmanlıların elinde iken; Azerbaycan, Şirvân ve Gürcistan ülkeleri ve buradaki önemli şehir ve kaleler Safevî kuvvetlerinin eline geçmiştir. Safevî Ordusu 1606 yılında Gence şehrini kuşatmıştır. Horasan topçuları, savunmacı Osmanlı askerleri üzerine göz açtırmaksızın bombardımanda bulunmuşlardı. Lağamcılar iki ayda burçların altını boşaltmışlar, Osmanlı kale muhafızları Gence’yi kahramanca savunmuşlardı. Nihayet, Gence Beylerbeyisi Mehmed Paşa, eman dilemiş, 4 Temmuz 1606’da kale muhafızı iki bin beş yüz kişi ile katl-iâma maruz kalmıştır. Gence muhafızlarının katl-iâmı, Safevîlere; Tiflis, Lori ve Tomanis’in savunmadan teslim olmasını sağlamıştır. Safevî Şahı I. Abbas, Şirvân Beylerbeyisi Ahmed Paşa’nın teslim teklifini kabul etmemesi üzerine 9 Ocak 1607’de Şemahı’yı kuşatmıştır. Uzun süren bir mücadeleden sonra 25 Haziran’da Şemahı şehrini zorla ele geçirmiştir.
Vezir-ia’zam Murad Paşa’nın 15 Haziran 1607’de, Serdâr olarak Üsküdar’a geçişinden itibaren 29 Nisan 1610’da İran seferine çıkışına kadar olan süre, Celâli taifelerinin şiddetle etkisiz hale getirildiği dönemdir. Vezir-iâ’zam Murad Paşa, Şubat 1609’da Celâli grupları üzerine, son seferini yapmak için Üsküdar’a geçmeden önce, Rumlu Şemsüddin Ağa ile gelen Şah I. Abbas’ın mektubuna verdiği cevapta; “güvenilir elçileri gelirse barışın tesisine vâsıta olacağını, aksi taktirde baharda sefere çıkacağını” bildirmiştir.
5 Safer 1019/29 Nisan 1610 tarihinde İran seferine Serdâr olarak çıkan Murad Paşa, Tebriz’e kadar gitmiştir. Serdâr Murad Paşa, Safevî hudutlarına gelinceye kadar, İran cephesi beş yıl kumandansız kalmıştı. Serdâr Murad Paşa, Safevîler’e karşı yaptığı barış teklifini hızlandırmak için, Erzurum’dan Kars, Çaldıran, Hoy ve Selmas yoluyla Tebriz’de bulunan Şah I. Abbas üzerine yürümüştür.
Serdâr Murad Paşa, III. Murad (1574-1595) devrinde Osmanlılar eline geçmiş olan ve 1590’da yapılan İstanbul Antlaşması ile Osmanlı hâkimiyetinde kalan; Gence, Şeki, Lori, Tomanis, Tiflis, Demirkapı, Bakü, Şemahı, Revân, Tebriz, Nahçıvan, Karabağ gibi şehirlerin ve kalelerin, tekrar Osmanlılara verilmesini aksi taktirde savaşacaklarını belirtmiştir. Ancak buralar tamamen Safevî kuvvetlerinin eline geçmiş yerler idi. Gürcü beylerinin çoğu da Şah I. Abbas’ın nüfuzuna girmiş bulunuyorlardı. Vezir-ia’zam Murad Paşa, bu duruma karşı çıkmaktadır. Şah I. Abbas’ta Anadolu’da Celâlilerin etkisin kırıldığı ve Avusturya ile imzalanan Zitvatoruk Antlaşması’ndan sonra Osmanlı Ordusu ile çarpışmak istememektedir.
Vezir-ia’zam Murad Paşa’nın İran seferine gidişi; “Şark diyârına me’mur olmağla Üsküdar’a ubûr eyledi. Tebriz’e vusûl buldukda Şah Abbas Kûh-ı Sürhab’a firâr ve tahassün istemeğin birkaç defa Serdar-ı ekrem ânı cenge da’vet ve gayrete getürecek sözler tahrir ve irsâl eyledi. Lâkin Şah Abbas ber vechile ol kelimâta vûcud virüb cenge gelmedi, şitâ eyyâm-ı dahi garib irüşmegle Amid tarafına rücû olunub anda kışlandı”.
Safevîleri yıldırarak, savaş yapmadan muzaffer olmak isteyen Murad Paşa, Şah I. Abbas’a Hayreddin Çavuş ile gönderdiği mektupla; “III. Murad devri fütûhâtının Türkiye’ye iâdesi şartıyla sulh teklif etmişse de”, Osmanlı Ordusu Erzurum’a geldiği vakit, Osmanlı elçisiyle beraber gelen Şemsüddîn Ağa ismindeki Safevî elçisinin getirdiği cevapta; “son fütûhâtın iâdesi reddedilerek Kanunî Sultan Süleyman devrindeki Amasya Sulhü’nün (1555) esas olması” istenilmiştir.
Osmanlı Ordusu, Kars’a geldiği zaman Kuyucu Murad Paşa, bir mektup daha yazarak, Şah I. Abbas’a barış hakkındaki samimiyeti göstermesi için Padişah’a hediyeler göndermesini bildirdi. Murad Paşa, ayrıca Padişah’ın adına hutbe okunan yerlerden el çekilmesi ve özür dilenmesi şartıyla, barış için aracılık edebileceğini belirtti. Bunun üzerine Şah I. Abbas bin sekiz yüz miskal anberî ihtivâ eden yirmi bir kilo ağırlığında som altından bir çekmece göndermiştir. Vezîr-iâ’zam ileri harekâta devamla, Çaldıran, Hoy, Selmas üzerinden Tebriz’e ulaştı. Şah Abbas buraları boşaltarak geri çekilmiştir. Hatta Tebriz’i dahi boşaltmış, Osmanlı Ordusu çarpışma olmaksızın serbestçe gelmiştir.
16 Kasım 1610’da Tebriz’in Kuzeyinden geçen Acı-çay boyunda iki tarafın kuvvetleri de beş gün karşı karşıya kalıp birbirini gözetlemekle vakit geçirmiştir. Şah I. Abbas, Sürhâb tepesinde karargâh kurmuş iken, Serdar Murad Paşa burada tekrar elçi gönderip, son fütûhâtın iadesi şartıyla bir kez daha barış teklif etmişse de, verilen cevapta şartların değişmediği, dolayısıyla Amasya Barışı’nın esas olmasında ısrar etmişlerdir. Bu sırada Osmanlı Ordusu birdenbire çekilmeye başlamıştır. Bu garip hareketin sebebi olarak; orduda baş gösteren iaşe sıkıntısı ve Şah I. Abbas’ın gizli barış teklifi, gösterilir. Şah’ın bu teklifi gizli tutmasına sebep, ümerâsının itirâzından çekinmesiyle açıklanmaktadır. Teklifin esası; Safevîlerin son olarak ele geçirdikleri yerler kendilerde kalmak şartıyla, bu ülkelerin gelirlerinin haraç şeklinde her sene Osmanlılara verilmesidir. Şah I. Abbas bu miktarı da tayin edip, iki yüz ipek yükü olarak takdir etmiştir. Serdar Murad Paşa, Şah I. Abbas’ın bu gizli teklifini kabul ederek çekilme kararı almıştır.
Burada karşılıklı olarak, hem Serdâr Murad Paşa, hem de Şah I. Abbas, ellerindeki esirleri barışa giden yolda birer jest olsun diye, serbest bırakmışlardır. Bahar’da tekrar sefere çıkma düşüncesi veya barışın neticelenmesi için Diyarbakır’da Cülek Sahrası’nda karargâhını kuran Murad Paşa, 5 Ağustos 1611’de doksan yaşını aşmış olarak ansızın ölmüştür. Diyarbakır Beylerbeyisi Nasuh Paşa tarafından zehirletilerek öldürüldüğü rivayeti de vardır. Murad Paşa’dan sonra Diyarbakır Beylerbeyisi Nasuh Paşa, Vezir-iâ’zam ve Serdâr-ı ekrem, aynı zamanda İran barışına me’mur tayin edilmiştir. Nasuh Paşa’ya 22 Ağustos 1611’de İstanbul’dan “Mühr-ü Hûmâyûn ve serdârlık fermanı” gönderilmiştir.
Yeni Vezir-iâ’zâm Nasuh Paşa, barış isteklerini yenileyen, Şah I. Abbas’ın elçilerini büyük bir törenle karşılamıştır. İran elçileri; Kadıasker Kadı-Han başkanlığında İsfahan ve Kazvin kadıları Muizzî İsfahânî ve Hüseynî Yezdî gibi önemli şahsiyetlerden oluşmaktaydı. Vezir-iâ’zam Nasuh Paşa, Şah I. Abbas’ın mektuplarıyla hediyelerini Diyarbakır’da kabul etmiştir.
Nasuh Paşa, İran elçilik heyetiyle bizzat İstanbul’a gelmiştir. İran elçileri, 1 Şaban 1021/27 Eylül 1612 tarihinde İstanbul’a ulaşmışlardı. 17 Ekim’de Divân-ı Hümâyûn’a kabul edilmişler, getirdikleri mektupları ve hediyeleri Sultan I. Ahmed’e takdim etmişlerdir. Elçiler iki yüz yük tutan ipek haracı da beraber getirmişlerdi. Bunun yarısı altın ve gümüş sırmalı ipek kumaşlardan oluşmaktaydı. İran elçisi Kadı-Han Osmanlı ihtişâmının etkisinde kalarak, “Padişahum, Şah Abbas senün kulundur”, sözünden başka bir şey söyleyememiştir. Bundan sonra Safevîler ile İstanbul’da barış yapılmıştır.
Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasında, Kuyucu Murad Paşa’nın hazırladığı esaslar çerçevesinde, Nasuh Paşa vezir-iâ’zam olduktan sonra, kabul edilen barış antlaşması şartları, Padişah I. Ahmed Han adına, Hoca Saadeddin Efendi’nin oğlu Şeyhü’l-İslâm Mehmed Efendi tarafından “Evâhir-i Ramazan 1021/20 Kasım 1612 tarihini taşıyan ahidnâme” tespit olunmuştur.
NASUH PAŞA BARIŞ ANTLAŞMASI’NIN ŞARTLARI: (1612)
1-Safevîler her yıl Osmanlı Padişahı’na iki yüz yük ipek haraç vereceklerdir.
2-Kanunî Sultan Süleyman zamanında Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasında Amasya Barış Antlaşması (1555) ile belirlenen sınırlar geçerli olacaktır.
3-Bilfiil Osmanlı hâkimiyetinde kalan yerler Osmanlılar’da kalacaktır.
4- Irak hududundaki asi beylere, Şehrizor eyaletini istilâ eden Hilev Han’a ve Seyyid Mübarek’e Safevîler tarafından yardım edilmeyecektir.
5- Şemhal ve Dağıstan hâkimleri üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti devam edecektir.
6- Osmanlıların, Ruslara karşı yapacakları her hangi bir seferde Safevîler, Osmanlılara yadım edecekler, engel olmayacaklardır.
7- İranlı Hacılar, Bağdat ve Basra yoluyla değil Halep-Şam üzerinden hacca gidip geleceklerdir.
8- İran’da Şiîler “ashâb-ı kirâma sebb-ü şetm” etmeyeceklerdir.
9- Kanunî sultan Süleyman zamanında tespit edilen hudutlar dairesinde, Osmanlı-Safevî hudutlarını tayin için Türkiye tarafını, Bağdat Beylerbeyisi Mahmud Paşa ve Van Beylerbeyisi Mehmed Paşa temsil edeceklerdir.
Safevî Şahı I. Abbas’ın elçileri tekrar huzura kabul edilip, dönüşlerine müsaade edilmiştir. Erzurum Beylerbeyiliği’ne verilen Hasan Paşa ve İncili Mustafa Çavuş’un refâkatinde İran elçileri Kasım 1612’de İstanbul’dan uğurlanmışlardır. Nasuh Paşa Antlaşması’nın bazı maddeleri şöylece ifade edilmiştir: “…Şol şartla ki, ecdâd dâd-ı i’tiyâdımız sulh nâmelerinde derc olunduğu üzere… ahâdis-i Hâteme’n-Nebiyyîn olan ashâb-ı güzîn ve eimme-i müçtehidîn … Ve Ümmü’l-mü’minîn sıddıka-i kübrâ… anhâ ve ebîhâ haklarında şetm ve lâin ve kazf ve ta’n olunmayub… Ceddiniz Şah Tahmasb’ın ta’yin ve teahhûd eylediği üslûb üzere teberrâ resmî meslûb… Ve anda bulunan Ehl-i Sünnet ve cemâata sebb-i kabîh telkin olunmaya ve ricâl ve nisâ Ehl-i Sünnetten irâdâtıyla bu taraflara azimet idenlere ruhsât virulûb men’ ve def’ ile sureti uhrâya tasvir olunmaya. Bilfiil dest-i tasarrufu bendegân-ı âsitâne-i devlet nişânımızda olan kal’a ve behâa ve memâlik ve mesâlik bâ intifâa bi vech-i mine’l-vücûh taarruz olunmayûb ılliyyîn-i âşiyân-ı Sultan Süleyman Han cennet mekan zemanı yümni iktirânında kesilen sınûr ve nişân-ı tarafeyn… Cânibeynin resmi üzere kesilûb Eyâlet-i Dâru’s-Selâm’a tâbi ve kârib olub bendegân-ı âsitânemiz a’dadından ta’dad olunan Sincâr’ın oğlu Mübarek elinde olan cümle memâlik ve mâabed ve mesâlik ve mesâcidine tabi-î Bağdad olub ol âsinin tâdisi bi iznihi Subhânehû Tealâ kuvve-i kâhiremizle ol emâkinden ref’ olunacağından a’nın himâyesinden el çekûb muavenet için leşker çekülmeye… ve Şehrizor eyâletinin muazzam beldânına istilâ destini dirâz ve bâb-ı isyânı bâz iden Hilev Han’dan ol memâlik istihlâs olundukda mûmânâtınız olmayub yine üslûbû sâbık üzere ol vilâyet memâlik-î meymenet ayetimiz a’dâdından mahsub olmağla ondan dahi imdâdınız meslûb olâ. Ve vilâyetinizden irade-i hacc-ı şerif ile gelen hâcîyan rah-ı Haleb ve Şam’dan revân olub emnû emân üzere olmayan Bağdad ve Basra yollarından ubûr ve vâdîlerden mürur olunmayûb tarik-i kâdîm ve Şahrâh-ı müstakîmden emn ü selâmet üzere varub geleler. Ve kadimden âsitâne-i râsitân nüvâzımız bendegân-ı adâdından ma’dud olan sadakât nişân Şemhal Han ve sâir hükkemân Dağıstan yine a’dâd-ı îbâd sadâkât-ı î’tiyâdımız zümresinden ta’dâd olub memleketlerine ve kendûlerine ki zend û ziyân irişdürilmeye.”
“… Bu üslûb üzere kat’ı hudûd ve men’i sudûd içün pâşiyân-ı serhadden dûstur-u mükerrem hâfız-ı eyâlet-i Bağdad olan Mahmud Paşa ve emîr-i ümerâ-i kirâm-ı olan Mehmed Paşa tarafından adam ta’yin olunub her biri kâbili itimâd olan…”[27]. Bu antlaşma ile 1603 yılından bu tarafa Osmanlılar ile Safevîler arasında dokuz yıldır süren savaşa son verilmiştir. Şah I. Abbas bir bakıma dedesi Şah Tahmasb (1524-1576) zamanındaki sınırlara kadar ülkesini genişletmişti. Osmanlı kuvvetleri ise, uzun süren savaşlar dolayısıyla adetâ bıktıkları İran seferlerinden kurtulmuş oluyorlardı. Ancak, Nasuh Paşa Barışı veya İkinci İstanbul Barış Antlaşması uzun sürmemiştir. Şah I. Abbas’ın kısa bir süre sonra, bir takım olumsuz tavırlar içine girmiş olduğunu, bu yüzden barışın tehlikeye girdiğini ifade edebiliriz.
NASUH PAŞA BARIŞ ANTLAŞMASI SONRAS OSMANLI-SAFEVİ GELİŞMELERİ:
Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasında 1612 yılında imzalanan Nasuh Paşa Barış Antlaşması üç yıl kadar sürmüştür. Bir müddet sonra tekrar Osmanlı-Safevî gerginliği ortaya çıkmıştır. Barışın zahiren bozulmasına sebep olarak; sınır-hudut tâyini meselesi ve Şah I. Abbas’ın Osmanlılara taahhüt ettiği yıllık iki yüz yük ipeği göndermemesi belirtilmektedir.
Osmanlı-Safevî hudutlarını Kanuni Sultan Süleyman devrinde olduğu gibi belirlemeyi kabul etmiş olmalarına rağmen, İran murahhası ve Revân hâkimi Emir Gûne Han 1023/1614 yılında, Van Beylerbeyisi ile birlikte tesbit ettiği sınır-nâme de, Ahıska’nın Kanunî devrinde Safevî tasarrufunda olduğunu ileri sürerek anlaşmazlık çıkarmıştır. Bunun üzerine Osmanlı Hükümeti, Safevî elçisi Kadı-Han’la yapılan müzakere ve verilen kararlara uymayan bu tür davranışların barışı bozacağını bildirmiştir.
İran’a elçilik heyetine refakat amacıyla gönderilen İncili Mustafa Çavuş iki yılı aşkın zamandır Şah I. Abbas tarafından tutuklanmış ve gönderilmemiş olduğu gibi, Şah Abbas “Men haraca mı kesilsem gerek” diyerek yıllık iki yüz ipeği 1612’den sonra bir daha göndermemişti. Bunun üzerine, 22 Mayıs 1615 tarihinde, Vezir-iâ’zam Serdâr Kara Mehmed Paşa, İran seferine çıkmak üzere Üsküdar’a geçmiştir. İstanbul’da “Sadâret Kaymakamlığı”na ise Gürcü Mehmed Paşa tayin edilmiştir.
Şah Abbas’ın ipek yüklerini göndermemiş olmasının sebebi, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki savaşları dolayısıyla, Alman İmparatoru ile İran Şahı’nın anlaşmış olmalarından kaynaklanmaktadır. Vezir-ia’zam Mehmed Paşa’nın emrinde yüz bin kişilik bir Osmanlı Ordusu vardı. Haziran 1615’de Serdâr Mehmed Paşa İran üzerine yürüyüp, kışlamak üzere Halep’e çekilmiştir. Şah Abbas Osmanlı Ordusu’nun sefere çıktığını haber alınca, yeni bir savaşın önünü almak için, Kasım Bey isminde bir elçi ve Osmanlı elçisi İncili Mustafa Çavuş’u da beraberinde bir yıllık ipek haracı ile göndermiştir.
Osmanlı elçisi İncili Mustafa Çavuş’un gelmesi sevindirici olmakla beraber, Şah I. Abbas’ın İran elçisi ile sadece bir yıllık ipek vergisini göndermesi, Safevîlerin muahedeye riayet etmeyeceklerini gösterdiğinden ve Osmanlı Ordusu İran seferine çıkmış olduğundan, geri döndürülmemiş ve İran elçisi Kasım Bey Yedikule’ye hapsedilmiştir.
Serdâr Kara Mehmed Paşa, 18 Nisan 1616 tarihinde Halep’ten hareket ederek, 5 Haziran’da Kars’a gelmiştir. İran seferinin hedefi Revân şehrini ve Kalesi’ni Safevîlerden almaktır. Serdâr Mehmed Paşa’ya yolda Rumeli Beylerbeyisi Davud Paşa, Diyarbakır Beylerbeyisi Dilâver Paşa ile Van Beylerbeyisi Tekeli Mehmed Paşa’da katılmışlardır. Serdâr, Kürt Beyi Seyyid Han’ı Nahçıvan üzerine, Diyarbakır ve Van beylerbeyilerini kuvvetleriyle Revân üzerine önden gönderip, bir hafta çalışarak mevkiileri tamir ettirip, Revân üzerine yürümüştür.
11 Eylül 1616’da Kara Mehmed Paşa, Revân’ı kuşatma altına almıştır. On iki yılı aşkın bir zamandır, Revân Şehri Safevîler elinde bulunuyordu. Kale tahkim edilmiş muhafız kuvvetleri takviye edilmiştir.. Şah I. Abbas’ın Safevî Ordusu ise Gökçe-göl yahut Nahçıvan civarında bulunuyordu. Osmanlı Ordusu çetin bir kuşatmaya girişmiş ancak Şah’ın Ordusu tâciz hareketleri ile Osmanlı kuvvetlerini müşkil bir duruma sokmaktaydı. Ayrıca surlarda açılan gedikler derhal tekrar yapılıyordu. Mevsim hayli ilerlemiş, kuşatma uzamış, barut ve iaşe sıkıntısı baş göstermişti. Bunun üzerine Serdâr Mehmed Paşa, Şah I. Abbas’a Halil Ağa adında bir elçi göndermiş ve barış teklifine mecbur olmuştur. Şah I. Abbas’ta Ustacalu Çırağ-Sultan adlı bir elçi göndererek barış şartlarını tespit için dört günlük mütareke istemiştir.
Safevîlerin Revân Hâkimi Emir Gûne Han açılan gedikleri tekrar yaptırmış, şartlar ağırlaşmıştır. Kırk dört gün süren kuşatma sonucu Revân alınamamıştır. Safevîlerin lehine iki yüz ipek, yüz yüke indirilerek tekrar anlaşmaya yanaşılmıştır. Osmanlı kuvvetleri Erzurum’a çekilmiş, Sultan I. Ahmed Vezir-iâ’zam Mehmed Paşa’yı azlederek, yaptığı anlaşmayı kabul etmemiştir
. 5 Kasım 1616’da Revân kuşatmasını kaldıran Osmanlı Serdârı Erzurum’a gelirken, 17 Kasım 1616’da Vezir-ia’zam ve İran Seferi Serdârı olarak Kaptan-ı Deryâ Halil Paşa tayin edilmiştir.
15 Haziran 1617 tarihinde yeni Vezir-iâ’zam Halil Paşa “Erdebil Seferi” denilen İran Seferi için Üsküdar’a geçip, sonra Diyarbakır kışlağına gitmiştir. Kırım Hanı Canbek Giray’da Sultan I. Ahmed’in emri üzerine sefere memur olduğu için, Serdâr’ın izni ile, kırk bin askeriyle Gence, Nahçıvan ve Culfa taraflarını yağmalayarak, akın edip, esirler ve ganimetler ile Serdâr’ın yanına dönmüştür. Kırım Hanı ile yağmaya giden kuvvetler, Serav Ovası’nda Şah I. Abbas’ın öncülerine mağlup olmuşlardır. Halil Paşa bu mağlubiyeti önleyerek Erdebil’e bir konak mesafeye kadar varmıştır. Ancak Şah I. Abbas, derhal elçiler göndererek barış istemiştir. Serdâr Halil Paşa ve Kırım Hanı Canbek Giray Diyarbakır’a kışlağa çekilmişler, keyfiyeti İstanbul’a arz etmişlerdir. Seferin sebepleri arasında, Gürcistan ve Dağıstan’da Osmanlılara bağlı beylerin talepleri de vardır.
Bu sırada, Osmanlı tahtında önemli bazı hadiseler cereyan etmiştir. 22 Kasım 1617’de Sultan I. Ahmed Han vefat edip, yerine I. Mustafa Han Padişah olmuştur. 26 Şubat 1618’de ise I. Mustafa Han tahttan indirilerek yerine II. Osman (1618-1622) geçirilmiştir.
26 EYLÜL 1618 TARİHİL SERAV BARIŞ ANTLAŞMASI VE ŞARTLARI:
Osmanlı kuvvetleri 10 Eylül 1618’de Tebriz ile Erdebil arasında Kırık-köprü mevkiinde Serav (Serâb) Ovası’nda “Ceng-i Sahrây-ı Serâv” denilen ciddi bir bozgun yaşanmıştır. Kırım Hanı Canbek Giray, burada Safevîler tarafından pusuya düşürülüp, mağlup edilmiş, yeniçeriler tarafından güçlükle kurtarılmıştır. Bu felâket haberi Serdâr Halil Paşa’ya ulaşınca, derhal savaş meclisini toplayarak, Erdebil üzerine hareket etme kararı alınmıştır.
Osmanlı kuvvetlerinin bozguna uğramasına rağmen alınan bu karar Safevîler üzerinde önemli bir tehlike tesiri yapmıştır. Bu durum tekrar elçiler teâtisine yol açmıştır. Şah I. Abbas ısrarla barış istemiş, bunun üzerine Halil Paşa, Şah’ı tehdit ederek iaşe ihtiyacından bahsetmiştir. Şah I. Abbas “zahire envâından sekiz yüz katar deve yükletip göndermiştir.” Halil Paşa ve diğer paşalara da hediyeler gelmiştir.
Serav Barış Antlaşması’nın şartları:
1-Kanunî Sultan Süleyman devrinde Amasya Barış Antlaşması ile tâyin edilen hudutlar esas alınacaktır.
2-Kars ve Ahıska kaleleri Osmanlılar’da kalacaktır.
3-Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Dağıstan beylerine taarruz edilmeyecektir.
4-Esirler karşılıklı olarak serbest bırakılacaktır.
5-Safevî Şahı, Osmanlı Padişahı’na her yıl haraç olarak yüz yük ipek, kumaş ve sâir kıymetli eşya gönderecektir.
6- Ashab-ı Kirama “sebb-ü şetm” edilmeyecektir.
Bu esaslar, I. Ahmed devrinde Vezir-iâ’zam Kara Mehmed Paşa tarafından tespit edildiği halde Padişah’ın kabul etmediği şartların aynısıdır. Serav Barış Antlaşması’nın 1612 yılında varılan Nasuh Paşa Barışı’ndan yegane farkı iki yüz ipek haracının yüz yüke indirilmiş olmasından ibarettir.
SONUÇ:
Serav Barış Antlaşması şartlarının tasdiki için Safevî elçisi Yâdigârı Ali Sultan, 29 Eylül 1619 tarihinde İstanbul’a gelmiştir. Elçinin asıl adı “Burun Kasım Beğ”dir. Safevî elçisi yüz yük ipek haracından başka dört fil, bir gergedan ve daha bir çok hediyeler getirmiştir. İran elçisi Ali Sultan “Serav Barış Antlaşması”nı tasdik mahiyetinde bir “Nâme-i Hümâyûn” alıp gitmiştir. Serav Barış Antlaşması, Kanuni Sultan Süleyman’ın Amasya Barışı üzerine olan Nasuh Paşa Barışı şartlarını taşıyordu. Bağdat ve Ahıska taraflarında bu barış antlaşması üzerine (1028/1619) hudut düzenlemeleri de yapılmıştır.
Böylelikle üç yıl kadar yürürlükte kalan Nasuh Paşa Barış Antlaşması beş yıl sonra Serav Barış Antlaşması (1618) ile pekiştirilmiş ve Osmanlı-Safevî devletleri yeniden dost veya birbiriyle savaşmayan iki ülke durumuna gelmişlerdir. Ancak bu barış antlaşması da uzun ömürlü olamamıştır.