nefsimutmainne
Aktif Üyemiz
NEFS-İ LEVVAME
Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesaba çekip, onun çirkin hâl ve hareketlerinden kurtulmak için gayret gösterenler, nefs-i levvâmeye doğru mesafe alırlar.
Böyle kimseler, nefs-i emmâredeki gibi "nasıl olsa Allah affeder" düşüncesiyle avunma gafletinden nisbeten arındıkları için, kendilerini tesellî edemezler. Bu sebeple de nefslerini kınar, pişmanlıkla tevbe-istiğfâr ederler. İlmiyle âmil olamadığı için pişmanlık duyanlarla, ilim ve irfan meclislerinde gözyaşı döküp tevbe-istiğfâr ettikten sonra yine aynı kötülüklere dönenler de bu sınıfa dâhildirler.
Levm etmek, kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefstir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara düşmekten de kendini kurtaramaz.
Rûh-i sultanî, hayvânî ruhun esaretinden kurtulup ondan ayrıldığı için, günahların hemen akabinden pişmanlık zuhur eder. Kul nefsini kınar ve istiğfarda bulunur. Ancak nefs, henüz mağlûb edilemediğinden tevbede tam olarak sebatkâr olunamaz. Böyle kimseler, kötülüklerden vicdanen rahatsız olsalar bile, hâriçten gelen menfî tesirleri reddedebilecek dirayet henüz kendilerinde gelişmediği için günahlardan kurtulamazlar. Meselâ arkadaşlarını kıramadığı için onlarla birlikte günâha dalmak gibi...
Böyleleri, ekseriya yaptığı hasenat ile mesrur, işlediği seyyiât ile de mahzundur. Şehevî arzuların taşkınlıklarından kendini korumaya ve onlara direnmeye çalışmaktadır. Tevbe temayülleri kuvvetlenmiştir. Kalbin nuruyla bir miktar nurlanmış ve o ölçüde de gafletten uyanmıştır.
Bu kimselerin, Allah Teâlâ'nın emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri ekseriyetle Allah içindir. Ancak ilâhî ilhamların bahşettiği huzur ve sükûna tam manâsıyla kavuşamadıklarından, Allah için yaptıkları sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler. Yâni nefs-i emmârenin bâzı kötü huyları devam etmekte, ancak kul bu hâlinden dolayı kendini kınamaktadır.
Nefsin vâsıl olduğu bu merhalenin ismi, Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Levvâme (pişmankâr) nefse kasem ederim..." (el-Kıyâme, 2) âyetinden gelmektedir.
İnsanın kendi nefsini levm etmesi, yâni onu şiddetle kınaması, sırf kuru sözlerle vuku buluyorsa, bunun umulan netîceyi hâsıl etmeyeceği aşikârdır. Zîrâ "levvâme" ve "emmâre" mertebeleri arasında gayet hassas ve ince bir sınır vardır. Kişinin, nefsini azıcık levm etmesi (kınaması) sebebiyle içinde bir kibir hâli beliriyorsa, orada hâlâ gizli de olsa nefs-i emmârenin hükümranlığı devam ediyor demektir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak: "Andolsun ki insanı biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. (Zîrâ) Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kâf, 16) buyurmaktadır.
Bu itibarla insan, nefsini levm ederken bile, nefs-i emmârenin gizli desîselerinden ve kendisini emniyette hissetmek gafletinden şiddetle ictinâb etmelidir.
Çünkü bâzı insanlar tevazuu, fıtratlarının bir îcâbı olarak değil, kendileri hakkında "mütevâzî" dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla mütevâzî bir tavır takınır, nefislerini levmederler. Bu samimiyetsiz ve riyakâr hâl, aslında "tevâzuun fahrı" ndan (Tevâzuun fahri: Tevazu vasıtasıyla övünme. Meselâ, kendini gösterme meyli içinde: "- Ben fakir, âciz, ancak üç günde bir hatim indirebiliyorum." gibi ifâdeler bu kabildendir.) ibarettir.
Tevbede sebatkâr olup kötü fiillerden arınabilmek, ancak manevî terbiye ile mümkündür. Levvâme mertebesindeki nefs, şayet manevî terbiye altında ve sâlihlerle birlikte bulunuyorsa, kötü fiillerden kurtulur. Fırsat bulunca bunlara tekrar dönmez. Ancak kalbde kin, hased, kibir gibi bâzı kötü huylar kalır.
Levvâmeden kurtulup mülhemeye geçiş, yine manevî terbiyenin mühim bir usûlü olan "râbıta"ya devamla olur. Yâni her hâl ve tavırda haramlardan sakınmak ve ilâhî emirlere riâyet etmek üzere, kendisine söz verdiği ve manevî terbiyede rehber bildiği mürşid-i kâmilin, manen ve her an elinden tutmakta olduğu şuuruyla ve bu gönül beraberliği duygularıyla hareket etmelidir.
Nefsini dâima hesaba çekmeli, kendisinde hangi kötü ahlâk varsa bunların herbirini tedricî bir surette terk etmeye azmedip tevbe etmelidir. Daha sonra da bu kötü huyların tersi ve mukabili olan güzel ahlâk ile ahlâklanmaya çalışmalıdır. Meselâ kibre mağlûb biriyse, tevazu ve mahviyete bürünmelidir. Kin ve hasedle malul biriyse, mümin kardeşlerini kendisinden üstün görüp, onların kusurlarından önce kendi kusurlarıyla meşgul olmalıdır. Müminin mümin için bir ayna olduğunu, kötü gözle baktığında kötülükler; iyi gözle baktığında ise güzellikler göreceğini düşünmeli ve nefsini müminlerin güzel yönleriyle meşgul etmelidir.
Yine bu mertebede zikrullâha devam edip mâsiyete karşı agâh bulunmalı ve kalb âlemini muhabbetullâh nurlarıyla aydınlatmaya gayret etmelidir.
Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesaba çekip, onun çirkin hâl ve hareketlerinden kurtulmak için gayret gösterenler, nefs-i levvâmeye doğru mesafe alırlar.
Böyle kimseler, nefs-i emmâredeki gibi "nasıl olsa Allah affeder" düşüncesiyle avunma gafletinden nisbeten arındıkları için, kendilerini tesellî edemezler. Bu sebeple de nefslerini kınar, pişmanlıkla tevbe-istiğfâr ederler. İlmiyle âmil olamadığı için pişmanlık duyanlarla, ilim ve irfan meclislerinde gözyaşı döküp tevbe-istiğfâr ettikten sonra yine aynı kötülüklere dönenler de bu sınıfa dâhildirler.
Levm etmek, kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme; yaptığı kötülüklerden, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdanı muazzeb olan ve bu sebeple de kendisini şiddetle kınayan nefstir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip kurtulmuştur. Yâni gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara düşmekten de kendini kurtaramaz.
Rûh-i sultanî, hayvânî ruhun esaretinden kurtulup ondan ayrıldığı için, günahların hemen akabinden pişmanlık zuhur eder. Kul nefsini kınar ve istiğfarda bulunur. Ancak nefs, henüz mağlûb edilemediğinden tevbede tam olarak sebatkâr olunamaz. Böyle kimseler, kötülüklerden vicdanen rahatsız olsalar bile, hâriçten gelen menfî tesirleri reddedebilecek dirayet henüz kendilerinde gelişmediği için günahlardan kurtulamazlar. Meselâ arkadaşlarını kıramadığı için onlarla birlikte günâha dalmak gibi...
Böyleleri, ekseriya yaptığı hasenat ile mesrur, işlediği seyyiât ile de mahzundur. Şehevî arzuların taşkınlıklarından kendini korumaya ve onlara direnmeye çalışmaktadır. Tevbe temayülleri kuvvetlenmiştir. Kalbin nuruyla bir miktar nurlanmış ve o ölçüde de gafletten uyanmıştır.
Bu kimselerin, Allah Teâlâ'nın emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri ekseriyetle Allah içindir. Ancak ilâhî ilhamların bahşettiği huzur ve sükûna tam manâsıyla kavuşamadıklarından, Allah için yaptıkları sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler. Yâni nefs-i emmârenin bâzı kötü huyları devam etmekte, ancak kul bu hâlinden dolayı kendini kınamaktadır.
Nefsin vâsıl olduğu bu merhalenin ismi, Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Levvâme (pişmankâr) nefse kasem ederim..." (el-Kıyâme, 2) âyetinden gelmektedir.
İnsanın kendi nefsini levm etmesi, yâni onu şiddetle kınaması, sırf kuru sözlerle vuku buluyorsa, bunun umulan netîceyi hâsıl etmeyeceği aşikârdır. Zîrâ "levvâme" ve "emmâre" mertebeleri arasında gayet hassas ve ince bir sınır vardır. Kişinin, nefsini azıcık levm etmesi (kınaması) sebebiyle içinde bir kibir hâli beliriyorsa, orada hâlâ gizli de olsa nefs-i emmârenin hükümranlığı devam ediyor demektir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak: "Andolsun ki insanı biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını da biliriz. (Zîrâ) Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kâf, 16) buyurmaktadır.
Bu itibarla insan, nefsini levm ederken bile, nefs-i emmârenin gizli desîselerinden ve kendisini emniyette hissetmek gafletinden şiddetle ictinâb etmelidir.
Çünkü bâzı insanlar tevazuu, fıtratlarının bir îcâbı olarak değil, kendileri hakkında "mütevâzî" dedirtmenin nefsânî tatminkârlığı maksadıyla mütevâzî bir tavır takınır, nefislerini levmederler. Bu samimiyetsiz ve riyakâr hâl, aslında "tevâzuun fahrı" ndan (Tevâzuun fahri: Tevazu vasıtasıyla övünme. Meselâ, kendini gösterme meyli içinde: "- Ben fakir, âciz, ancak üç günde bir hatim indirebiliyorum." gibi ifâdeler bu kabildendir.) ibarettir.
Tevbede sebatkâr olup kötü fiillerden arınabilmek, ancak manevî terbiye ile mümkündür. Levvâme mertebesindeki nefs, şayet manevî terbiye altında ve sâlihlerle birlikte bulunuyorsa, kötü fiillerden kurtulur. Fırsat bulunca bunlara tekrar dönmez. Ancak kalbde kin, hased, kibir gibi bâzı kötü huylar kalır.
Levvâmeden kurtulup mülhemeye geçiş, yine manevî terbiyenin mühim bir usûlü olan "râbıta"ya devamla olur. Yâni her hâl ve tavırda haramlardan sakınmak ve ilâhî emirlere riâyet etmek üzere, kendisine söz verdiği ve manevî terbiyede rehber bildiği mürşid-i kâmilin, manen ve her an elinden tutmakta olduğu şuuruyla ve bu gönül beraberliği duygularıyla hareket etmelidir.
Nefsini dâima hesaba çekmeli, kendisinde hangi kötü ahlâk varsa bunların herbirini tedricî bir surette terk etmeye azmedip tevbe etmelidir. Daha sonra da bu kötü huyların tersi ve mukabili olan güzel ahlâk ile ahlâklanmaya çalışmalıdır. Meselâ kibre mağlûb biriyse, tevazu ve mahviyete bürünmelidir. Kin ve hasedle malul biriyse, mümin kardeşlerini kendisinden üstün görüp, onların kusurlarından önce kendi kusurlarıyla meşgul olmalıdır. Müminin mümin için bir ayna olduğunu, kötü gözle baktığında kötülükler; iyi gözle baktığında ise güzellikler göreceğini düşünmeli ve nefsini müminlerin güzel yönleriyle meşgul etmelidir.
Yine bu mertebede zikrullâha devam edip mâsiyete karşı agâh bulunmalı ve kalb âlemini muhabbetullâh nurlarıyla aydınlatmaya gayret etmelidir.