MURATS44
Özel Üye
Bu bölümde bahsedilecek olan “maddenin ardındaki sır” konusu, bugün ilk defa ortaya çıkan bir konu değildir. İnsanlık tarihi boyunca birçok düşünür ve bilim adamı arasında tartışılagelen bir kavram olmuştur. İnsanlar bu konuda en başından itibaren iki ana gruba ayrılmışlardır; materyalistler olarak tanımlanan bir grup insan, maddenin somut varlığını esas alarak felsefelerini ve yaşamlarını bunun üzerine oturtmuş ve kendilerini kandırarak yaşamışlardır.
Diğer bir grup insan ise samimi davranmış, düşünmekten korkmayarak daha da ileri gitmiş, ve muhatap oldukları “şey”lerin aslını ve ardındaki derin anlamı kavrayarak, yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak içinde bulunduğumuz yüzyılda gelişen bilim ve teknoloji artık bu konuya son noktayı koymuş ve zaten son derece açık olan bu gerçeği yani maddenin somut bir varlığının olmadığını tartışmasız bir şekilde ispatlamıştır.
Asırlardır Tartışılan Soru:
Maddenin Gerçek Mahiyeti Nedir?
Akıl ve vicdan sahibi olan bir kişi, içinde yaşadığı evrene, galaksilere, gezegenlere, bunların sahip olduğu dengeye, atomun yapısındaki kararlılığa, evrenin hemen her noktasında karşısına çıkan düzene, çevresindeki sayısız canlı türüne, bunların yaşayışlarına, şaşırtıcı özelliklerine ve sonunda da kendi bedenine baktığında bir olağanüstülük olduğunu hemen fark eder. Çevresindeki bu kusursuz yapının ve inceliklerin kendiliğinden oluşamayacağını, bunların mutlaka bir Yaratıcısı olması gerektiğini kolaylıkla anlar. Nitekim yaratılışı reddeden Darwinizm ve materyalist felsefe de bu kitap boyunca incelemiş olduğumuz gibi, büyük bir yanılgıdır.
Açıktır ki, evrenin her noktasında kendini belli eden “yaratılmışlık”, evrenin kendisinin bir ürünü olamaz. Örneğin bir tavuskuşu kusursuz bir sanata işaret eden renk ve desenleriyle kendi kendini var etmiş olamaz. Evrendeki milimetrik dengeler kendi kendilerini yaratıp-düzenlemiş olamazlar. Bitkiler, insanlar, bakteriler, alyuvarlar, kelebekler kendilerini yaratmamışlardır. Tüm bunların “tesadüfen” oluşması gibi bir ihtimal de aklın, bilimin ve mantığın bir gereği olarak mümkün değildir.
Oysa açıktır ki gözümüzle gördüğümüz herşey yaratılmıştır… Ancak gözümüzle gördüğümüz şeylerin hiçbiri “Yaratıcı” olamazlar. O halde, Yaratıcı, gözümüzle gördüğümüz herşeyden başka ve üstün bir varlıktır. Kendisi görünmez, fakat yarattığı herşey O’nun varlığını ve vasıflarını gösterir.
İşte Allah’ın varlığını tanımayanların saptıkları nokta da buradadır. Bu kişiler, Allah’ı gözleriyle görmedikleri sürece, O’nun varlığına iman etmemeye şartlandırmışlardır kendilerini. Çünkü onlara göre, tüm evreni kaplayan, sonsuza kadar uzanan bir madde yığını vardır ve Allah bu madde yığınının hiçbir yerinde değildir. Binlerce ışık yılı uzağa gitseler de, Allah’la karşılaşmayacaklardır. Bu nedenle Allah’ın varlığını reddederler. Bu durumda evrenin her yerinde apaçık görünen “yaratılmışlık” özelliğini gizlemek, evrenin ve canlıların yaratılmamış olduğunu sözde ispat etmek durumunda kalırlar, ancak bunu yapmaları da asla mümkün değildir. Çünkü evrenin her noktası Allah’ın varlığının delilleriyle doludur.
Allah’ı inkar edenlerin bu temel yanılgısı, aslında Allah’ın varlığını inkar etmeyen, ancak çarpık bir Allah inancına sahip olan pek çok kişi tarafından da paylaşılır. Toplumun çoğunluğunu oluşturan bu kişiler, her yanda görünen “yaratılmışlık” örneklerini reddetmezler, ancak Allah’ın “nerede” olduğuna dair çeşitli batıl inançları vardır: Çoğu, Allah’ın “gökte” olduğunu sanır.
Bilinçaltlarındaki çarpık düşünceye göre, Allah çok uzaklardaki bir gezegenin arkasında oturur ve çok nadiren “dünya işlerine” müdahale eder. Ya da hiç müdahale etmez; evreni bir kere yaratmış ve bırakmıştır, insanlar kendi kaderlerini kendileri çizerler…
Bazı kimseler de Kuran’da bildirilen Allah’ın “her yerde” olduğu gerçeğini duymuşlardır, fakat bunun anlamını tam olarak çözemezler. Bilinçaltlarındaki çarpık düşünce, Allah’ın radyo dalgaları ya da görünmez, hissedilmez bir gaz gibi maddeleri çevrelediği şeklindedir.
Oysa gerek bu düşünce, gerekse baştan beri saydığımız, Allah’ın “nerede” olduğunu bir türlü çözemeyen (belki de bu yüzden O’nu inkar eden) düşünceler, ortak bir yanlışa dayanmaktadır: Hiçbir temele dayanmayan bir ön yargıyı benimsemekte, ardından da Allah ile ilgili olarak çeşitli zanlara kapılmaktadırlar.
Nedir bu ön yargı?..
Bu ön yargı maddenin varlığı ve mahiyeti ile ilgilidir. İnsan maddenin var olduğu konusunda o kadar şartlanmıştır ki, acaba gerçekten madde var mıdır, yoksa sadece bir gölge varlık mıdır, hiç düşünmemiştir. Oysa bilimin son bulguları, bu ön yargıyı da sarsarak, çok önemli ve etkileyici bir gerçeği ortaya koymaktadır. İlerleyen sayfalarda, Kur’an’da da işaret edilen bu büyük gerçeği açıklayacağız.
Algılarımızın Tanıttığı Bir Evrende Yaşıyoruz
Bilim yoluyla olguları kavrayıp sayabilirsiniz ama, evreni kavrayamazsınız. İşte ağaç, sertliğini duyuyorsunuz; işte su, tadını alıyorsunuz; işte yel, sizi serinletiyor. Bu kadarla yetinmek zorundasınız.
Yaşadığımız dünyanın gerçekliği ile ilgili tüm bilgilerimiz bize beş duyumuz aracılığı ile gelir. Yani biz gözümüzün gördüğü, elimizin dokunduğu, burnumuzun kokladığı, dilimizin tattığı, kulağımızın duyduğu bir dünyayı tanımaktayız. Doğumumuzdan itibaren bu duyulara bağlı olduğumuz için “dış dünya”nın, duyularımızın bize tanıttığından farklı olabileceğini hiç düşünmemişizdir.
Oysa, bugün birçok bilim dalında yapılan araştırmalar son derece farklı bir gerçeği beraberinde getirmiş, algılarımız ve algıladığımız dünya ile ilgili ciddi şüpheler oluşmasına neden olmuştur.
Bir cisimden gelen uyarılar elektrik sinyaline dönüşerek beyinde bir etki oluştururlar. Görüyorum derken, aslında zihnimizdeki elektrik sinyallerinin etkisini seyrederiz. Kısacası hayatımız boyunca gördüğümüz, duyduğumuz, bildiğimiz, tanıdığımız, alıştığınız tüm dünya yalnızca ve yalnızca duyu organlarımız tarafından gönderilen elektrik sinyallerinden ibarettir.
Bu gerçeğe göre: Bizim “dış dünya” olarak algıladıklarımız, yalnızca duyu organlarımızın gönderdiği elektrik sinyallerinin beynimizde yarattığı etkilerdir. Görme duyunuzla algıladığınız çeşit çeşit renkler, dokunma duyunuzla fark ettiğiniz sertlik ya da yumuşaklık hissi, dilinizle aldığınız tatlar, kulağınızla duyduğunuz birbirinden farklı müzik notaları ve canlı sesleri, kokladığınız çeşit çeşit kokular, işiniz, eviniz, sahibi olduğunuz bütün mallar, bu kitabın satırları dahası anneniz, babanız, aileniz ve hayatınız boyunca gördüğünüz, bildiğiniz, tanıdığınız, alıştığınız tüm dünya yalnızca ve yalnızca duyu organlarınız tarafından gönderilen elektrik sinyallerinden ibarettir. İlk başta anlaşılması zor gibi görünse de bu, bilimsel bir gerçektir. Bu önemli gerçekle ilgili olarak B. Russel ve L. Wittgeinstein gibi ünlü filozofların düşünceleri şöyledir:
… Örneğin bir limonun gerçekten var olup olmadığı ve nasıl bir süreçle varlaştığı sorulamaz ve incelenemez. Limon, sadece dille anlaşılan tat, burunla duyulan koku, gözle görülen renk ve biçimden ibarettir ve yalnız bu nitelikleri bilimsel bir araştırmanın ve yargının konusu olabilir. Bilim, nesnel dünyayı asla bilemez. Frederick Vester bilimin bu konuda ulaştığı son noktayı şöyle ifade ediyor: Bazı düşünürlerin, ‘İnsan bir hayaldir, aslında bütün yaşananlar geçici ve aldatıcıdır, bu evren bir gölgedir’ şeklindeki sözleri günümüzde bilimsel olarak kanıtlanıyor gibidir. Ünlü filozof George Berkeley’in, bu şaşırtıcı gerçek ile ilgili açıklaması ise şöyledir: Kendilerini gördüğümüz ve dokunduğumuz, bize algılarımızı verdikleri için nesnelerin varlığına inanırız. Oysa algılarımız sadece zihnimizde var olan fikirlerdir. Şu halde algılar aracılığıyla ulaştığımız nesneler fikirlerden başka bir şey değildirler ve bu fikirler, zihnimizden başka yerde bulunmazlar zorunlu olarak… Bütün bunlar madem ki sadece zihinde var olan şeylerdir, öyleyse evreni ve şeyleri zihnin dışında varlıklar olarak hayal ettiğimizde, yanılmaların içine düşmüş oluyoruz demektir… Öyleyse bizi çevreleyen şeylerin hiçbirinin bizim zihnimizin dışında bir varlığı yoktur. Konuyu tam olarak açıklamak için öncelikle, dış dünya hakkında bize bilgi veren duyularımızdan söz edelim.
Görme olayının nasıl gerçekleştiği üzerinde genelde pek az kişi derinlemesine düşünür. Hangi insana sorulsa “Nasıl görüyoruz?” sorusuna “Tabii ki gözümüzle” yanıtını verir. Ancak görme işleminin teknik izahına bakıldığında durumun pek de öyle olmadığı anlaşılır. Görme olayı oldukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Görme sırasında, herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya ters olarak düşer. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşır. Görme olayı gerçekte, beynin arkasındaki bu küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği, kapkaranlık bir noktada gerçekleşir.
Şimdi genelde herkesçe bilinen bu bilgiye bir kez daha dikkatlice bakalım: Biz, “görüyorum” derken, aslında gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beyinde oluşturduğu “etkiyi” görürüz. Yani “görüyorum” derken, aslında beynimizdeki elektrik sinyallerinin bütününü seyrederiz. Dolayısıyla görme gözde neticelenen bir işlem değildir, gözümüz sadece görme işlemine aracılık yapan bir duyu organıdır.
Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü bir kaç cm3′lük, fındık büyüklüğündeki görme merkezinde oluşur. Okuduğunuz bu kitap da, ekranına baktığınız bilgisayarınız da, ufka baktığınızda gördüğünüz geniş manzara da, uçsuz bucaksız bir açık deniz de, maratona katılan kalabalık bir insan topluluğu da bu çok küçük yere sığmaktadır. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli ve şaşırtıcı bir nokta daha vardır; kafatası ışığı içeri geçirmez. Yani beynin içi kapkaranlıktır, dolayısıyla beynin ışığın kendisiyle muhatap olması asla mümkün değildir. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyredersiniz. Rengarenk bir doğa, ışıl ışıl bir manzara, yeşilin her tonu, meyvelerin renkleri, çiçeklerin desenleri, güneşin parıltısı, kalabalık bir sokaktaki tüm insanlar, trafikte hızla yol alan araçlar, bir alışveriş merkezindeki yüzlerce çeşit kıyafet olmak üzere herşey bu zifiri karanlık yerde oluşur. Özellikle de bu karanlığın içinde renklerin oluşumu halen daha çözülebilmiş değildir. Klaus Budzinski de bu konuda şöyle demektedir:
… İnsan gözünün ışık ile renkleri algılayan ağ tabakasının, bunu görme siniri yoluyla nasıl beyne ilettiği ve beyinde ne gibi fiziksel-fizyolojik etkiler oluşturduğu sorusuna gelince, renk bilimcilerimiz bir cevap veremiyor. Buradaki ilginç durumu bir örnekle açıklayalım. Karşımızda bir mum olduğunu düşünelim. Bu mumun karşısına geçip onu uzun süre izleyebiliriz. Ama bu süre boyunca beynimiz, muma ait ışığın ve sıcaklığın aslı ile hiçbir zaman muhatap olamaz. Mumun ışığını ve sıcaklığını hissettiğimiz anda bile kafamızın ve beynimizin içi kapkaranlıktır ve ısısı hiç değişmez. Karanlık beynimizin içinde, aydınlık, ışıl ışıl ve renkli bir dünyayı seyrederiz. Güneş ışığında da durum bundan farklı değildir. Güneşe baktığınızda gözünüzün kamaşması ya da cildinizde kavurucu sıcaklığını hissetmeniz de bunların algı olduğu ve beyindeki görme merkezinizin kapkaranlık olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bir cisimden gelen ışık demetleri retina üzerine ters olarak düşerler. Burada elektrik sinyaline dönüşen görüntü beynin arka tarafındaki görme merkezine ulaştırılır. Görme merkezi dediğimiz yer küçücük bir alandır. Beyin ışığı geçirmediği için, görme merkezine de ışığın ulaşması mümkün değildir. Yani biz, ışıl ışıl ve derinlikli bir dünyayı küçücük ve ışığın asla ulaşamadığı bir noktada algılarız. Bir ateşin ışığını ve sıcaklığını hissettiğimiz anda bile beynimizin içi kapkaranlıktır ve ısısı hiç değişmez.
R.L.Gregory, bizim çok doğal karşıladığımız görme sistemindeki bu mucizevi durumu şöyle ifade etmektedir: Görme olayına o kadar alışmışız ki, çözülmesi gereken sorular olduğunun farkına varmak büyük bir hayal gücü gerektiriyor. Fakat bunu dikkate alın. Gözlerimize minik tepetaklak olmuş görüntüler veriliyor ve biz çevremizde bunları sağlam nesneler olarak görüyoruz. Retinaların üzerindeki uyarıların sonucunda nesneler dünyasını algılıyoruz ve bu bir mucizeden farksız aslında.
Bu durum diğer algılar için de geçerlidir. Ses, dokunma, tat ve koku, beyinde birer elektrik sinyali olarak algılanırlar. Duyma olayı da böyledir: Dış kulak, çevredeki ses dalgalarını kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynı görme olayı gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani kafatası ışığı geçirmediği gibi sesi de geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Öylesine bir netliktir ki bu; sağlıklı bir insan kulağı hiçbir parazit, hiçbir cızırtı olmaksızın herşeyi duyar. Ses geçirmeyen, derin bir sessizliğin ve ıssızlığın hakim olduğu beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız, bir yaprağın hışırtısından jet uçaklarının gürültüsüne dek geniş bir frekans aralığındaki tüm sesleri algılayabilirsiniz. Ancak o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Koku algımızın işleyişi de buna benzerdir: Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerinde bulunan alıcılara gelir ve bu alıcılarda etkileşime girer. Bu etkileşim beynimize elektrik sinyali olarak iletilir ve koku olarak algılanır. Sonuçta bizim güzel ya da çirkin diye adlandırdığımız kokuların hepsi uçucu moleküllerin etkileşimlerinin elektrik sinyaline dönüştürüldükten sonra, beyindeki algılanış biçiminden başka bir şey değildir. Bir parfümü, bir çiçeği, sevdiğiniz bir yemeği, deniz kokusunu, hoşunuza giden ya da gitmeyen her türlü kokuyu beyninizde algılarsınız. Fakat koku molekülleri beyne hiçbir zaman ulaşamaz. Ses ve görüntüde olduğu gibi kokuyu algılama olayında da beyninize ulaşan yalnızca elektrik sinyalleridir. Sonuç olarak, doğduğunuz andan itibaren dışarıdaki nesnelere ait olarak bildiğiniz kokular duyu organlarınız aracılığı ile algıladığınız elektrik uyarılarıdır. Bu konuda Berkeley: “Önce, renklerin, kokuların vb. gerçekte var olduğu sanıldı; ama daha sonra, bu çeşit görüşler reddedildi ve görüldü ki bunlar ancak duyumlarımız sayesinde vardır.” demektedir.
Benzer şekilde, insan dilinin ön tarafında da dört farklı tip kimyasal alıcı vardır. Bunlar tuzlu, şekerli, ekşi ve acı tatlarına karşılık gelir. Tat alıcılarımız bir dizi işlemden sonra bu algıları kimyasal sinyallere dönüştürür ve beyne iletir. Ve bu kimyasal sinyaller de beyin tarafından tat olarak algılanır. Bir çikolatayı ya da sevdiğiniz bir meyveyi yediğinizde aldığınız tat, elektrik sinyallerinin beyin tarafından yorumlanmasıdır. Dışarıdaki nesneye ise asla ulaşamazsınız; çikolatanın kendisini göremez, koklayamaz ve tadamazsınız. Örneğin, beyninize giden tat alma sinirleri kesilse, o an yediğiniz herhangi bir şeyin tadının beyninize ulaşması mümkün olmaz; tat duyunuzu tamamen yitirirsiniz.
Bu noktada karşımıza bir gerçek daha çıkar: Bir yiyeceği tattığımızda bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir sesi duyduğumuzda başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile aynı olduğundan emin olmamız mümkün değildir.
Bu gerçekle ilgili olarak Lincoln Barnett şöyle demektedir:
Hiç kimse kendisinin kırmızıyı ya da do notasını duyuşunun başka bir insanınki ile aynı olup olmadığını bilemez. Bizler ancak duyu organlarımızın bizlere ilettiği kadarını bilebiliriz. Çünkü dışımızdaki somut gerçekliğe doğrudan ulaşmamız mümkün değildir. Onu da yorumlayan beyindir. Aslına hiçbir koşulda ulaşamayız. Dolayısıyla aynı şeyden söz ettiğimizi düşündüğümüzde dahi, aslında herkesin beyni farklı bir şey algılıyor olabilir. Bunun sebebi algılanan şeyin algılayana bağlı oluşudur. Dokunma duyumuzun işleyişinde de aynı mantık geçerlidir. Bir cisme dokunduğumuzda dokunma alıcılarımız dış dünyayı ve nesneleri tanımamıza yardımcı olacak bilgileri derideki duyu sinirleri aracılığıyla beyne ulaştırır. Dokunma hissi beynimizde oluşur. Zannedildiği gibi dokunma hissini algıladığımız yer parmak uçlarımız ya da derimiz değil, yine beynimizdeki dokunma merkezidir. Bizler nesnelerden gelen elektriksel uyarıların beynimizde değerlendirilmesi sonucu sertlik ya da yumuşaklık, sıcaklık ya da soğukluk gibi, nesneleri tanımlayan farklı farklı hisler duyarız. Hatta bir cismi tanımaya yarayan her türlü detayı bu uyarılar sonucunda elde ederiz. Ünlü bilim felsefecisi Bertrand Russell bu konuda şunları söyler:
… Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki dokunma duyusuna gelince, bu parmak uçlarındaki elektron ve protonlar üzerinde bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki elektron ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına rağmen aynı şeyi hissedecektik. Dışımızdaki dünyanın tamamen algılar yoluyla tanınabildiği konusu bilimsel bir gerçektir. George Berkeley İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine İnceleme adlı yapıtında şunları söyler: …Görme yoluyla ışık ve renk, onların çeşitli dereceleri ve farklılıkları düşüncesine sahip oluyorum; Dokunma ile yumuşağı ve serti, sıcağı ve soğuğu, hareketi ve direnci algılıyorum… Koku alma bana kokuları; tat alma tatları, işitme ise sesleri öğretiyor… Bu duyumlardan bazıları bir arada gözlemlendikleri için, onlara ortak bir ad verilir ve onlar bir şey sayılırlar. Böylece örneğin belli bir düzenleniş içerisinde, bir renk, bir tat, bir koku, bir biçim ve bir sertlik birlikte gözlemlendiğinde elma sözcüğüyle belirlenen ayrı bir şey olarak tanınır; öteki düşünce dermeleri, taş, ağaç, kitap ve öteki duyumlanabilir şeyleri meydana getirirler… Dolayısı ile görme, duyma, koku alma, tat ve dokunma ile ilgili merkezlerdeki bilgileri değerlendiren beynimiz, yaşamımız boyunca maddenin bizim dışımızdaki “aslı” ile değil, beynimizde oluşan şekilleri ile karşı karşıya kalmaktadır. Oysa biz beynimizde meydana gelen görüntüleri, dışarıdaki gerçek madde zannederek yanılırız. Ancak kitap boyunca görüldüğü gibi, böyle bir yanılgıya düşmeyip bu gerçeği fark eden düşünürler ve bilim adamları da elbette ki çıkmıştır. Hatta ünlü Türk materyalistlerden Ali Demirsoy dahi yeri geldiğinde bu gerçeği itiraf etmekten çekinmemiştir:
Ama gerçekte evrende ne gördüğümüz gibi ışık, ne işittiğimiz gibi ses ve ne de algıladığımız gibi bir sıcaklık mevcuttur. Yani duyu organlarımız dış çevre ile beyin arasında bizi yanıltmakta ve beyinde gerçekle ilgisi olmayan yorumlara neden olmaktadır.