Mehmet Akif'in Düşünce Dünyası
Mehmet Akif, bir şair-yazar ve mücadele adamı olmanın ötesinde aynı zamanda bir mütefekkirdi. Bu özelliği dolayısıyla siyasi ve fikri mücadelelerin en yoğun olduğu bir dönemde yaşayan Akif'in fikri şahsiyeti de en azından edebi şahsiyeti kadar önemlidir. Akif'i bu yönüyle değerlendirebilmek için yaşadığı dönemde revaçta olan fikir akımlarına başka bir söyleyişle devrin fikri atmosferine bakmak gerekir.
Tanzimat'tan beri yazan, düşünen, yönetimde bulunan insanların cevabını aradıkları bir tek soru vardı. “İçinde bulunduğumuz durumdan nasıl kurtulabiliriz?” Çünkü sıkıntılı bir yüz yıl yaşanmaktadır ve ortada siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik bir bunalım vardır. Daha da kötüsü altı asırlık bir cihan devleti parçalanmak, yıkılmak ve bir millet istiklalini kaybetmek üzeredir.
Tanzimat, bu hayati soruya ne yazık ki müspet bir cevap olamamıştır. Hatta Tanzimat, Batı karşısındaki yenilginin resmi bir fermanıdır. Derken Meşrutiyete gelinmiştir ve hasta devlet için teklif edilen yeni tedavi reçeteleri ortaya çıkmıştır. Birbirinden farklı bu reçeteleri teklif edenlerin düşünceleri esas olarak üç ana grupta toplanmaktadır.
Birinci grupta yer alanlar Türkçülerdir. Tanzimat'tan sonraki gelişmeler nasıl Batıcılığı ortaya çıkarmış ve güçlendirmişse, aynı şekilde Türkçülük de bu süreçte güçlenmişti. 1789 Fransız ihtilali, 3. Napolyon'un Osmanlı'yı parçalamak için ortaya attığı “milliyetler prensibi” Balkanları çoktan kavmiyet davalarıyla bir barut fıçısına çevirmişti. Osmanlı'ya bağlı değişik ırklar, bir bir bu birlikten ayrılıyorlardı. Çok kanlı bir şekilde gerçekleşen bu ayrılıkçı hareketler sebebiyle her millet, kendi kavmi değerlerini ön plana çıkarmaya, kendini artık “millet” olarak tanımlamaya başlamıştı.
Bu hadiselerin etkileri çok geçmeden İstanbul'da da kendini göstermeye başladı. Bu siyasi gelişmelere Avrupa'da başlayan Türkoloji çalışmaları da eklenince Osmanlı toplumunun Türk unsuruna mensup aydınlar Türk dili, Türk tarihi, kısacası Türklük üzerinde düşünmeye başladılar. Hele az önce söylediğimiz, imparatorluğa bağlı diğer kavimlerin ayrı birer devlet halinde ortaya çıkmaya başlamaları II. Meşrutiyet devrinde Türkçülüğün tam anlamıyla bir ideolojiye dönüşmesine yol açtı. Bu gruba mensup olanların temel tezleri ise “Türk ırkının ve varlığının şuuruna varmak” la içinde bulunduğumuz durumdan kurtulacağımız şeklindeydi.
Bu görüşlerden ikincisi Batıcılıktır. Bu fikri savunanlar, “Her şeyimizle tam bir batılı gibi olmak” gerektiğini ileri sürmekteydiler. Zira Batı karşısındaki sürekli mağlubiyetler, her alandan batıdan geride oluşumuz, batıcılarda “İslam, terakkiye manidir.” şeklinde bir anlayışı ortaya çıkarmıştı. Madem ki gerçek böyledir. Öyleyse “Batı medeniyetine girebilmek, onlar gibi olabilmek için batılı gibi düşünmek ve yaşamak gerekir.”di. Onlar da böyle bir tezi öne sürüyorlardı.
Bu fikri Ernest Renan gibi batılılar da desteklemekteydi. Diğer yandan Batı'ya öğrenim için giden gençler, ezilmişlik psikolojisiyle özgüvenlerini kaybettikleri için orada olup bitenleri sathi değerlendirmekteydiler. Dolayısıyla ülkeye geldiklerinde "batıcılık” dillerinden hiç düşmeyen bir terane olmuştu.
Ayrıca mürebbilik, öğretmenlik gibi sebeplerle İstanbul'a gelen batılıların düşünüş ve yaşayış şekilleri Osmanlı toplumunun kimi kesimlerinde özellikle de aydınlar, gazeteciler ve gençler arasında kabul görüyor, böylece yeni bir hayat tarzı olarak batıcılık güç ve itibar kazanıyordu.
Üçüncü görüş, islamcılıktı. Fakat ona geçmeden bu üç görüş kadar tesirli olmasa da kısaca Osmanlıcılıktan da bahsedilmesi gerekir. Osmanlıcılık fikri, aslında Meşrutiyette ortaya çıkmış değildi. Bu fikir daha Tanzimat'tan itibaren telaffuz edilmeye başlanmıştı. Islahat fermanlarında da kendini hissettiren bu görüş “İmparatorluğun bünyesinde bulunan çeşitli kavimleri, bir millet olarak düşünmek.” Şeklinde özetlenebilir. Böyle bir fikrin gündeme gelmesindeki en önemli sebep ise devletin birliğini batılı saldırılar karşısında korunması arzusuydu. Zira Osmanlı, değişik ırklardan hatta değişik dinlere mensup milletlerden meydana gelmekteydi.
Batı, bu durumu bildiği için, Osmanlı ülkesi içinde ırkçı kışkırtmalara hız verdi. Zaten Fransız ihtilalinden sonra bu akım giderek güç kazanmaya başlamıştı. Artık çok geç kalınmıştı. Çünkü Osmanlı ülkesinde ayrılıkçı hareketler görülmeye başlanmıştı. Dolayısıyla Osmanlıcılık, çok değişik kavimleri ifade edebilecek bir üst kimlik olma özelliğini kaybetmişti. Böylece bu fikir yani Osmanlı milleti fikri tutmamış oldu.
Bütün bu sebeplerden dolayı Meşrutiyet yıllarında “Osmanlıcılık” söyleminin yerini “İslamcılık” almış oldu.
İslamcılar, devletin ve milletin ancak İslam'a sarılarak içinde bulunulan kötü durumdan kurtulacağımızı savunmaktaydılar. Zaten bu fikir, Osmanlı dışındaki diğer İslam topluluklarında da çoktan telaffuz edilmeye başlanmıştı.
İslamcılığı ortaya çıkaran şartlar, diğer İslam ülkelerinde de hemen hemen aynıydı. Osmanlıdaki duruma daha yakından baktığımızda ise bu fikrin daha tanzimat devrinin fikir ortamında doğduğu görülür. O zaman pek çok aydın geri kalmışlığımızın sebebi olarak İslam'ı hakkıyla yaşamamayı gösteriyorlardı.
Öte yandan yine Tanzimat’ın fikir ortamında çarpık batılaşma dolayısıyla İslama dışardan ve içeriden saldırılar da söz korusu olmaya başlamıştı. İşte bütün bu sebepler aydınları İslam üzerinde yeniden düşünmeye sevk etti. Dolayısıyla II. Meşrutiyet sonrasında Batıcılık ve Türkçülük gibi İslamcılık da güç kazanan bir fikir oldu.
İslamcılık, ciddi manada Abdülaziz'in son zamanlarında tartışılmaya başlandı ve II. Abdülhamit zamanında resmi bir politikaya dönüştü. Gerçi, devletin İslamcılığı ile sivil İslamcı diyebileceğimiz aydınların İslamcılık tezleri aynı olmadı. Mesela Mehmet Akif- II.Abdülhamit anlaşmazlığını da bir bakıma böyle anlamak gerekir.
Mehmet Akif, müslüman bir toplumun müslüman bir ailesi içinde islami değerlere yürekten bağlı birisi olarak yetişmişti. Bunun tabii sonucu olarak da gelişmeleri doğru tahlil edecek bir bilgi ve anlayış birikimine sahipti. Bundan dolayıdır ki, yerini İslamcılar arasında aldı ve bu akımın en güçlü temsilcisi oldu. Eşref Edip'le çıkardıkları Sırat-ı Müstakim dergisi bu akımın yayın organı durumundaydı. Dergide ayrıca Ahmet Naim, Manastırlı İsmail Hakkı, Musa Kazım, Tahir'ül Mevlevi gibi başka İslamcı isimler de bulunmaktaydı.
Akif ve arkadaşları bütün dikkatlerini bizi geri bıraktıran ve batıyı üstün hale getiren sebepler üzerine yönelttiler. Tezleri özetle felaketlerimizin kaynağı Kur'an'dan ve İslam'dan uzaklaşmak, kurtuluşumuzun çaresi ise İslam'a ve Kur'an'a yeniden dönmek şeklindeydi.
Başta Akif olmak üzere diğer İslamcı yazarlar, bu üslup içinde önce toplumsal problemlerin tespitine yöneldiler. Batıcılara cevap olarak İslam'ın ilerlemeye mani olmadığı fikrini temellendirdiler. Türkçülüğün, Arapçılığın, Arnavutçuluğun v.s. İslam'ın son devleti Osmanlı için bir tehdide dönüşmemesi için de fırkacılığa ve kavmiyetçiliğe karşı çıktılar.
Özellikle Akif, bu gayelerin gerçekleşmesi için vaazlar verdi, makaleler yazdı. Şiirlerinde bu konuları işledi. İslamcılığın diğer İslam devletlerindeki gidişatını göstermek için de çağdaş İslam düşünürlerinden tercümeler yaptı.
Fakat, şartlar değişmekteydi. Özellikle ayrılıkçı hareketler ve Balkan harbi bozgunu İslamcılığın yerine Türkçülüğü kuvvetlendirmeye başladı.
Akif, her şeye rağmen mücadelesini sürdürmekteydi. Son gelişmeler ümitlerini sarstıysa da Anadolu'da başlayan hareket ona yeniden güç ve ümit verdi. Bu defa da mücadele sahasını Anadolu'ya kaydırdı. Ne var ki, buradaki gelişmeler de Akif'in düşlediği gibi olmadı. İslamcılık fikri, Milli mücadelede etkili bir söylem olmasına rağmen kurulan yeni devletin muhtevası içinde yer almadı.
Mehmet Akif'in bu anlamdaki toplumsal düzen ideali gerçekleşmedi ama İslâmcılık fikri asla gündemden düşmedi ve önemini yitirmedi. Bugün bu topraklarda hâlâ fikri anlamda İslami bir duyarlılık yaşıyorsa ve böyle bir birikim mevcutsa bunu büyük ölçüde Mehmet Akif'e borçluyuz. Mehmet Akif'i okuyup anlama çalışmalarında onun bu ideali üzerinde yeterince durulmalı ve yeni yaklaşımlarla bu mesele toplumun gündemine taşınmalıdır. Zira, farklılıkları ortadan kaldırıp herkesi birlik şuuru içerisinde millet yapacak düşünce budur.
Mehmet Akif, bir şair-yazar ve mücadele adamı olmanın ötesinde aynı zamanda bir mütefekkirdi. Bu özelliği dolayısıyla siyasi ve fikri mücadelelerin en yoğun olduğu bir dönemde yaşayan Akif'in fikri şahsiyeti de en azından edebi şahsiyeti kadar önemlidir. Akif'i bu yönüyle değerlendirebilmek için yaşadığı dönemde revaçta olan fikir akımlarına başka bir söyleyişle devrin fikri atmosferine bakmak gerekir.
Tanzimat'tan beri yazan, düşünen, yönetimde bulunan insanların cevabını aradıkları bir tek soru vardı. “İçinde bulunduğumuz durumdan nasıl kurtulabiliriz?” Çünkü sıkıntılı bir yüz yıl yaşanmaktadır ve ortada siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik bir bunalım vardır. Daha da kötüsü altı asırlık bir cihan devleti parçalanmak, yıkılmak ve bir millet istiklalini kaybetmek üzeredir.
Tanzimat, bu hayati soruya ne yazık ki müspet bir cevap olamamıştır. Hatta Tanzimat, Batı karşısındaki yenilginin resmi bir fermanıdır. Derken Meşrutiyete gelinmiştir ve hasta devlet için teklif edilen yeni tedavi reçeteleri ortaya çıkmıştır. Birbirinden farklı bu reçeteleri teklif edenlerin düşünceleri esas olarak üç ana grupta toplanmaktadır.
Birinci grupta yer alanlar Türkçülerdir. Tanzimat'tan sonraki gelişmeler nasıl Batıcılığı ortaya çıkarmış ve güçlendirmişse, aynı şekilde Türkçülük de bu süreçte güçlenmişti. 1789 Fransız ihtilali, 3. Napolyon'un Osmanlı'yı parçalamak için ortaya attığı “milliyetler prensibi” Balkanları çoktan kavmiyet davalarıyla bir barut fıçısına çevirmişti. Osmanlı'ya bağlı değişik ırklar, bir bir bu birlikten ayrılıyorlardı. Çok kanlı bir şekilde gerçekleşen bu ayrılıkçı hareketler sebebiyle her millet, kendi kavmi değerlerini ön plana çıkarmaya, kendini artık “millet” olarak tanımlamaya başlamıştı.
Bu hadiselerin etkileri çok geçmeden İstanbul'da da kendini göstermeye başladı. Bu siyasi gelişmelere Avrupa'da başlayan Türkoloji çalışmaları da eklenince Osmanlı toplumunun Türk unsuruna mensup aydınlar Türk dili, Türk tarihi, kısacası Türklük üzerinde düşünmeye başladılar. Hele az önce söylediğimiz, imparatorluğa bağlı diğer kavimlerin ayrı birer devlet halinde ortaya çıkmaya başlamaları II. Meşrutiyet devrinde Türkçülüğün tam anlamıyla bir ideolojiye dönüşmesine yol açtı. Bu gruba mensup olanların temel tezleri ise “Türk ırkının ve varlığının şuuruna varmak” la içinde bulunduğumuz durumdan kurtulacağımız şeklindeydi.
Bu görüşlerden ikincisi Batıcılıktır. Bu fikri savunanlar, “Her şeyimizle tam bir batılı gibi olmak” gerektiğini ileri sürmekteydiler. Zira Batı karşısındaki sürekli mağlubiyetler, her alandan batıdan geride oluşumuz, batıcılarda “İslam, terakkiye manidir.” şeklinde bir anlayışı ortaya çıkarmıştı. Madem ki gerçek böyledir. Öyleyse “Batı medeniyetine girebilmek, onlar gibi olabilmek için batılı gibi düşünmek ve yaşamak gerekir.”di. Onlar da böyle bir tezi öne sürüyorlardı.
Bu fikri Ernest Renan gibi batılılar da desteklemekteydi. Diğer yandan Batı'ya öğrenim için giden gençler, ezilmişlik psikolojisiyle özgüvenlerini kaybettikleri için orada olup bitenleri sathi değerlendirmekteydiler. Dolayısıyla ülkeye geldiklerinde "batıcılık” dillerinden hiç düşmeyen bir terane olmuştu.
Ayrıca mürebbilik, öğretmenlik gibi sebeplerle İstanbul'a gelen batılıların düşünüş ve yaşayış şekilleri Osmanlı toplumunun kimi kesimlerinde özellikle de aydınlar, gazeteciler ve gençler arasında kabul görüyor, böylece yeni bir hayat tarzı olarak batıcılık güç ve itibar kazanıyordu.
Üçüncü görüş, islamcılıktı. Fakat ona geçmeden bu üç görüş kadar tesirli olmasa da kısaca Osmanlıcılıktan da bahsedilmesi gerekir. Osmanlıcılık fikri, aslında Meşrutiyette ortaya çıkmış değildi. Bu fikir daha Tanzimat'tan itibaren telaffuz edilmeye başlanmıştı. Islahat fermanlarında da kendini hissettiren bu görüş “İmparatorluğun bünyesinde bulunan çeşitli kavimleri, bir millet olarak düşünmek.” Şeklinde özetlenebilir. Böyle bir fikrin gündeme gelmesindeki en önemli sebep ise devletin birliğini batılı saldırılar karşısında korunması arzusuydu. Zira Osmanlı, değişik ırklardan hatta değişik dinlere mensup milletlerden meydana gelmekteydi.
Batı, bu durumu bildiği için, Osmanlı ülkesi içinde ırkçı kışkırtmalara hız verdi. Zaten Fransız ihtilalinden sonra bu akım giderek güç kazanmaya başlamıştı. Artık çok geç kalınmıştı. Çünkü Osmanlı ülkesinde ayrılıkçı hareketler görülmeye başlanmıştı. Dolayısıyla Osmanlıcılık, çok değişik kavimleri ifade edebilecek bir üst kimlik olma özelliğini kaybetmişti. Böylece bu fikir yani Osmanlı milleti fikri tutmamış oldu.
Bütün bu sebeplerden dolayı Meşrutiyet yıllarında “Osmanlıcılık” söyleminin yerini “İslamcılık” almış oldu.
İslamcılar, devletin ve milletin ancak İslam'a sarılarak içinde bulunulan kötü durumdan kurtulacağımızı savunmaktaydılar. Zaten bu fikir, Osmanlı dışındaki diğer İslam topluluklarında da çoktan telaffuz edilmeye başlanmıştı.
İslamcılığı ortaya çıkaran şartlar, diğer İslam ülkelerinde de hemen hemen aynıydı. Osmanlıdaki duruma daha yakından baktığımızda ise bu fikrin daha tanzimat devrinin fikir ortamında doğduğu görülür. O zaman pek çok aydın geri kalmışlığımızın sebebi olarak İslam'ı hakkıyla yaşamamayı gösteriyorlardı.
Öte yandan yine Tanzimat’ın fikir ortamında çarpık batılaşma dolayısıyla İslama dışardan ve içeriden saldırılar da söz korusu olmaya başlamıştı. İşte bütün bu sebepler aydınları İslam üzerinde yeniden düşünmeye sevk etti. Dolayısıyla II. Meşrutiyet sonrasında Batıcılık ve Türkçülük gibi İslamcılık da güç kazanan bir fikir oldu.
İslamcılık, ciddi manada Abdülaziz'in son zamanlarında tartışılmaya başlandı ve II. Abdülhamit zamanında resmi bir politikaya dönüştü. Gerçi, devletin İslamcılığı ile sivil İslamcı diyebileceğimiz aydınların İslamcılık tezleri aynı olmadı. Mesela Mehmet Akif- II.Abdülhamit anlaşmazlığını da bir bakıma böyle anlamak gerekir.
Mehmet Akif, müslüman bir toplumun müslüman bir ailesi içinde islami değerlere yürekten bağlı birisi olarak yetişmişti. Bunun tabii sonucu olarak da gelişmeleri doğru tahlil edecek bir bilgi ve anlayış birikimine sahipti. Bundan dolayıdır ki, yerini İslamcılar arasında aldı ve bu akımın en güçlü temsilcisi oldu. Eşref Edip'le çıkardıkları Sırat-ı Müstakim dergisi bu akımın yayın organı durumundaydı. Dergide ayrıca Ahmet Naim, Manastırlı İsmail Hakkı, Musa Kazım, Tahir'ül Mevlevi gibi başka İslamcı isimler de bulunmaktaydı.
Akif ve arkadaşları bütün dikkatlerini bizi geri bıraktıran ve batıyı üstün hale getiren sebepler üzerine yönelttiler. Tezleri özetle felaketlerimizin kaynağı Kur'an'dan ve İslam'dan uzaklaşmak, kurtuluşumuzun çaresi ise İslam'a ve Kur'an'a yeniden dönmek şeklindeydi.
Başta Akif olmak üzere diğer İslamcı yazarlar, bu üslup içinde önce toplumsal problemlerin tespitine yöneldiler. Batıcılara cevap olarak İslam'ın ilerlemeye mani olmadığı fikrini temellendirdiler. Türkçülüğün, Arapçılığın, Arnavutçuluğun v.s. İslam'ın son devleti Osmanlı için bir tehdide dönüşmemesi için de fırkacılığa ve kavmiyetçiliğe karşı çıktılar.
Özellikle Akif, bu gayelerin gerçekleşmesi için vaazlar verdi, makaleler yazdı. Şiirlerinde bu konuları işledi. İslamcılığın diğer İslam devletlerindeki gidişatını göstermek için de çağdaş İslam düşünürlerinden tercümeler yaptı.
Fakat, şartlar değişmekteydi. Özellikle ayrılıkçı hareketler ve Balkan harbi bozgunu İslamcılığın yerine Türkçülüğü kuvvetlendirmeye başladı.
Akif, her şeye rağmen mücadelesini sürdürmekteydi. Son gelişmeler ümitlerini sarstıysa da Anadolu'da başlayan hareket ona yeniden güç ve ümit verdi. Bu defa da mücadele sahasını Anadolu'ya kaydırdı. Ne var ki, buradaki gelişmeler de Akif'in düşlediği gibi olmadı. İslamcılık fikri, Milli mücadelede etkili bir söylem olmasına rağmen kurulan yeni devletin muhtevası içinde yer almadı.
Mehmet Akif'in bu anlamdaki toplumsal düzen ideali gerçekleşmedi ama İslâmcılık fikri asla gündemden düşmedi ve önemini yitirmedi. Bugün bu topraklarda hâlâ fikri anlamda İslami bir duyarlılık yaşıyorsa ve böyle bir birikim mevcutsa bunu büyük ölçüde Mehmet Akif'e borçluyuz. Mehmet Akif'i okuyup anlama çalışmalarında onun bu ideali üzerinde yeterince durulmalı ve yeni yaklaşımlarla bu mesele toplumun gündemine taşınmalıdır. Zira, farklılıkları ortadan kaldırıp herkesi birlik şuuru içerisinde millet yapacak düşünce budur.
Moderatör tarafında düzenlendi: