lal
Aktif Üyemiz
"Eğer, ezkiya zekâvetlerinin zekâtını ve ağniya,
velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler,
milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir."
Bediüzzaman
"Ramazan ayının ilk günleriydi.
O günkü Radyo’daki programımın konusu zekât üzerineydi. Yayına bir hanım dinleyicimiz misafir oldu. Bazı yerlerde tasarruflarının bulunduğunu söz etti. "Hangi malınızdan ne kadar zekât vereceksiniz?" sorusunu yönelttiğimde niyetini bir cümleyle dile getirdi:
"Aslına bakarsanız, ben zekât vermek için bahane arıyorum."
Önemli ve sür'atle yayılması gereken bir yaklaşımı dile getiren dinleyicim, imkânı olan herkesin az veya çok zekât vermek için fırsat aramasını, bahane bulmasını hatırlatıyordu.
Nasıl ki, Ramazan ayı girer girmez, sağlığı yerinde olan hemen her mü'min oruç tutmayı ihmal etmiyor, ezan okunur okunmaz namazı kılmak için gayret gösteriyorsa, zekât da öyledir.
Zekât verebilecek durumda ve konumda olan her mü'min de bir an önce zekâtını hesap edip vermek için fırsat kollamalı. Çünkü ibadetler belli vakitlerde yapılması gereken birer kulluk görevidir. Aralarında ayırım yapmak, ihmal göstermek, Kur'ân ahlakının gönüllerde yerleşmediğinin bir işaretinden başka bir şey değildir.
Kur'an'ın 30 Kere Andığı ibadet
Kur'ân 30 yerde zekâttan bahsederken, 27'si namazla birlikte zikredilir. Yüce Kitab'ımızın önemle dikkate verdiği bir gerçek de, "fakir ve muhtacın zekât malında hakkının olduğu" prensibidir.
Kur'ân ifadesiyle zekâtın bir başka adı da "sadaka"dır. Her ne kadar sadaka nafile bir yardım olarak yaygın bir mana taşısa da, zekât aynı zamanda bir sadakadır.
Zekât mükelleflerinin içlerinde taşıdıkları ve her vesileyle öne çıkardıkları bir korkuları vardır. Bu korku malın azalma, eksilme ve tükenme korkusudur. Oysa İlahi taahhüt çok açık ve berraktır:
"Allah faizin bereketini giderip onu mahveder, sadakası verilen malı ise ziyadeleştirir." (2:276)
Korkunun hangi canipten geldiği de bellidir:
"Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da, cimriliğe ve kötülüğe sevk eder." (2:268)
Zekâtın Zekâtı Bile Verilse Fakir Kalmayacak
Genel yapısı ve anlamıyla zekât kırkta bir olarak bilinir. Varlıklı kimseler bu ibadeti gerçek biçimde verecek olsalar, yeryüzünde hiçbir ekonomik problem kalmayacaktır. Ekonomik olarak dünyanın zenginleştiği göz önünde tutulursa, kırkta bir dünya ölçeğinde bir orta sınıf oluşturacak kadar önemli bir meblağ teşkil eder. Bunun için geçen yüzyılın başında Bediüzzaman, "Eğer, ezkiya zekâvetlerinin zekâtını ve ağniya, velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir." (RNK. işârâtü'l-îcâz, s.1951)
Yani, akıllı ve zeki insanlar zekâlarının zekâtını ve zenginler de sadece zekâtlarının zekâtını millet yararına harcayacak olsalar milletimiz diğer milletlere yolda karışır.
İslâm ülkeleri içinde petrol zengini olanlardan sadece Suudi Arabistan gerçek anlamda mal varlığının sadece zekâtının zekâtını verecek olsa, Afrika kıtasında fakir insan kalmayacaktır.
Zekât Vermek İmanın Göstergesidir
Zekât, infak, sadaka ve bağış konusunda sahabe uygulamasına bakıldığında, başta Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman bin Avf gibi Kur'an talebeleri hayatları boyu müteaddit defalar mallarının kırkta kırkını vermişler. Böylece İslam hak ettiği yere gelmiş ve bir asırlık süre içinde dünya İslâm'la tanışmış. Dünyanın yarısı ve insanlığın beşte biri de Kur'ân'la barışmıştır.
“İman gönüllerde hakiki olarak yerleşince, servetin gerçek Sahibi bilinir ve Onun emri istikametinde, Onun rızası uğrunda serveti yine Ona satma hakikati kalpte yerini bulur. Böylece insan o malda sadece Allah için tasarrufta bulunduğu şuuruna varır. Çünkü mülk umûmen Onundur. İnsan hem Onun mülkü, hem memlûkü, hem mülkünde çalışıyor.”
Öyle değil mi? Dünyaya gelirken neyimiz vardı, giderken neyimiz olacak? Dünyaya gelirken bir şey getiremediğimiz gibi, giderken de bir şey götüremeyeceğiz. Götüreceğimiz şey, olsa olsa önden ve önceden gönderdiklerimizdir
Dünya Barışıİçin Zekât
Zekât bir iman disiplini, bir ibadet şuuru olmakla birlikte dünyanın rahatı, huzuru, saadeti ve refahı da bu ibadetin hayata girmesiyle mümkündür.
Bu sosyal gerçeğe Bediüzzaman'ın rehberliğinde bakacak olursak önümüze çok canlı bir tablo çıkacaktır
Öncelikle dünya barışının tek çıkar yolu zekât kurumunun hayata geçmesi ve uygulama alanına girmesi ve insanların onun gizemli güzelliğiyle tanışmasıdır.
Üstad, "Evet, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ, karz-ı hasen şerâit-i sulhiyedir. Şu riba taşını altından çeksek, şu zalim medeniyet kasrı çökecektir."( RNK, Rumuz, 2:2343)
Yani, dünya barışının gerçekleşmesinin tek şartı, zekâtın verilmesi, faizin kaldırılması, karz-ı hasenin hayata geçmesidir. Faiz taşını altından çekecek olsak, şu zalim medeniyet sarayı çökecektir.
Bir diğer tespiti de şu şekildedir:
"Beşer salâh (barış, kurtuluş ve huzur) isterse, hayatını severse, zekâtını vaz etmeli, ribâyı kaldırmalı."( RNK. Sözler, Lemeât, s.324)
Bir başka ifadeyle, insanlık barış, kurtuluş ve huzur istiyor ve hayatı seviyorsa, zekâtı yaşatmak ve faizi kaldırmalıdır.
"Başkası Açlıktan Ölse Bana Ne!" Anlayışı
Zaten bütün kavganın, kargaşanın, anarşinin, her türlü terörün ve krizin temeli, faiz belasının yaşaması ve zekâtın terk edilmiş olmasıdır.
Hayatının ilk dönemlerinden ömrünün sonuna kadar aynı prensibi hep gündemde tutan Bediüzzaman şu önemli noktaya da parmak basıyor:
İnsanlık tarihindeki bütün kargaşa ve kavganın kaynağı, bir cümle olduğu gibi, bütün ahlaksızlığın kaynağı da tek bir cümledir:
Birinci cümle: "Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!"
İkinci cümle: "Sen çalış, ben yiyeyim."
Evet, sosyal hayatta zenginler ve fakirler bir denge içinde rahatla yaşarlar. O dengenin temeli ise, varlıklı kesimin merhamet ve şefkati, fakirlerin ise hürmet ve itaatidir.
Birinci cümle zenginleri zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe itmiş, ikinci cümle de fakirleri kine, hasede, kavgaya ve çekişmeye sürükleyip birkaç asırdır insanlığın huzurunu kaçırmıştır.
İşte, dünyanın en gelişmiş ülkeleri bile bütün hayır kurumlarıyla, ahlâkî ekolleriyle ve o kadar polisiye ve askeri düzenlemeleriyle dünya barışını sağlayamadığı gibi, bu iki yarayı da tedavi edememiştir.
Kur'ân, birinci cümle olan "Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!" felsefesini zekâtı farz kılmakla kökünden söker, tedavi eder. İkinci cümle olan "Sen çalış, ben yiyeyim" anlayışını da faizi haram kılmakla kökünden söker, tedavi eder.
Terörün İlacını Kur'an Anlatıyor
Evet, Kur'ân âyetleri âlem kapısında durur, faize "Yasaktır" der. "Kavga kapısını kapamak için faiz kapısını kapayınız" diyerek insanlara ferman eder, talebelerine "Girmeyiniz!" emreder.( RNK. Sözler, s. 184)
Açıkça söylemek gerekirse, bugün dünyayı bir cendere içinde sıkan terör belasını telafi edecek tek çare ve bu yaygın hastalığı tedavi edecek tek reçete, faizin yok edilmesi, zekatın yaşatılmasıdır.
Dünya devletleri, kuruluş ve kurumları Kur'ân'ın sunduğu bu iki ilacı kullanmamakta ısrar ederse, önü alınmayacak sancılar içinde kıvranacak ve başı beladan kurtulamayacaktır. Savaş nârâlarıyla hem güçlüler, hem de güçsüzler korku ve endişe içinde hayatlarını zehre çevirecektir. Büyük sermayenin belli ellerde ve bankalarda toplanması varlık sahiplerini zulümden, yoksulları da isyandan kurtaramayacaktır.
Bunun yerine merhametin, şefkatin, yardımlaşmanın, kardeşliğin ve kucaklaşmanın öne çıkmasıyla, hem dar gelirli bireyler ve milletler rahat edecek, hem de servet sahibi devletler ve kişiler güven ve huzur içinde yaşayacaktır.
Bereketimiz Niye Kaçtı?
Fert olarak cebimiz delik olduğu gibi, aile bütçesinden belediye bütçesine, daha geniş ölçekte devlet bütçesine, hatta global dünya ekonomisine varıncaya kadar hep açık vermektedir. Bu açığın tek sebebi "bereket" nimetinin rafa kaldırılması, Nebevi ifadeyle "göğe çekilmesinden başka bir şey değildir.
Bereket mefhumun hayatta kalmasının sebebi ise zekâttır. Bediüzzaman'm tesbitiyle, "Zekât vermek ve iktisat etmek,malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket (bereketin kalkmasına sebep) olduğuna hadsiz vâkıat vardır.( RNK. Lem'aiar / On Dokuzuncu Lem'a - s.661)
Zekât Manevi Sigortadır
Zekât ekonomik hayata bereket getirdiği gibi en Önemli bir fonksiyonu dâfî-i beliyyat olmasıdır. Yani bela ve musibetleri defeden, belaların önüne geçen, her musibeti engelleyen bir özellik taşımasıdır.
Çünkü zekat başlı başına manevi bir sigortadır, servetin İlâhi muhafaza altına alınmasıdır.
Diğer yandan "Zekâtı vermeyenin, herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır."( RNK, Mektubat / Yirmi İkinci Mektup - s.475 RNK, Mektubat / Yirmi İkinci Mektup - s.475)
Bu gerçeğin acı tecrübesini yakın tarihimizde milletçe gördük, yaşadık ve halen de o sıkıntının kalıntılarını çekiyoruz.
Birinci Dünya Savaşı sonrasını nasıl değerlendirdiğini sorulması üzerine, Bediüzzaman maddi kayıpların sebebini açıklarken, işin temelinde zekâtın ihmalinin yattığını belirtirken şu izahı getirir:
"Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir kendi verdiği malından birisini bizden istedi, tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim (birikmiş) zekâtın kırkta otuz, onda sekizini aldı."7
Bir başka ifadeyle şöyle der:
"Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile (cimrilikle) hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla (isteyerek) vermedik. O da bizden aldırdı müterakim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir (Ceza suçun cinsindendir, suç da cezanın cinsindendir."( RNK. Sözler / Lemeât - s.328)
Yardımlar Zekât Niyetiyle Yapılmalıdır
Yapılan iyilik ve yardımlar, edilen hayır ve hasenatlar Kur'ânî bir prensip olan "zekât" adına ve zekât niyetiyle verilmelidir. Çünkü zekât bir emrin yerine getirilmesi, ihmal edilen bir ibadetin ihyası, karşılığı sadece Allah'tan beklenen bir salih amel olması açısından çok büyük bir önemi haizdir.
Bediüzzaman'm izahına göre:
"İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen de faydasız gider. Çünkü,
ı. Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun.
2. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun.
3. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını ibâdına (kullarına) vermek için bir tevziat (dağıtım) memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun.
Eğer zekât namına versen,
Cenâb-ı Hak namına verdiğin için
1. Bir sevap kazanıyorsun,
2. Bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun.
3. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye (el avuç açmaya) mecbur olmadığı için izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur.( RNK, Mektubat / Yirmi İkinci Mektup - s.475 10 Isârâtü'l-I'câz - Bakara Sûresi, Ayet: 3 - s.1173)
Zekâtın Âdabı
Her ibadetin olduğu gibi zekâtın da bazı ahlâkî yönleri ve uyulması gereken ahlâkî prensipleri vardır. Hem zekâtı veren için, hem de alan için göz önünde bulundurulması gereken âdap bulunmaktadır. Bu âdaba uyulmadığı zaman veren kişinin kaybı söz konusu olduğu gibi, alan insanın da manevi sorumluluğu vardır.
Bu âdap ve şartları Bediüzzaman Bakara Sûresinin 3. âyetinin tefsirinde şöyle dile getirir:
"Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:
1. Sadakayı vermekte israf olmaması.
2. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.
3. Minnetle in'âmın bozulmaması.
4. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.
5. Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bi-linmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.
6. Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette (kötü yolda) değil, hâcât-ı zaruriyesinde (zaruri ihtiyaçlarına) sarf etmesi lâzımdır.(İşaratü’l-İcaz-Bakara Suresi,Ayet:3-s.1173
Zekât Toplumsal Bir Köprüdür
Zekât sadece belli mallardan belli miktarda verilen bir ibadet değil, zekât başlı başına bir kurumdur. Bu kurum o kadar bereketli ve hayırlıdır ki, dalları, budaklan, yan ürünleri ve Üstadın ifadesiyle "amca oğullan ve yavruları" vardır ki, her vesileyle fakiri, yoksulu, kimsesizi, muhtacı, dulu, yetimi ve düşkünü düşünmüş, ihtiyaçlarının karşılanması için birçok yollar çizmiştir.
Bunlar: Sadakanın bütün çeşitleri, infakın bütün türleri, yardımlaşmanın bütün yolları; adaklar, teberrular, Ramazan ayında verilen fitre, oruç fidyesi, yemin ve oruç kefaretleri, karz-ı hasen ve benzeri yollar...
Bunlar hayata geçtiği ve yaşandığı takdirde toplum barışının, insanca paylaşımın ve mü'mince yardımlaşmanın gözle görünür bir hal aldığını herkes rahatlıkla fark edecektir.
Hiçbir din ve medeniyet, mensuplarını bu kadar değişik ve farklı yollarla birbirine yaklaştıramamıştır.
Ve hiçbir toplumda bu kadar çeşitli hayır yollan yoktur.
Zaten zekâtın kendisi tek başına bir köprüdür, toplum katmanları arasındaki bağı, bağlantıyı ve irtibatı en sağlıklı bir biçimde korur ve kollar. Bu köprüden geçmeyen, bu köprüyü kullanmayan bireyler, anarşi, kargaşa ve karmaşa seline kapılmaktan kendilerini alamazlar.
Zekâta En Çok Eğitimde İhtiyaç Var
Zekâtın verileceği yerler vardır. Bunlar Tevbe Sûresinin 60. âyetinde sekiz sınıf olarak belirtilir.
Fakirler, yoksullar, borçlular, yolda kalmışlar gibi.
Ama asıl zekâtın öyle zaruri bir harcama yeri vardır ki, bu milletin can damarı olan eğitimdir.
Osmanlının geri kalışının, gelişen dünya şartlarına ayak uyduramayışının en büyük sebebi eğitim alanındaki ihmalidir. Bizim şu andaki perişan halimizin temel sebebi de eğitime yeteri kadar imkan ve zaman ayrılmamış olmamızdır.
Yüzyılın başlarında hem dini ilimlerin, hem de fen ilimlerin bir arada okutulacağı bir eğitim kurumunun hayata geçirilmesi için gayret gösteren ve gaye-i hayal olarak gören
Bediüzzaman, "parayı nereden bulacağız?" şeklindeki bir yaklaşıma zekât çözümünü getirir.
Zekâtı büyük bir çeşmeye benzetir. Bu çeşmenin yerinde kullanılmadığı için çöle aktığını ve bazı "aceze ve sele"nin, dilencilik sektörünün gelişmesine sebep olduğu tesbitinde bulunduktan sonra, bu çeşmeye güzel bir kanal yapılmasını ve bir havuza, bir baraja dönüşerek eğitim kurumlarının gelişmesine, canlanmasına, aranan insanın yetiştirilmesine sarf edilmesi tavsiyesini yapar. Ve şöyle bir yol gösterir:
"Zenginler velev zekâtlarının zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir."
Demek ki, zekât göründüğü kadarıyla dar anlamda bir yardım vesilesi değil, dünya kalkınmasının, insanlığın kendine gelmesinin ve kendini bulmasının vazgeçilmez bir aracıdır.
Yazar: Mehmed Paksu
velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler,
milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir."
Bediüzzaman
"Ramazan ayının ilk günleriydi.
O günkü Radyo’daki programımın konusu zekât üzerineydi. Yayına bir hanım dinleyicimiz misafir oldu. Bazı yerlerde tasarruflarının bulunduğunu söz etti. "Hangi malınızdan ne kadar zekât vereceksiniz?" sorusunu yönelttiğimde niyetini bir cümleyle dile getirdi:
"Aslına bakarsanız, ben zekât vermek için bahane arıyorum."
Önemli ve sür'atle yayılması gereken bir yaklaşımı dile getiren dinleyicim, imkânı olan herkesin az veya çok zekât vermek için fırsat aramasını, bahane bulmasını hatırlatıyordu.
Nasıl ki, Ramazan ayı girer girmez, sağlığı yerinde olan hemen her mü'min oruç tutmayı ihmal etmiyor, ezan okunur okunmaz namazı kılmak için gayret gösteriyorsa, zekât da öyledir.
Zekât verebilecek durumda ve konumda olan her mü'min de bir an önce zekâtını hesap edip vermek için fırsat kollamalı. Çünkü ibadetler belli vakitlerde yapılması gereken birer kulluk görevidir. Aralarında ayırım yapmak, ihmal göstermek, Kur'ân ahlakının gönüllerde yerleşmediğinin bir işaretinden başka bir şey değildir.
Kur'an'ın 30 Kere Andığı ibadet
Kur'ân 30 yerde zekâttan bahsederken, 27'si namazla birlikte zikredilir. Yüce Kitab'ımızın önemle dikkate verdiği bir gerçek de, "fakir ve muhtacın zekât malında hakkının olduğu" prensibidir.
Kur'ân ifadesiyle zekâtın bir başka adı da "sadaka"dır. Her ne kadar sadaka nafile bir yardım olarak yaygın bir mana taşısa da, zekât aynı zamanda bir sadakadır.
Zekât mükelleflerinin içlerinde taşıdıkları ve her vesileyle öne çıkardıkları bir korkuları vardır. Bu korku malın azalma, eksilme ve tükenme korkusudur. Oysa İlahi taahhüt çok açık ve berraktır:
"Allah faizin bereketini giderip onu mahveder, sadakası verilen malı ise ziyadeleştirir." (2:276)
Korkunun hangi canipten geldiği de bellidir:
"Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da, cimriliğe ve kötülüğe sevk eder." (2:268)
Zekâtın Zekâtı Bile Verilse Fakir Kalmayacak
Genel yapısı ve anlamıyla zekât kırkta bir olarak bilinir. Varlıklı kimseler bu ibadeti gerçek biçimde verecek olsalar, yeryüzünde hiçbir ekonomik problem kalmayacaktır. Ekonomik olarak dünyanın zenginleştiği göz önünde tutulursa, kırkta bir dünya ölçeğinde bir orta sınıf oluşturacak kadar önemli bir meblağ teşkil eder. Bunun için geçen yüzyılın başında Bediüzzaman, "Eğer, ezkiya zekâvetlerinin zekâtını ve ağniya, velev zekâtın zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir." (RNK. işârâtü'l-îcâz, s.1951)
Yani, akıllı ve zeki insanlar zekâlarının zekâtını ve zenginler de sadece zekâtlarının zekâtını millet yararına harcayacak olsalar milletimiz diğer milletlere yolda karışır.
İslâm ülkeleri içinde petrol zengini olanlardan sadece Suudi Arabistan gerçek anlamda mal varlığının sadece zekâtının zekâtını verecek olsa, Afrika kıtasında fakir insan kalmayacaktır.
Zekât Vermek İmanın Göstergesidir
Zekât, infak, sadaka ve bağış konusunda sahabe uygulamasına bakıldığında, başta Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman bin Avf gibi Kur'an talebeleri hayatları boyu müteaddit defalar mallarının kırkta kırkını vermişler. Böylece İslam hak ettiği yere gelmiş ve bir asırlık süre içinde dünya İslâm'la tanışmış. Dünyanın yarısı ve insanlığın beşte biri de Kur'ân'la barışmıştır.
“İman gönüllerde hakiki olarak yerleşince, servetin gerçek Sahibi bilinir ve Onun emri istikametinde, Onun rızası uğrunda serveti yine Ona satma hakikati kalpte yerini bulur. Böylece insan o malda sadece Allah için tasarrufta bulunduğu şuuruna varır. Çünkü mülk umûmen Onundur. İnsan hem Onun mülkü, hem memlûkü, hem mülkünde çalışıyor.”
Öyle değil mi? Dünyaya gelirken neyimiz vardı, giderken neyimiz olacak? Dünyaya gelirken bir şey getiremediğimiz gibi, giderken de bir şey götüremeyeceğiz. Götüreceğimiz şey, olsa olsa önden ve önceden gönderdiklerimizdir
Dünya Barışıİçin Zekât
Zekât bir iman disiplini, bir ibadet şuuru olmakla birlikte dünyanın rahatı, huzuru, saadeti ve refahı da bu ibadetin hayata girmesiyle mümkündür.
Bu sosyal gerçeğe Bediüzzaman'ın rehberliğinde bakacak olursak önümüze çok canlı bir tablo çıkacaktır
Öncelikle dünya barışının tek çıkar yolu zekât kurumunun hayata geçmesi ve uygulama alanına girmesi ve insanların onun gizemli güzelliğiyle tanışmasıdır.
Üstad, "Evet, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ, karz-ı hasen şerâit-i sulhiyedir. Şu riba taşını altından çeksek, şu zalim medeniyet kasrı çökecektir."( RNK, Rumuz, 2:2343)
Yani, dünya barışının gerçekleşmesinin tek şartı, zekâtın verilmesi, faizin kaldırılması, karz-ı hasenin hayata geçmesidir. Faiz taşını altından çekecek olsak, şu zalim medeniyet sarayı çökecektir.
Bir diğer tespiti de şu şekildedir:
"Beşer salâh (barış, kurtuluş ve huzur) isterse, hayatını severse, zekâtını vaz etmeli, ribâyı kaldırmalı."( RNK. Sözler, Lemeât, s.324)
Bir başka ifadeyle, insanlık barış, kurtuluş ve huzur istiyor ve hayatı seviyorsa, zekâtı yaşatmak ve faizi kaldırmalıdır.
"Başkası Açlıktan Ölse Bana Ne!" Anlayışı
Zaten bütün kavganın, kargaşanın, anarşinin, her türlü terörün ve krizin temeli, faiz belasının yaşaması ve zekâtın terk edilmiş olmasıdır.
Hayatının ilk dönemlerinden ömrünün sonuna kadar aynı prensibi hep gündemde tutan Bediüzzaman şu önemli noktaya da parmak basıyor:
İnsanlık tarihindeki bütün kargaşa ve kavganın kaynağı, bir cümle olduğu gibi, bütün ahlaksızlığın kaynağı da tek bir cümledir:
Birinci cümle: "Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!"
İkinci cümle: "Sen çalış, ben yiyeyim."
Evet, sosyal hayatta zenginler ve fakirler bir denge içinde rahatla yaşarlar. O dengenin temeli ise, varlıklı kesimin merhamet ve şefkati, fakirlerin ise hürmet ve itaatidir.
Birinci cümle zenginleri zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe itmiş, ikinci cümle de fakirleri kine, hasede, kavgaya ve çekişmeye sürükleyip birkaç asırdır insanlığın huzurunu kaçırmıştır.
İşte, dünyanın en gelişmiş ülkeleri bile bütün hayır kurumlarıyla, ahlâkî ekolleriyle ve o kadar polisiye ve askeri düzenlemeleriyle dünya barışını sağlayamadığı gibi, bu iki yarayı da tedavi edememiştir.
Kur'ân, birinci cümle olan "Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!" felsefesini zekâtı farz kılmakla kökünden söker, tedavi eder. İkinci cümle olan "Sen çalış, ben yiyeyim" anlayışını da faizi haram kılmakla kökünden söker, tedavi eder.
Terörün İlacını Kur'an Anlatıyor
Evet, Kur'ân âyetleri âlem kapısında durur, faize "Yasaktır" der. "Kavga kapısını kapamak için faiz kapısını kapayınız" diyerek insanlara ferman eder, talebelerine "Girmeyiniz!" emreder.( RNK. Sözler, s. 184)
Açıkça söylemek gerekirse, bugün dünyayı bir cendere içinde sıkan terör belasını telafi edecek tek çare ve bu yaygın hastalığı tedavi edecek tek reçete, faizin yok edilmesi, zekatın yaşatılmasıdır.
Dünya devletleri, kuruluş ve kurumları Kur'ân'ın sunduğu bu iki ilacı kullanmamakta ısrar ederse, önü alınmayacak sancılar içinde kıvranacak ve başı beladan kurtulamayacaktır. Savaş nârâlarıyla hem güçlüler, hem de güçsüzler korku ve endişe içinde hayatlarını zehre çevirecektir. Büyük sermayenin belli ellerde ve bankalarda toplanması varlık sahiplerini zulümden, yoksulları da isyandan kurtaramayacaktır.
Bunun yerine merhametin, şefkatin, yardımlaşmanın, kardeşliğin ve kucaklaşmanın öne çıkmasıyla, hem dar gelirli bireyler ve milletler rahat edecek, hem de servet sahibi devletler ve kişiler güven ve huzur içinde yaşayacaktır.
Bereketimiz Niye Kaçtı?
Fert olarak cebimiz delik olduğu gibi, aile bütçesinden belediye bütçesine, daha geniş ölçekte devlet bütçesine, hatta global dünya ekonomisine varıncaya kadar hep açık vermektedir. Bu açığın tek sebebi "bereket" nimetinin rafa kaldırılması, Nebevi ifadeyle "göğe çekilmesinden başka bir şey değildir.
Bereket mefhumun hayatta kalmasının sebebi ise zekâttır. Bediüzzaman'm tesbitiyle, "Zekât vermek ve iktisat etmek,malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket (bereketin kalkmasına sebep) olduğuna hadsiz vâkıat vardır.( RNK. Lem'aiar / On Dokuzuncu Lem'a - s.661)
Zekât Manevi Sigortadır
Zekât ekonomik hayata bereket getirdiği gibi en Önemli bir fonksiyonu dâfî-i beliyyat olmasıdır. Yani bela ve musibetleri defeden, belaların önüne geçen, her musibeti engelleyen bir özellik taşımasıdır.
Çünkü zekat başlı başına manevi bir sigortadır, servetin İlâhi muhafaza altına alınmasıdır.
Diğer yandan "Zekâtı vermeyenin, herhalde elinden zekât kadar bir mal çıkacak; ya lüzumsuz yerlere verecektir, ya bir musibet gelip alacaktır."( RNK, Mektubat / Yirmi İkinci Mektup - s.475 RNK, Mektubat / Yirmi İkinci Mektup - s.475)
Bu gerçeğin acı tecrübesini yakın tarihimizde milletçe gördük, yaşadık ve halen de o sıkıntının kalıntılarını çekiyoruz.
Birinci Dünya Savaşı sonrasını nasıl değerlendirdiğini sorulması üzerine, Bediüzzaman maddi kayıpların sebebini açıklarken, işin temelinde zekâtın ihmalinin yattığını belirtirken şu izahı getirir:
"Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir veya bir kısım maldan kırkta bir kendi verdiği malından birisini bizden istedi, tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim (birikmiş) zekâtın kırkta otuz, onda sekizini aldı."7
Bir başka ifadeyle şöyle der:
"Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile (cimrilikle) hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla (isteyerek) vermedik. O da bizden aldırdı müterakim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir (Ceza suçun cinsindendir, suç da cezanın cinsindendir."( RNK. Sözler / Lemeât - s.328)
Yardımlar Zekât Niyetiyle Yapılmalıdır
Yapılan iyilik ve yardımlar, edilen hayır ve hasenatlar Kur'ânî bir prensip olan "zekât" adına ve zekât niyetiyle verilmelidir. Çünkü zekât bir emrin yerine getirilmesi, ihmal edilen bir ibadetin ihyası, karşılığı sadece Allah'tan beklenen bir salih amel olması açısından çok büyük bir önemi haizdir.
Bediüzzaman'm izahına göre:
"İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen de faydasız gider. Çünkü,
ı. Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun.
2. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun.
3. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını ibâdına (kullarına) vermek için bir tevziat (dağıtım) memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun.
Eğer zekât namına versen,
Cenâb-ı Hak namına verdiğin için
1. Bir sevap kazanıyorsun,
2. Bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun.
3. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye (el avuç açmaya) mecbur olmadığı için izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur.( RNK, Mektubat / Yirmi İkinci Mektup - s.475 10 Isârâtü'l-I'câz - Bakara Sûresi, Ayet: 3 - s.1173)
Zekâtın Âdabı
Her ibadetin olduğu gibi zekâtın da bazı ahlâkî yönleri ve uyulması gereken ahlâkî prensipleri vardır. Hem zekâtı veren için, hem de alan için göz önünde bulundurulması gereken âdap bulunmaktadır. Bu âdaba uyulmadığı zaman veren kişinin kaybı söz konusu olduğu gibi, alan insanın da manevi sorumluluğu vardır.
Bu âdap ve şartları Bediüzzaman Bakara Sûresinin 3. âyetinin tefsirinde şöyle dile getirir:
"Zekât ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için birkaç şart vardır:
1. Sadakayı vermekte israf olmaması.
2. Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle halkın malından olmayıp kendi malından olması.
3. Minnetle in'âmın bozulmaması.
4. Fakir olmak korkusuyla sadakanın terk edilmemesi.
5. Sadakanın yalnız mala ve paraya münhasır olmadığı bi-linmesiyle, ilim, fikir, kuvvet, amel gibi şeylerde de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.
6. Sadakayı alan adam, o sadakayı sefahette (kötü yolda) değil, hâcât-ı zaruriyesinde (zaruri ihtiyaçlarına) sarf etmesi lâzımdır.(İşaratü’l-İcaz-Bakara Suresi,Ayet:3-s.1173
Zekât Toplumsal Bir Köprüdür
Zekât sadece belli mallardan belli miktarda verilen bir ibadet değil, zekât başlı başına bir kurumdur. Bu kurum o kadar bereketli ve hayırlıdır ki, dalları, budaklan, yan ürünleri ve Üstadın ifadesiyle "amca oğullan ve yavruları" vardır ki, her vesileyle fakiri, yoksulu, kimsesizi, muhtacı, dulu, yetimi ve düşkünü düşünmüş, ihtiyaçlarının karşılanması için birçok yollar çizmiştir.
Bunlar: Sadakanın bütün çeşitleri, infakın bütün türleri, yardımlaşmanın bütün yolları; adaklar, teberrular, Ramazan ayında verilen fitre, oruç fidyesi, yemin ve oruç kefaretleri, karz-ı hasen ve benzeri yollar...
Bunlar hayata geçtiği ve yaşandığı takdirde toplum barışının, insanca paylaşımın ve mü'mince yardımlaşmanın gözle görünür bir hal aldığını herkes rahatlıkla fark edecektir.
Hiçbir din ve medeniyet, mensuplarını bu kadar değişik ve farklı yollarla birbirine yaklaştıramamıştır.
Ve hiçbir toplumda bu kadar çeşitli hayır yollan yoktur.
Zaten zekâtın kendisi tek başına bir köprüdür, toplum katmanları arasındaki bağı, bağlantıyı ve irtibatı en sağlıklı bir biçimde korur ve kollar. Bu köprüden geçmeyen, bu köprüyü kullanmayan bireyler, anarşi, kargaşa ve karmaşa seline kapılmaktan kendilerini alamazlar.
Zekâta En Çok Eğitimde İhtiyaç Var
Zekâtın verileceği yerler vardır. Bunlar Tevbe Sûresinin 60. âyetinde sekiz sınıf olarak belirtilir.
Fakirler, yoksullar, borçlular, yolda kalmışlar gibi.
Ama asıl zekâtın öyle zaruri bir harcama yeri vardır ki, bu milletin can damarı olan eğitimdir.
Osmanlının geri kalışının, gelişen dünya şartlarına ayak uyduramayışının en büyük sebebi eğitim alanındaki ihmalidir. Bizim şu andaki perişan halimizin temel sebebi de eğitime yeteri kadar imkan ve zaman ayrılmamış olmamızdır.
Yüzyılın başlarında hem dini ilimlerin, hem de fen ilimlerin bir arada okutulacağı bir eğitim kurumunun hayata geçirilmesi için gayret gösteren ve gaye-i hayal olarak gören
Bediüzzaman, "parayı nereden bulacağız?" şeklindeki bir yaklaşıma zekât çözümünü getirir.
Zekâtı büyük bir çeşmeye benzetir. Bu çeşmenin yerinde kullanılmadığı için çöle aktığını ve bazı "aceze ve sele"nin, dilencilik sektörünün gelişmesine sebep olduğu tesbitinde bulunduktan sonra, bu çeşmeye güzel bir kanal yapılmasını ve bir havuza, bir baraja dönüşerek eğitim kurumlarının gelişmesine, canlanmasına, aranan insanın yetiştirilmesine sarf edilmesi tavsiyesini yapar. Ve şöyle bir yol gösterir:
"Zenginler velev zekâtlarının zekâtını milletin menfaatine sarf etseler, milletimiz de başka milletlere yolda karışabilir."
Demek ki, zekât göründüğü kadarıyla dar anlamda bir yardım vesilesi değil, dünya kalkınmasının, insanlığın kendine gelmesinin ve kendini bulmasının vazgeçilmez bir aracıdır.
Yazar: Mehmed Paksu