Mevlana Ve Yunus Emre

MURATS44

Özel Üye
Mevlânâ Hazretleri: “-Tasavvuf bir mânevî hakikatten binlerce ledünnî hakikatlar çıkaran Rabbanî hakimlerin özel irfân meslekleri…”(3)

EŞREF-İ MAHLÛKAT

Hz. Mevlânâ insanın yaratılış hakikatiyle alâkalı hikmetin sırrını cihânşümûl bir mesaj halinde bütün insanlığın idrâkine sunmuştur. Hz.Mevlânâ’ya göre; o insandır ki o’nun bir adı da: “eşref-i mahlûkat” olarak meleklerden dahi üstün yaratılmıştır:

“Insan bir cevherdir gökyüzü ise ona arazdır.
Her sey parçadır basamaktır maksat ise insandır.”(4)

Birbirinin ayrılmaz iki kutbun birer mümessili olan Hz.Mevlânâ ve Yunus Emre; bütün insanlığı aynı “gökkuşağı” altında toplanmaya ve birbirleri ile kaynaşmaya “dâvet” etmişlerdir: Hz.Mevlânâ: “...İster kâfir ister mecûsi ister putperest ol; ister yüz kere tövbeni bozmuş ol yine gel!..” derken; Yunus Emre’de: “Yaradılan’ı sev Yaradan’dan ötürü!..” diyordu. Biri doğru yoldan ayrılmış günahkârlara dergâhının kapısını sonuna kadar açarken; diğeri onları sevginin hudutsuz ikliminde kucaklaştırıyordu:


“Ben yürürem yana yana ışk boyadı beni kana
Ne âkılem ne dîvâne gel gör beni ışk n’eyledi!..”

Geh eserem yeller gibi geh tozaram yollar gibi
Geh akaram seller gibi gel gör beni ışk n’eyledi

Akar sulayın çağlaram derdlü cigerüm dağlaram
Şeyhüm anuban ağlaram gel gör beni ışk n’eyledi

Ya elüm al kaldur beni ya vasluna irdür beni
Çok ağlatdun güldür beni gel gör beni ışk n’eyledi

Ben yürürem ilden ile şeyh soraram dilden dile
Gurbetde hâlüm kim bile gel gör beni ışk n’eyledi!

Mecnûn oluban yürürem ol yârı düşde görürem
Uyanup melûl oluram gel gör beni ışk n’eyledi

Miskin Yûnus biçâreyem başdan ayağa yâreyem
Dost ilinden âvâreyem gel gör beni ışk n’eyledi”(5)

Mısralarının sahibi (Cellecelalühü) yolunun aşığı Yunus; O’nun yolunda yanıyor içi kan ağlıyor deli dîvâne oluyor. Lâkin bu da yetmiyor: “Beni bende deme bende değilem bir ben vardır bende benden içerü!...” demek suretiyle kendi benliğini aştığını ve “hâkiki benliğine” kavuştuğunu söylüyor. Zaten bütün mes’ele de bu noktada mihrâklaşıyor. Nefsini “iç benliği”nde eritmek ve kendini aşmak... Çilelerin çilesinden geçip “nûr” deryasına ulaşmak...

“VARLIK-YOKLUK”

Hz.Mevlânâ: “Hamdım piştim yandım!” diye hulâsa ettiği ömrünü Hakk’a(Cellecelalühü) yürüyüşün emsalsiz bedeli olarak gösterir. “Varlıkta–yokluk” ilk durak ise; “yoklukta-varlık” son durak olacaktır. Aklın bu anda donarak infial ettiği bilinen ve görünen son... Mantığın çatladığı ilmin acizleşerek yerinde saymaya başladığı vakit... “Yoktan-var” etmek yalnızca “Hâkim” olan ’a (Cellecelalühü) mahsus bir vâkıa...(6)

Bilindiği üzre varlıklar zıtlarıyla kaimdirler. Bir Hâdisi Şerîfte: “Ez’zıd Lâ yeştemîan…”(7) (Yani zıtlar bir araya gelmez toplanamaz.) Buyrulmuştur. Bu toplanamazlığa rağmen o zıtlıklarda öylesine bir âheng nizâm intizâm ve cünbüş vardır ki şi’rîyeti tarife sığmaz. Her “varlık” aynı zamanda bir “yokluk”a her “yokluk” da bir “varlık”a muhtaçtır. Çünkü “varlık” da “yokluk” da Yüce ’ın(Cellecelalühü) “künhü”ne bağlı birer mahlûkudur. ’dan (Cellecelalühü) ayrı olmak mümkün müdür? O halde varlıklardan birinin olması veya olmaması ötekinin “varlığına” veya “yokluğuna” bir fayda veya zarar getirmez.

İmamı Rabbanî Hazretlerinin muazzam kıstasına göre: “Hiçbir şey O’na muttasıl (bitişik) değil ve hiçbir şey ondan münfasıl (kopuk) değil!.. “Lâ mevcude illallah”ın sırrı buradadır. Yani yok ki ondan başkası”...( 8 )

Hz Mevlâna:

“Yokluktayız yokluğun sarhoşu olmuşuz.
Yokluk sevgilisi çok daha vefalıdır.” (9)

Buyururken O “yokluk sevgilisi” olarak vasıflandırdığı ’ı (Cellecelalühü) bilen bir ruhun zevken idrâk ile büyüklerin “Kendini bil tâkî Cenâb-ı Hakk’ı da bilesin!”(10) buyurdukları veçhile bütün insanlığa “Nefsini bilen Rabbini bilir!” hikmetinin de saadet şifresini veriyordu:

“Âlim nice binlerce ilim bilir de o zalim kendi nefsini bilmez
Sen gerçi caiz olanı olmayanı bildin ama nefsin acaba bunlardan hangisi üzere!
Her metaın kıymetini bilirsin de kendi kıymetini bilmeyen ahmaksın.
Uğurlu uğursuz yıldızları biliyorsun da kendin uğurlu musun uğursuz mu haberin yok .”(11)



Üstad Necip Fazıl Kısakürek “O’nun Sanatı” adlı şiirinde bu mevzû’yu kendisine has ifâdelerle şöyle dillendirmiştir:

“(Yok) bir (var)dır;
Geçit vermez;
Dar mı dardır!

(Yok) bir (yok)tur;
Akıl ermez
Ne de çoktur!

(Var) bir (yok)tur;
Yusyuvarlak
Dönen oktur.

(Var) bir (var)dır.
O’na varmak...
Bu kadardır!”(12)

Üstad “Geçilmez” adlı Şiirinde de bu büyük “oluş”un âdetâ destânını yazmıştır:

“Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten dosttan sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda yeri samur döşeli;
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir yağı zehir balı zehir dünyada
Bütün fâni lezzetlere darılmadan geçilmez.
Varlık niçin yokluk nasıl yaşamak ne topyekün?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.
Kayalıklı boğazlarda yön arayan gemi;
Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.
Ne okudun ne öğrendin ne bildinse berhavâ;
Yer çökmeden gök iki şak yarılmadan geçilmez.
Geçitlerin kilitlerin yalnız O’nda şifresi;
İşte işte o eteğe sarılmadan geçilmez!”(13)

Daha evvel de temas ettiğimiz gibi Tasavvuf’un bu en ince ve en can alıcı mahrem mevzû’u olan “varlık-yokluk” mevzû’nu Cüneydî Bağdadî Hazretleri: “’ın (Cellecelalühü) seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi”(14) şeklinde tarif etmiştir. “Varlık” ile “yokluğun” mutlak sahibinin Hâkim olan ü Tealâ’dan (Cellecelalühü) başkasının olmadığının en güzel ifâdesi…Bu azîm tarife göre; her türlü dünyevî his iptal edilecek ve büyük “oluş” hakikatinin tecellîsiyle sırlar âleminin perdeleri açılacak ve ilâhî nûrla mühürlenecektir.


ONLAR “HÂL” DİLİYLE KONUŞURLARDI

İslâm Mutasavvıfları “hâl” ehli idiler ve birbirleriyle konuşmaları “kaal” diliyle değil “hâl” diliyle olurdu.

“Birgün Bağdat’dan Mutasavvıf Şeyh Şihabeddin Ömer Suhreverdi Hazretleri’nin Kayseri’ye Hz.Mevlânâ’nın Hocalarından Seyyid Burhaneddin Hazretleri’ni ziyarete geleceğini haber verirler. Bir-iki gün sonra Suhreverdi Hazretleri Kayseri’ye gelir Seyyid Burhaneddin Hazretleri’ni Zâviyesi’nin önündeki bir toprak yığınının üstünde bularak yanı başına çömeliverir. Saatler geçtiği halde tek kelime konuşmazlar. Sonunda Suhreverdi Hazretleri Seyyid Hazretleri’nin yanından ayrılır bu garip ziyareti şaşkın şaşkın seyreden müritleri Seyyid Hazretleri’ne:

-Bu nasıl görüşme böyle? Aranızda hiçbir sual ve cevap vaki olmadı. Tek kelime konuşmadınız. Buna sebep nedir?
Diye sorarlar. Seyyid Burhaneddin Hazretleri şu cevabı verir:
-Hâl ehli yanında “kaal” dili değil “hâl” dili lâzım. Kur’ân-ı Kerîm’de “susunuz” hitabı varid oldu. Hakikati görenin huzurunda susmak gerekir. Zira “hâl” olmaksızın “kaal” ile gönül müşkülleri çözülemez.”(18 )

ŞERÎAT MERKEZLİ HAKİKAT YÜRÜYÜŞÜ

Hz. Mevlânâ’nın babası Sultan’ül Ulema (Bilginlerin Sultânı) Bahaeddin Veled Hazretleri “Maârif” adlı eserinin dördüncü cildinde filozoflara ve felsefeden ve hikmetten bir şey umanlara şiddetli bir dille şöyle sesleniyordu:

“-Siz dengeli ve huzur içindeki gönülleri bırakıyor şüphe ve vesveselere düşüyorsunuz. Hakikat sizlere şahdamarınızdan daha yakın olduğu halde göremiyor boşuna çırpınıp duruyorsunuz. Acırım sizlere…

Ve ilâve ediyordu:

-Hazreti Peygamberin yürüyüşünden daha iyi bir yürüyüş yolundan daha doğru bir yol görmedim. O yokken “varlık” da yoktu. Ne fikir ne his ne madde ne yıldız ne felsefeyle hikmet… O geldi Kur’ân-ı Kerîm indi ve her şey onda cem oldu.”(19)

Aynı yolun yolcusu oğlu Gönüller Sultânı Hz.Mevlânâ da (Cellecelalühü) Kur’ân ve Resûl aşığı büyük bir velîdir. O bu husûsu çok açık bir şekilde şöyle dile getirmiştir:

“Men bende-i Kur’anem eğer cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem
Eğer nakl kuned cüz in kes ez güftarem
Bizârem ezü vez an suhen bizârem”(20)

[ Ben yaşadıkça Kur’ân’ın kulu kölesiyim.
Ben o temiz pâk Muhammed’in yolunun toprağıyım.
Bir kimse benim bu sözlerimden başka bir şey naklederse.
Onu söyleyenden de o sözden de bîzârım...]

“Ben bir ayağı Şerîat’de bir ayağı bütün kâinâtı dolaşan bir pergelim!” diyen Hz..Mevlânâ’daki engin tecessüs; Yunus Emre’de: “Yunus diye göründüm ete kemiğe büründüm!...” şeklinde karşılık bulur.



YUNUS EMRE HZ.MEVLÂNÂ HALKASINDA

Hz.Mevlânâ’ya büyük bir edep ve tevâzu içerisinde olan bağlılığını aşağıdaki şiirinde açıkça ifâde eden Yunus Emre’nin Hz Mevlânâ’nın sohbet halkasında bulunmuş olduğunun da bir göstergesidir:

“Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır.

Fâkîh Ahmed Kutbuddin Seyyid Ahmed Necmüddin
Mevlânâ Celâlüddin o kutb-i cihân kani.”(21)

YUNUS’UN BEN’İ

(Cellecelalühü) “Mâlik-ül Mülk”tür. Her şeyin sahibi ve hükümdarı O’dur. Yunus Emre bu vaziyeti çeşitli beyitlerinde dile getirir:

“Senündür padişahlık kudretün var
Yaratdun yiri gögi heybetün var.”

Bütün mevcûdât ü Teala’nın(Cellecelalühü) nûru ile kaplıdır. (Cellecelalühü) “Zat-Nûrunu” kendi sıfatlarıyla gizlediğinden zât’ıyla değil nişanlarıyla bilinir:

“Dünya âhiret ol Hak yir gök toludur mutlak
Hiç gözlere görinmez kim bilür ne nişânde.”

“Kün” emriyle bütün mevcûdâtı yaratmıştır. Çünkü (Cellecelalühü) evvel ahir ezelî ebedî…ilh. her şeyi “var” ve “yok” edendir:

“Hem evvelsin hem âhir kâmu yerlerde zâhir
Hiç makam yoktur sensüz ben niçün göremezem”(22)

Yunus Emre’nin: “Beni bende demen bende değilem; bir ben vardır bende benden içerü!” dediği “ben” artık kendi “ben”i olmaktan çıkmış Mutlak Zat’ın “ben”i ile karışmıştır. Artık görünen vücutlar ’(Cellecelalühü)ındır ve Yunus Emre’nin dilinde hakikî seyrini bulmuştur:

“Mânâ bahrine daldık vücut seyrini bulduk;
İki cihân ser-te-ser cümle vücutta bulduk.”(23)

HZ. MEVLÂNÂ’NIN İLÂHÎ ÂŞK MUHABBETİ

Hz.Mevlânây’ya göre aşktan nasibini alamayanların insanlık vasıfları eksiktir. Yaratılışın yüce hikmetine vasıl olmak aşkla mümkündür:

“Âşk üstünlükte hünerde bilgide defterde kitap yapraklarında değildir.
Halkın dedi-kodusu da âşıkların yolu değildir.

Âşkın dalı ezeldedir kökü ebedde. Bu ağaç ne arşa dayanır ne yere
Gövdesi yoktur gövdeye dayanmaz bu âşk ağacı...

Âşka boşverdik hevayı hevesi çoktan attık
Çünkü bu ululuk şu anlayışa göre değil

Sen âşka iştiyak diyorsun bil ki iştiyak ondadır.
O sana müştaktır. Çünkü onun şevki olmadıkça hiç kimse iştiyak çekemez.”(24)

Âşk geldi damarımda derimde kan kesildi; beni kendimden aldı sevgiliyle doldurdu.
Bedenimin bütün cüz’ülerini sevgili kapladı.
Benden kalan yalnız bir ad ondan ötesi hep o…

Bizim Peygamberimiz’in yolu âşk yoludur.
Biz âşk çocuklarıyız; âşk bizim anamızdır.
Âşksız olma ki ölü olmayasın âşk da öl ki diri kalasın.”(25)

“İnsan çok büyük bir âlemdir (Fihi Mafih).”(26) Buyuran Hz.Mevlânâ üstün idrâk ve yakıcı aşkın mutlaka devam ettirilmesinden yanadır:

“İster bu cihânın âşkı olsun ister o cihânın âşkı..
Gerçek mâşukta suret yoktur.

Hakikaten surete âşıksan sevgili ölünce onu ne diye terk ediyorsun?
Sureti yine yerinde bu terk ediş neden?

Âşık iyice ara mâşukun kim senin?
Sevgili duyuyla idrâk edilseydi her duyu ile idrâk edene âşık olurdun.
Vefa âşkı arttırıyorsa suret nasıl olur da vefayı değiştirir?”(27)

“Her nefis ölümü tadacaktır” ilâhî kaidesince ölüm de muhakkaktır. Kur’ân-ı Kerîm’ de ölüm: “’a(Cellecelalühü) dönüş” olarak vasıflandırılmıştır. Hz. Mevlânâ için ise ölüm yâre (sevgiliye) kavuşma “visâl”e erme (şeb-i ârus-gerdek gecesi)dir. Hz. Mevlânâ ölümü bir yeniden doğuş vuslat günü kabul etmiştir:

“Bizim mezarımız ârif kişilerin gönülleridir.
Öldüğüm gün tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman bende bu cihânın derdi var sanma…

Bana ağlama yazık yazık vah vah deme.
Şeytanın tuzağına düşersen vah vah’ın sırası o zamandır yazık yazık o zaman denir..

Cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme benim buluşmam görüşmem o zamandır.
Beni mezara koydukları zaman elvedâ elvedâ deme…
Mezar Cennet Kapısı’nın perdesidir.

Batmayı gördün ya doğmayı da seyret.
Güneş ve aya batmadan ne ziyan gelir?..

Sana batma görünür ama o aslında doğmaya hazırlıktır yeniden doğmadır.
Mezar ise hapishane gibi görünür ama aslında cân’ın hapisten kurtuluşudur…

Yere hangi tohum atıldı da bitmedi?
Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun?..

Hangi kova kuyuya salındı da dolu olarak çıkmadı?
Can Yusuf’u kuyuya düşünce niye ağlasın?..

Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç..
Çünkü artık hay-huydan uzak mekânsızlık âlemindesin”(2



NETİCE-İ KELÂM

Yaratan ile yaratılan arasındaki mükemmel bağın halkalarını meydana getiren bu iki “Hakk Âşığı” bize “ilimlerin-ilminin” anahtarını bırakıp Hakk’a yürüdüler. Sadece başımız sıkıştığında değil dosdoğru yolda yürürken dahi çilenin bu “nûrlu” aynasından kendimizi daima kontrol etmeliyiz. Hem öyle kontrol etmeliyiz ki “Ölmeden evvel ölünüz!” ihtarınca ve gah Yunus Emre gibi:

“Ten fanîdür cân ölmez gidenler girü gelmez
Ölür ise ten ölür cânlar ölesi degül”(29)

gah Gönüller Sultânı Hz.Mevlânâ gibi:

Biz göklere doğru uçup ağmadayız;
Çünkü bizim yaradılışımızın aslı mayası arştır.(30)

“Dünyâda da ahrette de mevcut tek odur
Her yerdeki her yöndeki mâbud tek odur
Bağ bahçe çiçek güneş ve gök hepsi yalan
Her sözde ve mânâdaki maksud tek odur” (31)

Diyerek!...
 
Üst Alt