Ayyüzlüm
Yeni Üyemiz
HUZURA VARIŞ
–1 –
Namaz konusu şüphesiz ki, çok kapsamlı bir konu.
Namazın fıkhî boyutunu, fıkıh alimlerimize havâle ederek,
namazla huzura varışın hakikatini
ve
bu hakikatle birlikte, kendi dünyamızı,
hayatı yeniden keşfetmeye çalışacağız İnşâallah...
Evvelâ, namazla mükellef kılınan insanı tanımamız ve aynı zamanda kainata bakıp, insanın kainattaki yerini, konumunu belirlememiz gerek.
Kur’ân’ın insanı tarifi:
Bunun için, Kur’ân’ın insanı târifine baktığımızda, Allah(c.c), insanı şöyle târif ediyor:
“Halakal insâne fî ahseni takvîm” !!
“Biz insanı en güzel kıvamda yarattık.” !!!(Tîn sûresi, 4)
Evet.. İnsan, kainatta, diğer tüm mahlûkatın üstünde bir mertebede, en mükemmel bir kıvamda yaratılmıştır.
Bu öyle bir kıvamdır ki, Âlemlerin Rabbine en güzel tarzda muhatap olunabilecek bir kıvamdır.
Evet.. Gökleri ve yeri yaratan, Âlemlerin Rabbi, Efendisi olan Allah(c.c), kainatta insanı muhatap almıştır.
Rabbü’l Âlemîn kendisini, tüm isimleriyle tanıyabilecek bir mâhiyette insanı yaratmış, kainatta tecelli eden bütün isimlerine, insanı bir merkez yapmıştır.
Bir koyun, bir ağaç, bir taş gibi değildir insan. İnsan tüm bunların, cinlerin de üzerinde bir mertebede Rabbü’l Âlemîn’e muhataptır. Hatta meleklerden de üstün yaratılmıştır ..
Bir melâike, Rabbinin Rezzak(rızıklandıran) ismini nasıl tanır?
Meleklerin gıdası nedir? Sohbet, zikir meclisleri, nur ve latif,hoş kokulardır. Melâike, Rabbinin Rezzak ismine bu tarzda mazhardır. Soframızdaki salatanın tuzunu sorsak, melek tuzu bilmez ki, salatayı bilmez... İşte insan, hem sofradaki tuzla, hem sohbetteki rızıkla, yani hem maddi rızkıyla, hem de mânevî rızkıyla, Rezzak olan Rabbini tanır.
Alemin Misâl- musağğarı(küçültülmüş nümunesi) olan insan:
Yani,
Allah, kainatı yaratmış, kainata isimleriyle tecelli etmiş, binbir isminin nakışlarıyla kainat sarayını işlemiş, ve bu sarayın bütün nakışlarını, bu sarayın merkezinde olan , sarayın ve sakinlerinin kendisine hizmetkar olduğu insanada nakşetmiştir.
Kainatı binbir ismiyle dokuyan , aynı nakışla, insanı kainatın küçük bir nümunesi gibi dokumuştur.
İnsan küçük bir âlemdir. Âlemin küçültülmüş bir misalidir.
Kainatta ne varsa, Allah insanın hakikatine onu öz olarak yerleştirmiştir.
Âdeta âlemde ne varsa, insanda nümunesi vardır.
Kainat küçültülse insan, insan büyültülse bir kainat olur...
Şu kainattaki muazzam faaliyetin bir misali de insanda cereyan eder.
Bizim de bedenimizde de sürekli bir faaliyet vardır.
Durmadan nefes alırız,
dimağımız fasılasız çalışır,
saçlarımız uzamaya devam eder,
hücrelerimiz durmadan değişir.(Kainat da, sakinlerini durmaksızın değiştirmiyor mu?)
Bir bebeğin büyüyen parmaklarıyla birlikte, ağacın dalları da beraber büyürler.
Dökülen saçlarımızla, sonbahar birlikte kendini hissettirirler.
Sonbaharda pek çok mahlûkat veda ederken kainata, sonbaharda vefat olayları sıklıkla yaşanır.
(Görüntümüzden misalle): İnsanın saçları, ormanlara işarettir... Tüylerimiz nebâtata,bitkilere işarettir. Damarlarımızda kanın deverânı, akan nehirlere işaret; ağzımızda ve kulaklarımızda ki sıvılar, tatlı acı sulara işaret.. Vücudumuzdaki eğri büğrü yerler dağlara düz yerler ovalara işaret eder ve hâkezâ...
Evet..
İnsan yaratıldığı gibi, kainatta yaratılmıştır.
İnsanın bir gençliği,ihtiyarlığı olduğu gibi, kainatın da vardır.
İnsan vefat edeceği gibi, kainatta bir gün vefat edecektir.
İnsan küçük bir âlemdir yani..
Kainat insana hizmetkâr:
İnsan, kainatın merkezinde yaratılmış ve kainat, insana hizmetkâr edilmiş...
Kur’ân’ın tarifinde: Yeryüzü insana bir döşek gibi serilmiş, bir beşik gibi insanın içinde huzur duyacağı bir hâlde yaratılmış...Güneşe insanın bir lambası, bir sobası olma vazifesi verilmiş, yıldızlar kandiller hükmünde, gecenin karanlığında, insana ikram edilmiş...
Havasıyla, güneşiyle, toprağıyla, her an ahengi muhafazada, dengede tutulan bu kainat, insan için bir hizmetkâr, bir binek, bir döşek, bir sofra, bir çarşı-yı âlem.... İnsan için saray gibi döşenmiş, süslendirilmiş, onun hizmetine verilmiş... Kainat sarayının sofralarında, insan iştahsız da bırakılmamış, tüm sofralardan istifade edebileceği, sınırsız bir ihtiyaç verilmiş.
Kainat her yönüyle insanı ilgilendiriyor:
İşte, Cenâb-ı Mevlâ, kainatta ne varsa, tüm nimetlerin uçlarını insanla bağlamıştır. Yani, insan kainatın her tarafıyla alâkadar bir vaziyette yaratılmıştır. Yanıbaşımızdaki bir olayı merak ettiğimiz gibi, Mars araştırmalarını da merak etmez miyiz?..
Evet..Biz, bu kainatın bütünüyle alâkadarız.... Dağıyla, taşıyla, toprağıyla, yıldızıyla, çiçeğiyle, mercanlarıyla...herşeyiyle, kainat bizim için yaratılmıştır.. Kalbimiz, âlemin tamamına muhabbet edebilecek bir kabiliyette halk olunmuş...
Kainatı bir bütün olarak algılar ve öyle severiz.. Ne bu boncuk mavisi gökyüzü olmaksızın, ne de yeryüzünün ziynetleri olan çiçekleri görmeksizin bir dünya hayal edebilir misiniz?
Bir kedinin dünyası ne kadar da sınırlıdır...
Bir serçenin âlemi de kendine göredir. Cinlerin âlemi de, insana nisbetle sınırlı kalır. Melâikelerin ise, yalnızca mânevî boyutlu bir âlemleri vardır.
Oysa bizler, kainattaki diğer tüm mahlukattan, diğer tüm yaratılanlardan farklıyız....
Yalnızca maddî bir bedenden ibâret değiliz.. Rabb’ül Âlemin, bizlere akıl, kalp, ruh gibi latifeler ihsan etmiştir. Nasıl ki, maddi midemizin rızka, gıdalanmaya ihtiyacı vardır, bu manevi latifelerimiz, hislerimiz de bir rızık isterler.
Meselâ kalbimiz, hadsiz şeylere muhabbet edebilecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Ve hadsiz rızıklar ister.
Kalbin rızkı Muhabbetullahtır. Kalp, ebedi bir sevgiliden başkasına razı olmaz.. Gelip geçen muhabbetler, kalbi huzurlu kılmaz.. “Kalp ancak, Allah’ı zikretmekle mutmain olur” Rabbinin sevgisiyle huzura erer, gıdasını alır.
Nasılki bize hediye gelen bir kaleme muhabbetimiz, aslında, onu bize hediye eden kişiye duyduğumuz muhabbettir. Dostumuzdan geldiği için kalemi severiz.
Ve dostumuzun bize gönderdiği değişik hediyelere olan farklı muhabbetlerimiz, bize verdiğinde paylaştığımız hislerin farklılığına göre değişiklik arz eder.
Aynen öyle de, Rabbimizin bize lutfettiği, bu kainatta muhatap olduğumuz herşeye karşı duyduğumuz sevgiler, Rabbimize karşı duymamız gereken bir muhabbettir aslında.
Allah, farklı farklı sevgilere bizi muhatap kılarak, kalbin sofrasını alabildiğince zengin kılmıştır.
Ve biz de o muhabbet sofrasından rızıklanarak, Rahmân’ın bize olan muhabbetini değişik vesilelerle,
farklı tadlarda anlarız.
Aslında vesilenin kendisine değil, meselâ evlâdı verene, arkadaşımızı böylesine tatlı yaratana, yıldızları kandil yapıp göğe asana, denizde yakamozları yaratana, gözlerimize siyah kirpikler takana, velhasıl, tüm muhabbet ettiklerimizi bize muhatap kılana, bu kalbi yaratana ve sinemize yerleştiren Âlemlerin Rabbine ve Rahmânına muhabbet ederiz.
Tüm bu muhabbetler, Rahmânın muhabbetine bir kapıdır. Allah, çeşitli tarzlarda kalbi rızka muhtaç yaratmıştır... ta ki onun Rahmet hazinelerinin zenginliğini ve Rahmetinin enginliğini anlayabilelim...
İnsan, mahlukat içinde en muhtaç olanıdır.
İşte insan yalnız maddeden ibaret değildir.
Kainatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır...
İhtiyaçları âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış...
Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister.
Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder.
Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâl’i de görmeye müştaktır.
İşte insan bu hadsiz rızıklara ihtiyaç gösterdiğindendir ki, tüm mahlukatın en muhtacıdır.
Aynı zamanda insan acizdir...
Kalbi yaratmanın, kalbine gelecek bir üzüntüyü, elemi, ya da maddi kalbine gelecek bir hastalığı def’ etmenin acizidir.
Ne arzularını gerçekleştirmeye, ne de korkularını, endişelerini gidermeye kendi iktidarı, kudreti, kuvveti yetişmiyor.... iktidarı kısa, eli kısa, sabrı kısa, ömrü kısadır.
–1 –
Namaz konusu şüphesiz ki, çok kapsamlı bir konu.
Namazın fıkhî boyutunu, fıkıh alimlerimize havâle ederek,
namazla huzura varışın hakikatini
ve
bu hakikatle birlikte, kendi dünyamızı,
hayatı yeniden keşfetmeye çalışacağız İnşâallah...
Evvelâ, namazla mükellef kılınan insanı tanımamız ve aynı zamanda kainata bakıp, insanın kainattaki yerini, konumunu belirlememiz gerek.
Kur’ân’ın insanı tarifi:
Bunun için, Kur’ân’ın insanı târifine baktığımızda, Allah(c.c), insanı şöyle târif ediyor:
“Halakal insâne fî ahseni takvîm” !!
“Biz insanı en güzel kıvamda yarattık.” !!!(Tîn sûresi, 4)
Evet.. İnsan, kainatta, diğer tüm mahlûkatın üstünde bir mertebede, en mükemmel bir kıvamda yaratılmıştır.
Bu öyle bir kıvamdır ki, Âlemlerin Rabbine en güzel tarzda muhatap olunabilecek bir kıvamdır.
Evet.. Gökleri ve yeri yaratan, Âlemlerin Rabbi, Efendisi olan Allah(c.c), kainatta insanı muhatap almıştır.
Rabbü’l Âlemîn kendisini, tüm isimleriyle tanıyabilecek bir mâhiyette insanı yaratmış, kainatta tecelli eden bütün isimlerine, insanı bir merkez yapmıştır.
Bir koyun, bir ağaç, bir taş gibi değildir insan. İnsan tüm bunların, cinlerin de üzerinde bir mertebede Rabbü’l Âlemîn’e muhataptır. Hatta meleklerden de üstün yaratılmıştır ..
Bir melâike, Rabbinin Rezzak(rızıklandıran) ismini nasıl tanır?
Meleklerin gıdası nedir? Sohbet, zikir meclisleri, nur ve latif,hoş kokulardır. Melâike, Rabbinin Rezzak ismine bu tarzda mazhardır. Soframızdaki salatanın tuzunu sorsak, melek tuzu bilmez ki, salatayı bilmez... İşte insan, hem sofradaki tuzla, hem sohbetteki rızıkla, yani hem maddi rızkıyla, hem de mânevî rızkıyla, Rezzak olan Rabbini tanır.
Alemin Misâl- musağğarı(küçültülmüş nümunesi) olan insan:
Yani,
Allah, kainatı yaratmış, kainata isimleriyle tecelli etmiş, binbir isminin nakışlarıyla kainat sarayını işlemiş, ve bu sarayın bütün nakışlarını, bu sarayın merkezinde olan , sarayın ve sakinlerinin kendisine hizmetkar olduğu insanada nakşetmiştir.
Kainatı binbir ismiyle dokuyan , aynı nakışla, insanı kainatın küçük bir nümunesi gibi dokumuştur.
İnsan küçük bir âlemdir. Âlemin küçültülmüş bir misalidir.
Kainatta ne varsa, Allah insanın hakikatine onu öz olarak yerleştirmiştir.
Âdeta âlemde ne varsa, insanda nümunesi vardır.
Kainat küçültülse insan, insan büyültülse bir kainat olur...
Şu kainattaki muazzam faaliyetin bir misali de insanda cereyan eder.
Bizim de bedenimizde de sürekli bir faaliyet vardır.
Durmadan nefes alırız,
dimağımız fasılasız çalışır,
saçlarımız uzamaya devam eder,
hücrelerimiz durmadan değişir.(Kainat da, sakinlerini durmaksızın değiştirmiyor mu?)
Bir bebeğin büyüyen parmaklarıyla birlikte, ağacın dalları da beraber büyürler.
Dökülen saçlarımızla, sonbahar birlikte kendini hissettirirler.
Sonbaharda pek çok mahlûkat veda ederken kainata, sonbaharda vefat olayları sıklıkla yaşanır.
(Görüntümüzden misalle): İnsanın saçları, ormanlara işarettir... Tüylerimiz nebâtata,bitkilere işarettir. Damarlarımızda kanın deverânı, akan nehirlere işaret; ağzımızda ve kulaklarımızda ki sıvılar, tatlı acı sulara işaret.. Vücudumuzdaki eğri büğrü yerler dağlara düz yerler ovalara işaret eder ve hâkezâ...
Evet..
İnsan yaratıldığı gibi, kainatta yaratılmıştır.
İnsanın bir gençliği,ihtiyarlığı olduğu gibi, kainatın da vardır.
İnsan vefat edeceği gibi, kainatta bir gün vefat edecektir.
İnsan küçük bir âlemdir yani..
Kainat insana hizmetkâr:
İnsan, kainatın merkezinde yaratılmış ve kainat, insana hizmetkâr edilmiş...
Kur’ân’ın tarifinde: Yeryüzü insana bir döşek gibi serilmiş, bir beşik gibi insanın içinde huzur duyacağı bir hâlde yaratılmış...Güneşe insanın bir lambası, bir sobası olma vazifesi verilmiş, yıldızlar kandiller hükmünde, gecenin karanlığında, insana ikram edilmiş...
Havasıyla, güneşiyle, toprağıyla, her an ahengi muhafazada, dengede tutulan bu kainat, insan için bir hizmetkâr, bir binek, bir döşek, bir sofra, bir çarşı-yı âlem.... İnsan için saray gibi döşenmiş, süslendirilmiş, onun hizmetine verilmiş... Kainat sarayının sofralarında, insan iştahsız da bırakılmamış, tüm sofralardan istifade edebileceği, sınırsız bir ihtiyaç verilmiş.
Kainat her yönüyle insanı ilgilendiriyor:
İşte, Cenâb-ı Mevlâ, kainatta ne varsa, tüm nimetlerin uçlarını insanla bağlamıştır. Yani, insan kainatın her tarafıyla alâkadar bir vaziyette yaratılmıştır. Yanıbaşımızdaki bir olayı merak ettiğimiz gibi, Mars araştırmalarını da merak etmez miyiz?..
Evet..Biz, bu kainatın bütünüyle alâkadarız.... Dağıyla, taşıyla, toprağıyla, yıldızıyla, çiçeğiyle, mercanlarıyla...herşeyiyle, kainat bizim için yaratılmıştır.. Kalbimiz, âlemin tamamına muhabbet edebilecek bir kabiliyette halk olunmuş...
Kainatı bir bütün olarak algılar ve öyle severiz.. Ne bu boncuk mavisi gökyüzü olmaksızın, ne de yeryüzünün ziynetleri olan çiçekleri görmeksizin bir dünya hayal edebilir misiniz?
Bir kedinin dünyası ne kadar da sınırlıdır...
Bir serçenin âlemi de kendine göredir. Cinlerin âlemi de, insana nisbetle sınırlı kalır. Melâikelerin ise, yalnızca mânevî boyutlu bir âlemleri vardır.
Oysa bizler, kainattaki diğer tüm mahlukattan, diğer tüm yaratılanlardan farklıyız....
Yalnızca maddî bir bedenden ibâret değiliz.. Rabb’ül Âlemin, bizlere akıl, kalp, ruh gibi latifeler ihsan etmiştir. Nasıl ki, maddi midemizin rızka, gıdalanmaya ihtiyacı vardır, bu manevi latifelerimiz, hislerimiz de bir rızık isterler.
Meselâ kalbimiz, hadsiz şeylere muhabbet edebilecek bir kabiliyette yaratılmıştır. Ve hadsiz rızıklar ister.
Kalbin rızkı Muhabbetullahtır. Kalp, ebedi bir sevgiliden başkasına razı olmaz.. Gelip geçen muhabbetler, kalbi huzurlu kılmaz.. “Kalp ancak, Allah’ı zikretmekle mutmain olur” Rabbinin sevgisiyle huzura erer, gıdasını alır.
Nasılki bize hediye gelen bir kaleme muhabbetimiz, aslında, onu bize hediye eden kişiye duyduğumuz muhabbettir. Dostumuzdan geldiği için kalemi severiz.
Ve dostumuzun bize gönderdiği değişik hediyelere olan farklı muhabbetlerimiz, bize verdiğinde paylaştığımız hislerin farklılığına göre değişiklik arz eder.
Aynen öyle de, Rabbimizin bize lutfettiği, bu kainatta muhatap olduğumuz herşeye karşı duyduğumuz sevgiler, Rabbimize karşı duymamız gereken bir muhabbettir aslında.
Allah, farklı farklı sevgilere bizi muhatap kılarak, kalbin sofrasını alabildiğince zengin kılmıştır.
Ve biz de o muhabbet sofrasından rızıklanarak, Rahmân’ın bize olan muhabbetini değişik vesilelerle,
farklı tadlarda anlarız.
Aslında vesilenin kendisine değil, meselâ evlâdı verene, arkadaşımızı böylesine tatlı yaratana, yıldızları kandil yapıp göğe asana, denizde yakamozları yaratana, gözlerimize siyah kirpikler takana, velhasıl, tüm muhabbet ettiklerimizi bize muhatap kılana, bu kalbi yaratana ve sinemize yerleştiren Âlemlerin Rabbine ve Rahmânına muhabbet ederiz.
Tüm bu muhabbetler, Rahmânın muhabbetine bir kapıdır. Allah, çeşitli tarzlarda kalbi rızka muhtaç yaratmıştır... ta ki onun Rahmet hazinelerinin zenginliğini ve Rahmetinin enginliğini anlayabilelim...
İnsan, mahlukat içinde en muhtaç olanıdır.
İşte insan yalnız maddeden ibaret değildir.
Kainatın ekser envâına muhtaç ve alâkadardır...
İhtiyaçları âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış...
Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister.
Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cenneti de arzu eder.
Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâl’i de görmeye müştaktır.
İşte insan bu hadsiz rızıklara ihtiyaç gösterdiğindendir ki, tüm mahlukatın en muhtacıdır.
Aynı zamanda insan acizdir...
Kalbi yaratmanın, kalbine gelecek bir üzüntüyü, elemi, ya da maddi kalbine gelecek bir hastalığı def’ etmenin acizidir.
Ne arzularını gerçekleştirmeye, ne de korkularını, endişelerini gidermeye kendi iktidarı, kudreti, kuvveti yetişmiyor.... iktidarı kısa, eli kısa, sabrı kısa, ömrü kısadır.