Şahı_zaman
Aktif Üyemiz
"Muhabbet bağına girdim bu gece,
Açılmış gülleri derdim bu gece,
Vuslatın sırrına erdim bu gece,
Muhabbet doyulmaz bir pınar imiş"
Açılmış gülleri derdim bu gece,
Vuslatın sırrına erdim bu gece,
Muhabbet doyulmaz bir pınar imiş"
İnancımıza göre, bir insan düşünerek iş yapmalıdır. Şükür, fikir, zikir.
İnsanlarda rahatlık gönül rahatlığıdır. Yer. zenginlik, hiç bir şey insanları rahat ettiremez.
- İnsanların gönlü ne ile rahat olur?
- Gönül Allah'ın mülküdür. Gönül Allah'ı anacak bil yerdir. Zulüm üçtür.
1. Nefsine zulüm 2. Karşısındakine zulüm. 3. Allah'a zulüm.
-Kul Allah'a zulüm edebilir mi?
-Kul mahlûktur. Allah halîktir. Herşeyi Allah yaratmıştır. Kul Allah'a nasıl zulmedebilir?
Buyurmuşlar ki:
-"Gönül Hak Subhanallah Hazretlerini anacak bir yerdir. Onu koymaz da başkalarını koyarsa bu zulüm değil mi?"
-Ama zulüm yine kendisine dönüyor.
-Bir insanın evi olur. Evinden, başka bir insan zorla, cebbarlık yaparak onu çıkarırsa, onun evini elinden almış oluyor. Burada ne oluyor?
-Kalbimiz Allah'ın mülküdür. O mülkü sahibine teslim etmezsek. Kalbimizi Allah ile meşgul etmezsek, üçüncü zulüm de budur.
Allah'a şükür gönlümüzde tecelli eden Cenâb-ı Hakk'ın nuru sizleri topladı, buraya getirdi. Allah arzunuza ulaştırsın. Allah imanınızı, amelinizi muhafaza etsin. Allah muhabbetinizle yaşamak nasip etsin. Muhabbet demek ki Allah sevgisi. Bundan daha büyük bir zevk, daha büyük bir varlık, daha büyük bir devlet, daha büyük bir sıhhat, daha büyük bir nimet olamaz. İnsanlar İçin en kıymetli şeydir.
Buyuruyor ki:
Eğer âşık isen yâra sakın aldanma ağyara
Yâr : Allah.
Ağyar : insanı sevdiğinden ayıran.
Burada Yâr'dan mânâ Resulullah, Yar'dan mana meşayih. Meşayihsiz insan Resulullah'a ulaşamıyor. Resulullah'ın rızasını kazanamıyor.
-Allah sevgisi, Resulullah sevgisi, meşayih sevgisi aynıdır. Hiç farketmez. Niçin?
Cenâb-ı Hakk:
"Habibim seni seven beni sever. Seni sevmeyen beni sevemez." buyuruyor.
Hem de:
"Habibim seni bilen beni bilir. Seni bilmeyen beni bilemez." buyuruyor.
Öyle ise, bir insan Peygamber Efendimizi sevmezse Allah'ı sevemez.
Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl
Evliyaların kelâmı bu. Muhabbetten Muhammed var oldu, Cenâb-ı Hakk:
"Habibim ben seni en evvel sevgimden yarattım" buyuruyor. Sevmiş, övmüş, yaratmış.
Bizim de ancak muhabbetimizdir bizi nimetimize kavuşturacak olan. Allah'tan ayrılan ruhumuzu Allah'a ulaştıracak olan. Muhabbetin cismi görünmüyor. Meselâ: Gönlümüzde bir Allah sevgisi, bir Allah muhabbeti var. Ama bunun bir cismi var mı, rengi var mı, şekli var mı? Yok ama bir insan Allah'a ulaşırsa. Evet Cenâb-ı Allah vacib-ul vücut. Cenâb-ı Hakk'ın bir sıfat-ı subitiyesi vardır. Bir de sıfat-ı zatiyesi vardır, insan Cenâb-ı Hakk'ın zatına ulaşırsa bir varlık görür. Bir varlığa ulaşır. Ama o nasıl bir varlık? Ondan bahsedemez. Onu görür ama gördüğünü söyleyemez. Çünkü niye? Görünen bir şeyin cisim olarak göründüğünde onun rengi şöyle idi. Tadı şu idi. Şekli şu idi der bir insan. Ama cisim olarak görmezse onun nasıl benzerini söyleyecek? Şeklini anlatacak? Söyleyemez. Onun için bu da haktır. Allah'tan gelen ruhu Allah'a ulaştırınca ne oluyor insanlar? O muhabbetin neticesinde ulaşıyorlar. Allah'ı seviyorlar. Allah'a ulaşıyorlar. Allah'ı görüyorlar. Allah'ı buluyorlar, işte bu ne ile ?
"Habibim seni bilen beni bilir. Seni bilmeyen beni bilemez."
Zahirde çok hocalar var. Onlar biliyorlar mı? Biliyorlar Peygamber Efendimizi. Onlar ilmel yakîn biliyorlar. Ama "Seni bulan beni bulur."
-Bunlar kimler?
-Ümmetlikte sünnetin tamamen hepsini işleyenler. Kitab'ın ve sünnetin tamamen hepsini işleyenler. Kitaba ve sünnete tamamen bağlanıpta yaşayanlar. Bilinen bir şey tarikatsız bulunmaz. Çünkü niçin? Şeriat, Allah'ın emri. Kitap sünnet ancak bildiriyor.
-Bulduran nedir?
-Bulduran tarikat oluyor. Tarikat!
Sen Ankara'dasın. İstanbul'da bir nimetin olduğunu biliyorsun. Bunu ne ile biliyorsun? Okudun veya vaaz dinledin ki, istanbul'da bir nimet varmış. Herkes bunu bilmiş. Bilmişler ama onu bulmak için ne lazım? Onun yoluna yürümek lâzım. Yürüdü gitti. Buldu. Buldu ama bir de onu tatmak lâzım. Tadamazsa eğer, bulduğundan ne fayda olacak. Onun tadından tadınca zevk alıyor. Onun için:
"Habibim seni bilen beni bilir. Seni bilmeyen beni bilemez." buyuruluyor.
"Seni bulan beni bulur, seni bulmayan beni bulamaz. Seni gören beni görür, seni görmeyen beni göremez."
Allah'ın emirleri böyle.
"Habibim ben seni sevgimden yarattım. Bütün varlıkları senin için yarattım." buyuruyor Cenâb-ı Hz. Allah.
Onun için kelâm-ı kibarda:
Muhabbetten Muhammed oldu hasıl
Muhammed'siz muhabbetten ne hasıl
Madem ki Muhammed, Allah'ın sevgisinden, muhabbetinden meydana geldi ise, sen Muhammed'i sevmezsen, sen o zaman muhabbet ehli değilsin. Allah'ı sevmiş değilsin. Bir de buyuruyor ki:
Muhabbetten murad ancak Muhammed hasıl olmaktır
Muhammed'den murad şahım visale vasıl olmaktır
Visal : Ulaşmak.
İnsanlardaki muhabbetten maksat Peygamber Efendimizi kazanmak. O'nu bulmak. O'nu buldunsa eğer, bu sefer isteğine ulaşacaksın.
-Ama bu istek hangi istek?
-Dünyadaki istekler değil veya ahiret istekleri değil.
-İstek nedir?
-Vuslat.
-Neye ulaşmak?
-Allah'a ulaşmak.
Allah'tan başka hiç bir şey insanı tatmin etmez. Ama insanların nefsi var. Ruhu var. Nefsi dünyada herşeyi ister. Çok şeyi elde eder ama, yine tatmin olmaz. Yine doymaz. Sunum olsun der, elde eder. Bunum olsun der, onu da elde eder. Ama yine tatmin olmaz. Ama bunlar aldatıcı oluyor. Ahiret de bir arzudur
insanlarda. Ahiretin karşısında dünya batıldır. Madem ki ahiretin karşısında dünya batıl, Allah bize akıl vermiş. Bir inancımız var. Hakk'ı batılı bize seçtirmiş. Biz Hakk'a sahip olalım.
-Batıla niçin sapıyorsun?
-Hakk'a sahip olursak, Allah'ın nimetine rahmetine sahip olacağız. Batıl olana sahip olursak azap göreceğiz. Çünkü batıl yasak olanlar... Hak olanlar ise Allah'ın emirleri, Allah'ın emirlerini işlersek Hakk'a sahip oluruz.
Meselâ bakınız;
Bunlar olmuştur. Hz. Musa Kelîmullah'ı Allah ne ile denedi? Firavun'un sakalını yoldu Musa. Firavun Musa'yı öldürtmek istiyor? Bütün doğan çocukları öldürttü. Ama Musa'nın annesi onu, Firavn öldürmesin diye sandığa koydu. Nil'e attı. Nil de götürdü Firavun'un köşkünün önüne getirdi. Firavun onu aldırttı. Öldürmek üzere iken, Asiye validemiz öldürtmedi. O, Allah'a inanmış yetişkin bir hanımdı. Onu kurtardı. Halbuki o zaman ki âlimler, sihirbazlar
- "Bu yılki doğan çocuklardan biri seni öldürecek, saltanatın elinden alacak" demişlerdi. Firavun o kadar tedbir aldı ki... Bütün doğan çocukları cellatlara öldürttü. Hz. Musa'nın annesini de Cenâb-ı Hakk sezdirtmedi. Bildirmedi. Kimse bilemedi ki bu da hamile.Bu da çocuklu hiç bilen olmadı. Doğunca da ağladığı duyulur, görülür diye Nil'e attı. İşte Firavun onu aldırttı. Büyütüldü. Firavun'un sakalını yoldu.
- "işte bu çocuk beni öldürecek" dedi. Olayın sonunda Cebrail kanadını vurdu. Çocuk altın yerine ateşe uzandı öldürülmedi.
Bizim de önümüzde tepsi içerisinde bir tarafta ateş var. Bir tarafta altın var. Allah'ın emirleri var, nehiyleri var. Emirleri tuttunsa altını aldın, kurtuldun. Nehiyleri yaplınsa ateşe uzandın, yandın. Allah'a çok şükür bizi inananlardan halketmiş. Ya ehli küfür yaratsa idi halimiz ne olurdu?
Bazılarının da nüfuslarında dini mezhebi İslâm diye yazıyor. Zannediyorlar ki bunların nüfusları onları kurtaracak. Kurtarmaz. Nüfus kağıdı insanları kurtarmaz. Cisim insanları kurtarmaz. Ancak emire uymak insanları kurtarır. Emir de Kur'ân. Çünkü Kur'ân Allah'ın emri. Ancak sünnet insanları kurtarır. Sünnet ne? Resulullah'ın yaşantıları. Kim Resulullah'ın yaşantısını örnek alarak yaşadı ise kurtuldu.
Çünkü Peygamber Efendimiz ne buyuruyor:
"Ben ümmetime iki şey bıraktım. Kitap ve sünnetimi bıraktım. Kitap ile sünnetime sarılanlar, Nuh'un gemisine binip kurtulanlar gibi kurtulurlar. Kitap ve sü'nnetitne sarılmayanlar küfür deryalarında boğulurlar, giderler."
-60 yaşında da olsa, 30 yaşında da olsa değişen ne olur ki? Değişen nedir? Eğer mükellef olmadan ölürse, o insan azap görmez. Kim olursa olsun. Hıristiyan, mecusi, taşa tapan, ne olursa olsun. Eğer mükellef olmamışlarsa Cenâb-ı Hakk'ın emri bunlara tecelli etmiyor.
-Cenâb-ı Hakkın emri 15 yaşında olanlara tecelli eder. 15 yaşından sonra insanları kurtaran ne olacak?
-Kitap, sünnet.
-Peki kurtulamayacak olanlar?
-Kitabı, sünneti yaşamıyorsa hemen ölsün. Yaşayacaksa kitabı sünneti, yaşasın ki kurtulsun. Bunların hepsi inanca bağlı.
- inancı ve imanı kurtaracak olan şey nedir?
-Amel. Amelsiz iman kurtulmaz. Şu halde iman ile amelin birleşmesi gerekir.
İman : İnançtır, inanmaktır. Amel: inancını yaşamaktır.
-Neye inanmış?
-Günaha inanmış. Günahtan kaçacak.
-Neye inanmış?
-Sevaba. Onu yapacak.
-Neye inanmış?
-Harama. Ondan kaçmazsa sadece inanmak onu kurtarmaz.
-Neye inanmış?
Helâle. Helâle koşacak. Helâl lokma arayacak.
-Neye inanmış?
-Şerre. Serden kaçacak. Kaçamazsa kurtulamaz. Bu insanları Cenâb-ı Hakk niçin halk etmiş?
"Biz insanları, cinleri halk ettik ki bizi mabud bilsinler" buyuruyor.
-Bildiren Allah. Madem ki Cenâb-ı Hakk böyle buyuruyor; Bu müşrikler niye bilmiyorlar onu?
-Bu müşrikler niye Allah'ı bilmiyorlar?
-Ağaçlara, insanlara, taşlara tapıyorlar. Onlara Allah iman nasip etmemiş. İlmi ezelde bunlar inanmamışlar. "Elestü bi rabbiküm?" fermanına onlar "bela" dememişler, inananların ruhu "bela" demiş. Allah'ın varlığına inanmak, Allah'a ortak koşmamak demek. Taşlara, putlara, insanlara tapanlar Allah'a ortak koşmuş oluyorlar. Ehli küfürle ehli şirk aynı şeydir, hiç değişmez.
Ehli küfür : Allah'ı inkâr eden.
Ehli şirk : Allah'a şirk koşan, ortak koşan.
Ehli iman Allah'a inanıyor ama, Allah'a isyan ediyor.
-Bunlar kimler?
-Bizleriz. Yani bu cemaat değil. Ama bu cemaatin hepsinin bir ailesi var. Kardeşi var. Evladı var. Mütemadiyen şikayetler geliyor. Babası oğlundan, hanımı kocasından, bir başkası başkasından şikayet ediyor. Tabii ki bunların bizi etkilemesi lâzım. Allah'a yalvarmamız lâzım:
"Yarabbi sen hidayet et. Yarabbi sen zamanımızın fitnesinden, şeninden bizleri kurtar. Aile efradımızı fesat ürtmetden etme."
Fesat ümmet : Azaptan kurtulamayacaklar. Şimdi fesat ümmet zamanı.Ehli nar:Yolunu izini kaybetmiş.
-Yolu izi nedir?
-Kitap, sünnet.
-Fesat ümmet kim?
-Kitabı sünneti yaşamayan.
-Nasıl oluyor?
-Haram yiyor, işliyor. Helâle hiç meyletmiyor.
Peygamber efendimizin bir emri var. Buyuruyorlar ki:
"Ümmetimin zamanında Öyle bir an gelir ki onlardan riba yemeyen kalmaz. (Riba: Faiz) Yemeyenler varsa tek tük onların da burnuna kokusu girer."
Buradaki cemaatın şeriatı ve tarikatı var. Allah'a şükür, ibadetiniz, amelinizde var. İnancınız, amelinizle buraya toplandınız. Buraya geldiniz. Fakat hanenizde beyiniz, oğlunuz, kızınız var. Bunlar günahtan kaçmıyorlar. Haramdan sakınmıyorlar belki.
-Haram nedir?
-Mükellef olmuş, 15 yaşına girmiş, örtünmemiş. Hatta kız çocuklarının daha da erken örtünmesi lâzım. Başım açınca hergün her saat günah işliyor.
-Allah yasaklamamış mı?
-Yasaklamış.
-Eee bu herkesin evinde var mı?
-Var.
-Bundan nasıl kurtulacağız?
-Bir taraftan Allah'a sığınacağız. Bir taraftan da onun önüne geçmeye çalışacağız. Tavsiye edeceğiz. "Yapma kızım. günahtır. Haramdır. Bak gençler de ölüyor. Ölür gidersin, ölmezsen de günah kazanacaksın" diyeceğiz. Sonunda yine öleceksin denilecek. Bir oğlumuz var meselâ: Cami tanımaz, cemaat tanımaz. Gidiyor meyhanelerde günah işliyor. Buna da mani olacağız. Bu günahlan belki bir kâr elde ediyor, O kazancı eve getiriyor. Halbuki onun kazancı helâl değil. Buna da engel olmak lâzım. Yine de çok şükür ki Allah bizi, sizi, bu cemaatı ehli sünnet olarak halk etmiş. Fakat islâm da cihad var. Dille cihad, kalbi cihad.
Dille cihad: Bu cihad herkes için vardır. Çünkü Allah'ın emridir. Kadında da var bu cihad, erkekte de var. Sen bir annesin. Hanım olarak kızlarının tesettürüne hakim olacaksın. "Ama ne yapalım. Bu zamanda herkes böyle" demekle sen bundan kurtundun mu sanıyorsun? 15 yaşına kadar, mükellef oluncaya kadar ne yapacaksın? Bunun tesettürünün üzerinde duracaksın. Ama 15 yaşında girdi. Mükellef oldu veya evlendi. O zaman senden çıktı. Allah senden sormaz.
Onun için Salih Baba'nın divanında bir kelâm vardır:
Eğer simurgu ankasan gurabın yanma varma
Hakikat andelibî ol gözünü gülden ayırma
Gurab : Karganın ismi, karga pistir. En pis hayvan.
Simurgu anka : O kadar temiz bir kuş ki pisliğe yanaşmak değil, pisliği gördüğü yok.
Andelib : Bülbül
-Pis şeyler nerede olur?
-Zeminde, karada olur. O karaya inmiyor ki, pisliği görsün. Bu hayvan havada yaşıyor. Neslini bile havada üretiyor. Yumurta yapıyor. Civcivini uçuruyor. Cenâb-ı Hakk onu öyle yaratmış. Aşağıya inmiyor.
işte bu kelâmda nakşilerin ruhu, nakşi müritlerinin ruhu simurgu ankaya benzetiliyor.
-Gurab kim?
-Şeriatı, tarikatı olmayan. Şimdi gurab evlerimizde değil mi? Sen namazı kılarsan beyin kılmazsa, senin dersin var, beyinin yoksa sen simurgu anka'sın. Beyin gurab.
-İşte o zaman ne yapmak lâzım?
-Allah'a sığınmak lâzım. Bir taraftan da cihad. Yani onlara neme lâzım değil de ikaz yapmak lâzım. Tavsiyede bulunmak lâzım. Bir taraftan da üzülmek lâzım. Bir taraftan Allah'tan hidayet isteyeceğiz. Dua edeceğiz. Bunu yapacağız.
Yani şeriatı, tarikatı olan bir kimsenin cismi de ruhu da temizdir. Şeriatı, tarikatı olmayan bir kimsenin de o kadar pistir, gurabtır.
Eskiden hacca vapurla gidiyorlarmış. Gidişleri gelişleri altı ay sürüyormuş. Hacca gidecek kimsenin vapuru buluncaya kadar yürümesi gerek. Yürümezse vapuru bulamaz. Yürüdü. Vapuru buldu. Binecek, vapuru bulduktan sonra da yürümesi gerekmez. Vapur giderse onu hacca götürecek. Yoksa vapurun içinde dolaşsın dursun. İşte burada vapuru buluncaya kadar ki kısım şeriattır. Burada vapurdan mana meşayihtir. Madem ki vapur sana deryayı geçiriyor. Menzile ulaştırıyor. Evliyaullah da seni varlığından kurtarıyor. Bir vapur oluyor. Uçak oluyor. Seni Allah'a ulaştırıyor. Herkesi gelip uçak evinden almaz. Vapur evinden almaz. Uçağa binmek için havaalanına gideceğiz. İşte şeriat ancak insana bir vasıta buldurur. Tarikat ise Allah'a giden vasıta. Tarikatı bulamamışsa bir insan, Allah'a giden vasıtayı bulamamıştır.
insanların ruhu Allah'tan gelmiş ama yine bir vasıta ile gelmiş. Vasıta ile gelinen yere ancak vasıta ile gidilir. Bu vasıta da şeriat, tarikat, hakikat.
-Hakikat nedir?
-Cenâb-ı Hakk'ın varlığıdır, insanlann ruhundadır. Ama ruhu nimetine malik edersek, ruhu nimetine ulaştırırsak, bizde bir hakikat sahibi oluyoruz.
Şeriat, kitap, sünnet. Tarikatta kitap, sünnettir. Ama biz kitabı, sünneti bilemiyoruz.
-Kitabı sünneti kim biliyor?
-Âlimler biliyor. Ama bu zamanda âlim bozulmuş.
Alim bozulmazsa alem bozulmaz. Ama hakikat sahipleri mevcuttur. Onlar da gizleniyorlar.
Cenâb-ı Hakk'ın emri öyle. Tarihler boyunca, küfür hakim olunca ehli iman gizlenmişler. Küfrün dalgasında kalmışlar. Bazı zamanlarda iman hakim olunca bu sefer her şeylerini aşikâr etmişler. îmanlarını aşikâr etmişler. Burada iman denilince: Avamın bir imanı var. Velinin de bir imanı var. Nebilerin de İmanı var. Şimdi nebilerin zamanı geçmiştir. Ama varisi enbiya var. Kıyamete kadar devam edecek. Onlar da iman sahipleri. Onlar da gizlemişler imanlarını. Biz de gizlemek mecburiyetinde kalıyoruz. Etrafımızda, çevremizde küfür varsa, gizliyoruz. Ailemizde varsa yine gizliyoruz. Küfür dolu bir ailenin içinden genç bir erkek veya kıza Allah iman nasip etmiş. Bir de idraki var. Bu genç annesinin, babasının yanında ailesi içinde cehennemde yaşıyormuş gibi yaşar. Çünkü bunun bir inancı var. İnancını yaşamak istiyor. Ailesi mani oluyor. O da gizlemek mecburiyetinde kalıyor. Hak olan tarikatı hanım almış beyinden gizliyor. Oğlu babasından gizliyor. Kardeşinden gizliyor. Akrabasından gizliyor. Ama gizlemek ona üzüntü veriyor. Azap veriyor. İnanan, inancını serbestçe yaşamak ister.
Bahrîler ummana daldı pek çoğaldı dehriler
Böyle mülhidler ile bahs-i dine dalmak da güç
Bahrî : İlim sahipleri. Dehri : İlim sahibi olmayanlar.
Şimdi onların ilmi de yok. Bildiklerini de yaşayamıyorlar. Niçin. Bir ülkeyi idare eden amirlerdir. Şimdiki düzen ise küfrün düzenidir. Islâmi düzen yoktur. Makamlara işyerlerine kendi adamlarını getiriyorlar. Meselâ: Hoca olan bir kimse dururken, hoca olmayan kimseleri getirip koyuyorlar. Öyle âlimler varki söz sahibi değiller. Makam mevki sahibi değiller. Çekilmişler evlerinde oturuyorlar.
-Şimdiki âlim geçinenler ne yapıyor?
-Halkı bölüyorlar. Süleymancı, Nurcu, Işıkçı, sucu, bucu diyerek. Çok sapık düşüncede olanlar var. Meselâ Cuma namazı kılmayanlar var. Kılmayın diyenler var. "Bu hocaların peşinde namaz kılınmaz" diyenler var. Bunların islâm'a zarardan, bölücülük ve tahribattan başka bir şeyleri yoktur.
-Meşâyihlerin kisvesine de yalancılar girdiler. Onları da aramak çetin. Onlar da gizlendi. Ama arayan bulur. Bir kul Allah'ına sığınsa, bir doğru yolu Allah ona buldurur. Zamanımızda işte Allah bize buldurmuş. Şimdi zamanımızda küfür veya batıl tarikatlar var.
Peygamber Efendimizin emridir:
"Tefrika yapmayın, bölünmeyin, parçalanmayın."
Tefrika zamanına ulaştınızsa Hakkı nerede gördünüzse oraya gidin. Şimdi hepsi de benim ki Hakk diyor. Biri öbürünü batıl sayıyor. îslâmda böyle birşey olur mu? Ancak birleşmek var. Ancak, şeriat, tarikat var. Evet şeriat, tarikat var. Evet şeriat zahirde birleşmeyi emrediyor. Birleşin. Tefrikaya düşmeyin, kim ki tefrikaya düşüyorsa kitaptan sünnetten ayrılmış. Bir de Peygamber Efendimizin bir emri var
"Ümmetim 73 fırka olacak. Bunların bir tanesi fırkayı naciye 72 tanesi fırkayı nâr." Yani 72 tanesi ateşe gider.
- "Ya Resulullah bu fırkayı naciye hangi fırka?" diye soruyorlar. Buyurmuş ki:
- "Kitaba ve sünnete sarılan. Benim ve ashabımın izini izleyen."
Öyle ise kitap da birleşmeyi emrediyor. Ayrılmayı yasaklamış. Dikkat edin. Sünnette birleşmeyi emrediyor. Demek ki tefrika yapanlar kitaptan sünnetten ayrılmışlar. Ama ne yaptıklarından haberleri yoktur.
-Bunlar niye bölünüyor ve bölüyorlar?
-Birincisi benlik. Benim demek, ikincisi menfaat. Lider olurum geçinirim.
Allah'a şükür biz ayrılmıyoruz. Şeyh Efendimizden de öyle gördük. Bizim cemaatimizde siyaset konuşulmaz. Her partiden cemaat vardır. Fazla aşırı partici olanlar da bırakıyor.Senlikleri gidiyor.İki ayrı zıt partiden olanlar birbirlerine sevgi ile bağlanıyorlar. Kardeş oluyorlar.
Cenâb-ı Allah'da öyle istiyor. Allah için bir araya gelin. Allah için konuşun. Bir mecliste siyaset konuşulursa, Allah için konuşmuş olur mu? Demek ki çok Ölçüler var. Fırkayı naciye kimdir? Çok belirtileri var. Zaten söylenmiş ve buyurulmuş:
Yetmiş üç fırkanın sertacı benem
Kangısma sorsam der "nacî benem"
Bildim ki cümlenin muhtacı benem
Yetmiş üç fırkanın başı benim ama, hangisine sorsan bizim elimizden alıyorlar. Hepsinin muhtacı biz isek. Biz Allah'a sığınalım.
Başka bir kelam da buyuruyor ki:
Hz. Şeyhimden giymişem tacı
-Bu tac nedir?Şeyh Efendi hangi müridin başına tac koymuştur?
-Hangi bir müslüman gitmişde bir yetkili meşayihten ders almışsa, işte onun başına tac konulmuş.
Hazreti Şeyhimden giymişem tacı
"Ved-Duha" yüzüdür "vel-Leyli" saçı
Olmak isteyenler fırka-i nacî
Ziyaret eylesin pirlerimizi
Bunu söyleyen ehli dil. Ehli kelam. Madem ki bu nimeti Cenâb-ı Hak bize ihsan etmişse bunun kadrini bileceğiz. Bir defa inancımızı, şeriatımızı, tarikatımızı yaşayacağız.
-Şeriat nedir?
-Allah'ın emirlerine uymak. Bildiğin kadar günahlardan şerlerden haramdan kaçınmak.
Tarikat : Meşayihin hizmetinde bulunmak.
Bunların büyük nimeti var. Bunlarla hakikate ulaşacaksın. Bir kelâm var ki:
Kabiliyet bizde olmazsa meşayih neylesin
İster ise mürşidi olsun Muhammed Hazreti
Ne kadar benim şeyhim büyüktür. Ben onun müridi oldum desen de zahirde bir eksikliğin varsa sen ondan istifade edemezsin. Asla sana sahip olmaz. Ama bir de batın vardır. Zahirde suyu üfürerek içerler ama meşayihleri yoktur.
-İnsanların nimeti nedir?
-Nerden geldiğini bilsin, insanlar
-Allah'tan gelmiş. Allah'a nasıl ulaşırlar?
-Şeriat, tarikat, hakikat, marifet. Hakikate geçince İnsanlar ruhlarını gelmiş olduğu makama ulaştırmışlardır.
Gönlüme nakşoldu hubb-u cemali
Terk eyledim cümle hep kil ü kâli
Dünya-perestlerin çok ise mali
Bizim de imam-ı zamanımız var
Hakikate ulaşan bir kimse artık dünyayı da atmış. Ahireti de atmış. Başkaları yer, içer, köşklerde oturur. Uçaklarla gezer. Bunlara hiç meyletmez o kişi. Bir eski çul veya hasırda oturur da en yüksek en lüks yalı da oturuyormuş gibi. Çünkü onun ruhu Allah'a ulaşmak istiyordu. O'na dünyada iken ulaşanlar olur. Ruyetullah haktır. Çok büyük âlimler batıl oldular. Niçin? Ruyetullahı inkâr ettiler. Tarikatı olmadan insan hakikate ulaşamaz. Hakikate ulaşamazsa Ruye-tullah'a mazhar olamaz. Ruyetullah demek, Cenâb-ı Hakk'ın cemalini görmektir. Ama bunu ruh görüyor. Cisim görmez. Ama cismin de iki gözü vardır. Birde kalbin gözü vardır. Kalbinin gözünü ancak tarikat açar. Ancak meşayih açar. Tarikatta hizmet görecek, himmet alacak ki meşayih onun gözünü açsın.
Aç basiret aynimiz ferdaya salma bizi
-Kime diyor?
-Meşayihine. Kalb gözümüzü aç da ayrılıkta bırakma bizi.
-Sıfat aynı mıdır? Değil.
-Gayrı mıdır?
-Değil.
Sıfattan mana: Hz. Allah. Sıfattan mana: Hz. Resulullah.
-Ama Resulullah Allah mı?
-Değil.
-Allah'tan ayn mı?
-Değil. Evliyaullah da böyle. Evliyaullah'ın ruhu, Allah'ın zatının ruhudur. Evliyaullah'ın cesedi de Ravzayı Mutahhara'dır. Zattan mana insanların ruhu. Sıfattan mânâ insanların cesedi,
-insanların şifatı, yok mu? Sıfatı subuliye var mı insanlar da? Allah'ın da sıfatı subutiyesi var mı? Yani 8 sıfatı var mı Cenâb-ı Hakk'ın? insanlara da vermiş bu 8 sıfatı.
-İnsanlar bu 8 sıfatı Allah yolunda harcarsa, bu mecazi olan 8 sıfatını hakikate tebdil ederse ne olur? Nereye varır? Neye mâlik olur? Vahdet-i vücut diye dillerde söylüyorlar. Ama özünden haberleri yok. Bilinmeyen kelâmları söylemekte de bir fayda olmaz. Niçin?
Ehli aşkın sözlerin alıp satan aşık mıdır
İçini görmez sarayın vasfeder divarını
Bir de şu vardır. Bir insan söylemiş olduğu sözden haberdar olmazsa, yalancı oluyor. Onun İçin tasavvufun bazı kelâmları var ki bunu ancak yetkilisi söyler. Yetkili olmayan söyleyemez. Yetkili olmayan söylerse halkı tefrikaya düşürür. Halkı inkâra götürür. Ama yetkili olan bir kimse onun izahını yapar ve insanı şüpheye düşürmez.
Çok kulak verme bu halkın ekseri deccâlidir
Hak Teâlâ'nın kelamı Hazret-i Kur'ân'a bak
Sordular ruhtan Resulullah cevâbın vermedi
Ol Ebul-Ervah iken setr ettiği hemyâna bak
Bir takım dehri oturmuş aklı ruhtan bahseder
Halkı idlâl eyleyip söylediği yalana bak
Herkes ruhtan bahsedemez. Peygamber Efendimiz bildiği halde bahsetmedi. Peygamber Efendimiz ruhların babası. Sizler kaç tane evladınız varsa onların özelliklerini iyi bilirsiniz. Bir annenin, babanın evladını bildiği gibi, hatta daha net olarak, ruhları bildiği halde sormuşlar da cevap vermemiş.
Yalnız Cenâb-ı Hakk ayeti kerimeyle bildiriyor:
"O ruhtan soranlara de ki :
"Ruh Rabbimin emrindedir"
-Onun için ruh burada masum. Mesul olan cesettir. Ama ruhu da mesul ediyor Ceset mesul olunca ruh ta mesul oluyor. Niçin?
-Bir insan cesedini düşünmezse, temizlemezse, pis olursa, bu ruh pis cesette yaşıyor ya, ceset ruhun kalıbı yahutta Cenâb-ı Hakk o pis ceseli çirkin bir cisimle kaldıracak. O ruh yine onun azabını görecek. Onun için ruh masum. Mesul olan cisimdir. Cisim ise nefistir. Ruha zulmeden nefistir. Evet bu cismini insanlar temizlerse, pak ederse. Cenâb-ı Hakk bu sefer ona pak bir cisim halk edecek. O cesedi ile ruh cennete gidecek. Bakınız ne yaptı? Ruhunu kurtardı. Ama Öbürü ruhuna zulmetti.
Bir takım dehrî oturmuş aklı ruhtan bahseder
Dehrî : Bilmeyenler.
Oturmuş ruhtan konuşuyorlar. Onların gördükleri ruh değildir. Onların gördükleri cinlerdir. Bunlar söyledikleri yalanla halkı doğru yoldan sapıttırırlar.
Allah'a çok şükür. Cenâb-ı Hakk bize öyle bir ihsan vermiş ki... Şimdi Öyle tarikatlar var ki Allah korusun. Çok günah işliyorlar. Günahı da mubah sayıyorlar. Haramlara helaldir diye itikat ediyorlar.
Bizim tarikatımızda çok ihsanlar var. Onun için Salih Baba: Çok ihsan var bu ihsandan içerü demiştir. Çok şükür. Cenâb-ı Hakk bizi, zamanımızda batıl bir tarikata, yalancı bir rneşayihe rast getirmemiş.
Bunların hepsinin başı: Allah bizi müslüman halk etmiş. Bunlar hep ondan kaynaklanıyor.
En büyük nimetimiz: Cenâb-ı Hakk bizi müslüman halk etmiş. Yeme maddelerinin çerisinde en büyük madde ekmektir. Bunu şöyle izah edelim. Ne kadar yeme maddesi olursa olsun ekmeksiz yenmiyor. Her şeysiz olur. Ekmeksiz olmaz. Ekmek olunca diğerleri olsa da olur, olmasa da olur. Cenâb-ı Hakk ekmeği nimet olarak halk etmiş ama insanlar ona katık istiyor. Bu neye benziyor? Cenâb-ı Hakk bizi müslüman halk etmiş. Ekmeğimiz budur. Katığı nedir? Biz.Islâmı yaşıyoruz. Ama ibadetimiz amelimiz ne kadar olursa olsun. Allah'tan gelen hastalığa razı olmak ibadetlerin en makbulüdür. İnsan ne kadar ibadet yaparsa yapsın hastalıktan dolayı aldığı eciri hiç bir ibadetten alamaz. Ama razı olacak. Razı olmazsa o kodar ecrini alamaz.
"Hasta olmayan vücutta, hayır yoktur" diye hadis-i şerif vardır. "Eşeddül bela" fermanı var.
-Allah'tan gelen belâ ne ile geliyor?
-Hastalıkla geliyor. Fakirlikle geliyor. Maişet darlığı. Bir de zillet. Yürek oynatması. Zaten dünyanın azapları da bunlardır. Bir ayeti kerime var, namazda okunur "Rabbena atina fid dünya haseneten ve fi'l-âhireti haseneten ve gına azabennar" Bunu bilenler salavatlardan sonra okuyorlar. Namazı selamlarken son tahiyyatta okunur. Meali, manası:
"Yarabbi, dünyada, ahirette bizi nârdan, azaptan koru. Dünyada, ahirette hayır hasenat İşleyenlerden eyle."
-Bu ayetin rumuzlu tarafı da var.
-Hayır hasenatı kim işler?
-Sağ olanlar işler. Ölüler işleyemezler, insan kendi isteği ile vücudunun herhangi bir yerine ateşi tutsa da yaksa haramdır. Günahı kebairdîr. Dünyada ahiretleki azaptan alıkor diye isteniliyor. Dünyanın azapları: Fakirlik, hastalık ve zilletlir.
-Üç kimsenin öldükten sonra da defteri kapanmıyor. Defterine sevap yazılıyor.
-Kim bunlar?
-Sadakayı cariye işleyenler.
-Neler bunlar?
-Çeşme, cami, köprü yaptırmış. Medrese yaptırmış, okul, hastane yaptırmış. Onlar çalıştığı müddetçe amel defteri kapanmıyor.
-Bir başka sadakayı cariye hangisi?
-Salih evlat yetiştirmek.
-Salih evlat hangisi?
-Oğlunu okutmuş alim yetiştirmiş. O da açmış medreseyi, hocaları yetiştiriyor. Âlim yetiştirmiş oğlunu, o da hafızları yetiştiriyor. O hafızlar da hafız yetiştiriyor. O da sadakayı cariye oluyor. Oğlunu meşayih yetiştirmiş. O da meşayihler yetiştiriyor. İşte insanlar böyle eserler bırakıyorsa defterleri yine kapanmıyor.
Halka hizmet gören müesseseler yaptırılınca veya katkıda bulununca da defterler kapanmıyor.
-Bir insanın tahammül edemeyeceği bir hastalık azaptır. Tahammül edemeyeceği fakirlik, bu da azaptır. Dayanamıyacağı bir zillet, bu da azaptır.
-Bunlardan kurtuluş var mı?
-Yok, olamaz.
Hadis var. "Dünyada müslümanlara rahatlık olmaz" Rahatlık olmayacaksa işte, bizim hastalığımız olur, geçim darlığı olur, yürek oynatması olur, olur, olur... Bunlardan maksat Rabbimizi tanıyalım. Rabbimize sığınalım. Bir de burada Cenâb-ı Hakk bizi mecbur tutuyor. Bize bu gibi şeyleri vermiş ki biz ona sığınalım. Çünkü bu nefis öyle bir şey ki rahatlıkta Rabbini unutur. Rahat ve safahat içerisinde olunca Rabbini unutur. Sığınamaz Rabbisine, Fakirlik, zenginlik, hastalık, sağlık, varlık, yokluk, müntehiler için değişmez. Aynıdır. Ama irade sahipleri için böyle değil. Biz de madem ki irade sahibiyiz. Ne yapacağız? Hastalıktan kurtulamıyorsak, dünyada ahirette nârdan azaptan koruması İsteniliyorsa, Allah seni hastalıktan korur.
-Nasıl korur?
-Sana tahammül verir. Sabır verir. O zaman o hastalıktan sen şikayetçi olmazsın. Acısını ağrısını duymazsın. Duyarsın ama fazla acı ve ağrı duyurmaz Cenâb-ı Hakk. Amenna ve saddaknâ.
Haşa öğünmek İçin değil de ömek olarak anlatıyorum:
1983 de büyük bir ameliyat geçirdim. Apandist patlamış. Doktorlar Erzurum'a havale ettiler. Şeker de var. Gittik Erzurum'a. Apandist ameliyatı gibi değil. Büyük açtılar, içeriyi temizlemek için. On bir tane dikiş. 3 saat 45 dakika sürdü. Çıkardılar. Getirdiler. Kırksekiz saat geçti. Açtılar yarayı. Apseli yara. îki yumruk girer içeri. Başlangıçta akşam sabah günde iki defa pansuman yaptılar. Bir kaç gün sonra günde bir defa yapmaya başladılar. Fakat her pansumanı bir ameliyat sayıyorlar onlar. Çürümüş, kararmış ya... Hep temizliyorlar. Aletlerle çekiyorlar. Sururi bey vardı doktor. Asistanlar var. Mete Bey var Doçent. Bana özel ilgi gösteriyorlardı. Her gelen pansuman için yaklaşınca:
- "Hacı dede canını yakacağız ama kurtuluş için gerekiyor" diyorlardı. On gün yara açık kaldı. Beş gün burnumdan hortumu almadılar. Sekiz gün ağzımdan birşey vermediler. Serum verdiler. Sonra hortumu aldılar. Serumu aldılar. Her gelen üzülüyordu. O hortum öyle acı veren bir şeymiş ki... Fakat itimat edin ben onun da acısını duymadım. Hatta doktora bu horutumu alın diyenler olmuş. O da alamayız demiş. Bağırsaklarda hiç hareket yok. Fitil koyuyorlar, ilâç veriyorlar. Hiç hareket yok. Bir ara gidip geliyorlar.
- "Gaz yaptın mı?"
- "Yok yapamadım." Ama karnıma sanki taş doldurmuşlar. Beton gibi semsert. Doktorlar gidip geliyorlar, hepsi ilgileniyorlar. On günden sonra yarayı dikiyorlar, kermelerini tamamen kazıyorlar. Taze et çıkarıyorlar ki kaynasın diye. Mete Bey başlarında. Şaban Bey ve diğeri iki tarafta. Kazıdıktan sonra dikmeye başladılar. O alet ne ise zorla geçiriyorlar ipliği biri bir taraftan biri bir taraftan geçiriyorlar. Tabi bizi bayıltmadılar. Mete Bey sordu:
- "Hacım acıyor mu?"
Ben hiç ses etmedim. Üç defa sordu. Acıyor da demedim. Acımıyor da demedim. Mete Bey hoca. Şaban Bey asistan ona tekdir etti.
- "Ne sorup duruyorsun, bu soru sorulur mu? Hacıya Allah acısını göstermez"
Cenâb-ı Hakk ne kadar ömür verirse o kadar yaşayacaksın. Genç, ihtiyar her ne ise, her hastalığa ilâç buluyorlar, kansere ilâç bulamıyorlar. Ecel ne ise o olacak. Ama yine de Cenâb-ı Hakk şifa verdikten sonra verir.
Velilerde yetki vardır. Kullanırlar veya kullanmazlar. O da emirle oluyor. Bu zamanda bu gibi yetkiler velilerden alınmış. Ancak müridinin imanım ve amelini muhafaza etmek ve onu terakki ettirmek, onu Ruyetullah'a mazhar etmek için yetkisi vardır. Diğer yetkiler alınmış.
Müttakiler ki s v etin e müddeîler girdiler
Muhtefî oldu erenler arayıp bulmak da güç
Bahrîler ummana daldı pek çoğaldı dehriler
Böyle mulhîdler ile bahs-ı dine dalmak da güç
Mütteki : Takva sahibi. Onların suretine tâkva olmayanlar girdiler.
Dehri : Yalancı. Alim değil. Olsa da ilmini yaşamıyor.
Bahrî : Âlim, ulema, erenler, yetişmiş kişiler.
Onları arayıp bulmak güç. Bizim tarikatımızın büyükleri harikuladelikler göstermişler. Çok yakın zamanımıza kadar. Şimdi bunlar yok işte, olmuyor.
Nizamettin Hâmuş isminde bir zat Nakşi Halifelerinden. Bîr müridi varmış. 0 müridin de babası Padişahın köşesinde oturur. Ona fetva çıkarımış. Nizamettin Hâmuş biraz zayıf cisimli ve ihtiyarca imiş. Padişahın kadısı hastalanmış. Kurtulacağı da yok. Oğlu da telaşla çarşıya çıkıyor. Kefen filan almak için. Şeyh Hazretlerine rastlayınca:
- "Nedir oğlum senin bu telaşın ?" diyor.
- "Babam ölüyor, can veriyor. Hazırlık yapıyorum" diyor. O da rabıta yapıyor. Gözünü kapatıp açıyor.
- "Git, haydi. Onu aldım zımmıma. Ona hayat verip yaşatacağım" diyor.Kendi hayatından hayat veriyor ona. 20 sene yaşıyor. 20 seneden sonra bu mübareğin oğullarına iftira ediyorlar. Tutuklamak istiyorlar. Oğulları kaçıyorlar. Babasını götürüyorlar padişahın makamına. Huzura oturuyor. Rabıtada imiş. Padişah gelip geçince hiç bakmamış. Padişah daha da sinirlenmiş gitmiş yerine.
- "Getirin şu dervişi" demiş. Getirmişler. Kadı karşısında. Padişah buna kötü kötü laflar söylemiş. Bu da dinlemiş. Beklemiş ki suçlu olmadığını kadı müdafaa etsin. Kadı müdafaa etmeyince:
- "Padişahım müsaade eder misin sana bir çift söz söyleyeceğim" diyor.
Padişah da söyle manasına parmağını kaldırıyor.
- "Ben müslümana inandınsa hoş. inanmadınsa elinden ne gelirse yap." diyor.
Öyle demesi ile bundan bir azamet görünüyor. Saray sallanıyor. Onun celâlinden Padişahın dudağı patlıyor.
- "Bırakın, bu dervişin suçu yok" diyor.
Oradan çıkıp giderken yine o müridi rast geliyor ona. Padişahın kadısının oğlu. Diyor ki:
- "Ben senin hatırın için kendi hayatımdan hayat verdim Babanı zimmetime aldım yasıyordu. O beni padişahtan korumadı. Ben de onu zimmetimden bırakıyorum." diyor.
Mürit hiç tereddüt etmiyor. Dört tane adam alıp gidiyor padişahın yanına. Bakıyorlar ki makamında Ölmüş. Alıp getiriyorlar.
Meşayihler isevî meşrep, Musevî meşrepli oluyorlarmış. Hz. Ömer meşrebinde, Hz. Ebubekir meşrebinde oluyorlarmış. Hz. İsa hiç kimseye kızmazmış. Hz. Musa kızarmış. Hz. Ebubekir kızmazmış. Hz. Ömer celâllenirmiş. Bunların birbirinden farkı var mıdır? Yoktur. Burada bizim anlıyacağımız meşahiyte celâl sıfatı da vardır, cemâl sıfatı da vardır. Eğer meşayihte cemâl sıfatı varsa, o affedici olur. Dünyada olsun, ahirette olsun, affedici olur. Bazı yatırlar da çok büyük bir zat olur. Giderler orada günah işlerler. Bir şey olmaz. Daha küçük bir meşayihin türbesinde günah işleseler, ona hakaret etseler, söz söyleseler çarpar onu. Muhakkak onlara bir ceza verir. İsevî meşrepli, Ebubekir meşrepli olanlar affediyor.
Bir de göl meşrepli, derya meşrepli buyuruluyor. Derya meşrepli olan her şeyi hazmediyor. Derya hiç bir şeyi bulandırmadığı gibi, göl meşrepli olanlar bulandırıyor. Derya meşrepli olan meşayih, her ne kadar onun aleyhinde konuşulsa, zahirine zarar verilse onu affediyor. Göl meşrepli olursa, birisi ona dokunan söz söylese, tarafına, etrafına, akrabasına bir söz söylense affetmiyor. Muhakkak bir tokat yer. Canını da malını da. imanını da götürür. Muhakkak bir tokat yer. Onların takati öyledir. Bunlar Cenâb-ı Hakk'ın cilveleri. Bunlara akıl ermez.
Evliyayı Kebîr isminde Mekke'de kalan bir meşayih varmış. O abdallar sınıfındaymış. Evliyalar sınıf, sınıf olur. Kabiliyetlerine göre sınıflar olur. Bu şahıs nefis yoluyla terakki etmiş. Fazla ibadet yapmakla, riyazet yapmakla terakki etmiş. Yıllar boyu oruç tutuyormuş. Senede beş gün, yani haram olan günlerden başka hepsini tutuyormuş. Beş günün birisi Ramazan Bayramı'nda, dördü de Kurban Bayramı'nda tutmayı yasaklamış Cenâb-ı Hakk. Haram oluyor. Bunların haricinde hep oruç tutuyor. Dağarcığında arpa kırmasını koyuyormuş. Bir defaya mahsus olmak üzere koyuyormuş. Bir defaya mahsus. Dördüncü parmağım da asla kullanmıyormuş. iftar edeceği zaman çanağın içerisinde bulunan zemzem ile karıştırıp içiyormuş. Başka hiç bir şey yemiyormuş. Ekmeği, gıdası beslenmesi hepsi de bu imiş.
Meğer hab-ı gafletteydim uyandım
Cümle esmalardan renge boyandım
Bab-ı müsemmada kaldım dayandım
Azalarım ah u figan eyledi
İnsan esma nurundan geçiyor da sıfat nurundan geçemiyor kolay kolay. Sıfat nurundan geçiyorsa kurtardı kendini. Tarikatın son makamına ulaştı. Sıfat nurunda Allah göstermesin enaniyet oluyor. Kendisinde bir büyüklük görüyor. Eğer oradan geçiyorsa zat nuruna geçiyor ki tarikatın son makamı. Geçemiyorsa Allah korusun düşmesi oluyormuş. Mürşitsiz olursa orada kalıyor veya düşüyor. Mansur gibi ipe asılıyor. Düşme de böyle oluyor. Allah korusun. Mürşit olursa gidiyor, geçiyor. Geçemeyecek olursa, şeriatta başı gidecek ki (zahirde) günahı kurtulsun.
Kıyamazsan başa cana ırak dur girme meydana
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç soran olmaz
Bak şu Mansur'un işine halkı toplamış başına
Ene'l-Hakk'ın feraşına düşenlere hamîr olmaz
Şems'in şeyhi ta Tebriz'den Mevlânâ'ya irşad memuru yolluyor. Şems gibi kaç tane irşad memura varmış. Çok varmış.
- "Mevlânâ'nın ilmi onu perdeliyor. Kim gidip onu ilminden geçirecek. Kim gidip ilmini elinden alacak da onu irşad edecek?"
Şems:
- "Ben giderim" diyor.
- "Git! Başlı gide, başsız gelesin " demiş Şeyhi. Bu tarikatta, tasavvufta BEN kelimesi yok. Ben kelimesi varsa o daha yetişmemiş olgunlaşmamış.
Ben var Yâr yok
Yâr var sen yok
Yâr : Allah. Ben: İnsan varlığı
İnsanın varlığı kalkmadıktan sonra Yâr'ı bulamaz. Yâr var ise kendi varlığı yok. Demek ki Ben kelimesi yok. Aşkın sonu mahviyettir. Eğer orada sükut etşeymiş, onu gönderecekmiş. Sağlam gidip, sağlam gelecekmiş. Şems'in vücudu, kesilen başını almış gitmiştir. Orada kan damlaları görülmüş. Olabilir, bu olmuştur.
Cafer-i Tayyar, Hz. Ali Efendimizin büyük kardeşi. Tebük savaşında Allah ona yeşil nurdan kanat verdi. Cesedi ile uçtu. Herkes gördü. Kafir, mü'min herkes gördüler. Onun için Cafer-i Tayyar ismi verildi. Peygamber Efendimiz ona dua etti. Onun için onda da o hâl tecelli etti. Peygamber Efendimiz namazını kılarken Hz. Ali Efendimiz küçük bir çocukmuş. Hz. Ali Efendimizi küçükken Peygamber Efendimiz aldı, büyüttü. Namazda sağ yanında iken peygamberimizin amcası Ebu Talip deve ile bir yere gidiyormuş. Cafer de terkisinde imiş. Bakıyor ki Peygamber Efendimiz namazda. Yanında Hz. Ali.
- "Oğlum sende dur namaza, gitme" diyor. Sol tarafına da o duruyor. Devenin üzerinde kalıyor. Peygamber Efendimiz selam verince bakıyor ki sağ tarafında Hz. Ali, ondan haberi var. Sol tarafına bakıyor ki Cafer yanında. Daha başını Cafer'den çevirmeden diyor ki:
- "Ya Cafer! Allah sana şahadet rütbesi versin. Nurdan iki kanat versin. Göklere tayyar edesin. Şehit olasın." diyor.
Tebük muharebesinde Peygamber Efendimiz önce dört kumandan gönderdi. Dört bin kişi ile dört kumandan gönderdi. Onlar orada şehit oldular. Gönderirken şöyle buyurdu:
- "Zeyd kumandanınız olsun. Zeyd şehit olursa, Abdullah kumandan olsun. Abdullah şehit olursa, Cafer kumandan olsun. Cafer sehit olursa, Halid bin Velid kumandan olsun."
Herkes anladı ki bu üç kişi orada şehit olacak. Halid bin Velid olmayacak. Gerçekten orada bu üç kişi şehit oldu. O sırada Halid bin Velid düşündü. Resulullah bu kişilere işaret verdi. Bize işaret vermedi. O halde muharebeyi üstlendi. Savunma ile değil de gerileme ile ne kurtardı ise kurtardı. İşte Tebük muharebesinde, yeşil nurdan kanatları ile, cesedi ile herkes Cafer'in uçup gittiğini gördüler. Hatta şöyle: Muharebede sağ eli düşüyor. Sancağı sol eline alıyor. Çünkü sancakta "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazılı. Sol elini de düşürüyorlar. İki dizinin arasına alıyor, yere düşmesin diye. Şehit olunca kendisi uçup gidiyor. Sancak yere düşüyor.
Evet. Tasavvufun bazı kelâmlarını zahir ehli bilmiyor. Bu kelâmları bilmeyenler izah etmesin. Bazıları vahdet-i vücuttan bahsediyorlarmış. Vahdet-i vücut büyük kelâmdır. Söz ederseniz boğulursunuz. Vahdet-i vücudu ancak yaşayanlar bilir. Yaşamayan ondan bahsedemez. Beyazıd-ı Bestami olmuşla... Hz. Ali Efendimiz vahdet-i vücut olmuşta:
- "Ben görmediğim Allah'a secde etmem" demiş. Mahsur vahdet-i vücut olmuş ta "Enel Hak" demiş. Onlarda aşikâr olmuş. Her velî oradan geçiyor. Zaten ordan geçmezse velî olamaz. Fakat onu oradan ustası geçirir. Nakşibendi Efendimiz buyuruyor ki:
- "Abdulhalik evlatlarından bir tanesi olsaydı, manevi evlatlarından, yetiştirdiklerinden bir tanesi olsaydı, Mansur'u îpe vermezlerdi. Geçirirlerdi." Nakşibendi Efendrmiz'in zuhurundan sonra nakşilerin hepsi geçmişler, oradan. Onun için:
Mansur değil can söyledi
Can içre canan söyledi
O ruh-u sultan söyledi
Keşf eyleyip esrarını
O esrarını keşfetti. Onu muhafaza edemedi, aşikar etti. Aşikar ettiği için başı gitti. Ama imanından birşey gitti mi? Yok. Onu zahirde darağacına astılar ama, asıldığı şey Peygamber Efendimizin sakalının teli idi. Ya Muhiddin-i Arabî Hazretleri?
Gör n'eyledi Muhyiddîni
Boğazlanıp aktı kanı
Dosta feda kıldı canı
Hiç bozmadı ikrarını
Muhyiddîni Arabi Hazretleri ayağını vurup demiş ki:
- "Sizin taptığınız Tanrı, benim ayağımın altındadır." Öyle deyince bu Allah'a şirk koşuyor diye asmaya götürüyorlar.
Demiyor ki:
-Benim ayağımı vurduğum yerin altında hazine var. Çıkmazsa beni o zaman asın
O aşikar etmedi. Çünkü yasak. Hadisi Şerifte Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"Siz gönlünüzde neyi besliyorsanız sizin mabudunuz odur."
O insanlar da parayı çok seviyorlarmış. Parayı çok sevdikleri için, onlara karşı "siz parayı çok seviyorsunuz o da benim ayağımın altında" demek istemiş. Hazine varmış, içinde külliyetli alün varmış. Son anda demiş ki :
- "Beni asıyorsunuz ama bir yazı yazacağım ona ilişmeyin" demiş.
"Sin Şın'a dahil olunca Muhyiddîn'in sırrı aşikâr olur." diye yazmış.
Dosta feda etti canı
Hiç bozmadı ikrarını
Yavuz Sultan Selim Şam'ı fethedince bu yazıyı görüyor. Padişah tabii ki akıllı. Düşünüyor
- "Sin ben, Şım bu şehir, işte geldim. Bunu araştırın" diyor.
- "Şeyhi bilen var mı? Şeyhi bilen var mı?"
Araştırılıyor. Şam'ın kenar mahallesinde, yıkık dökük gecekondu gibi bir evde fakir, düşkün 85 yaşlarında bir ihtiyar biliyor bu olayı. Ama Yavuz'un Padişah olduğunu bilmiyor. O'na çıkışıyor:
- "Sen niçin o zındığı soruyorsun?" diyor. Parayı duyunca ihtiyar:
- "Biliyorum" diyor. Gösteriyor.
- "İşte buraya vurdu ayağını" diyor.
- "Açın şurayı" diyor. Açıyorlar ki altın çıkıyor. Külliyetli miktarda altın.
Mevlânâ Alaaddin'in şeyh efendisi Saaddeddin-i Kaşgari Hazretleri, Evladı
Resulden ve 32 tane halife irşat etmiş. Mevlana Alaaddin hacca gitmeden evvel aralarındaki maceraları şöyle:
Çok âlim olduğu için dinî mecmualar yazıyormuş. 32 halifesinin hepsinden daha üstün, ilminden dolayı. Bir bahar mevsiminde kitabını tamamlamış. Şöyle bir gezmeye çıkıyor. Giderken şeyh efendisinin tekkesinden geçiyor. "Şeyh Efendimin bir elinden öpeyim" diyor. Zahirde şeyh efendisine mecmua yazdığından hiç söz etmemiş. Ama o kerameti ile O'nun gönlündekini bilmiş.
Demiş ki:
- "Mevlânâ Alaaddin mecmua mı yazıyorsun?" demiş.
Oda:
- "Evet" demiş.
- "Amel işlemek isliyorsan Allah ile meşgul ol. O sana yeter" demiş.
Ama bu ona ait. Bu kadar âlimler var. Onlar için değil, islâm'a hizmet vermişler. Onlara değil. Mevlânâ Alaaddin böyle bir makama gelmiş ki kitap yazmak ona mani oluyormuş. Sonra tekrar sormuş:
- "Mevlânâ Alaaddin köyü gezmeye mî gidiyorsun?" demiş. O da:
- "Evet" deyince:
- "Sen eğer köyü gezmeye gidiyorsan Allah'tan gafilsin. Eğer Allah'tan gafil değilsen niçin gezmeye gidiyorsun?"
Bir gün de Mevlânâ Alaaddin mesnevi okuyor. Mesnevi dört kitaba tercümedir.
- "Nedir o elindeki?" diyor.
- "Mesnevi" diyor.
- "Mevlânâ Alaaddin o mesneviyi okumakla birşey anlayamazsın sen" diyor.
Âlim olan bir kişi niye anlayamasın? Mesnevi de Arabi, Farisi hepsi
karışık. Buna rağmen diyor ki:
- "Sen mesneviden birşey anlayamazsın. Öyle çalış ki o mesnevideki mânâlar senin kalbinden doğsun" buyuruyor.
Bir gün buyurmuş ki:
- "Mevlânâ Alaaddin şüphe yok ki Cenâb-ı Hz. Allah eşyayı "ve hüve bi külli şey'in muhit." Mevlânâ alim. Mevlânâ korkmuş.
- "Yok. yok" demiş Şeyhi.
- "Ben seni sınadım. Cenâb-ı Hz. Allah "ve huve bi külli şey'in âlim."
"Ve hüve bi külli şey'in muhit" demek, azameti ile eşyayı halk ve ihata etmiş oluyor. "Ve hüve bi külli şey'in alim" demek. Eşyayı ilmiyle halk etmiş oluyor.
Cenâb-ı Hakk eşyayı ihata etmiş olduğu zaman, insan eşyayı kullanamaz. Ama insan kendi varlığından kurtulunca eşya da yok oluyor. Kendisinin bulunmadığı yerde hiç bir şey olmaz ki zaten.
-"Varlığı olmayan bir insan eşyayı nasıl kullanabilecek?" Bunu yine hazmedememiş. Bunu üç defa tekrar etmiş. İşte bu arada hacca göndermiş. Hacca gönderirken demiş ki:
- "Hacda Abdülkerim isminde bir evliyaullah vardır. Abdallar sınıfından. O hiç etyemez. Hep oruç tutar. Ondan çok faydalanırsın. Tavaf, say, hac farizalarından kalan boş zamanlarında onun sohbetini kaçırma. O'nun sohbetinde bulun" demiş.
Bu gitmiş hacca. Tavafını say'ını yaptıktan sonra, haccın zamanını bekliyor. Ertesi sene, tekrar başlasın diye. Boş zamanlarında Abdülkerim Efendi'nin sohbetine devam ediyor. İlk görüşmede elini öpüyor.
Diyor ki:
- "Ben Buhara'dan geliyorum. Şeyh Efendimin sana. selâmı var."
- "Ha siz Acemsiniz" diyor. Hangi tarikattansınız diye sorup, öğrenince:
- "Ha siz Azizlerdensiniz" diyor.
(Bizim tarikatın bir ismi de Azîzan Tarikatı. Azizler tariki. Bir ismi de Nazenin tarikatı. Kibar demek.)
- "Be efendi. Sizin şeyhiniz hayatta mı?"
- "Hayatta efendim. Selâmı var." Selâmı alıyor
- "Siz şeyhinizin huzuruna geldiğiniz zaman ne ifade eder, ne emreder?" diyor.
- "Biz şeyh efendimizin her huzuruna gittiğimizde bize şu emri buyururdu:
- "Bizim huzurumuza geldiğiniz zaman gönlünüzden bütün her arzuyu, bütün düşünceleri, hepsini çıkarın. Sadece Allah'ı kalbinize alın. Allah'ı anaraktan gelin."
- "Eee, siz ne dersiniz?"
- "Biz sükut ederiz."
- "Siz ne dun-u himmet insanlarmışsınız" diyor. Yani himmet alamamışsiniz. "Himmetten mahrum kalmışsınız" diyor.
- "Peki efendim ne dememiz lâzımdı?" diye soruyor.
- "Şeyhinize niye diyemediniz ki "Biz Allah'ı bilemeyiz. Biz Allah'ı fehmedemeyiz. Biz sizi biliriz." Ayetler var, hadisler var, açıklanıyor. Evlyaullahın eli kudret elidir. Kelam-ı kibarda ne geçiyor?
Elinde var iken fırsat geçirme ede gör gayret
Tuta gör bir yed-i kudret olunsun menzilin bâlâ
Bâlâ : Yüksek.
Ruh ile yükselinir. Ruh yüksek bir yerden gelmiş. Bir kudret eli tut. Allah'ın zahirde bir eli var mı?Nasıl biz onun elinden tutalım?Ama Evliyaullah'ın elinden tutan, kudret elinden tutmuş olur. Sıdk-ı sadakatla tutmalı.
Dest-i kudretiyle tuttu elimden
Masivalar ref olundu dilimden
Halâs oldum ayrılıktan ölümden
Katre iken bahr u umman eyledi
İşte böyle. "Siz ne himmetten mahrum kalmış insanlarsınız? Biz Allah'ı bilemeyiz biz seni biliriz." demediniz. Ondan sonra, orada kaldığı müddetçe sohbetlere devam ediyor. Birçok maceralar oluyor aralarında. Birisi de şu:
Büyük bir cemaat var. Şeyh onlara sohbet ediyormuş. Zahir ulemadan bir kişi sohbete karışıyor. Soru açıyor. Soru açınca sohbet kesiliyor. Sorularını cevaplandırıyor. Sükut geçtikten sonra sohbete başlıyor. O kişi yine soru soruyor. Neticede:
- "Soru sordum ama vermiş olduğunuz cevaplar beni tatmin etmedi" diyor. Ama bu arada soru sordukça sohbet kesiliyor. Cemaat da bundan mutazarrır oluyor.
- "Benim şüphem var, tatmin olmadım" diyor.
Bu sefer şeyh efendi dizlerinin üzerinde doğrularak:
- "Nedir şüphen?"
Demesi ile adam ölüyor. Celallenerek söylemiş. Sohbet dağılıyor. Cemaat dağılıyor. Bizim büyüklerimizden Mevlânâ Alaaddin Hazretleri bu durumu görüyor. Gönlüne geliyor ki:
- "Bu hocayı affetseydi de bu hoca ölmeseydi."
Burada sohbetimizin konusu: Celâl meşrep. Cemâl meşrep, Hz. Ebubekir meşrepli, Hz. Ömer meşrepli, isevî meşrep, Musevi meşrep, derya meşrepli, göl meşrepli. Bu olayları anlatıyoruz ki, iyi anlaşılsın. Muallakta kalmasın. Nakşibendî Efendimiz de buyurmuştur. Tasavvufta şüpheye düşülecek kelâmları iyice biliyorsanız, anlatın. Açıklansın. Ama bilmiyorsanız anlatmayın. Ağzınıza çok büyük lokmayı almayın, boğulursunuz.
Şimdi burada Mevlânâ Alaaddin Hazretlerinin gönlüne geliyor. "Meşayihtir affetseydi" diye. Büyüklüğe o yakışırdı, diye düşünüyor. O sırada meşayih onun gönlünden geçeni biliyor.
- "Be Acem, benimde sana bir sualim var. Cevabını ver."
O da toparlanıyor.
- "Buyurun efendim" diyor.
Şeyh Efendi buyuruyor:
- "Kabzası yere gömülmüş, iki tarafı keskin sivri bir süngü. Deli bir insan bağrı açık, gelip o süngünün üzerine düşerse, süngü onu deler. Süngünün ne kabahati var burada?" diyor.
- "Efendim tabii ki süngünün kabahati yok."
- "O halde bizim ne kabahatimiz var? Biz Hak ile meşgulüz burada. O geldi bize çattı. Çarptı ve parçalandı." diyor.
Demek ki şimdi burada Cemâl vardır. Celâl vardır. Cenâb-ı Hakk'ın cemâli ve celâli vardır. Amenna.
-Cemâlinden ne doğuyor?
-Hayır doğuyor "ve bil kaderi hayrihi ve şerrihi" hayır ve şerri Allah halk ediyor. Ama Allah'ın şerre rızası yoktur. Halk ettiği için, inanıyoruz. Şer işleyene rızası yok. Cezası var. Hayır işleyene mükâfatı var. Bunu da bildirmiş Cenab-ı Hakk. Allah'a itiaat edenler Allah'ın cemal sıfatına sahip oluyorlar. Cemal sıfatının tecellisi ile hayırı da işliyor. Ameli de işliyor. Her nimete malik oluyor, isyan edenler Allah'ın celal sıfatına sahip oluyorlar. Her bir günahı ve isyanı işliyorlar. Cezaya da çarpılıyorlar.
Bir de bir gün mübarekler Beytullah'ı tavaf ederken, Mevlânâ Alaaddin bakıyor ki bir rüzgar esiyor. Beytullah'ın örtüsü bir taraftan havalanıyor. Oradan bir nur görünüyor. Ama öyle bir nur ki, gönlünü alıyor. Mevlânâ Alaaddin şeyhin sohbeti ile Beytullah arasında bocalayıp kalıyor. Hayal ettiği nuru Beytullah'ın Örtüsünden göreceğini zannediyor. Bir gün yine şeyhin sohbetini dinlerken beytullah'ın örtüsünden tecelli eden nuru hayal ediyor. Ama gidiyor göremiyor. Geliyor sohbet dinleyemiyor. O gönlünde iken sohbeti dinleyemiyor.
O zaman şeyh efendi diyor ki:
- "Her zaman, her yerde tecelli eden bir nur-u hakikati, İnsanlar sadece Beytullah'ın örtüsünden mi görürler?" diyor.Elini ne tarafa uzatırsa o taraftan görünüyor. Duvar mı var? Duvardan. Direk mi var? Direkten. Adam mı var? Adamdan. Bina mı var? Binadan. Taş mı var? Taştan. Her şeyden görüyor nuru. Bakıyor ki, hiç eşya yok. Kendi de yok. Bu nurun içinde kendisi de yok oluyor. O zaman şeyh efendi:
- "Mevlânâ Alaaddin. Şüphe yok ki, Cenâb-ı Hakk eşyayı, azameti ile ihata etmiştir.
-Bunlar kimler için?
-Şeyh Abdülkerim Efendi için."
Lâ mabuda illallah
Lâ maksuda illallah
Lâ mevcuda illallah
Hatta bu.zikirdir. Ama bize göre değildir.
Lâ mabuda illallah makamdır. Müritte bit sıfattır. Bize göre, burada iken lâ maksuda illallah makamını düşünmek küfürdür. Küfürden mânâ yalan söylemek. Yalan söylemek günah değil midir? Kâzib oluyor. Allah'a yöneliyor, ibadet yapıyor. Namaz kıldığı zaman bir insan, onun gönlüne Allah'tan başka birşey gelmiyorsa, maksudum Allah demekle kazib değildir.
Ama herhangi bir ibadeti yaparken gönlüne başka bir şeyler gelirse, benim maksudum Allah demekle yalancı oluyor. Maksudu Allah ise gönlüne Allah'tan başka birşey gelmeyecek. Allah'tan başka birşey düşünmeyecek.
Lâ mevcuda illallah makamı: Lâ maksuda illallah, makamında Lâ mevcuda illallah derse küfürdür . Yani mevcudata Allah derse küfürdür. Ama o makam onda tecelli edince, kendi cismi yok oluyor. Eşyanın cismi yok oluyor. Kim var? Allah'ın azameti var.
Allah'ın tecelli zatı var. Zat'inin nuru tecelli eder. İnsanlar esma nurunu isimlerden görür. Sıfat nurunu cisimlerden görür. Zatının nurunu isimsiz, cisimsiz görür. Bir insanın kendi cismi ortadan kalkmazsa, kendi varlığında kurtulmazsa, eşyanın varlığı ortadan kalkmazsa, o varlık görünmez.
Zengi Ata'ya rastlayan üç mürit meşayih aramak üzere yola çıkıyorlar. Medrese ilmini bitirmişlermiş. Zengi Ata ikamet ettiği köyün sığırlarının çobanı imiş. Çıplak ayakları ile dikenlerin üzerinde otları yoluyor. Bu durumu görüyorlar. Selâm veriyorlar. Selâmı alınca:
- "Siz hoca mısınız?" diyor.
- "Evet" diyorlar.
- "Peki nereye gidiyorsunuz?" Onlar da diyorlar ki:
- "Buhara'da zahir ilmini bitirdik. Bir meşayih arıyoruz ki kalp ilmini okuyalım"
Zengi Ata:
- "Siz beş dakika durun. Nereden bir mürşit kokusu alırsam size haber vereyim" diyor.
- "Ne yapıyor?" Bir doğuya doğru derin bir nefes alıyor. Batıya, kuzeye, güneye dört bir tarafı kokladıktan sonra bir de kendi vücudunu kokluyor.
Diyor ki onlara:
- "Dünyanın her tarafını kokladım. Ancak sizi irsad edecek mürşidi bu siyah gövdede buldum" demiş.
Birincisi olan Seyyid Ata'ya hemen inanmış.
- "Amenna ve saddaknâ. Nurunu bu siyah gövdede gizlemiş olabilir" diye düşünmüş. Diğer ikisi Uzun Hasan Ata ve Bedir Ata:
- "Şu dudağı uzun araba bak" diye kalblerinden geçiriyorlar.
Tabii ki yüzüne karşı söylemiyorlar. İlk defa inanıp teslim olan Seyyid Ata irşad oluyor. Diğerleri yedi sene geçtiği halde bir türlü irşad olamıyorlar. O kadar hizmetini görüyorlar. Çalışıyorlar. Zengi Ata'dan şefaat istiyorlar. Sonra irşad oluyorlar.
Ubeydullah Hazretlerinin de maceraları var. Hadiseleri var. Çok meşayihler tanımış. Çok meşayihlere hizmet etmiş. Onlara teslim olamamış. Onlar tasarruf edememişler. Güçleri yetmemiş. Peygamber Efendimiz Hazretlerini rüyasında görmüş. Dağın dibinde bütün ervah toplanmış.
- "Gel Ubeydullah. Beni sırtında su dağın tepesine çıkar" diye sesleniyor. Çıkarken de diyor ki:
- "Ben sende bu kuvvetin olduğunu biliyordum. Ama ervahın görmesi için böyle yaptırdım" diyor.
Bir gece de rüyasındada Şahı Nakşibendi Hazretlerini görüyor. Ona çok sevgi bağları ile bağlanıyor. Zahirde görmemiş. Ona rüyasında, tasarruf etmesinde, nazar etmesinde, keyfiyab oluyor.
Nakşibendi Efendimize gönül vermiş. Ubeydullah Hazretlerine, Alaaddin Attar Hazretleri ve Nizamettin Hamuş Hazretleri bir türlü tasarruf edemeyince, o artık Taşkent, Semerkant, Azerbaycan, Maveraünnehir, bütün oraları geziyor. Hiç birisine kendisini teslim edemiyor. Ama bunlara da hizmetleri olmuş. Nihayet Nakşibendi Efendimizin halifelerinden olan Yakub-u Cerhi Hazretlerinin müritlerinden birisi ile bir yerde karşılaşıyorlar. Onu seviyor.
- "Sen kimsin, neredesin?" diye soruyor.
Oda:
- "Ben Yakub-u Cerhi Hazretlerinin evladıyım" diyor.
- "Ben zaten onu arıyorum. Nakşibend Efendimizin elinden tutanı arıyorum" diyor.
- "Müridini bu kadar sevdimse meşayihini göreceğim" diyor. Gidiyor. Fakat biraz fakirmiş. Geç gidiyor. Yakubu Cerhi Hazretleri:
- "Niye bu zamana kaldın?" diyor.
Bir süre geçince Celâl sıfatı gidiyor. Cemâl sifatı geliyor, iyi karşılamaya başlıyor. Sohbet arasında diyor ki:
- "Tut bu elden. Nakşibendi Efendimizin eli."
Nakşibendi Efendimiz buyurmuş ki:
"Senin elinden tutan benim elimden tutar. Sana biat eden bana biat eder. Senin kabulün benim kabulüm. Senin reddin benim reddimdir."
- "Tut bu elden " diyor. Tutmuyor,
Çok bir arzu ile sevinerek gitti. Tutmuyor. Niye tutmuyor? Yakub-u Cerhi Hazretlerinin yüzünü sevmemiş. Zahirdeki yüzünü sevmemiş. Aşikar etmiyor ama çekiyor elini tutmuyor.
içinden diyor ki:
- "Ben bu yüzü sevmedim. Ben bu yüze rabıta yapamam."
O zaman Cerhi Hazretleri:
- "Bu yüzü sevmedinse, rabıta yapamazsan, şu yüze rabıta yap." diye işaret yapıyor.
Yüzünden perde kaldırıyor. Manevi yüzünü gösterince kendisinden geçiyor. 0 kadar hal görmüş. O kadar tasarruf güçleri ile karşılaşmış. Fakat o yüze dayanamamış. Bayılmış, düşmüş.
Ayılınca:
- "Tut " demiş. Tutmuş o zaman elini. O anda irşad etmiş.
Demiş ki:
- Sen müritleri üç yönden Allah'a götürürsün.
1. Cezbe yolu, 2. Nef´i isbat yolu, 3. Şuğulu batın yolu"
Şimdi başka tarikatlar şuğulu bâtını kabulleşmiyorlar. Küfür sayıyorlar. Ama bizim tarikamızda şuğulu batınla da irşâd ediyorlar. Ama şuğulu batın onların anladığı gibi değil. Bakınız Salih Baba nasıl ifade ediyor:
Bilmezem kimden kime şekva edem bu gönlümü
"Lâ"yı gördüm fîrkat-i Mevlâ'ya düştüm gel yetiş
Bir de şu var:
Tevbe kıldım sıdk ile sen Şah'a biat eyledim
Olmuşum her bir kusurun nadimi Allah için
Şuğulu Batın : Mürit birşeyi düşünmek istemiyor. O geliyor. Gelince atmak için çalışıyor. Bazan atamıyor. Orada bir işkenceye düşüyor mürit. Bir meşakkat, bir ezilme. Orada terakki ediyor işte.
Bazı tarikatlar da cezbeyi hoş görmezler. Bizim tarikatımızda cezbe çok süratli bir vasıtadır. 75.000 ders çekenle beraber cezbe sahibi terakki eder. 1000 ders verirler. 5000 ders verirler, sen çekme derler. Çünkü onda cezbe var, aşk var. Muhabbet var. O aşk, o muhabbet onu terakki ettiriyor.
Cezbe nefi isbattan daha süratli gidiyor. O kadar ders çekiyor.
Demek ki şuğulu bâtın: Müridin istemediği düşünceler. O ona üzüntü, azap veriyor. Bunlar için Allah'a sığınıyor. Rabıtasına sığmıyor. Mühim olan sığınmaktır. Onunla da terakki ediyor, işte Ubeydullah Hazretleri o kadar selâhiyetli irşâd etmiş oluyor. Fakat bunun bu derece çabuk ve bu kadar selâhiyetli irşad edişini diğerleri tenkit etmişler.
- "Niçin bu Türk gencini bu şekilde irşad ettiniz?" diye.
Yakub-u Cerhi Hazretleri de buyurmuş:
- "Her gelen Ubeydullah gibi gelsin. irsad olup gitsin. O bize tam geldi. Fitilini çarşıdan almış. Gazını doldurmuş, Fitilini takmış. Camını takmış. Ancak bir ateşleneceği kalmış" diye cevap vermiş.