MURATS44
Özel Üye
Osmanlı'da Ramazan ve Ramazan Sofrası
Bütün İslâm dünyasında ve Osmanlı ülkesinde, Ramazan ayına çok önem verilirdi. Ramazan'a iki-üç ay kala, her evde hazırlık ve tedarik başlar; halk, sair günlere ait erzak ve ev ihtiyaçlarına ek olarak, imkânları nispetinde reçeller, sucuk veya pastırma, zeytin, peynirler, şerbetlik şekerler, şuruplar, kâfi miktarda şeker ve hoşaflıklar, güllaç, çorbalıklar alır; ayrıca hanedeki sahan, tencere, sini gibi bakır kapların hepsi kalaylanır, hallaçlar çağrılır, yatak takımlarının yün ve pamukları attırılırdı. Küberâ yeni kürkler, elbiseler ve seccadeler alır, hanımlar Ramazan'da giymek için kendilerine ve cariyelerine elbiseler yaptırırlar, hattâ kibarların bazıları oda döşemelerini bile yeniletirlerdi. Yine herkes kudretine göre Ramazan'da kullanılmak üzere zarif kahve zarf ve fincanları, su bardakları, kıymetli kaşıklar alır, çocukların hoşlarına gitsin diye sapı düdüklü kaşıklar tedarik edilir, elbiseler diktirilirdi.
Çarşı-pazarlarda bakkallar, demet demet, renkli baplara bağlanmış güllaçlar, sucuk veya pastırmalar asar ve her türlü erzaklarını teşhir eder, şekerci dükkânlarında türlü reçel numuneleri birer ufak tabak içine konur, dükkânlar envâi şerbetlik şekerler ve haması denen şerbetliklerle tezyin edilirdi. Tütüncü dükkânları, Ramazan ayı için âlâ boğça, Yenice ve Samsun tütünleri kıyar, elvan kâğıtlara koyup hazırlarlardı. Bütün mahallelerdeki kahvehaneler silinir, camları temizlenir ve hayâlciler ve zuhûri kolları icrâ-yı sanat etmek için Dersaadet'in kalabalık yerlerindeki büyük kahveleri kiralarlardı. Kibarların çoğu, hoşa gidecek bazı şeyler almak, oturup vakit geçirmek üzere Badastân denen yere gidecekleri için, oralarda da ne kadar nefis eşya varsa dükkânlarda teşhire konurdu. Dolap denen dükkânlarda, küberânın oturması için ufak minderler bulunurdu.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde Ramazan'ın ne zaman başlayıp biteceği şimdiki gibi aylar öncesinden belli olmazdı. Astronomi bugünkü kadar gelişmediğinden Ramazan'ın başlangıcını belirlemek için insanlar açıklık yerlerde gökyüzüne takip ederek yeni ayın doğuşunu beklerlerdi.
Yüksek yerlere gönderilen devlet görevlilerinin veya halktan bazı insanların hilalin göründüğünü, yani yeni Ay'ın doğduğunu bildirmesiyle Ramazan başlardı. Hilali görmek yetmezdi, şahit de istenirdi. Hilali görenler hemen şahitlerini de bularak mahkemeye giderek durumu bildirirlerdi. Bu konuda iki kişinin şahitliği gerekirdi. Durum araştırılır, denilen doğru çıkar da Ramazan'ın başladığına veya bitip de bayram olduğuna karar verilirse haberi getirenler ve şahitler yüklü miktarda ödül alırlardı.
Ramazan ayının başlangıç ve bitişini, Kadir gecesinin ne zaman olduğunu tespit etmek İstanbul Kadısı'nın göreviydi. Onun görevlendirdiği insanlar özellikle minarelerden hilali gözetlerlerdi. Hilali gördüklerinde şahitleriyle birlikte kadının huzurunda mahkeme kurulurdu. Hilali görenler ‘şu saatte gördüm. Bu gece Ramazan'ın başlangıcıdır. Şahadet ederim' dedikten sonra şahitlerin de ifadeleri ile durum kesinleşince Ramazan başlamış olurdu. Bütün bu işler gizlilik içerisinde yapılır durumla ilgili bir bilgi dışarıya sızdırılmazdı. Bu sırada Ramazan'ın başladığını halka duyuracak mahyacılar mahkemenin dışında beklerlerdi.
Ramazan'ın başlangıcı bu şekilde tespit edildikten sonra durum Bâbıali'ye, oradan da padişaha bildirilirdi. Padişahın onayından sonra Ramazan'ın başladığı halka duyurulurdu. Cami minarelerinde kandillerin yakılması durumun halka ilânıydı.
Kurban ve Ramazan gibi dinî bayramlarda mutfak daha bir canlanır, bayram öncesi börekler ve tatlılar özellikle baklavalar tepsi tepsi yapılarak mutfaktaki yerlerine konurdu. Bunun yanı sıra etli ve zeytinyağlı yemekler, şurup ve şerbetler yapılırdı. Daha sonraları bu tür yiyecek içecekler artık çarşıda özel dükkanlarda satılmaya başlanmıştır. Buna güzel bir örnek, Bursa Gazetesi'nin özel olarak ipek üzerine basılmış bir nüshasında görülmektedir. Bu gazetenin 4.sayfasında 1319 senesinde Ramazan ayı için (12 Aralık 1901-II Ocak 1902) 27 Şaban 1309 Pazartesi (9 Aralık 1901) günkü gazeteye verilen bir ilandır. Bu ilanda Bursa İncecik başında Bursa Hamidî Sanayi Mektebi fahri şekerci Hakkı Damak zevki olanlar için nefis reçel, şurup ve şerbetler yaptığını bildirmekte, reçel, şurup ve şerbetlerin isimlerini vermektedir. Bu ilanda adı verilenler aşağıya aynen alınmıştır:
Reçellerin envâ'ı. Zencefil, ancelika, armut, koyuverme (?) portakal, frenk üzümü, frenk elması, mürdüm eriği, üryani eriği, mandalina içi, portakal, ağaçkavunu lokması, rende ayva, vişne, incir, ceviz, kızılcık, dut, mandalina, ünnap, kızmemesi, yenidünya, gül, Şam kayısısı, sümbül, misket elması, bergamut tatlısı, frenk eriği.
Şurupların envâ'ı (çeşidi). Ahududu, menekşe frenk üzümü, kayısı, mandalina, ceviz filizi, amber, ekşinar, vanilya, tarçın, portakal, şeftali, turunç, hummâz, koruk, bergamut, demirhindi, gelincik, İstanbul çileği, limon, vişne, kızılcık, gül, mersin, böğürtlen, ancelika, nane, çilek, badem, radem, ravend-i çînî.
Şerbetlerin envâ'ı. Menekşe, portakal, bergamut, gül, limon.
1901'lerde yapılan bu reçel, şerbet ve şurupların kimi adlarına 1844 yılında Mehmet Kâmil tarafından yayımlanan ilk yemek kitabımız olan Melceü't-tabbâhîn'de 12. fasıl olan kahveden evvel tenâvül olunacak hulviyyât ve meşrubât adı altında rastlanmaktadır.
1844 yılından 1901 yılına kadar geçen yarım asır içinde bu reçel ve içeceklerin çeşitlerinin ne denli arttığını görmek açısından bu kısımdaki şurup ve tatlılar aşağıya alındı: Ayva murabbası, nev-i diğer (yani Ayva murabbasının yapılışının bir başka şekilde yapılışı), Gülbeşeker şemsiyyesi, Râhatü'l-hulkum, âdi sade şurup, nev-i diğer, menekşe şurubu, menekşe şerbeti, sikencebin, badem, limon, çilek, demirhindi şurupları, kabakoruk tatlısı, frenk üzümü tatlısı, gülşurubu, gülbeşeker, vişne tatlısı.
Evliya Çelebi Seyahat-nâmesi'nde ise çok çeşitli şerbetlere rastlanır: Arnavut Kasım şerbeti, baharlı şerbet, Atina balı şerbeti, cüllâb şerbet, tarçın hacı şerbeti, imam şerbeti, karanfilli gül şerbeti, karanfilli üzüm şerbeti, tiryaki şerbeti, menekşe şerbeti.
Dinî bayramlar dışında mutfağın kullanımı gündelik hayat ve evlenme ve sünnet düğünlerinde ve özel ziyafetlerde büyük bir artış gösterir; her şey, planlı ve özenli bir biçimde hazırlanırdı.
Ramazan ayı, Türkler için çok önemli ve kutsal aydır. On bir ayın sultanı olarak adlandırılan Ramazan'da iftar ve sahur olmak üzere iki kez yemek yenir. Bütün bir ay boyunca ve bayram dahil mutfak devamlı devrededir. Osmanlı döneminde halkın, sarayın ve tekkelerin imaretlerin yemek çeşidi artar. Bugün için de Ramazan yiyecek-içecek açısından tüketim ayıdır. Ramazan öncesi alınan iftariyeler, börek ve tatlılar için yapılan yufkalar, kuru yemişler, hoşaflık malzeme, Ramazan mevsimine göre insanın canının isteyebileceği her şey hazırlanır. Özellikle evdeki bütün bakır kaplar kalaylanır ve Ramazan beklenirdi.
İftar ve sahurda neler yenirdi. Aşağıda 1906 yılı Ramazan'ı içinde tutulan bir ruz-nâme de bütün bir Ramazan'da Kadirhâne âsitanesi'nde verilen iftarlardan bir örnek verilmiştir;
“Ramazan 13 Salı”
Yenilen Ta'am (Yemek)
Birinci sofraya: Şehriye çorbası, kızartma kesme et, yumurta, börek, baklava, patlıcan, kabak, kereviz, dolma, pilav.
Diğer sofralara: Et, bamya, börek, baklava, kereviz, ıspanak, pilav. Ta'amhaneye on sofra kurulmuştur. Tamamen oturulmuştur. Muahharan ayakta hizmet edenler için edenler için ayrıca sofra kurulmuştur.
Lahm (Et): Kasaptan 20 okkalık bir adet koyun alınmıştır. Kifayet etmiş ve geriye de kalmıştır.
Ekmek: on okka çarşıdan alındı. İki okka da yevmiye alınan ekmek ki 12 kıyyedir. İçeriden 30 adet somun alınmış, başa baş gelmiştir. Simit 20 adettir. Pide I adettir….
Kahve umuru: Ulvi Dede tarafından ifa olunmuş ve tevziat ise uşak Ali Ağa, Niyazi Efendi, Derviş Ahmet, Şerafettin Efendi tarafından ifa alınmıştır.
Semâhâne: Âvizelerin kâffesi ışıklı olunmuştur. Cemaat, semahâneyi tamamen doldurmuştur. Bir kişilik mahal bile kalmamıştır. Yukarı müezzinlik mahfeli ise lebâleb (dopdolu) idi.
Aşçılık: Hafta gününe mahsus olmak üzere, Mustafa Ağa umurunda gayet usta bir yardımcı aşçı getirilmiştir. Hakikaten mahir hamurkâr idi.
İftarın diğer bir özelliği de iftariyeliklerdir. Bu iftariyelikler de eskiden özellikle İstanbul'da belirli yerlerden alınır hiç üşenilmez meselâ peynir çeşitleri bir yerden alınırken zeytin çeşitleri tamamen aksi bir istikametteki zeytinleriyle ünlü bir dükkândan temin edilirdi. Ama her hâlükârda iftardan en az bir veya yarım saat evvel evde olmak koşuluyla yapılırdı. Bu alışverişler. Pek tabii ki bu iş zamanla erkekler tarafından yerine getirildi. İki türlü zeytin, tulum, pastırma, rengârenk küçük kâseler içinde çeşit çeşit reçeller, hurma ama muhakkak pide. Bütün bunların hazırlanması ve sunulması pek tabii ki diğer yemeklerle birlikte düşünüldüğünde âdetâ bir tören şeklinde olurdu. Ramazanın kendine mahsus ekmeği pide, tatlısı ise güllaç, başlangıç yemeği ise çorbadır. Çorbasız bir iftar pek düşünülemez. Diğer yemekler ise ailenin maddi durumuna göre değişebilirdi. Eskiden iftarlar cami, türbe ve tekkelerde de yapılırdı. İstanbul'da Ayasofya Camii'ne gidilir, Eyüp Sultan Türbesi'nde toplanılır, teraviden (aslı terâvîh) sonra eve dönülürdü. Ramazan ayı topluma biraz çekidüzen getirir ve ayrıca şairlerce de Ramazâniye adı ile kutlama şiirleri kaleme alınırdı. Top sesini duyanlar aile sofralarının töresine uyarak yerlerine otururlar ve oruç açarlardı. Yani bütün günü hiçbir şey yemeden geçirenler oruç bozarlardı. Ya birkaç yudum suyla. Ya bir zeytinle.
Ramazan sofralarının ilki olan iftar sofrası iki aşamalıdır. Birinci aşama "İftariye" denilen ilk fasıl, ikincisi de yemeklerin yendiği ikinci fasıl.
İftariye, açlığın verdiği hızla yemeklerin üstüne atılmayı önlemek üzere tertiplenmiş çerez sofrasıdır bir anlamda. Küçük tabaklarda ve sahanlarda reçeller, peynirler, zeytinler ve benzeri yiyeceklerden teker teker alınır. Bunların yanında fırınlardan yeni çıkmış pideler vardır.
İftar sofrası bittikten sonra bir anda kaldırılır. O sıra akşam namazının okunma sırasıdır. İsteyenler ezanla gelen sese uyarak akşam namazını kılar. Sonra, yeniden hazırlanmış olan sofranın başına oturulur. Çorbadan sonra araya giren yemek normal sofralarda pek olmayan yumurtalı pastırmadır. Yalnız pastırma da olabilir. Bu pastırmanın pişiriminde bazı özellikler vardır. Soğanlı pişmesi gibi.
Saray sofralarında hemen her ramazan günü var olan pastırma evlerde her gün olur muydu bilemiyorum.
Sonra gelen yemekler etle başlar ve genel olarak güllaçla biter.
Belli saatlerde yenen sahur yemeği ikinci ve orucu karşılama yemeğidir. Sabaha karşı yenir. Bu yemeğin misafiri olmaz. Ev halkı arasında yenir. Gündüz, insanı susatmayacak, ama tok tutacak yemekler yapılır. Sahur sofrasında mutlaka hoşaf olur. Pilav, makarna, börek türleri bu yemeğin tutucu yemekleridir.
Bir de: Her padişah, her ramazanda her on yeniçeriye bir büyük tepsi olmak üzere baklava yaptırıyor. Her tepsiyi iki yeniçeri saraydan alarak yeniçeri ocağına getiriyor. Ertesi gün bu gümüş tepsiler ve üstüne örtülen futalar saraya gönderiliyor.
Eskiden Ramazan mahalle bekçisinin davuluyla ilân edilir, sahurda da yine halk davulla uyandırılırdı. Bu gelenek biraz yozlaşmış biçimde hâlâ devam etmektedir. Eskiden davulcular zarif insanlardı. Hem davul çalar hem de duruma uygun mani söyler ve bahşiş beklerlerdi. En çok söylenen manilerden biri aşağıya alınmıştır:
Yeni Cami direk ister
Söylemeye yürek ister
Benim karnım toktur amma
Arkadaşım börek ister
Sahurda yenen yemekler iftarda yenen yemeklere oranla da basitti. Kurutulmuş meyvelerden yapılan hoşaf, börek veya pilav sahurda tercih edilen yemeklerdendi. Son zamanlarda hoşafın yerini çay almıştır.
Camilere, hangi vakfın hayratından ise o vakfın nâzır-ı umûr'u olup mütevellî denen kimseler aracılığıyla mumlar, zeytinyağları verilir, caminin kandil, süpürge gibi diğer noksanları tamamlanırdı. Büyük selâtin camilerinde, ait tezyinat ve eksikler için Evkaf Nezareti tarafından memurlar tayin edilir ve Şaban ayının on beşinci günü iki minareli olan camilere, geceleri kandilden yazı ve çiçek yapmak için mahya ipleri kurulurdu. Böyle büyük selâtin camilerinin avlularına ve özellikle Hazret-i Halid, Fatih Sultan Mehmed, Sultan Beyazıd, Ayasofya camilerinin avlularına sergiler kurulurdu. Bu sergilerde tesbihçiler tesbihleri ve sahaf denen kitapçılar, çeşit çeşit nefis mesâhif-i şerifeleri el yazması ve nüshası çok değerli ve nadir olan nefis kitapları geçici olarak avluya getirdikleri camlı dolaplara koyarlardı.
Gelenlerin oturması için cami avlularında, geçici olarak dükkân şekline sokulan yerlerde, eski maden, Saksonya ve çini avanîleri, bazılarında çok hoş ve tuhaf eşyalar, diğerlerinde nefis şallar, kumaşlar, bir kısmında da türlü çubuk ve çubuk takımları teşhir edilirdi. Avlular da böyle rağbet gören daha birçok şeyle donatılmış olurdu. Bir tarafta da çorbalara ekmek için çeşitli baharat sergilenir, Kur'ân-ı Kerîm okunurken yakmak üzere ödağacı, kurs, amber kabuğu gibi buhurlar, tablalar üstünde ağzı pamukla kapatılmış olan çok sayıda küçük şişeler içinde bumbar denen yemekle beraber yenen hardallar, iftarda oruç bozmak için hurma ile çeşit çeşit baharlı elvan renk şekerler bulundurulurdu. Yine bu cami kapılarının dışında, tablalarda çeşit çeşit simitler, çörekler, en âlâ Ramazan pideleri yer alırdı. Bu camilere gelen küberânın bindikleri at ve arabaları da kapılarda durur, dönüşlerini beklerlerdi.
Camilerin içinde namaz vakitlerinde camide hizmet etmek için gelen mûsikî erbabından, güzel ve parlak sesli zevat tarafından namazdan önce devirler okunur, yüksek sesle iç ezanları verilir, kâmetler getirilirdi. Caminin asıl görevlilerinden başka, dışardan gelen meşhur hafızlar ve kurradan olanlar imamete geçerek namaz kıldırır, üstadâne mihrabiyeler okunurdu. Namazdan sonra güzel sesli hafız-ı Kur'ân'lar, caminin maksureleri içinde ve münasip yerlerinde Kur'ân kıraat ederler ve herkes huşû ile onları dinlerdi. Hükümet tarafından görevlendirilmiş olan veya arzu eden ulema, Kur'ân-ı Kerîm'in manasını açıklayarak tefsir eder, dîn terbiyesi üzerine vaaz verir, nasihat eder ve herkes etrafına oturarak dinlerdi. Mabed-i ilâhi olan bu camilerde, her sınıf halk eşit hak ve hürriyetlere sahipti. Orada ekâbir ve halktan kimseler arasında sınıf farkı olmadığından herkes istediği yerde, en büyük addolunan adamın yanında oturabilir ve namaz kılardı.
Cemaatin hepsi kudretine göre temiz ve düzgün elbise giyer, abdestli olur, eli yüzü temiz olur, birkaç yüz kişi camide her vakit bulunduğu halde pis kokular duyulmaz, her an gerçek bir temizlik görülürdü. Ramazanlarda câmiye gelen vüzerâ ve küberâ ile her sınıf halk, mali kudretine göre camilerde bulunan hafızlara kıraat sonunda gizlice uygun atiyyeler, dışta cemaatin para yardımını bekleyen fukaraya sadakalar, rastlarsa kimsesiz çocuklara "şeker parası" namıyla para verir, cami dışında simit, çörek alır, hoş sözlerle gönüllerini yaparlardı. Camilerde rastlaşan ahbaplar, birbirlerini iftar yemeğine davet eder, çoğu misafirlerini camiden beraberinde evine götürürdü. Küberâ da camilerdeki hafız ve vaiz efendileri, ağaları vasıtasıyla akşam iftar etmek üzere konaklarına davet eder ve dönüşlerinde de atiyyeler verirlerdi.
Gündüz vüzera, ekâbir-i rical ve memurlarla meşhur zevat bir müddet camide kalır, hafız ve vaizleri dinler, herkes gibi caminin maksure tabir olunan parmaklıklarla bölünüp ayrılmış yerlerinde kendi kendine Kur'ân-ı Kerîm okuduktan sonra cami avlusuna çıkar, evvelce anlatılan sergi denen meşher-i nefâis'i dolaşır, sonra oturup biraz vakit geçirir, alışveriş etmiş olmak için sergiden de bir şeyler satın alırdı. Vüzera ve küberâ, Ramazan keyfi ve oruç haliyle gözlerine her şey hoş göründüğü için, pek çok eşya satın alırlardı. Her seferinde üç-beş bir kuruş harcadıkları bile olurdu. Bu arada rastladıkları yoksul kişilere, ağaları aracılığı ile gizlice yeterli miktarlarda atiyyeler vererek taltif ederlerdi. küberânın camide ve sergilerde birlikte oturmaları pek çok sebeple de önemli idi. Vüzerâdan (vezirlerden) olup azledilmiş bulunanlar, oralarda gördükleri ekâbir sınıfından memurlarla gayri resmi görüşmelerinde açık olan veya açılacak olan memuriyetlere tayin edilmelerini hatırlatırlardı; tayinde bu buluşmanın etkili olduğu görülürdü.
Ramazan günlerinde küberâdan, servet erbabından olan ikindi namazından evvel, bazıları da ikindi namazından sonra Bedesten denen çarşıya gider, oradaki dükkânlarda vakit geçirmek üzere otururlardı. Bedesten'de çok nefis ve kıymetli eşyalar bulunur ve dükkânlarda teşhir edilirdi. Her gün dükkân sahipleri bunları gûya hariçten satılmak üzere getirilmiş gibi dellâllara vererek müzayedeye çıkarır, Bedesten'de oturan küberâya, müzayededen çok ehven alıyormuş intibaını vererek pek fahiş ve yüksek fiyatlarla satarlardı. Fukaradan olan dellallar da bu işten nasibini alır, hayır dualar ederlerdi. Hatta darda kalan kimseler de bazı eşyalarını satarken, küberânın bu satışlara gösterdiği rağbetten istifade ederlerdi.
Veziriazamlar, ramazan aylarında devlet ileri gelenlerine günlerce iftar ziyafetleri vermelerinin yanı sıra padişaha, valide sultana, harem ağasına, sarayın üst düzey memurlarına, şeyhülislama ve ulemanın önde gelenlerine “iftariyelik” denen hediyeler gönderirlerdi.
Ramazan ayında herkesin mutfak masraflarında artış olurdu. Ancak en büyük artış veziriazamın harcamalarıydı. Kanuni Sultan Süleyman, İkinci Selim ve Üçüncü Murad dönemlerinde 1564 ile 1579 yılları arasında 15 yıl veziriazamlık yapan Sokollu Mehmed Paşa zamanında iftar ziyafetlerinin altından kalkılamayacak dereceye gelmiş bir masraf kapısı olduğu fark edildi, ancak bir çare de bulunamadı. Dönemin tarihini yazan Selanikî, iftar ziyafetleri için “yıldan yıla terk olunmaz eski bir âdettir, büyük ziyafet ve aşırı masraftır” diye durumu tenkit etmişti.
Sesi güzel müezzinler şehrin uygun camilerinden, zikir, salavât, dua gibi metinlerden oluşan ve adına “temcîd” denilen metinleri okuyarak halkı sahura kaldırırlardı. Bu o kadar yaygın hale gelmişti ki, sahur yerine temcid, sahurda yenilen pilava da temcid pilavı denir olmuştu.
İstanbul birçok şeyin olduğu gibi en zengin Ramazan kültürünün de merkezi idi. Burada yapılan belli camilerin avlularında yapılır, bu sergilerde, çeşitli ülkelerden getirilmiş baharat, şeker, şekerleme, tesbih, ağızlık gibi şeyler sergilenir ve satılırdı. Akşam ezanından önce Ayasofya ve Eyüp Camilerine gelenler burada, türbedarların verdikleri su ile iftar ederler, akşam namazını kıldıktan sonra çevredeki aşçı dükkânlarından birine giderek yemek yerlerdi.
Netice olarak, geçmişten günümüze Ramazanın kadrini, kıymetini bilen insanımız, Ramazanı dolu dolu yaşamanın belki binlerce yolunu bulmuş ve Ramazanı yaşatmıştı. Çoluk-çocuk, genç-ihtiyar herkes bu mübarek ayı en güzel ve en verimli bir şekilde geçirebilmek için her türlü vasıtayı seferber etmişti. İşte bunun içindir ki atalarımız bu aya “On bir ayın Sultanı” unvanı vermişti.
Osmanlı'da Ramazan Bayramı
İslâm'da Ramazân-ı şerîf ayı ile sonundaki bayramın ehemmiyeti büyük olduğundan herkes kudretince bolluk içinde yiyip içmek, ziyâretler edip bayramı huzur içinde geçirmek için elinden geleni yapardı. Dâvetler, ziyâfetler tertip olunur, hele çocuklar, bayramda yeni elbiselerini giymek, şehrin her tarafında kurulan eğlence yerlerine giderek eğlenip hoş vakit geçirmek hevesiyle bu bayramları dört gözle beklerlerdi. Ramazan bayramının ilk günü sabahı bayram namazı ve aile içi bayramlaşmadan sonra kabristana gidilir, âileden vefât edenler ve bütün müminlerin ruhları için Kurân-ı Kerîm ve duâlar okunurdu. Büyüklere hürmeten ziyâretlere ilk gün gidilir, akraba ve teklifsiz ahbaplar diğer günlerde de tebrik edilebilirdi. “Thevenot”, 1650'lerdeki Türkiye hatıralarında bayramlara dair şöyle yazar:
“Ramazân bayramı Türklerin en büyük bayramıdır ve bu bayramda övülmeye değer bir şey yaparlar: Bu, bütün düşmanlarından özür dilemeleri ve onlarla barışmalarıdır. Çünkü eğer kalplerinde birine karşı kötülük varsa bayram yapamayacaklarına inanırlar ve bu üç gün zarfında tanıdıkları kimselere rastlarlarsa onlarla tebrikleşirler ve birbirlerine de saâdet dilerler.”