MURATS44
Özel Üye
Lozan'dan Günümüze Ermeni Sorunu
*Dr.Öğ.Yb.Ali GÜLER
*Anıtkabir,Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi Komutanı
Lozan Konferansı Başlarında Ermeni İstekleri
Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Doğu Harekâtı'nın başarıya ulaşması üzerine 1920 yılı sonlarında Ermenilerle onları destekleyen İtilâf Devletleri'nin hesapları bozulmuş ve "Ermeni Meselesi" Milletler Cemiyeti'ne getirilmiştir. İngiliz Temsilcisi Lord Robert Cecil, Ermenilerin durumunu iyileştirmek, Türkiye'de kalanlar için birtakım imtiyazlar koparabilmek maksadıyla genel kurulun toplanmasını istemiştir. Yapılan toplantıda, "Ermeni Meselesi"ni çözüme kavuşturmak üzere bir devletin görevlendirilmesi ve bir rapor hazırlanması kararlaştırılmıştır.
21 Şubat-22 Mart 1921 tarihlerinde yapılan bu İkinci Londra Konferansı'na Bogos Nubar Paşa ve Aharonyan katılmış, bunların teklifi 26 Şubat'ta dile getirilmiştir. Buna göre, Ermenistan'ın birleşmiş ve müstakil bir devlet olduğu, Türklerin Ermenistan'a saldırısının Sevr'i yıkmayı amaçladığı ileri sürülerek, Sevr'in geçerli olması istenmiş ve Çukurova (Kilikya) konusunun bu antlaşmada yer almadığından bahisle, Çukurova'ya da muhtariyet verilmesinde ısrar edilmiştir.
Fransız temsilcisi ise "iddia edildiği gibi Ermenilerin Çukurova'da çoğunlukta olmadıklarını ve statükonun bu durumda değiştirilmesinin mümkün olmadığını, ancak oradaki azınlıklara Fransız Hükûmeti'nin önem vereceğini" belirtmiştir.
Bunun üzerine Konferans'ta Ermenilerle ilgili olarak kabul edilen 9. maddede "Ermenistan'la ilgili taahhütlerin, Türkiye Ermenilerinin Asya Türkiye'sinin doğu hudutlarında bir milli "ocak" (yurt) için haklar tanınmak ve Milletler Cemiyeti'nin Ermenistan'ın nakli uygun ve haklı olacak bir yer hakkında verilecek kararına uyması suretiyle telif olunabileceği" ifade edilmiştir. Böylece, Sevr Antlaşması'nın 88. maddesindeki "hür ve müstakil devlet" yerine, özellikle Amerikalıların teşvikiyle, Londra Konferansı'nda, diplomatik dille, müphem bir "ocak" veya "yurt" kavramı ortaya atılmıştır.
Bununla birlikte Milletler Cemiyeti, Londra Konferansı'ndaki bu kararı, oy birliğiyle aldığı bir kararla ve kurulacak olan "Ermeni ocağı"nın Türkiye'den ayrı ve müstakil olması şeklinde benimsemiştir.
Bu arada, Türk Hükûmeti'nin yurt içi ve yurt dışındaki durumunu güçlendiren; Rusya'yla yapılan 16 Mart 1921 Moskova, Kafkas Cumhuriyetleriyle yapılan 13 Ekim 1921 Kars ve Fransızlarla yapılan 20 Ekim 1921 Ankara İtilâfnamesi gibi andlaşmalar, Ermeni heyetlerini de ümitsizliğe sevketmiştir
22-26 Mart 1922'de Paris Konferansı'nda hazırlanan "barış projesi"nde "Ermeni ocağı"nda görüşülmüş, Milletler Cemiyeti'nin kararına uyulacağı kabul edilmiş ve bir anlamda Lozan'a giden yolda Ermenilere bir açık kapı bırakılmıştır.
Bu kararda, Lord Curzon'un 1921 Nisanında Lord lar Kamarası'nda "Çukurova (Kilikya)'da çoğunluk Türklerde bulunduğundan buranın Türklere terk edileceğin söylemesi ve imzalanan Ankara Itilâfnâmesi'yle Fransızların bölgedeki etkisinin kalmayacağının ortaya çıkması üzerine, Türkiye'deki Ermeni Patriği Zava Efendi başta olmak üzere, ruhani görevlerini bir tarafa bırakıp siyasetle uğraşan hattâ terör hareketlerini bile katılan diğer din adamlarının ve Ermeni çevrelerinin Paris Konferansı'na çektikleri telgrafların ve gönderdikleri mektupların da tesiri olmuştur.
Türk Ordusunun 30 Ağustos 1922'de Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nden sonra İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922'de Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti temsilcilerini İsviçre'nin Lausanne şehrinde yapılacak barış konferansına davet etmişlerdir. Konferansta azınlıklarla, dolayısıyla Ermenilerle ilgili konuların da görüşüleceğinin ortaya çıkması üzerine, Ermeni çevreleri hem konferansa davet edilmek, hem de isteklerin kabul ettirmek için yoğun bir faaliyet içine girmişlerdir.
Ermeni Birleşik Heyeti teşebbüslerinde üç maksai güdüyordu:
1- Birleşik ve müstakil bir Ermenistan'ın tahakkuku
2- Muvakkat bir çare olarak milli ocağın kurulması
3- Lozan Konferansı'na kabulleri.
Heyet Lozan'a gitmeden evvel Ermeni meselesi hakkında dikkatlerini çekmek için ayrıca Poincare've, Milletler Cemiyeti Genel Sekreterine ve Venizelos'a müracaatlarda bulunmuştur.
Lozan Konferansı Esas Görüşmelerine Alınmak İstenen "Ermenilik" Konusu
Bu müracaatlarda da görüldüğü üzere bazı Ermeniler, Osmanlı Devleti'nin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanlarıyla birlikte hareket etmişler ve Türkiye Cumhunyeti'nden toprak talebinde bulunma cesaretini göstermişlerdir. Kendilerini savaşta kullanan İtilâf Devletleri'nden bu defa barışta yardımlarını istemişler ve her yolu deneyerek onların desteğini ararken, bir milyondan fazla sivil halkını katlettikleri Anadolu Türkü'nün Lozan'a giden temsilcilerinden bile, aracılar koymak suretiyle, medet ummuşlardır.
Elbette bu kadar sivil insanını soy kırıma uğratan, düşmanla iş birliği yapıp ihanet eden ve yine onlarla ülkeyi terkedip giden ve yüzyıllarca üzerinde yaşadıkları ülkeyi bölmek, parçalamak için fırsat kollayan Ermenilerin bu isteklerini ne Türk halkı ne de onun temsilcileri kabul edemezdi. Ancak, cepheden sonraki bu diplomatik sınır savaşında Türk temsilcileri tarafından kabul bile edilmeyen Ermeni heyetinden Hadisyan, Aharonyan, Paşalivan ve eski Osmanlı Nâfıa, Bahriye ve Hâriciye Nazırı (Bakanı) olan Gabriel Noradungiyan Efendi, kısa bir süre sonra kendilerini yüzüstü bırakacak olan yeni efendileri İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri'nden Türklere baskı yapmasını istediler. Hiç olmazsa "Büyük Ermenistan''ın birer parçası olarak hayal ettikleri Doğu ve Güney-Doğu Anadolu'yla, denize çıkışı sağlayacak olan Çukurova (Kilikya)'nın kendilerine verilmesi için ellerinden gelen her şeyi denediler.
Ermenilerin bu müracaatı da sonuç vermemiş ve Lozan görüşmelerine alınmamışlardır. Ancak Türk Heyetinin itirazlarına rağmen 12 Aralık 1922'deki Azınlıklar Alt Komitesi'nde dinlenmeleri İtilâf Devletleri delegeleri tarafından kabul edilmiştir.
Lozan Konferansı Azınlıklar Alt Komitesinde Görüşülen "Ermenilik" Konusu
Konferansın Azınlıklar Alt Komitesi'nin 15-30 Aralık 1922 ve 6 Ocak 1923 tarihlerindeki toplantılarında, Türk heyetinin itirazlarına rağmen, Ermenilerin durumu da dikkate alınmıştır. Başkanlığını İtalyan temsilcisi Montagna'nın yaptığı toplantılarda, Türk delegesi Dr. Rıza Nur, "Ermeni ocağı" konusunun görüşülmesine ve Ermeni delegelerine söz verilmesine itiraz etmiş ve Ermenilerin konuşturulduğu toplantıya katılmamıştır.
30 Aralık tarihli toplantıda Amerika Birleşik Devletleri Temsilcisi, Ermeni yurdunun kurulmasını isteyen bir bildiri sunmuştur: Amerikan bildirisinin okunmasından sonra Komisyon Başkanı M. Montagna ve Sir Horace Rumbold söz almış ve Ermeni yurdu konusunu savunmuşlardır.
Fransız temsilcisinden önce, araya girerek, Türk temsilcisi Dr. Rıza Nur söz almış ve kesin bir dille "Ermeni yurdu konusunu Türkiye'nin reddettiğini ve şayet İtilaf Devletleri savaştaki küçük müttefikleri Ermenilere bir yurt vermek istiyorlarsa, bu yurdun Türkiye sınırları dışında aranmasının doğru olacağını" ifade etmiştir.
Daha sonra da Fransız temsilcisi M. De Lacroix aynı iddiaları tekrar etmiştir.
"Ermeni Yurdu" Konusunun Lozan Konferansı'ndan Çıkarılması
Türk heyetinin bütün itirazlarına rağmen Azınlıklar Komitesi'nde görüşülen konular ve Ermeni yurdu meselesi bir raporla Konferans'ın 9 Ocak 1923 tarihli toplantısına getirilmiştir. Ancak, Türk heyetinin kararlı tutumuna rağmen, bir ara Ermeni yurdu konusu Lord Curzon tarafından dile getirilmişse de, İsmet Paşa'nın buna ilave edeceği bir şey olmadığını belirtmesi üzerine bu konu bir daha Lozan Konferansı'nda görüşülmemiş ve antlaşma metninde yer almamıştır.
Böylece batılı devletler tarafından savaş sırasında teorik olarak ve fiilen gündeme getirilen suni "Ermeni meselesi", tehcir olayı ve Türk zaferleriyle askeri olarak ve Lozan'daki son durumda da hukukî ve siyasî olarak sona ermiştir. Bölgede batılılar tarafından desteklenen Ermeniler, Lozan'da da desteklenmek istenmesine rağmen, Türklerin yoğun çabaları, batılı devletlerin yeni bir savaşı göze alamamaları, Ermenilerin asılsız ithamlarının ortaya çıkması üzerine konu bir kere daha tekrar rafa kaldırılmıştır.
Bununla birlikte Lozan Konferansı'nın devam ettiği aylarda Ermenistan'daki ve batıdaki Ermeni kuruluşları, başta Taşnaksutyun, Birleşik Ermeni Heyeti, Ermeni Dostları Birliği vb., diplomatik temaslarına devam etmişlerdir. Bu amaçla yeniden devletlere mektuplar yazmışlar, raporlar göndermişler ve bu defa hukukî, siyasî çözümlerden çok sosyal, kültürel çareler üzerinde durmuşlar ve yeni bir "merhamet dileme" yolunu tutmuşlardır. Bu müracaatların çoğu cevapsız kalmış ve nadiren aldıkları cevaplardan ise kendilerini desteklemiş, kışkırtmış, cephelere sürmüş olan devlet yetkilileri "günah çıkartmışlar" yapacak bir şeyleri olmadığını ileri sürmüşler ve bu eski "küçük müttefiklerini" teselli etmekle yetinmişlerdir.
İkinci Dünya Savaşı Sırasında Ermenilerin Faaliyetleri
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kabuklarına çekilen Ermeniler, yeni bir dünya savaşı başlarken yine birtakım beklentiler içine girmişlerdir. Lozan Konferansı sırasındaki gibi, eski destekçilerine mektuplar telgraflar göndermişler, doğabilecek fırsatlardan yararlanmaya kalkışmışlardır.
Bu amaçla, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Harry Truman'a 23 Eylül 1944'te, İngiltere Dışişleri Bakanı Mr.Bevin'e 25 Şubat 1946'da Daşnakçılar birer telgraf göndermişler; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere Dişişleri Bakanlıkları'na 29 Mart 1946'da birer muhtıra vermişler; Stalin'e 24 Nisan 1945'te bir telgraf göndermişler ve biri 7 Mayıs, diğeri 13 Haziran 1945'te olmak üzere San Fransisco'daki konferansa iki muhtıra sunmuşlardır. 29 Mayıs 1945'te de Ermeni Göçmenleri Merkez Komitesiyle, Ermeni Göçmenleri Meclisi Paris'te başkanları A. Çorbaciyan ve H. Samuel imzalarıyla dört büyüklere birer muhtıra vermişlerdir. 28 Mayıs 1945'te de Mısır'daki Ermeni Cumhuriyeti eski Başbakanı, Churchill, Stalin ve Truman'a birer telgraf göndermiştir. 6 Eylül 1945'te ise Daşnak lideri J. Missokian Londra'daki Beşler Konferansı'na bir muhtıra vermiştir.
Ermenilerin bulundukları bütün ülkelerde yürütülen bu faaliyetler ve uluslar arası kuruluşlara yapılan yeni müracaatlar, Sovyet basın-yayın kuruluşlarınca da desteklenmiş ve Rusya'nın 20 yıllığına imzaladığı 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı'nın süresinin sona ermesi üzerine Rusya'nın Boğazlar ve Doğu Anadolu'dan imtiyazlar ve toprak talebiyle birlikte mütalaa edilmiştir.
Bu ve müteakip müracaatlarda da Ermeniler yine Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi rüzgâr ekip fırtına biçmişlerse de, "Ermeni Meselesi"ni yine dünya kamuoyunun önüne getirmişler ve Ermenistan'daki ve diğer ülkelerdeki yurttaşlarıyla arasında en azından kültürel açıdan köprüler kurabilmişlerdir
Ermeni Meselesini Dünya Kamuoyuna Mal Etme Çabaları: 24 Nisanlar, Sözde Katliam Anıtları
İkinci Dünya Savaşı dönemindeki asılsız Ermeni iddiaları, yirmi yıl sonra 1965'lerde bu defa dini-siyasî-kültürel bir havaya bürünerek tekrar gündeme getirilmiştir. Dünyanın her tarafındaki Ermeni patrikhane ve kiliseleri, eğitim-öğretim kurumları, siyasî kuruluşlar harekete geçmiş ve asılsız Ermeni katliâmının 50. Yıldönümünü anmak amacıyla "24 Nisan 1915" sözde "Ermeni soy kırım Günü" olarak ilân edilmiştir. 1965'ten itibaren de dünyanın her tarafındaki Ermeniler tarafından anılmaya, klasik iddialar tekrarlanmaya ve tabiî her Ermeni toplantısında olduğu gibi Türkler karalanmaya devam edilmiştir.
Bu girişim, Beyrut'taki Antüyas Kilisesi'nde mukim "Çukurova (Küikya) Katagikosu"(!) Patrik I. Horen'le, onun Kıbrıs Kilisesi'nden arkadaşı Başpiskopos Afakaryos tarafından başlatılmıştır. 24 Aralık 1964'te Kıbrıs Dışişleri Bakanı Kıpriyanu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Kıbrıs konusunda Türkiye'yi ve Ada Türklerini suçlarken, Ermenilerle yapılan işbirliği sonucu, asılsız Ermeni katliâmının 50. Yıldömünün de anılacağını açıklamıştır. Bu, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında Batı Anadolu ve Kıbrıs'taki Rum-Ermeni işbirliğinin yeniden ve bu defa dini-siyasî olarak uygulamaya konulduğunu göstermektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, Ermeni sorununun bu boyut ile ortaya çıkarıldığı tarihin, Türkiye-Yunanistan arasındaki Kıbrıs konusundaki gelişmelerin tarihi ile denk düşmesidir. Ermeni sorunu bundan sonra, Türkiye'nin Kıbrıs başta olmak üzere bütün milli meselelerinde adeta "sıkıştırılmaya" çalışıldığı dönemlerde, başka sorunlarla birlikte veya tek başına karşısına çıkarılacaktır. Bu mesele kullanılarak Türkiye milli meselelerinden taviz vermeye zorlanacaktır-
Bu iş birliği, Habeşistan'ın başşehri Adisababa' da 17-25 Ocak 1965 tarihinde İmparator Haile Selase'nin koruyucu başkanlığında Patrik I. Horen, Başpiskapos Makaryos ve diğer ruhani ve siyasî liderlerin katılımıyla yapılan toplantıda resmen ve fiilen ilân edilmiş,24 Nisanların bundan böyle anılması ve kararı alınmıştır. Böylece 24 Nisanlar, 1965'ten bu yana, yaklaşık kırk yıldır anılmaktadır.
1965 yılındaki bu faaliyetler, hem dünyanın her tarafındaki Ermenileri bilinçlendirmeye, hem de dünya kamuoyunu etkilemeye yönelik olmuştur. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun özellikle bu meseleye dört elle sarılmasının en önemli nedeni, yaşadıkları Amerika, Kanada ve Avrupa Birliğine üye ülkelerdeki üçüncü nesil Ermeni gençlerinin artık bu toplumlar içinde kültürel bakımdan asimile olmaya başlamaları yani milli kimliklerini kaybetmeye başlamalarıdır.Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu, bu anma günlerini ve soy kırım yasa tasarılarını, milli kimliklerini korumak ve canlı tutmak için bir faaliyet alam olaı kullanmaktadır.
Bu çerçevede bu toplumun kullandığı önemli bir konu da; bulundukları ülkelerde "Ermeni soy kırım Anıtları"nın dikilmesi faaliyetidir. Bu amaçla Lübnan'ın Beyrut şehrinin Antilyas yöresinin Bikfaya Manastırı'nın yanına 24 Nisan 1968 tarihinde büyük bir törenle Ermeni Katliâm Anıtı dikilmiş, bunu diğeri takip etmiştir.
Ermeni Teröründe Yeni Aşama: Asala ve Diğerleri
Türk-Ermeni münasebetlerinin kanlı olaylara dönüştüğü 1878 Berlin Antlaşmasından günümüze kadar, yaklaşık 120 yıllık dönemde dört büyük Ermeni terörüne şahit olmaktayız.
Bunlardan birincisi, hem Ermeniler hem de destekçileri batılı devletler tarafından gündeme getirilen sun'i "Ermeni meselesi" adı altında Türklere yapılan Ermeni katliâmları, suikastleri, kundaklamaları, isyan hareketleridir.
İkincisi, yine Ermeniler ve destekçilerince Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında yeni hazırlanan "Ermeni katliâmı" efsanesiyle cephelerde düşmanla savaşan Türk milletine Ermeni çetelerince yapılan katliâmdır ki, Lozan Konferansı'nda İsmet Paşa'nın ifadesiyle bir milyondan fazla sivil Türk halkının hayatına mal olmuştur.
Üçüncüsü ise Lozan Konferansı'nda da umduklarını bulamayan Ermeni teröristlerinin eski Osmanlı bakan ve idarecilerine karşı gerçekleştirdikleri cinayetlerdir ki, Talat, Cemal, Sait Paşalarla, Bahattin Şakir, Cemal Azmi Beyler'in şahadetleriyle sonuçlanmıştır.
Dördüncü Ermeni terör ve cinayet serisi ise 1973'ten günümüze kadar Türkiye'deki ve genellikle de yurtdışındaki Türk temsilcilerine, diplomatlarına karşı sürdürülmüştür. Öncekiler, bazı istisnalar dışında, Ermenistan dışındaki Ermeniler ve profesyonel terör teşkilatları (komiteler, gönüllü alayları, gazeteler) tarafından yapılırken, üçüncü terör hareketleri, profesyonel örgütlerle birlikte hareket eden teröristler (Tehlirian vb.) tarafından, sonuncusu ise Türk düşmanı uluslar arası terör teşkilatlarıyla iş birliği içindeki profesyonel Ermeni terör teşkilatları tarafından yapılmıştır.
Bugün dünyada Türk milletini ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni bölmeye, parçalamaya, yok etmeye yönelik yaklaşık 700 terör teşkilatı mevcuttur. Bunlardan 587'si yurt dışında, 103'ü ise Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Bu terör grupları içinde Ermeni asıllı olanlar önemli bir yer tutmaktadır.
Uluslar arası terör teşkilatlarıyla iş birliği içindeki Ermeni terör teşkilatları, aynı zamanda Türkiye'yi bölmek, parçalamak için Doğu Anadolu'da ve yurt dışında faaliyet gösteren PKK Yunanistan ve Güney Kıbrıs'la çok yakın faaliyet içindedir. Bunlar, Türkiye'ye ve Türk insanına yönelik her türlü cinayeti geçekleştirirken, aynı zamanda uyuşturucu madde ve silâh kaçakçılığı, kadın ticareti, kara para aklama, adam kaçırma eylemleri, Türk insanını karalama ve menfaatlerini engelleme faaliyetleri ve döviz operasyonlarını yapmaktadırlar. Bu iş birliğiyle ilgili olarak burada zikretmeye yer ayıramayacağımız kadar çok binlerce belge, bulgu mevcuttur. Şu kadarını söyleyelim ki, dün Hoybun-Independance (Kürt-Ermeni Terör Teşkilatı) olarak faaliyetleri bilinen bu iş birliği, 6 Nisan 1980'de, 1965'teki 24 Nisanları katliâm günü olarak anma kararında olduğu gibi, yine Lübnan'ın Sedan şehrinde ASALA ile PKK arasında imzalanan bir anlaşma ile ASALA Türkiye'deki terör hareketini Karabağ'a kaydırmış ve yerini PKK terör teşkilatına bırakmıştır. İşte PKK'nın ilk terörist eylemleri de 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli'de başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir.
Ermenilerin de başta olmak üzere terör teşkilatları tarafından Türk millerine, Türk Devlet adamlan ve diplomatlarına yönelik saldırılar, dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar çok ve tahripkâr olmamıştır.
Gürgen (Karekin) Yanikan adlı bir yaşlı Ermeni'nin 27 Ocak 1973'te ABD'nin Santa Barbara kentinde, Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet BAYDAR ile Konsolos Bahadır DEMİR'i katletmesiyle başlayan "Bireysel Ermeni Terörü"nü 1975'ten itibaren "Örgütlü Ermeni Terörü" izlemiş ve yurt dışındaki görevlilerimiz, elçiliklerimiz ve kuruluşlarımıza yönelik Ermeni saldırıları, kısa sürede hızlı bir tırmanma göstererek yoğunluk kazanmıştır.
21 ülkenin 38 kentinde, değişik türde 110 saldırı olayı olmuştur. 110 saldırıdan 39'u silâhlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmuştur. Bu saldırılarda 42 diplomat Türk vatandaşı ile 4 yabancı hayatını kaybetmiş, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu şahıs yaralanmıştır.
Burada kısaca bu terörü yönlendiren ASALA Terör örgütünden bahsetmek yararlı olacaktır.
Örgütün Merkezi, Beyrut/Lübnan olup, Kuruluş Tarihi, 20 Ocak 1975'tir. Siyasî Görüşü, Hınçak Partisi yanlısı "Marksist-Leninist" doğrultuda idi. Örgütün Lideri, "Mihran MİHRANİAN, Agop HAGOPİAN" gibi takma isimler de kullanmış olan Bedros HOVANASSIAN'dır.
20 Ocak 1975 tarihinde Beyrut'taki Dünya Kiliseler Birliği Bürosu'na yaptığı bombalı saldırı ile adını duyuran ASALA, kendisini uluslar arası devrim hareketinin bir parçası olarak kabul etmekte, Türkiye ile müttefiklerini can düşmanı saymakta ve Ermeni davasının ancak, silâhlı mücadeleyle çözümlenebileceği görüşünü savunmaktadır.
ASALA Ermeni Terör Örgütü, şimdiye kadar Türk temsilciliklerine yönelik silâhlı eylemlerini en çok Fransa'da gerçekleştirmiştir. Lübnan'dan sonra en büyük hareket üssü olarak bu ülkeyi kullandıkları gözlenmektedir. Bu ülkede hareket serbestliği bulunan Ermeni militanlar, Fransız yönetiminden ve çeşitli Ermeni kuruluşlarından almış oldukları büyük destekle rahatlıkla eylem yapabilmektedirler. Ayrıca ABD, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Suriye, İran ve Kanada gibi devletlerde de faaliyetlerini sürdürmektedirler.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası Yunan gizli servislerinin organize ve teşviki ile kurulduğu tahmin edilen ve kuruluş aşamasında S.S.C.B tarafından yönlendirilen ASALA, 20 Ocak 1975 tarihinde Beyrut'ta Dünya Kiliseler Konseyi Bürosuna yapılan bombalı saldırı eylemi ile adım dünya kamuoyuna duyurmuştur. ASALA bu evlemlerle yetinmeyerek gerek dünya devletlerinde, gerekse ülkemizde birçok olaylara neden olmuştur. ASALA'nın kurucusu olan Agop Agopyan, örgüt içerisinde çıkan nifaktan dolayı istenmeyen adam olarak ilan edilmiştir. Neticesinde 28 Nisan 1988 günü Atina'nın banliyölerinden Faliron semtinde maskeli iki şahıs tarafından silâhla vurularak öldürülmuştur ve bu da bir iç hesaplaşma olarak nitelendirilmiştir
Ermenistan Cumhuriyeti ve Terör
Yaklaşık 9 asır boyunca Türklerle birlikte rahat ve sükun içinde yaşayan ve Osmanlı Devleti'nde oldukça zengin bir tabakayı meydana getiren bazı Ermenilerin tutumları; 1877-1878 Osmanlı Rus savaşlarında Osmanlıların yenilmesiyle, 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos Antlaşması ve 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşması imzalanınca değişmiştir. Bu anlaşmalardan sonra Rusya'nın ve bazı Avrupa Devletleri'nin kışkırtmasıyla Ermeniler süratle örgütlenerek, bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmaya yönelmişlerdir.
Rusya, Kafkasya'da çağlardan beri devam eden milli politikası gereği, Türkiye ile Kafkasya'daki Azerbaycan'ın arasına uydu görevini yürütecek bir Ermeni Devleti yerleştirerek, irtibatlarını koparmak istemiştir. Bu amaçla, Rusya'nın Bolşevik Lideri Lenin, 18 Aralık 1917'de tayin ettiği Kafkasya Komiseri Ermeni asıllı Stepan Şalımyan'a 30 Aralık 1917 tarihli Kararname ile, o sırada Rus işgali altında bulunan Doğu ve Güney Kafkasya'da Sovyetler Birliği'ne bağlı bir Ermenistan Devleti kurma yetkisini de vermiştir. 27 Nisan 1920'de Bolşevik hâkimiyetinin tesirinden sonra Güney Kafkasya ve Azerbaycan'da; Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile Nahcivan Özerk Eyaleti ve Karabağ Özerk Bölgesi kurulmuştur. Ermenistan, kağıt üzerinde sınırları çizilen bir devlete böylece sahip olmuştur. Milliyetçilik ve yayılmacılık duyguları iyice kabartılan ve kışkırtılan Ermeniler, Sovyetler Birliği'nin dağılmaya başlamasından sonra 23 Ağustos 1990 tarihinde bağımsızlıklarını ilan ederek Büyük Ermenistan'ı kurma hayaliyle komşularına saldırmaya başlamışlardır.
Son yıllarda terör faaliyetleriyle isteklerini gerçekleştiremeyeceklerini anlayan bazı Ermeniler, 1986'dan sonra siyasî platformda Türkiye'ye baskı uygulamayı ve "Bağımsız ve Birleşik Sosyalist Kürdistan" hayaliyle ülkemizi bölmeyi amaç edinen PKK terör örgütüne her türlü desteği vererek, ülkemizin parçalanmasına yardımcı olup bu yolla toprak talebini gerçekleştirmeyi hedeflemiştir.
Sorunun Siyasallaştırılması
Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun, Lozan Antlaşmasından sonra özellikle ABD, Fransa, Lübnan ve bazı Güney Amerika ülkelerinde görülen örgütlenme, sessiz çalışma ve fırsat kullanma süreci belirli aşamalardan geçerek önemli bir güce sahip olmuş ve 1964 yılından itibaren uluslar arası eylemlere dönüşmüştür.
Bu güne kadar gelen Ermeni hareketleri hemen hemen hiç değişmeyen enstrümanları kullanmıştır. Bunlar;
- Türk ve Türkiye düşmanlığım yaymak.
- Orta Doğu ve Anadolu'da çıkarları bulunan devletlerin desteğini sağlamak.
- Türkiye ile ilgili en küçük anlaşmazlığı olan devletlerle ortak hareket içine girmek.
- Sorunu ulusal parlamentolar ile ulus arası platformlarda gündeme getirmektir.
Bu yöntemleri kullanan Ermeni iddialarının hedefleri aşamalı olarak;
- Ermeni milliyetçiliğini ayakta tutma
- Dünya siyasî sisteminde söz sahibi ülkenin parlementolarını kullanarak "Soy kırımı"nı tescil ettirecek kararlar çıkarttırmak
- Bu kararlara dayanarak Osmanlı'nın devamı olarak gösterilen Türkiye Cumhuriyeti'nden tazminat talebinde bulunmak ve bununla ilgili uluslar arası kamuoyu oluşturmak.
- Uygun bir fırsat bekleyerek "toprak" talebinde bulunmaktır.
Türkiye'yi bölmeye parçalamaya muvakkaf olamayan Ermeni terör hareketleri, özellikle yurtdışındaki Türk diplomatlarıyla birlikte o ülke insanlarından da kurbanlar vermeye ve Türkiye'deki Ermenilerin nefret ve tepkilerini toplamaya başlayınca yeni bir yola yönelmiştir. Nasıl Ermeniler Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında terörle bir yere varamayınca Lozan Konferansı sırası ve sonrasında diplomatik faaliyetlere yönelmişlerse, bu defa da yeni cinayetlerden sonuç alamayınca, yine bazı diplomatik manevralara girişmişlerdir. Birleşmiş Milletlerden, Avrupa Birliği'nden, bulundukları ülkelerin parlamentolarından "24 Nisan "ı katliâm günü ilân etmişler, Türkleri kınayan karar tasarıları çıkarmaya calışmışlar ve uluslar arası kuruluşlar ve terör teşkilatlarıyla işbirliği yaparak Türkiye'yi NATO'dan çıkarmayı da denemişlerdir.
Ermenilerin bu meseleyi siyasallaştırma çabaları sonucu, Ermeni iddialarına uygun karar alan ülkeler şunlardır: Fransa, Arjantin, Uruguay, Rusya, Yunanistan, Lübnan, Belçika, İtalya, Kıbrıs Rum Kesimi, Vatikan ve Avrupa Konseyi Parlementerler Asamblesi ve karar tasarısı parlamentolarının gündemine getirilen ülkeler ABD ve İsviçre'dir.
Bütün bu siyasal kararların ve çabalar çok farklı amaçlar bulunduğu kuşkusuzdur. Hukuki bakımdan bağlayıcılığı olmayan bu kararların,uluslar arası camiada etkili olduğu görülmektedir.Zamanla bu tasarılarla gündeme getirilen taleplerin, Türkiye'nin mesela Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bir "dayatma" unsuru olarak kullanılması söz konusu olabileçektir.
İçinde bulunulan sürecin hukukî bir süreç olmaktan çok, siyasî bir süreç ve Türkiye'ye karşı oynanan bir oyun olarak değerlendirilmesinde yarar vardır.Gerçekten, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, batı tarafından politik baskı altına alınarak etkilenmek, denetlenmek, sınanmak, kuşatılmak ve sınırlanmak istenmektedir. Oynanan, "kirli" bir dış politika oyunudur. Parlamentolar eliyle tarih yazılması, yanlış bir yol ve yöntemdir. Asıl amaç, Türkiye'nin soy kırımı iddiasını kabul etmesini, buna bağlı olarak da tazminat ödemesini ve hattâ toprak talebinde bulunulmasını sağlamaktır. Bu nedenle, böyle tasarılara karşı, Türkiye'nin daha etkin bir mücadele sürecine girmesi gerekmektedir.
Sorunu Uluslar Arası Hukuki Bir Mesele Haline Getirme Çabaları
Ermeni propagandasının son yıllarda üzerinde yoğunlaştığı alan, yakın geçmişte siyasallaştırılan "Ermeni Soy kırımı" konusunun hukukileştirilmesi çabasıdır. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu başta olmak üzere Ermeni propaganda merkezleri, son günlerde konuyu "devletler hukuku suçları" çerçevesinde ele alarak ve birtakım uluslar arası hukuk metinlerini ön plana çıkartarak Türkiye'yi bu bakımdan mahkum ettirmeye çabalamaktadırlar. Hattâ, mesele Yahudilere yönelik Nazi katliamları ile aynı kefeye konulmaktadır. 1948 tarihli "Soy Kırımı (Genocide) Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi" hiç görülmedik biçimde 1915 yılına, yani geriye işletilmeye çalışılmaktadır.
Halbuki; Türkler ve Ermeniler dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir toplumda görülmeyecek ölçüde iç içe yaşamışlardır. 800 yıllık bu zaman diliminde din, dil ve kültür farklılıklarına rağmen "barış içinde ve birlikte" (Coexistence) yaşamayı başardılar. Fransız ihtilalinden sonra, patlayan ulusal akımlar XIX'ncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu dahilinde bulunan çeşitli ulusların bağımsızlığı ile sonuçlandı. Ermeniler özel durumları nedeniyle bağımsızlıklarını gerçekleştiremediler. Anadolu'nun her tarafından Türklerle iç içe yasayabilir oluşları, herhangi bir bölgede çoğunluk sağlayamamalarına neden oldu. Belirli yerlerde tedhiş eylemlerini giriştiler ancak, "Ermeni yurdu" denilebilecek bir bölgenin olmayışı bu bölgesel isyanları genel bir bağımsızlık mücadelesine dönüştüremedi.
Doğu Anadolu'da yaşayan Ermenilerin bir kısmının dış kışkırtma sonucu ayaklanarak Osmanlı Ordusuna zarar vermesi, Ruslarla işbirliğine giderek Osmanlı Ordusunun harekâtını sekteye uğratması sonucu alınan kararlarla 1915 yılında Ermeni terör örgütlerinin liderleri ve kışkırtıcılarının yakalanması, ayrıca harekât bölgesindeki (Doğu ve Güney Anadolu) Ermeni nüfusun, yine imparatorluk sınırları içindeki güvenli başka bölgelere geçici olarak nakli öngörülmüştür.
Sevk ve iskân esnasında eşkıya saldırıları, orduyu da etkileyen salgın hastalıklar ve intikal yolundaki zorluklar nedeniyle 56.000 civarında Ermeni ölmüş ya da eşkıya tarafından öldürülmüştür. Ancak bunun yanında intikale nezaret eden birçok güvenlik görevlisi de hayatını kaybetmiştir.
Bu öldürme eylemlerinin ve ölümlerin "soy kırımı" olarak nitelenmesi mümkün değildir. Çünkü soy kırımı kastı bulunmamaktadır. Ölümler bir devlet politikası olarak değil, bireysel ve kontrol edilmeyen kişilerce gerçekleştirilmiştir ve bu kişiler daha sonra yargılanmış ve cezalandırılmıştır.
1915 kararları, soy kırımı kastı ile alınmamıştır. Sevk ve iskan işi Ermenilerin yaşadıkları bütün vilâyetlere uygulanmamış, İstanbul, İzmir, Bursa gibi bazı vilâyetlerde yaşayan Ermeniler, hastalar, âmâlar, Osmanlı Ordusunda görevli Ermenilerin aileleri, Reji İdaresi ve Osmanlı Bankasında çalışan Ermeniler ve aileleri sevk ve iskâna tâbi olmamışlardır. Ayrıca Katolik ve Protestan Ermeniler de sevk edilmemişlerdir.Sevkin uygulandığı yerler ve genel olarak sevk edilenlerle ilgili durum şudur: Savaş içerisinde Ruslar ile işbirliği yapılan vilâyetler ve Ermeni terör eylemlerinin yoğunlaştığı illerin Ermeni halkı sevk edilmiştir. Bu uygulama tamamen güvenlik kaygısı ile hareket eden devletin hukukî bir tasarrufu olarak değerlendirilmelidir.
Birinci Dünya Savaşı'nda Ermeni ayaklanmaları ve Osmanlı yönetiminin aldığı karşı tedbirler incelenirken, Osmanlı Devleti'nin bir dünya savaşının içinde olduğu, seferberlik ilan edildiği; Ermeni unsurların, casusluk, silâhlı ayaklanma, Türk-Müslüman halkı kıtal, işgal ordularıyla işbirliği suretiyle milli müdafaaya hıyanet fiillerini işlediği; Osmanlı Devleti'nin, başta devletin bekası olmak üzere, devletler hukukuna ve hayati ulusal güvenlik ihtiyaçlarına uygun, gerekli ve ölçülü tedbirleri aldığı ve uygulamaya çalıştığı unutulmamalıdır.
Osmanlı Devleti'nin yaptığı işlem, hukukî bakımdan sınır dışı etme (deportatiton-expulsion) mahiyetinde değildir. Ülke içi nakildir (displacement-relocati-on). Devletin bekası ve ülke bütünlüğü gibi hayati önemdeki ulusal güvenlik ihtiyaçları bu önlemleri zorunlu kılmıştır.
Olayların yaşandığı sırada, birçok Ermeni'nin Osmanlı Devleti'nin çeşitli organlarında memur veya milletvekili olarak bulunduğu ve Cumhuriyet döneminde Türklerle Ermeniler arasındaki toplumsal yaşantı paylaşımı ve uyumlu ilişkiler de soy kırımı olmadığının bir başka kanıtadır. 1970'li yıllarda Türkiye ideolojik ve bölücü terör eylemleri ile karşı karşıya kalırken; ve ASALA tarafından Türkiye'ye yönelik ciddi bir terör hareketi yürütülürken, Türkiye'deki Gayrimüslim azınlıklardan biri olan Ermeni toplumu, bunlara karışmadığı gibi, bu olayları şiddetle eleştirmiştir.
Bu çerçevede yine, Ermenilerin bugünkü bütün çalışmalarına esas olarak aldıkları 1915 Ermeni sevk ve iskânı ve sonrasında gelişen olayların bütün çıplaklığı ile aydınlatılması gerekmektedir. Özellikle Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun "Ermeni Tehciri ve Gerçekler" adlı eserinde kullandığı, yeni bulunan arşiv belgeleri sevk ile ilgili bütün sorulara cevap bulmamızı sağlamıştır. Şimdiye kadar bilinmeyen, sevk sırasında hangi vilâyetten, ne kadar Ermeni'nin nerelere sevk ve iskan edildiği; bunlardan kaçının yerlerine ulaşamadığı, ulaşamayanların niçin ulaşamadıkları, yani kayıp nüfusun ne kadar olduğu ve nasıl kayıp olduğu gibi meselenin kritik boyutları artık aydınlatılmış bulunmaktadır. Ayrıca, sevk işleminin hangi güzergahlar kullanılarak yapıldığı, hangi araçlarla nakillerin gerçekleştirildiği konulan da artık net bir şekilde bilinmektedir.
Prof. Dr. Sayın Yusuf Halaçoğlu'nun ortaya koyduğu gibi; sevk edilen insan sayısı toplam 438.758'dir. Bunlardan 382.184'ü yerlerine ulaşarak iskan edilmişlerdir. Aradaki 56.610 kişilik farkın, 6.610'u yola çıkan fakat tehcirin durdurulması sebebiyle bulundukları vilâyetlerde alıkonulanlardır. Kayıp nüfus toplamı ise sadece 50.000'dir. Bunların 25-30.000'i hastalıktan, 10.000 civarında olanı ise eşkıya saldırılarından, diğerleri de uygun olmayan yol şartlarından (soğuk, açlık vs.) ölmüşlerdir. Bu rakamlar, Osmanlı Devleti'nin 1914'te yaptığı nüfus sayımındaki rakamlar ve Bogos Nubar ile G. Norodunkian'ın Lozan'da verdikleri rakamlarla da örtüşmektedir.
Gerçek bu şekilde olduğu halde, Ermeni propagandası, rakamları adeta enflasyona tâbi tutarak, 1.500.000-4.000.000 Ermeni'nin yok olduğu iddiasını gündemde tutmaya çalışmaktadır. Bu propaganda ve faaliyetlerle, önce Türkiye'nin, asılsız soy kırımı iddiasını kabul etmeye, arkasından tazminat ödemeye ve hattâ Ermenilere toprak vermeye zorlanması amaçlanmaktadır. Bazı devletler de kendi milli menfaatleri doğrultusunda bu oyunun geri plandaki aktörleri olarak durmaktadırlar. Ermeni sorununun devamlı olarak gündemde tutulmasını; Türkiye'nin üniter bütünlüğü, laik yapısı, Kıbrıs meselesi, Ege meselesi, Kuzey Irak'ta yaratılan fiili durum, Hazar Petrolleri, Türkmen ve İran Doğal Gazı Projeleri ve nihayet Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye ilişkileri çerçevesinde düşünmek durumundayız.
Sonuç
Türkiye'nin özellikle 1973'ten sonra dünya kamuoyuna mal edilen terörist eylemlerle hız kazanan, 1980'lerden sonra siyasallaşma yolunda hızla ilerleyen nihayet 1990'lardan sonra da siyasallaşma çabalarına eklenen uluslar arası hukukun bir konusu yapılmaya çalışılan Ermeni Sorunu da işte, derinlikleri tarih içinde bulunan bir temel sorundur.
Ermeni propagandasının bugün, birer argüman olarak kullandığı bazı konuları aydınlatabilmek için; Osmanlı Devleti içindeki Gayrimüslim unsurdan biri olarak yaşayan Ermenilerin, idarî-hukukî statülerinin ne olduğu, ekonomik ve demografik durumlarının nasıl olduğu gibi konuların sağlıklı bir şekilde ortaya konulması gerekmektedir.
Türkiye bu meselenin çözümünde çok dikkatli hareket etmelidir. Dünyanın çeşitli ülke parlamento rında gündeme getirilen ve bazılarında kabul edilen "soy kırımı tasarıları"nı, o ülkelerdeki iç siyasetle ilişkilendirmek son derece yanlıştır. Bu, Türkiye'nin uzun soluklu bir strateji belirleyip uygulamasını engellemekte ve devletin bürokrasisini adeta "atalete" itmektedir. Tasarılar gündemden düşünce mesele sanki rafa kaldırılmaktadır. Bu son derece yanlıştır.
Yapılması gerekenler şu şekilde sıralanabilir:
1. Öncelikle, devletin ilgili kurumları içinde kalıcı, daimi bir merkez oluşturulmalıdır.
2. Konu ile ilgili çalışan, birikimi olan bilim adamları, politikacılar, bürokratlar (sivil-asker) bu merkezi sürekli bilgilendirecek şekilde çalışmalara katılmalıdırlar.
3. Bu merkez önce bir strateji belirlemelidir.
4. Strateji iki ana noktada odaklanmalıdır. Bu noktaların biri, Ermeni iddialarının yanlışlığını ve bunların doğrularını iç ve dış kamuoyuna anlatmak şeklin de olmalı; ikincisi ise Türk milletinin gerçek mağdur olduğunun belgelerle dünyaya anlatılması ve bu konuda siyaset kurumunun adeta "davacı" olması sağlanmasıdır.
5. Başta üniversiteler olmak üzere çok çeşitli ve birbirinden kopuk bir şekilde yürütülen çalışmaların, merkez tarafından koordine edilmesi sağlanmalıdır. Mevcut çabalar, hem güç kaybına hem de maddi kayıplara yol açmakta ve dahası herhangi bir sonuç vermemektedir.
6. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun çalışma yöntemleri dikkate alınarak, dünyanın her yerine dağılmış olan Türkler, organize edilmeli; Ermeni Meselesi başta olmak üzere, Türkiye aleyhtarı bütün faaliyetler ile mücadele, başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ile bazı kamu kurum ve kuruluşlarının yurt dışındaki temsilcilerinin asli görevleri olmalıdır.
7. Bütün bu faaliyetler yürütülürken, hedef kitle iyi belirlenmeli; Ermenistan, Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu, destek veren ülkelerin hükümetleri ve nihayet iç ve dış kamuoyu ayrı ayrı muhatap kabul edilmeli, bunların her birisine karşı bazen ortak, bazen farklı politikalar üretilmelidir.
*Dr.Öğ.Yb.Ali GÜLER
*Anıtkabir,Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi Komutanı
Lozan Konferansı Başlarında Ermeni İstekleri
Kâzım Karabekir Paşa komutasındaki Doğu Harekâtı'nın başarıya ulaşması üzerine 1920 yılı sonlarında Ermenilerle onları destekleyen İtilâf Devletleri'nin hesapları bozulmuş ve "Ermeni Meselesi" Milletler Cemiyeti'ne getirilmiştir. İngiliz Temsilcisi Lord Robert Cecil, Ermenilerin durumunu iyileştirmek, Türkiye'de kalanlar için birtakım imtiyazlar koparabilmek maksadıyla genel kurulun toplanmasını istemiştir. Yapılan toplantıda, "Ermeni Meselesi"ni çözüme kavuşturmak üzere bir devletin görevlendirilmesi ve bir rapor hazırlanması kararlaştırılmıştır.
21 Şubat-22 Mart 1921 tarihlerinde yapılan bu İkinci Londra Konferansı'na Bogos Nubar Paşa ve Aharonyan katılmış, bunların teklifi 26 Şubat'ta dile getirilmiştir. Buna göre, Ermenistan'ın birleşmiş ve müstakil bir devlet olduğu, Türklerin Ermenistan'a saldırısının Sevr'i yıkmayı amaçladığı ileri sürülerek, Sevr'in geçerli olması istenmiş ve Çukurova (Kilikya) konusunun bu antlaşmada yer almadığından bahisle, Çukurova'ya da muhtariyet verilmesinde ısrar edilmiştir.
Fransız temsilcisi ise "iddia edildiği gibi Ermenilerin Çukurova'da çoğunlukta olmadıklarını ve statükonun bu durumda değiştirilmesinin mümkün olmadığını, ancak oradaki azınlıklara Fransız Hükûmeti'nin önem vereceğini" belirtmiştir.
Bunun üzerine Konferans'ta Ermenilerle ilgili olarak kabul edilen 9. maddede "Ermenistan'la ilgili taahhütlerin, Türkiye Ermenilerinin Asya Türkiye'sinin doğu hudutlarında bir milli "ocak" (yurt) için haklar tanınmak ve Milletler Cemiyeti'nin Ermenistan'ın nakli uygun ve haklı olacak bir yer hakkında verilecek kararına uyması suretiyle telif olunabileceği" ifade edilmiştir. Böylece, Sevr Antlaşması'nın 88. maddesindeki "hür ve müstakil devlet" yerine, özellikle Amerikalıların teşvikiyle, Londra Konferansı'nda, diplomatik dille, müphem bir "ocak" veya "yurt" kavramı ortaya atılmıştır.
Bununla birlikte Milletler Cemiyeti, Londra Konferansı'ndaki bu kararı, oy birliğiyle aldığı bir kararla ve kurulacak olan "Ermeni ocağı"nın Türkiye'den ayrı ve müstakil olması şeklinde benimsemiştir.
Bu arada, Türk Hükûmeti'nin yurt içi ve yurt dışındaki durumunu güçlendiren; Rusya'yla yapılan 16 Mart 1921 Moskova, Kafkas Cumhuriyetleriyle yapılan 13 Ekim 1921 Kars ve Fransızlarla yapılan 20 Ekim 1921 Ankara İtilâfnamesi gibi andlaşmalar, Ermeni heyetlerini de ümitsizliğe sevketmiştir
22-26 Mart 1922'de Paris Konferansı'nda hazırlanan "barış projesi"nde "Ermeni ocağı"nda görüşülmüş, Milletler Cemiyeti'nin kararına uyulacağı kabul edilmiş ve bir anlamda Lozan'a giden yolda Ermenilere bir açık kapı bırakılmıştır.
Bu kararda, Lord Curzon'un 1921 Nisanında Lord lar Kamarası'nda "Çukurova (Kilikya)'da çoğunluk Türklerde bulunduğundan buranın Türklere terk edileceğin söylemesi ve imzalanan Ankara Itilâfnâmesi'yle Fransızların bölgedeki etkisinin kalmayacağının ortaya çıkması üzerine, Türkiye'deki Ermeni Patriği Zava Efendi başta olmak üzere, ruhani görevlerini bir tarafa bırakıp siyasetle uğraşan hattâ terör hareketlerini bile katılan diğer din adamlarının ve Ermeni çevrelerinin Paris Konferansı'na çektikleri telgrafların ve gönderdikleri mektupların da tesiri olmuştur.
Türk Ordusunun 30 Ağustos 1922'de Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nden sonra İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922'de Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti temsilcilerini İsviçre'nin Lausanne şehrinde yapılacak barış konferansına davet etmişlerdir. Konferansta azınlıklarla, dolayısıyla Ermenilerle ilgili konuların da görüşüleceğinin ortaya çıkması üzerine, Ermeni çevreleri hem konferansa davet edilmek, hem de isteklerin kabul ettirmek için yoğun bir faaliyet içine girmişlerdir.
Ermeni Birleşik Heyeti teşebbüslerinde üç maksai güdüyordu:
1- Birleşik ve müstakil bir Ermenistan'ın tahakkuku
2- Muvakkat bir çare olarak milli ocağın kurulması
3- Lozan Konferansı'na kabulleri.
Heyet Lozan'a gitmeden evvel Ermeni meselesi hakkında dikkatlerini çekmek için ayrıca Poincare've, Milletler Cemiyeti Genel Sekreterine ve Venizelos'a müracaatlarda bulunmuştur.
Lozan Konferansı Esas Görüşmelerine Alınmak İstenen "Ermenilik" Konusu
Bu müracaatlarda da görüldüğü üzere bazı Ermeniler, Osmanlı Devleti'nin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin düşmanlarıyla birlikte hareket etmişler ve Türkiye Cumhunyeti'nden toprak talebinde bulunma cesaretini göstermişlerdir. Kendilerini savaşta kullanan İtilâf Devletleri'nden bu defa barışta yardımlarını istemişler ve her yolu deneyerek onların desteğini ararken, bir milyondan fazla sivil halkını katlettikleri Anadolu Türkü'nün Lozan'a giden temsilcilerinden bile, aracılar koymak suretiyle, medet ummuşlardır.
Elbette bu kadar sivil insanını soy kırıma uğratan, düşmanla iş birliği yapıp ihanet eden ve yine onlarla ülkeyi terkedip giden ve yüzyıllarca üzerinde yaşadıkları ülkeyi bölmek, parçalamak için fırsat kollayan Ermenilerin bu isteklerini ne Türk halkı ne de onun temsilcileri kabul edemezdi. Ancak, cepheden sonraki bu diplomatik sınır savaşında Türk temsilcileri tarafından kabul bile edilmeyen Ermeni heyetinden Hadisyan, Aharonyan, Paşalivan ve eski Osmanlı Nâfıa, Bahriye ve Hâriciye Nazırı (Bakanı) olan Gabriel Noradungiyan Efendi, kısa bir süre sonra kendilerini yüzüstü bırakacak olan yeni efendileri İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve Amerika Birleşik Devletleri'nden Türklere baskı yapmasını istediler. Hiç olmazsa "Büyük Ermenistan''ın birer parçası olarak hayal ettikleri Doğu ve Güney-Doğu Anadolu'yla, denize çıkışı sağlayacak olan Çukurova (Kilikya)'nın kendilerine verilmesi için ellerinden gelen her şeyi denediler.
Ermenilerin bu müracaatı da sonuç vermemiş ve Lozan görüşmelerine alınmamışlardır. Ancak Türk Heyetinin itirazlarına rağmen 12 Aralık 1922'deki Azınlıklar Alt Komitesi'nde dinlenmeleri İtilâf Devletleri delegeleri tarafından kabul edilmiştir.
Lozan Konferansı Azınlıklar Alt Komitesinde Görüşülen "Ermenilik" Konusu
Konferansın Azınlıklar Alt Komitesi'nin 15-30 Aralık 1922 ve 6 Ocak 1923 tarihlerindeki toplantılarında, Türk heyetinin itirazlarına rağmen, Ermenilerin durumu da dikkate alınmıştır. Başkanlığını İtalyan temsilcisi Montagna'nın yaptığı toplantılarda, Türk delegesi Dr. Rıza Nur, "Ermeni ocağı" konusunun görüşülmesine ve Ermeni delegelerine söz verilmesine itiraz etmiş ve Ermenilerin konuşturulduğu toplantıya katılmamıştır.
30 Aralık tarihli toplantıda Amerika Birleşik Devletleri Temsilcisi, Ermeni yurdunun kurulmasını isteyen bir bildiri sunmuştur: Amerikan bildirisinin okunmasından sonra Komisyon Başkanı M. Montagna ve Sir Horace Rumbold söz almış ve Ermeni yurdu konusunu savunmuşlardır.
Fransız temsilcisinden önce, araya girerek, Türk temsilcisi Dr. Rıza Nur söz almış ve kesin bir dille "Ermeni yurdu konusunu Türkiye'nin reddettiğini ve şayet İtilaf Devletleri savaştaki küçük müttefikleri Ermenilere bir yurt vermek istiyorlarsa, bu yurdun Türkiye sınırları dışında aranmasının doğru olacağını" ifade etmiştir.
Daha sonra da Fransız temsilcisi M. De Lacroix aynı iddiaları tekrar etmiştir.
"Ermeni Yurdu" Konusunun Lozan Konferansı'ndan Çıkarılması
Türk heyetinin bütün itirazlarına rağmen Azınlıklar Komitesi'nde görüşülen konular ve Ermeni yurdu meselesi bir raporla Konferans'ın 9 Ocak 1923 tarihli toplantısına getirilmiştir. Ancak, Türk heyetinin kararlı tutumuna rağmen, bir ara Ermeni yurdu konusu Lord Curzon tarafından dile getirilmişse de, İsmet Paşa'nın buna ilave edeceği bir şey olmadığını belirtmesi üzerine bu konu bir daha Lozan Konferansı'nda görüşülmemiş ve antlaşma metninde yer almamıştır.
Böylece batılı devletler tarafından savaş sırasında teorik olarak ve fiilen gündeme getirilen suni "Ermeni meselesi", tehcir olayı ve Türk zaferleriyle askeri olarak ve Lozan'daki son durumda da hukukî ve siyasî olarak sona ermiştir. Bölgede batılılar tarafından desteklenen Ermeniler, Lozan'da da desteklenmek istenmesine rağmen, Türklerin yoğun çabaları, batılı devletlerin yeni bir savaşı göze alamamaları, Ermenilerin asılsız ithamlarının ortaya çıkması üzerine konu bir kere daha tekrar rafa kaldırılmıştır.
Bununla birlikte Lozan Konferansı'nın devam ettiği aylarda Ermenistan'daki ve batıdaki Ermeni kuruluşları, başta Taşnaksutyun, Birleşik Ermeni Heyeti, Ermeni Dostları Birliği vb., diplomatik temaslarına devam etmişlerdir. Bu amaçla yeniden devletlere mektuplar yazmışlar, raporlar göndermişler ve bu defa hukukî, siyasî çözümlerden çok sosyal, kültürel çareler üzerinde durmuşlar ve yeni bir "merhamet dileme" yolunu tutmuşlardır. Bu müracaatların çoğu cevapsız kalmış ve nadiren aldıkları cevaplardan ise kendilerini desteklemiş, kışkırtmış, cephelere sürmüş olan devlet yetkilileri "günah çıkartmışlar" yapacak bir şeyleri olmadığını ileri sürmüşler ve bu eski "küçük müttefiklerini" teselli etmekle yetinmişlerdir.
İkinci Dünya Savaşı Sırasında Ermenilerin Faaliyetleri
Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kabuklarına çekilen Ermeniler, yeni bir dünya savaşı başlarken yine birtakım beklentiler içine girmişlerdir. Lozan Konferansı sırasındaki gibi, eski destekçilerine mektuplar telgraflar göndermişler, doğabilecek fırsatlardan yararlanmaya kalkışmışlardır.
Bu amaçla, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Harry Truman'a 23 Eylül 1944'te, İngiltere Dışişleri Bakanı Mr.Bevin'e 25 Şubat 1946'da Daşnakçılar birer telgraf göndermişler; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere Dişişleri Bakanlıkları'na 29 Mart 1946'da birer muhtıra vermişler; Stalin'e 24 Nisan 1945'te bir telgraf göndermişler ve biri 7 Mayıs, diğeri 13 Haziran 1945'te olmak üzere San Fransisco'daki konferansa iki muhtıra sunmuşlardır. 29 Mayıs 1945'te de Ermeni Göçmenleri Merkez Komitesiyle, Ermeni Göçmenleri Meclisi Paris'te başkanları A. Çorbaciyan ve H. Samuel imzalarıyla dört büyüklere birer muhtıra vermişlerdir. 28 Mayıs 1945'te de Mısır'daki Ermeni Cumhuriyeti eski Başbakanı, Churchill, Stalin ve Truman'a birer telgraf göndermiştir. 6 Eylül 1945'te ise Daşnak lideri J. Missokian Londra'daki Beşler Konferansı'na bir muhtıra vermiştir.
Ermenilerin bulundukları bütün ülkelerde yürütülen bu faaliyetler ve uluslar arası kuruluşlara yapılan yeni müracaatlar, Sovyet basın-yayın kuruluşlarınca da desteklenmiş ve Rusya'nın 20 yıllığına imzaladığı 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı'nın süresinin sona ermesi üzerine Rusya'nın Boğazlar ve Doğu Anadolu'dan imtiyazlar ve toprak talebiyle birlikte mütalaa edilmiştir.
Bu ve müteakip müracaatlarda da Ermeniler yine Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi rüzgâr ekip fırtına biçmişlerse de, "Ermeni Meselesi"ni yine dünya kamuoyunun önüne getirmişler ve Ermenistan'daki ve diğer ülkelerdeki yurttaşlarıyla arasında en azından kültürel açıdan köprüler kurabilmişlerdir
Ermeni Meselesini Dünya Kamuoyuna Mal Etme Çabaları: 24 Nisanlar, Sözde Katliam Anıtları
İkinci Dünya Savaşı dönemindeki asılsız Ermeni iddiaları, yirmi yıl sonra 1965'lerde bu defa dini-siyasî-kültürel bir havaya bürünerek tekrar gündeme getirilmiştir. Dünyanın her tarafındaki Ermeni patrikhane ve kiliseleri, eğitim-öğretim kurumları, siyasî kuruluşlar harekete geçmiş ve asılsız Ermeni katliâmının 50. Yıldönümünü anmak amacıyla "24 Nisan 1915" sözde "Ermeni soy kırım Günü" olarak ilân edilmiştir. 1965'ten itibaren de dünyanın her tarafındaki Ermeniler tarafından anılmaya, klasik iddialar tekrarlanmaya ve tabiî her Ermeni toplantısında olduğu gibi Türkler karalanmaya devam edilmiştir.
Bu girişim, Beyrut'taki Antüyas Kilisesi'nde mukim "Çukurova (Küikya) Katagikosu"(!) Patrik I. Horen'le, onun Kıbrıs Kilisesi'nden arkadaşı Başpiskopos Afakaryos tarafından başlatılmıştır. 24 Aralık 1964'te Kıbrıs Dışişleri Bakanı Kıpriyanu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Kıbrıs konusunda Türkiye'yi ve Ada Türklerini suçlarken, Ermenilerle yapılan işbirliği sonucu, asılsız Ermeni katliâmının 50. Yıldömünün de anılacağını açıklamıştır. Bu, Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında Batı Anadolu ve Kıbrıs'taki Rum-Ermeni işbirliğinin yeniden ve bu defa dini-siyasî olarak uygulamaya konulduğunu göstermektedir.
Burada dikkat edilmesi gereken husus, Ermeni sorununun bu boyut ile ortaya çıkarıldığı tarihin, Türkiye-Yunanistan arasındaki Kıbrıs konusundaki gelişmelerin tarihi ile denk düşmesidir. Ermeni sorunu bundan sonra, Türkiye'nin Kıbrıs başta olmak üzere bütün milli meselelerinde adeta "sıkıştırılmaya" çalışıldığı dönemlerde, başka sorunlarla birlikte veya tek başına karşısına çıkarılacaktır. Bu mesele kullanılarak Türkiye milli meselelerinden taviz vermeye zorlanacaktır-
Bu iş birliği, Habeşistan'ın başşehri Adisababa' da 17-25 Ocak 1965 tarihinde İmparator Haile Selase'nin koruyucu başkanlığında Patrik I. Horen, Başpiskapos Makaryos ve diğer ruhani ve siyasî liderlerin katılımıyla yapılan toplantıda resmen ve fiilen ilân edilmiş,24 Nisanların bundan böyle anılması ve kararı alınmıştır. Böylece 24 Nisanlar, 1965'ten bu yana, yaklaşık kırk yıldır anılmaktadır.
1965 yılındaki bu faaliyetler, hem dünyanın her tarafındaki Ermenileri bilinçlendirmeye, hem de dünya kamuoyunu etkilemeye yönelik olmuştur. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun özellikle bu meseleye dört elle sarılmasının en önemli nedeni, yaşadıkları Amerika, Kanada ve Avrupa Birliğine üye ülkelerdeki üçüncü nesil Ermeni gençlerinin artık bu toplumlar içinde kültürel bakımdan asimile olmaya başlamaları yani milli kimliklerini kaybetmeye başlamalarıdır.Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu, bu anma günlerini ve soy kırım yasa tasarılarını, milli kimliklerini korumak ve canlı tutmak için bir faaliyet alam olaı kullanmaktadır.
Bu çerçevede bu toplumun kullandığı önemli bir konu da; bulundukları ülkelerde "Ermeni soy kırım Anıtları"nın dikilmesi faaliyetidir. Bu amaçla Lübnan'ın Beyrut şehrinin Antilyas yöresinin Bikfaya Manastırı'nın yanına 24 Nisan 1968 tarihinde büyük bir törenle Ermeni Katliâm Anıtı dikilmiş, bunu diğeri takip etmiştir.
Ermeni Teröründe Yeni Aşama: Asala ve Diğerleri
Türk-Ermeni münasebetlerinin kanlı olaylara dönüştüğü 1878 Berlin Antlaşmasından günümüze kadar, yaklaşık 120 yıllık dönemde dört büyük Ermeni terörüne şahit olmaktayız.
Bunlardan birincisi, hem Ermeniler hem de destekçileri batılı devletler tarafından gündeme getirilen sun'i "Ermeni meselesi" adı altında Türklere yapılan Ermeni katliâmları, suikastleri, kundaklamaları, isyan hareketleridir.
İkincisi, yine Ermeniler ve destekçilerince Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında yeni hazırlanan "Ermeni katliâmı" efsanesiyle cephelerde düşmanla savaşan Türk milletine Ermeni çetelerince yapılan katliâmdır ki, Lozan Konferansı'nda İsmet Paşa'nın ifadesiyle bir milyondan fazla sivil Türk halkının hayatına mal olmuştur.
Üçüncüsü ise Lozan Konferansı'nda da umduklarını bulamayan Ermeni teröristlerinin eski Osmanlı bakan ve idarecilerine karşı gerçekleştirdikleri cinayetlerdir ki, Talat, Cemal, Sait Paşalarla, Bahattin Şakir, Cemal Azmi Beyler'in şahadetleriyle sonuçlanmıştır.
Dördüncü Ermeni terör ve cinayet serisi ise 1973'ten günümüze kadar Türkiye'deki ve genellikle de yurtdışındaki Türk temsilcilerine, diplomatlarına karşı sürdürülmüştür. Öncekiler, bazı istisnalar dışında, Ermenistan dışındaki Ermeniler ve profesyonel terör teşkilatları (komiteler, gönüllü alayları, gazeteler) tarafından yapılırken, üçüncü terör hareketleri, profesyonel örgütlerle birlikte hareket eden teröristler (Tehlirian vb.) tarafından, sonuncusu ise Türk düşmanı uluslar arası terör teşkilatlarıyla iş birliği içindeki profesyonel Ermeni terör teşkilatları tarafından yapılmıştır.
Bugün dünyada Türk milletini ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni bölmeye, parçalamaya, yok etmeye yönelik yaklaşık 700 terör teşkilatı mevcuttur. Bunlardan 587'si yurt dışında, 103'ü ise Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Bu terör grupları içinde Ermeni asıllı olanlar önemli bir yer tutmaktadır.
Uluslar arası terör teşkilatlarıyla iş birliği içindeki Ermeni terör teşkilatları, aynı zamanda Türkiye'yi bölmek, parçalamak için Doğu Anadolu'da ve yurt dışında faaliyet gösteren PKK Yunanistan ve Güney Kıbrıs'la çok yakın faaliyet içindedir. Bunlar, Türkiye'ye ve Türk insanına yönelik her türlü cinayeti geçekleştirirken, aynı zamanda uyuşturucu madde ve silâh kaçakçılığı, kadın ticareti, kara para aklama, adam kaçırma eylemleri, Türk insanını karalama ve menfaatlerini engelleme faaliyetleri ve döviz operasyonlarını yapmaktadırlar. Bu iş birliğiyle ilgili olarak burada zikretmeye yer ayıramayacağımız kadar çok binlerce belge, bulgu mevcuttur. Şu kadarını söyleyelim ki, dün Hoybun-Independance (Kürt-Ermeni Terör Teşkilatı) olarak faaliyetleri bilinen bu iş birliği, 6 Nisan 1980'de, 1965'teki 24 Nisanları katliâm günü olarak anma kararında olduğu gibi, yine Lübnan'ın Sedan şehrinde ASALA ile PKK arasında imzalanan bir anlaşma ile ASALA Türkiye'deki terör hareketini Karabağ'a kaydırmış ve yerini PKK terör teşkilatına bırakmıştır. İşte PKK'nın ilk terörist eylemleri de 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli'de başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir.
Ermenilerin de başta olmak üzere terör teşkilatları tarafından Türk millerine, Türk Devlet adamlan ve diplomatlarına yönelik saldırılar, dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar çok ve tahripkâr olmamıştır.
Gürgen (Karekin) Yanikan adlı bir yaşlı Ermeni'nin 27 Ocak 1973'te ABD'nin Santa Barbara kentinde, Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet BAYDAR ile Konsolos Bahadır DEMİR'i katletmesiyle başlayan "Bireysel Ermeni Terörü"nü 1975'ten itibaren "Örgütlü Ermeni Terörü" izlemiş ve yurt dışındaki görevlilerimiz, elçiliklerimiz ve kuruluşlarımıza yönelik Ermeni saldırıları, kısa sürede hızlı bir tırmanma göstererek yoğunluk kazanmıştır.
21 ülkenin 38 kentinde, değişik türde 110 saldırı olayı olmuştur. 110 saldırıdan 39'u silâhlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmuştur. Bu saldırılarda 42 diplomat Türk vatandaşı ile 4 yabancı hayatını kaybetmiş, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu şahıs yaralanmıştır.
Burada kısaca bu terörü yönlendiren ASALA Terör örgütünden bahsetmek yararlı olacaktır.
Örgütün Merkezi, Beyrut/Lübnan olup, Kuruluş Tarihi, 20 Ocak 1975'tir. Siyasî Görüşü, Hınçak Partisi yanlısı "Marksist-Leninist" doğrultuda idi. Örgütün Lideri, "Mihran MİHRANİAN, Agop HAGOPİAN" gibi takma isimler de kullanmış olan Bedros HOVANASSIAN'dır.
20 Ocak 1975 tarihinde Beyrut'taki Dünya Kiliseler Birliği Bürosu'na yaptığı bombalı saldırı ile adını duyuran ASALA, kendisini uluslar arası devrim hareketinin bir parçası olarak kabul etmekte, Türkiye ile müttefiklerini can düşmanı saymakta ve Ermeni davasının ancak, silâhlı mücadeleyle çözümlenebileceği görüşünü savunmaktadır.
ASALA Ermeni Terör Örgütü, şimdiye kadar Türk temsilciliklerine yönelik silâhlı eylemlerini en çok Fransa'da gerçekleştirmiştir. Lübnan'dan sonra en büyük hareket üssü olarak bu ülkeyi kullandıkları gözlenmektedir. Bu ülkede hareket serbestliği bulunan Ermeni militanlar, Fransız yönetiminden ve çeşitli Ermeni kuruluşlarından almış oldukları büyük destekle rahatlıkla eylem yapabilmektedirler. Ayrıca ABD, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Suriye, İran ve Kanada gibi devletlerde de faaliyetlerini sürdürmektedirler.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrası Yunan gizli servislerinin organize ve teşviki ile kurulduğu tahmin edilen ve kuruluş aşamasında S.S.C.B tarafından yönlendirilen ASALA, 20 Ocak 1975 tarihinde Beyrut'ta Dünya Kiliseler Konseyi Bürosuna yapılan bombalı saldırı eylemi ile adım dünya kamuoyuna duyurmuştur. ASALA bu evlemlerle yetinmeyerek gerek dünya devletlerinde, gerekse ülkemizde birçok olaylara neden olmuştur. ASALA'nın kurucusu olan Agop Agopyan, örgüt içerisinde çıkan nifaktan dolayı istenmeyen adam olarak ilan edilmiştir. Neticesinde 28 Nisan 1988 günü Atina'nın banliyölerinden Faliron semtinde maskeli iki şahıs tarafından silâhla vurularak öldürülmuştur ve bu da bir iç hesaplaşma olarak nitelendirilmiştir
Ermenistan Cumhuriyeti ve Terör
Yaklaşık 9 asır boyunca Türklerle birlikte rahat ve sükun içinde yaşayan ve Osmanlı Devleti'nde oldukça zengin bir tabakayı meydana getiren bazı Ermenilerin tutumları; 1877-1878 Osmanlı Rus savaşlarında Osmanlıların yenilmesiyle, 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos Antlaşması ve 13 Temmuz 1878 tarihinde Berlin Antlaşması imzalanınca değişmiştir. Bu anlaşmalardan sonra Rusya'nın ve bazı Avrupa Devletleri'nin kışkırtmasıyla Ermeniler süratle örgütlenerek, bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmaya yönelmişlerdir.
Rusya, Kafkasya'da çağlardan beri devam eden milli politikası gereği, Türkiye ile Kafkasya'daki Azerbaycan'ın arasına uydu görevini yürütecek bir Ermeni Devleti yerleştirerek, irtibatlarını koparmak istemiştir. Bu amaçla, Rusya'nın Bolşevik Lideri Lenin, 18 Aralık 1917'de tayin ettiği Kafkasya Komiseri Ermeni asıllı Stepan Şalımyan'a 30 Aralık 1917 tarihli Kararname ile, o sırada Rus işgali altında bulunan Doğu ve Güney Kafkasya'da Sovyetler Birliği'ne bağlı bir Ermenistan Devleti kurma yetkisini de vermiştir. 27 Nisan 1920'de Bolşevik hâkimiyetinin tesirinden sonra Güney Kafkasya ve Azerbaycan'da; Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri ile Nahcivan Özerk Eyaleti ve Karabağ Özerk Bölgesi kurulmuştur. Ermenistan, kağıt üzerinde sınırları çizilen bir devlete böylece sahip olmuştur. Milliyetçilik ve yayılmacılık duyguları iyice kabartılan ve kışkırtılan Ermeniler, Sovyetler Birliği'nin dağılmaya başlamasından sonra 23 Ağustos 1990 tarihinde bağımsızlıklarını ilan ederek Büyük Ermenistan'ı kurma hayaliyle komşularına saldırmaya başlamışlardır.
Son yıllarda terör faaliyetleriyle isteklerini gerçekleştiremeyeceklerini anlayan bazı Ermeniler, 1986'dan sonra siyasî platformda Türkiye'ye baskı uygulamayı ve "Bağımsız ve Birleşik Sosyalist Kürdistan" hayaliyle ülkemizi bölmeyi amaç edinen PKK terör örgütüne her türlü desteği vererek, ülkemizin parçalanmasına yardımcı olup bu yolla toprak talebini gerçekleştirmeyi hedeflemiştir.
Sorunun Siyasallaştırılması
Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun, Lozan Antlaşmasından sonra özellikle ABD, Fransa, Lübnan ve bazı Güney Amerika ülkelerinde görülen örgütlenme, sessiz çalışma ve fırsat kullanma süreci belirli aşamalardan geçerek önemli bir güce sahip olmuş ve 1964 yılından itibaren uluslar arası eylemlere dönüşmüştür.
Bu güne kadar gelen Ermeni hareketleri hemen hemen hiç değişmeyen enstrümanları kullanmıştır. Bunlar;
- Türk ve Türkiye düşmanlığım yaymak.
- Orta Doğu ve Anadolu'da çıkarları bulunan devletlerin desteğini sağlamak.
- Türkiye ile ilgili en küçük anlaşmazlığı olan devletlerle ortak hareket içine girmek.
- Sorunu ulusal parlamentolar ile ulus arası platformlarda gündeme getirmektir.
Bu yöntemleri kullanan Ermeni iddialarının hedefleri aşamalı olarak;
- Ermeni milliyetçiliğini ayakta tutma
- Dünya siyasî sisteminde söz sahibi ülkenin parlementolarını kullanarak "Soy kırımı"nı tescil ettirecek kararlar çıkarttırmak
- Bu kararlara dayanarak Osmanlı'nın devamı olarak gösterilen Türkiye Cumhuriyeti'nden tazminat talebinde bulunmak ve bununla ilgili uluslar arası kamuoyu oluşturmak.
- Uygun bir fırsat bekleyerek "toprak" talebinde bulunmaktır.
Türkiye'yi bölmeye parçalamaya muvakkaf olamayan Ermeni terör hareketleri, özellikle yurtdışındaki Türk diplomatlarıyla birlikte o ülke insanlarından da kurbanlar vermeye ve Türkiye'deki Ermenilerin nefret ve tepkilerini toplamaya başlayınca yeni bir yola yönelmiştir. Nasıl Ermeniler Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında terörle bir yere varamayınca Lozan Konferansı sırası ve sonrasında diplomatik faaliyetlere yönelmişlerse, bu defa da yeni cinayetlerden sonuç alamayınca, yine bazı diplomatik manevralara girişmişlerdir. Birleşmiş Milletlerden, Avrupa Birliği'nden, bulundukları ülkelerin parlamentolarından "24 Nisan "ı katliâm günü ilân etmişler, Türkleri kınayan karar tasarıları çıkarmaya calışmışlar ve uluslar arası kuruluşlar ve terör teşkilatlarıyla işbirliği yaparak Türkiye'yi NATO'dan çıkarmayı da denemişlerdir.
Ermenilerin bu meseleyi siyasallaştırma çabaları sonucu, Ermeni iddialarına uygun karar alan ülkeler şunlardır: Fransa, Arjantin, Uruguay, Rusya, Yunanistan, Lübnan, Belçika, İtalya, Kıbrıs Rum Kesimi, Vatikan ve Avrupa Konseyi Parlementerler Asamblesi ve karar tasarısı parlamentolarının gündemine getirilen ülkeler ABD ve İsviçre'dir.
Bütün bu siyasal kararların ve çabalar çok farklı amaçlar bulunduğu kuşkusuzdur. Hukuki bakımdan bağlayıcılığı olmayan bu kararların,uluslar arası camiada etkili olduğu görülmektedir.Zamanla bu tasarılarla gündeme getirilen taleplerin, Türkiye'nin mesela Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bir "dayatma" unsuru olarak kullanılması söz konusu olabileçektir.
İçinde bulunulan sürecin hukukî bir süreç olmaktan çok, siyasî bir süreç ve Türkiye'ye karşı oynanan bir oyun olarak değerlendirilmesinde yarar vardır.Gerçekten, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, batı tarafından politik baskı altına alınarak etkilenmek, denetlenmek, sınanmak, kuşatılmak ve sınırlanmak istenmektedir. Oynanan, "kirli" bir dış politika oyunudur. Parlamentolar eliyle tarih yazılması, yanlış bir yol ve yöntemdir. Asıl amaç, Türkiye'nin soy kırımı iddiasını kabul etmesini, buna bağlı olarak da tazminat ödemesini ve hattâ toprak talebinde bulunulmasını sağlamaktır. Bu nedenle, böyle tasarılara karşı, Türkiye'nin daha etkin bir mücadele sürecine girmesi gerekmektedir.
Sorunu Uluslar Arası Hukuki Bir Mesele Haline Getirme Çabaları
Ermeni propagandasının son yıllarda üzerinde yoğunlaştığı alan, yakın geçmişte siyasallaştırılan "Ermeni Soy kırımı" konusunun hukukileştirilmesi çabasıdır. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu başta olmak üzere Ermeni propaganda merkezleri, son günlerde konuyu "devletler hukuku suçları" çerçevesinde ele alarak ve birtakım uluslar arası hukuk metinlerini ön plana çıkartarak Türkiye'yi bu bakımdan mahkum ettirmeye çabalamaktadırlar. Hattâ, mesele Yahudilere yönelik Nazi katliamları ile aynı kefeye konulmaktadır. 1948 tarihli "Soy Kırımı (Genocide) Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi" hiç görülmedik biçimde 1915 yılına, yani geriye işletilmeye çalışılmaktadır.
Halbuki; Türkler ve Ermeniler dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir toplumda görülmeyecek ölçüde iç içe yaşamışlardır. 800 yıllık bu zaman diliminde din, dil ve kültür farklılıklarına rağmen "barış içinde ve birlikte" (Coexistence) yaşamayı başardılar. Fransız ihtilalinden sonra, patlayan ulusal akımlar XIX'ncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu dahilinde bulunan çeşitli ulusların bağımsızlığı ile sonuçlandı. Ermeniler özel durumları nedeniyle bağımsızlıklarını gerçekleştiremediler. Anadolu'nun her tarafından Türklerle iç içe yasayabilir oluşları, herhangi bir bölgede çoğunluk sağlayamamalarına neden oldu. Belirli yerlerde tedhiş eylemlerini giriştiler ancak, "Ermeni yurdu" denilebilecek bir bölgenin olmayışı bu bölgesel isyanları genel bir bağımsızlık mücadelesine dönüştüremedi.
Doğu Anadolu'da yaşayan Ermenilerin bir kısmının dış kışkırtma sonucu ayaklanarak Osmanlı Ordusuna zarar vermesi, Ruslarla işbirliğine giderek Osmanlı Ordusunun harekâtını sekteye uğratması sonucu alınan kararlarla 1915 yılında Ermeni terör örgütlerinin liderleri ve kışkırtıcılarının yakalanması, ayrıca harekât bölgesindeki (Doğu ve Güney Anadolu) Ermeni nüfusun, yine imparatorluk sınırları içindeki güvenli başka bölgelere geçici olarak nakli öngörülmüştür.
Sevk ve iskân esnasında eşkıya saldırıları, orduyu da etkileyen salgın hastalıklar ve intikal yolundaki zorluklar nedeniyle 56.000 civarında Ermeni ölmüş ya da eşkıya tarafından öldürülmüştür. Ancak bunun yanında intikale nezaret eden birçok güvenlik görevlisi de hayatını kaybetmiştir.
Bu öldürme eylemlerinin ve ölümlerin "soy kırımı" olarak nitelenmesi mümkün değildir. Çünkü soy kırımı kastı bulunmamaktadır. Ölümler bir devlet politikası olarak değil, bireysel ve kontrol edilmeyen kişilerce gerçekleştirilmiştir ve bu kişiler daha sonra yargılanmış ve cezalandırılmıştır.
1915 kararları, soy kırımı kastı ile alınmamıştır. Sevk ve iskan işi Ermenilerin yaşadıkları bütün vilâyetlere uygulanmamış, İstanbul, İzmir, Bursa gibi bazı vilâyetlerde yaşayan Ermeniler, hastalar, âmâlar, Osmanlı Ordusunda görevli Ermenilerin aileleri, Reji İdaresi ve Osmanlı Bankasında çalışan Ermeniler ve aileleri sevk ve iskâna tâbi olmamışlardır. Ayrıca Katolik ve Protestan Ermeniler de sevk edilmemişlerdir.Sevkin uygulandığı yerler ve genel olarak sevk edilenlerle ilgili durum şudur: Savaş içerisinde Ruslar ile işbirliği yapılan vilâyetler ve Ermeni terör eylemlerinin yoğunlaştığı illerin Ermeni halkı sevk edilmiştir. Bu uygulama tamamen güvenlik kaygısı ile hareket eden devletin hukukî bir tasarrufu olarak değerlendirilmelidir.
Birinci Dünya Savaşı'nda Ermeni ayaklanmaları ve Osmanlı yönetiminin aldığı karşı tedbirler incelenirken, Osmanlı Devleti'nin bir dünya savaşının içinde olduğu, seferberlik ilan edildiği; Ermeni unsurların, casusluk, silâhlı ayaklanma, Türk-Müslüman halkı kıtal, işgal ordularıyla işbirliği suretiyle milli müdafaaya hıyanet fiillerini işlediği; Osmanlı Devleti'nin, başta devletin bekası olmak üzere, devletler hukukuna ve hayati ulusal güvenlik ihtiyaçlarına uygun, gerekli ve ölçülü tedbirleri aldığı ve uygulamaya çalıştığı unutulmamalıdır.
Osmanlı Devleti'nin yaptığı işlem, hukukî bakımdan sınır dışı etme (deportatiton-expulsion) mahiyetinde değildir. Ülke içi nakildir (displacement-relocati-on). Devletin bekası ve ülke bütünlüğü gibi hayati önemdeki ulusal güvenlik ihtiyaçları bu önlemleri zorunlu kılmıştır.
Olayların yaşandığı sırada, birçok Ermeni'nin Osmanlı Devleti'nin çeşitli organlarında memur veya milletvekili olarak bulunduğu ve Cumhuriyet döneminde Türklerle Ermeniler arasındaki toplumsal yaşantı paylaşımı ve uyumlu ilişkiler de soy kırımı olmadığının bir başka kanıtadır. 1970'li yıllarda Türkiye ideolojik ve bölücü terör eylemleri ile karşı karşıya kalırken; ve ASALA tarafından Türkiye'ye yönelik ciddi bir terör hareketi yürütülürken, Türkiye'deki Gayrimüslim azınlıklardan biri olan Ermeni toplumu, bunlara karışmadığı gibi, bu olayları şiddetle eleştirmiştir.
Bu çerçevede yine, Ermenilerin bugünkü bütün çalışmalarına esas olarak aldıkları 1915 Ermeni sevk ve iskânı ve sonrasında gelişen olayların bütün çıplaklığı ile aydınlatılması gerekmektedir. Özellikle Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun "Ermeni Tehciri ve Gerçekler" adlı eserinde kullandığı, yeni bulunan arşiv belgeleri sevk ile ilgili bütün sorulara cevap bulmamızı sağlamıştır. Şimdiye kadar bilinmeyen, sevk sırasında hangi vilâyetten, ne kadar Ermeni'nin nerelere sevk ve iskan edildiği; bunlardan kaçının yerlerine ulaşamadığı, ulaşamayanların niçin ulaşamadıkları, yani kayıp nüfusun ne kadar olduğu ve nasıl kayıp olduğu gibi meselenin kritik boyutları artık aydınlatılmış bulunmaktadır. Ayrıca, sevk işleminin hangi güzergahlar kullanılarak yapıldığı, hangi araçlarla nakillerin gerçekleştirildiği konulan da artık net bir şekilde bilinmektedir.
Prof. Dr. Sayın Yusuf Halaçoğlu'nun ortaya koyduğu gibi; sevk edilen insan sayısı toplam 438.758'dir. Bunlardan 382.184'ü yerlerine ulaşarak iskan edilmişlerdir. Aradaki 56.610 kişilik farkın, 6.610'u yola çıkan fakat tehcirin durdurulması sebebiyle bulundukları vilâyetlerde alıkonulanlardır. Kayıp nüfus toplamı ise sadece 50.000'dir. Bunların 25-30.000'i hastalıktan, 10.000 civarında olanı ise eşkıya saldırılarından, diğerleri de uygun olmayan yol şartlarından (soğuk, açlık vs.) ölmüşlerdir. Bu rakamlar, Osmanlı Devleti'nin 1914'te yaptığı nüfus sayımındaki rakamlar ve Bogos Nubar ile G. Norodunkian'ın Lozan'da verdikleri rakamlarla da örtüşmektedir.
Gerçek bu şekilde olduğu halde, Ermeni propagandası, rakamları adeta enflasyona tâbi tutarak, 1.500.000-4.000.000 Ermeni'nin yok olduğu iddiasını gündemde tutmaya çalışmaktadır. Bu propaganda ve faaliyetlerle, önce Türkiye'nin, asılsız soy kırımı iddiasını kabul etmeye, arkasından tazminat ödemeye ve hattâ Ermenilere toprak vermeye zorlanması amaçlanmaktadır. Bazı devletler de kendi milli menfaatleri doğrultusunda bu oyunun geri plandaki aktörleri olarak durmaktadırlar. Ermeni sorununun devamlı olarak gündemde tutulmasını; Türkiye'nin üniter bütünlüğü, laik yapısı, Kıbrıs meselesi, Ege meselesi, Kuzey Irak'ta yaratılan fiili durum, Hazar Petrolleri, Türkmen ve İran Doğal Gazı Projeleri ve nihayet Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye ilişkileri çerçevesinde düşünmek durumundayız.
Sonuç
Türkiye'nin özellikle 1973'ten sonra dünya kamuoyuna mal edilen terörist eylemlerle hız kazanan, 1980'lerden sonra siyasallaşma yolunda hızla ilerleyen nihayet 1990'lardan sonra da siyasallaşma çabalarına eklenen uluslar arası hukukun bir konusu yapılmaya çalışılan Ermeni Sorunu da işte, derinlikleri tarih içinde bulunan bir temel sorundur.
Ermeni propagandasının bugün, birer argüman olarak kullandığı bazı konuları aydınlatabilmek için; Osmanlı Devleti içindeki Gayrimüslim unsurdan biri olarak yaşayan Ermenilerin, idarî-hukukî statülerinin ne olduğu, ekonomik ve demografik durumlarının nasıl olduğu gibi konuların sağlıklı bir şekilde ortaya konulması gerekmektedir.
Türkiye bu meselenin çözümünde çok dikkatli hareket etmelidir. Dünyanın çeşitli ülke parlamento rında gündeme getirilen ve bazılarında kabul edilen "soy kırımı tasarıları"nı, o ülkelerdeki iç siyasetle ilişkilendirmek son derece yanlıştır. Bu, Türkiye'nin uzun soluklu bir strateji belirleyip uygulamasını engellemekte ve devletin bürokrasisini adeta "atalete" itmektedir. Tasarılar gündemden düşünce mesele sanki rafa kaldırılmaktadır. Bu son derece yanlıştır.
Yapılması gerekenler şu şekilde sıralanabilir:
1. Öncelikle, devletin ilgili kurumları içinde kalıcı, daimi bir merkez oluşturulmalıdır.
2. Konu ile ilgili çalışan, birikimi olan bilim adamları, politikacılar, bürokratlar (sivil-asker) bu merkezi sürekli bilgilendirecek şekilde çalışmalara katılmalıdırlar.
3. Bu merkez önce bir strateji belirlemelidir.
4. Strateji iki ana noktada odaklanmalıdır. Bu noktaların biri, Ermeni iddialarının yanlışlığını ve bunların doğrularını iç ve dış kamuoyuna anlatmak şeklin de olmalı; ikincisi ise Türk milletinin gerçek mağdur olduğunun belgelerle dünyaya anlatılması ve bu konuda siyaset kurumunun adeta "davacı" olması sağlanmasıdır.
5. Başta üniversiteler olmak üzere çok çeşitli ve birbirinden kopuk bir şekilde yürütülen çalışmaların, merkez tarafından koordine edilmesi sağlanmalıdır. Mevcut çabalar, hem güç kaybına hem de maddi kayıplara yol açmakta ve dahası herhangi bir sonuç vermemektedir.
6. Ermenistan dışındaki Ermeni toplumunun çalışma yöntemleri dikkate alınarak, dünyanın her yerine dağılmış olan Türkler, organize edilmeli; Ermeni Meselesi başta olmak üzere, Türkiye aleyhtarı bütün faaliyetler ile mücadele, başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, Kültür Bakanlığı, Turizm Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı ile bazı kamu kurum ve kuruluşlarının yurt dışındaki temsilcilerinin asli görevleri olmalıdır.
7. Bütün bu faaliyetler yürütülürken, hedef kitle iyi belirlenmeli; Ermenistan, Ermenistan dışındaki Ermeni toplumu, destek veren ülkelerin hükümetleri ve nihayet iç ve dış kamuoyu ayrı ayrı muhatap kabul edilmeli, bunların her birisine karşı bazen ortak, bazen farklı politikalar üretilmelidir.