TÜRKOĞLU
Aktif Üyemiz
KIPÇAKLAR , Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim Tarihi
Bilim Adamı Murat Adji, Moskova’da yaşayan, Türk soylu bir halk olan Kumuklara mensup bir Türk yazarıdır. Bu kitap, Türklerin ve Büyük Bozkırın, bir başka deyişle Deşt-i Kıpçak’ın tarihini anlatmaktadır. “Vatanımız Bozkır, beşiğimiz ise, Altay” diyor Murat Adji. Bu kitap Türk halkını, Türk halkının Altay’daki hayatını ve sonra da Avrasya kıtasının nasıl iskan edildiğini, yani az bilinen dünya tarihi hadiselerini, kadim Türklerin hayatını ve geleneklerini, başarılarını, zaferlerini ve mağlubiyetlerini anlatmaktadır.
Bilindiği üzere, Sovyetler Birliği döneminde, Türk Dünyası ile ilgili ilmi araştırmalar yapmak asla mümkün değildi. Buna karşılık İskitler konusu, onların yerleşim bölgeleri ve mezarlıkları araştırmalara açıktı; ancak İskitlerin hangi dilde konuştukları ve nereden geldikleri konusu gene de araştırmalara kapalı idi. Bu kitapta İskitlerin Altay’dan göç eden Türkler olduğu tartışılmaz bir gerçek olarak gösterilmektedir.
Murat Adji, “Kıpçaklar” adlı bu kitabı çocuklara; onların anne ve babalarına ithaf etmektedir. Bu çok önemli bir unsurdur; çünkü eğitim ve öğretim aileden başlamaktadır. Aile, bir toplumun temelini oluşturmaktadır.
GİRİŞ
Türk dillerinde konuşmuş ve konuşan insanların sayısı milyarlarla ifade edilir. Bu insanlar, Karlı Saha’ dan (Yakutistan) Orta Avrupa’ ya, Sibirya’dan sıcak Hindistan’a kadar büyük bir coğrafyaya yayılmıştır. Afrika’ da bile Türkçe konuşan yerleşim bölgeleri bulunmaktadır.
Gerçekten, Türk Dünyası çok büyüktür. Bu büyük dünya bilmecelerle doludur… Azeriler, Altaylılar, Balkarlar, Başkurtlar, Gagavuzlar, Kazaklar, Karaimler, Karaçaylar, Kırgızlar, Kırım Tatarları, Kumuklar, Tofalar, Tuvinler, Uygurlar, Özbekler, Hakaslar, Çuvaşlar, Şorlar, Sahalılar… Hemen hepsini bir çırpıda hatırlayamazsınız da.
Tofalar, ıssız Sibirya’nın bir kuytu yerinde bulunan sadece iki-üç köyde yaşamaktadır. Ama en eski ve en saf Türk dilini, belki de Tofalar muhafaza etmişlerdir. Asırlar boyu başka halklarla çok fazla bir münasebete girmeden sürdürülen bir hayat; dolayısıyla dillerinin bozulmasına ve başka dillerden kelimelerin karışmasına hiçbir sebep oluşmamıştı.
Akraba olmakla beraber, gene de özel ve nevi şahsına mahsus pek çok özelliğe sahip olan onlarca halk Türk Dünyası içinde bir araya geliyor. Bazı zamanlar aynı kelimenin farklı halklarda tamamıyla farklı anlamlar içerdiğine şahit olursunuz. Bu gayet tabiidir. Ayrıca bu durum, Türk dillerinin sınırsızlığını, hayret ettiren sadeliğini ve kadimliğini de göstermektedir.
Bir zamanlar bütün Türkler, herkesin anladığı aynı dili konuşuyordu. Bu dilin lehçelere ayrılma süreci günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce başlamıştır. Edebî dilin başlangıcını bu ortak dil oluşturmuştur. Çoğu devletler de o çağlarda bu ortak Türk dilinde yazıyor ve konuşuyorlardı.
Dünyada kendilerinin Türk soyundan geldiğini bilmeyen bazı halklar bile mevcuttur. Bu insanların yüzleri, elbette eskiden olduğu gibi, atalarına benziyor; tersi de olamazdı. Meselâ, Avusturyalılar ve Bavyeralılar, Bulgarlar ve Boşnaklar, Macarlar ve Litvanyalılar, Polonyalılar ve Saksonlar, Sırplar ve Ukraynalılar, Çekler ve Hırvatlar, Burgunlar ve Katalonlar… Nerede ise hepsi de – kadim Türkler gibi ! – mavi gözlü, kumral ve geçmişten kalma hiçbir şeyi hatırlamayanlar. Acayip !
Buruk bir hikaye. Maalesef, buruk ve hüzünlü bir hikâye haline getirilmiş bir tarih, daha doğrusu sonu getirilememiş bir tarihî hikâye. Bu hikâyede Kozakların yeri ise çok özeldir. Millet mi, kabile mi, belli değil. Onlardan gerçek tarihleri gizleniyor. Bu sebeple, Kozaklar tarihin bir köşesinde kaybolanlardandır.
Kendilerini Slav olarak bilen, fakat anadili olan Türkçeyi unutmayanlardandır. Bazı Kozak bölgelerinde onlar bugün bile eskiden olduğu gibi ana dillerinde konuşuyor. Gerçi buna ana dilimiz demiyorlar veya diyemiyorlar; ama bu bizim ev dilimiz diyorlar !
MİLLET NEDİR?
Bu dünyada çok farklı milletler yaşamakta. Sayısı tam olarak ne kadar belli değildir. Kime “millet” diyebiliriz ? Millet denilen sosyal kavram sadece bir ülkede yaşayan insanlar topluluğu değildir. Bir insan topluluğu sadece bir araya gelip, fakat ortak bir tarihi olmadan, başka bir deyişle ortak bir geçmişi olmadan ve ortak bir atadan gelmemişlerse kendilerini bir millet olarak adlandıramazlar.
Bir milletin oluşması asırlar boyu süren bir vetiredir. Bu, pek çok sebebe ve bazen beklenmedik durumlara bağlı olan tarihî bir süreçtir.
Kadim zamanlarda insanlar birbirine dikkat etmeyi, birbirini gözetlemeyi öğrenmişlerdi. Yavaş yavaş insanlık tarihinde, milletlerin medeniyet ve hayat tarzlarının münasebetlerini ve farklılıklarını içeren bilgiler birikmeye başlamıştır. Bu bilgiler daha sonra ayrı bir bilim dalını oluşturdu. Bu bilim dalının adı Etnografya. “Etnos” kelimesi “millet” ve “kabile” anlamına gelmektedir ki, etnografya da dünya milletlerini araştıran bilim dalıdır.
Etnografyanın oluşması bir tesadüf değildir. Bir devlet içindeki veya komşu devletler arasındaki kavgaların ve savaşların, bir anlaşmazlık üzerine başladığı çoktan dikkat çekmekteydi. Bundan dolayı etnografya bilgileri çok önemlidir. Bu bilgiler, dünyada barışı sağlamak açısından önemli bir yer tutmaktadır. Bu, barışın ve dostluğun temelidir!
İnsanlara, diğer insanlar arasında doğru ve huzurlu yaşamayı öğretir.
NEDEN FARKLI KONUŞUYORUZ?
Dünya milletlerini, öncelikle dilleri farklı kılmaktadır. Dil ve yazı, insan hayatında en önemli unsurlardır. Her milletin kendi dili, kendilerine has konuşma ve düşünce tarzı mevcuttur. Etnografya bilimi bunu vurgulamaktadır. Bilimin olmadığı eski zamanlarda dillerin nasıl oluştuğunu efsaneler anlatır.
Efsaneye göre, eski zamanlarda insanlar aynı dilde konuşuyorlardı. Ama bir gün büyük bir tufana maruz kaldılar. Çok az kişi kendini kurtarabildi. Bu afetin yıkıcı ve yok edici tesirlerine karşı, insanlar Babil’de gökyüzüne uzanan bir kale inşa etmeye başladılar. Bu hareket tanrıların kızmasına sebep oldu. Tanrılar kaleyi yıkarak imha ettiler. İnsanların tekrar bir araya gelip anlaşmalarına mani olmak için Tanrı, dilleri karıştırıp insanları yeryüzüne dağıttı. O günden başlayarak her millet ancak kendi öz dilini anlayabiliyordu. Efsaneye göre, güya milletler bu şekilde oluşmuştu.
Eğer bu efsaneyi kabul edersek, yetişmiş ormanların bulunduğu yüksek dağlık bölgede, dünyanın gökyüzüne en yakın bu yüksek ve temiz yerinde, bir milletin ortaya çıkmış olmasına ilgimizi teksif etmeliyiz. Bu güzel ve efsanevî yerin, bu ebedî yurdun adı Altay. Dünyanın en güzel yeri. Canlara can katan bir yer.
“Altay” kelimesinin anlamı nedir? Bazıları şimdi bu adı “altın dağlar” olarak tercüme ediyor. Bu yanlıştır. Kadim Türkler bu söze farklı anlam veriyorlardı. Onlar Altay’ ı, daha doğrusu vatanlarını Ata Yurt ve kutsal bir yer olarak adlandırıyorlardı.
Eski zamanlardan beri buralarda konuşulan dil Türkçedir. Bu dili önce Çinliler duymuştu. Çinliler ilk defa bu kavmi “Türk” veya “Tükü” olarak kaydetmişlerdir. Bu kelime Çince “sert”, “güçlü” anlamına gelmektedir. Çinlilerin kuzey komşusu olan, sarışın ve mavi gözlü Altaylılar, askerî bilgileri ve güçleriyle temayüz etmişlerdi.
ASIRLARIN KARANLIĞINDAN GÖRÜNENLER
Elbette etnograflar için Çin vak’anüvislerinin bilgileri çok önemlidir. Ama sadece onların verdiği bilgileri esas almak doğru değildir. Vakayinameler de tıpkı insanlar gibi bazı şeyleri abartabilirler. En dürüst insan bile bazı olayların akışını tam bilmediğinden, istemeden de olsa abartarak hata yapabiliyor.
Eski Çinliler, uydurma hikâyeleri kullanarak, sadece duyduklarına dayanan ve temeli olmayan şeyleri yazıyorlardı. Bilindiği gibi, Türkler, o dönemlerde Çin yurdunu tamamen istilâ etmişti. İn ve Çjou İmparatorluğu hanedanının gurur kaynağı olan büyük Çin ordusu, Türkler tarafından mağlup edilmişti. Çin İmparatorluğu, Türklere baş eğmek ve haraç ödemek zorunda kalmıştı. Belki de bundan sonra, Çin’ in komşusu olan bu millet için, “sert” ve “çok güçlü” anlamına gelen kelime, yani “Türk” sözü ortaya çıkmaya başlamıştır. Başka bir deyişle “yenilmez”… Acaba Çinliler böylece kendi “yenilgilerinin” mazeretini mi arıyorlardı ?!
Çin vakayinamelerinde Türklerin dış görünüşündeki farklılıklar da ifade edilmektedir. Bu bilgiler ne kadar güvenilir? Kadim Altay sakinlerinin saçlarını sarı ve gözlerini mavi olarak ifade ediyorlardı. Çince “Tükü” veya “Dinlini” demekteydiler. Bilindiği gibi Çin’de Türklerin bu dış görünüşüne sahip başka insanlar mevcut değildi.
Vak’anüvislerden biri Türklerin maymunlara benzediğini yazıyor. Başka bir karşılaştırma unsuru bulamadığından yazmış olabilir. Kendince güney Çin’ de yaşayan mavi maymunlarla gök mavisi gözlere sahip Türkler arasında bir çağrışım unsuru bulmaktadır. Türk milletinin diğer bir kısmı, yani Altay’ın doğusunda yaşayanlar hakkında ise, Çinliler farklı şeyler yazıyorlardı. Çinliler, onların dış görünüşlerine fazla dikkat etmiyorlardı. Çünkü görünüşleri kendilerine tanıdık geliyordu.
Bir millet, fakat iki yüz mü? Evet, tek kelimeyle böyle. Çağdaş bilim adamları, Çin vak’anüvislerinin bu bilgilerinin doğru olduğunu mükemmel bir şekilde ispatlamıştır. Ünlü Akademik¹ Mihail Mihailoviç Gerasimov’ un bu süreçte özel bir yeri vardır. Gerasimov, kadim mezar kazılarında bulunan kafatasının ve kemiklerin incelenmesi neticesinde, ölmüş bir insanın yüzünü ve figürlerini yeniden şekillendirmeyi öğrenmiştir. Gerasimov, en küçük ayrıntılarına kadar insan yüzünü yeniden inşa etmeyi başarmıştır.
Nasıl? Bu da bir bilim mi? Elbette ! Bu bilimin adı Antropolojidir. Gerçekten antropoloji mucizeler yaratan bir bilim dalıdır. İnsan portrelerinin tam ve doğru oluşu, çalışmanın mükemmelliğini gözler önüne sermektedir. Meselâ bilgin, mazideki ünlü kişilerin bazı tasvirlerini yeniden canlandırdı. Meselâ, Rus çarı İvan Groznıy, amiral Uşakov, büyük Türk hakanı ve astronomi bilgini Uluğbek’ in portrelerini yeniden yaptı.
Mihail Mihailoviç Gerasimov, bazı meşhur kişilere ait heykelleri eski Türklerin mezarlığındaki kurganlarda bulunan kafataslarını esas alarak yapmıştır. O pek çok Türk tipini yeniden canlandırdı… Bu yüzlere bugün de bazı şehir ve köy sokaklarında rastlayabilirsiniz. Şimdi biz Türklerin Altay’ a nasıl yerleştiğini öğrenmeye çalışacağız.
ÇALIŞMA ODASININ SESSİZLİĞİNDE YAPILAN KEŞİF
Arkeoloji, mazideki insan topluluklarını binlerce yıl önce bıraktığı maddî izlere dayanarak tarihi araştıran ilimdir. Kadim Altay çoktan beri âlimlerin dikkatlerini üzerine çekmiştir. XVIII. Yüzyılda buralarda, meskûn olmayan yerlerde tesadüfen, eski yerleşim bölgeleri, dünyada benzeri olmayan büyük kurganlar, abideler, saray yıkıntıları, heykeller, mezarlıklar ve mezar taşları bulunmuştur.
Eski ressamlar tarafından kaya üzerine yapılan resimler ve esrarengiz yazıtlar âlimleri hayrete düşürüyordu. Her şey çok mükemmel bir şekilde muhafaza edilmiştir! Fakat o güne kadar araştırılmamıştır.
Bu, paha biçilmez hazine hangi millete aittir? Bu bölgede kim yaşamıştır? Bu sorular uzun zamandır cevapsız kalıyordu. Sır dolu bir duman, Kadim Altay’ ı kaplamaya devam ediyordu.
“Akademik “ unvanı Rusya’ da Profesörlükten sonraki bir ilmî derecedir.
Danimarkalı Prof. Vilhelm Thomsen arkeologların yapamadığını yaptı. Her şey, Altaylardan uzaklarda sessiz sedasız bir çalışma odasında gerçekleşti. Danimarka’ da yapılan bu keşif 15 Aralık 1893 tarihinde, resmî olarak dünyaya ilân edildi. Prof. Thomsen, tartışılmaz bilgileri içeren beyannamesini Danimarka Kraliyet Bilim Vakfına sundu.
Bütün dünya Kadim Altay’ da yaşayan ve güya “kaybolan milletin” sırrını öğrenmiş oldu. Profesör, Kadim Altay’da kayalar üzerindeki esrarengiz yazıları mükemmel bir şekilde deşifre etmişti. Thomsen, bu yazıların Türk dilinde yazılmış olduğunu ispatladı. Türklerin vatanı ve Türk milletinin beşiği Kadim Altay’dır.
Daha sonra Çin vakayinameleri de bulundu. Bunlarda da Altay’ da yaşayan Türkler hakkında bilgiler vardı… Türk tarihi üzerindeki sis perdesi sanki XIX. Yüzyılda açılmış gibi gözüküyordu. Ama hayır. Gene olmadı. Çünkü âlimlerin çalışmalarının arasına siyaset girdi; araya gerçeği gizlemek isteyenler girdi.
TAŞLARIN DİLİ
Siyasetçiler için tarihi tahrif etmek çok kolay ve aynı zamanda önemli bir iş haline gelmiştir. Profesör Thomsen’in doğruluğu tartışılamaz beyannamesini bile dikkate almadan sanki hiç olmamış gibi davrandılar.
Arkeolojik bulgulara göre, Altay’da ilk kabileler bundan iki yüz bin yıl önce ortaya çıkmıştı. Bu kabileler güneyden, Hindiçin tarafından gelmişti. Asya’nın en eski yerleşim bölgeleri de orada bulunmuştur. Bu yerleşkelerin tarihi yaklaşık olarak bir milyon yıla dayanmaktadır.
Altay dağları kadim insanlar tarafından neden bu kadar seviliyordu? Sebep, tabiatın güzellikleri mi? Çok küçük ihtimal… Emniyetli oluşunu ve beslenme şartları açısından uygunluğunu ileri sürsek belki de daha doğru olur.
Her şey, son derece basit bir olayla başlamıştı. Çok sık görmeye alışık olmadığımız âlimlerden biri olan, arkeolog Aleksey Pavloviç Okladnikov, bir gün Gorno-Altaysk ilinde bir parkta dolaşıyordu. Küçük Ulalinka Nehri boyunca, patikada düşünceler içinde gezerken, nehir boyunca sağda solda dağılmış taşlardan biri gözüne çarptı. Taşı kaldırdı. İşte bu bir keşif idi. Bu an… Bu andan sonra her şey değişti. Okladnikov, bütün dünya tarafından tanınan bir âlim oldu.
Bu taş, ilkel insanların kullandığı taştan bir alet idi! Bu keşif tesadüf değildi. Okladnikov, bütün hayatı ile bu keşfe kendisini hazırlamıştı.
İlk çağ insanı, taştan kesici alet yapmak için, çakılın bir tarafını sivriltmişti. Nehir suları bir taşı bu şekilde sivriltemezdi. Bunu ancak insan yapabilirdi. Gerçek arkeolog binlerce taşın arasında tek olan o taşı mutlaka görür.
Okladnikov, Ulalinka Nehrinin yanındaki tepeye bir araştırma grubuyla geldi ve kazı işlerini başlattı. Her akşam bando çalınan şehirdeki bu bahçede, ilk insanların yaşadığı en eski yerleşim yerlerinden biri bulunmaktaydı. Hayretler içinde kalan insanların gözü önünde mağarayı açtılar. Böylece Altay’daki ilk çağ insanının en eski yerleşim bölgesi bulunmuştu. Bu yere, yakınında akan Ulalinka Nehrinin adından dolayı, Ulalinka adı verildi.
Daha sonra ilk çağ insanının Altay’ da yaşadığı diğer yerleşim bölgeleri de bulundu. Taştan yapılmış baltalar, bıçaklar, ok uçları, başka eşyalar ve eserler… Altay artık meşhur olmuştu. Bütün dünya Altay’ın sesini duydu. Bazı arkeolojik buluntular o kadar nadir rastlanan cinstendi ki, gören pek çok âlimi bile şaşırtıyordu. Diğer yerleşim bölgelerinde rastlanan buluntulardan çok farklı idi. Meselâ, taştan yapılmış bıçaklar ve hançerler bir tıraş bıçağı kadar keskindi. Onlarla rahatlıkla tıraş olunabilirdi. Çağdaş insan bile bu kalitede taştan aletler yapamazdı. Çünkü bunların yapılması için de aletler ve tezgâhlar lâzımdı.
Altaylılar ise, hiçbir alet ve tezgâh kullanmadan yapabilmişlerdi. Nasıl yapıyorlardı? Bunun açıklaması çok basittir. Gerçi, bu basit dehayı anlamak için arkeologlar fizikçilerden yardım istemiş ve birlikte deneme yapmışlardı. Bu sorunun cevabına birlikte ulaşmayı başardılar.
Meğer Altaylı ustalar, ilk çağ insanlarının yaptığı gibi taşı diğer bir taşla işlemiyorlarmış. Altaylılar taşı ateş ve suyla işliyorlardı. Dolayısıyla onların yaptıkları aletler dünyada tek örnektir.
Elbette, böyle ciddî bir işleme her taş dayanmazdı. Ancak bu işlem için çok nadir bulunabilen nefrit taşı (yeşim) kullanılabilirdi. Siyah damarlarıyla bu yeşilimsi mineral, yüksek dayanım özelliğine sahiptir. Altay’ da nefrit kaynakları mevcuttu. Altay sakinleri de bunu keşfetmiş ve kullanmıştı.
ALTAYDAN İLK GÖÇ
Kadim Altay’daki mağara hayatı binlerce yıldır devam ediyordu. İnsanlar geçimini eskiden olduğu gibi avcılık ve balıkçılıkla sağlıyordu. Ama gene de sakin görünen bu hayatta bazı değişiklikler oluyordu: Meselâ arkeologlar metalden yapılmış eşyalara rastlamaya başladılar. Bu eşyalar bronzdandır, yani bakır ve kalayın karışımından. Demek ki, Kadim Altay’ da taş devri yerini bronz devrine bırakmıştır. Artık bronzdan yaptıkları baltalarla ağaç kesebiliyorlardı!
Ağaç kesmek, sanki büyük bir iş mi diyebilirsiniz! Öncelikle tabiatın gücüne bağlılık sonsa ermiştir. İnsan mağaradan çıkmıştı! Artık kendisine ev yapabilirdi. Demek ki artık ağaçtan sıcak evler inşa etmeyi öğrenmişti. Bu ahşap evlere kuren adı veriliyordu.
Kuren özel bir ev tipidir. Bu evlerin penceresi, kapısı ve tahta kaplı zemini yoktu. Sadece duvarları ve çatısı vardı. Duvarlar dıştan toprak dolgu içine alınıyor veya yerin altına gömülüyordu. Kurenler yukarıdan sekizgen olarak görünüyordu. Kurenlerin girişi doğu yönünde idi. Bu asırlar boyunca sürecek bir Türk geleneğidir. Bildiğimiz kapı yerine deriden yapılmış bir perde asıyorlar, zemini de kuru ot veya samanla kaplıyorlardı. Kurenlerin ortasında bir ocak bulunurdu. Dumanın çıkması ve ışığın girmesi için çatıda bir baca deliği açılıyordu. En soğuk havalarda, ayazlarda bile bu kurenler sıcaktı.
Eski insanlar, kurenler inşa ederek, daha doğrusu yeni köyler inşa ederek, yavaş yavaş Altay vadilerine doğru açılıyorlardı. Tomruktan yaşılmış evler şüphesiz Altaylıların ürünüdür. Bu keşif, ilk çağ insanlarını mağaralardan geniş dünyaya çıkartan büyük bir keşiftir.
O çağlarda bazı kabileler Altay’dan kuzeye doğru, Ural’ a gitmişlerdi. Buraya geldiklerinde bilgilerini de getirmişlerdi. Ural’ da da aynı tarz kurenler inşa ediyorlardı. Ormanlarda ve nehir kıyılarında yeni köyler kurulmaya başlanmıştır. Bu izler bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Altay evleriyle hemen hemen aynıdırlar. Ev eşyaları, çalışma aletleri ve diğer pek çok eşyalar da aynıdır.
Arkeologlar, Ural’ da o çağlardan kalan şehir izlerine de rastlamışlardır. Demek ki, Altay’da da buna benzer şehirler olmuştur. Kadim Altay şehirleri biliniyor. Ama bu şehirlerin hiç araştırılmadığını da büyük bir esefle belirtmek istiyoruz.
Ama her şeye rağmen bu şehirler vardı! Bugüne kadar Ural’ da en iyi araştırılmış Arkaim şehrinin tarihi beş bin yıla uzanmaktadır. Arkaim şehrinde metal işleme ustaları yaşıyordu. Arkaim şehrinin hemen hemen her avlusunda bir metal işleme ocağı vardı. Bu ocaklar gece gündüz sönmeden çalışıyordu. Ural sakinleri yaptıkları bu ürünleri Altay’ a götürüyorlardı.
Altay’dan gelen kabileler Ural’da koloniler halinde yaşıyorlardı. Zamanla bir kısmı daha ileriye, iklimi yumuşak ve tabiatı zengin olan batıya gittiler. Hâlâ bir devlet olmayan, ama gelecekte kurulabilecek bir devletin halkını oluşturacak her koloni veya kabile, asırlar boyu kalacakları, yerleşime uygun yerler arıyordu.
İnsanların hayat tarzları gibi, dilleri de asırlar boyunca değişikliklere uğruyordu. Çoğu jest ve mimikten oluşan basit konuşma tarzı ile anlaşmak çok zor oluyordu. Sesler dili zenginleştiriyordu, fakat bu dil, ancak aynı kabilede yaşayanlar tarafından anlaşılabiliyordu. Önceleri basit de olsa sadece aynı dili bilen insanlar, zamanla birbirlerini anlamaya başlamışlardır.
Bir milletin oluşumu tahmin edilemeyecek kadar uzun bir süreçtir. Şüphesiz, her kabile bir millet oluşturamaz.
KADİM ALTAY’ IN KEŞFİ
Altay ile ilişkisini kesmeyerek, ara sıra oraya, öz vatanına uğramayı ihmal etmeyen o Ural muhacirleri de belki Türk olarak adlandırılmışlardır. Zaten Altaylılar da öyle adlandırılmakta idi. Gene de bu fikir tartışılabilir.
Arkaim, Sintaşt ve diğer Ural şehirleri şöhretin zirvesinde iken, Altay gölgede kalmıştı. İlk kahramanlar, sarp dağlardan ve yol vermez ormanlardan geçerek yollar açıyorlardı. Zapt olunamaz, ormanlarla kaplı dağlara tayga demişlerdi. Tanıdık bir kelime değil mi? Bugünlerde bu kelime hemen her yerde biliniyor. Ama bu kelimenin nereden geldiğini, nasıl ortaya çıktığını düşünenler çok az.
İlk göçmenler nasıl seyahat ederdi? Rastgele mi yol alınırdı? Kesinlikle hayır. Onlar, yolunu güneşe göre tespit ederlerdi. Gökyüzündeki yıldız haritasını okumayı öğrenmişlerdi. Çok iyi bildikleri nehirleri pusula gibi kullanarak, yollarını tespit ediyorlardı. Çünkü onlar, nehirlerin nerede doğduğunu ve nereye aktığını çok iyi biliyorlardı. Kadim dönemlerde Altaylardaki nehirlerin özel adlarının olmadığı ortadadır. Bilim adamlarının tahminlerine göre, önceleri bütün nehirler sadece “Katun” diye bir kelime ile adlandırılmıştır.
Sonra bu eski ad, Katun adı muhafaza edilerek, Altay’daki büyük ve önemli nehire, Katun Nehri’ne özel ad olarak verilmiştir. Beyaz karlı tepelerden başlayan diğer bir nehir ise, Biya diye adlandırılmıştır. Asırlara dayanan bu eski adlar coğrafî haritalarda ebedî izler bırakmıştır.
Biya ve Katun nehirleri coşku ile dağlardan, vadilerden geçerek, Kuzey Buz Denizi’ ne kadar akan, başka bir büyük ve geniş nehirle, Ob Nehri’yle birleşmektedir. Dikkat edilirse, bu adların hepsi,Türk kökenlidir! Biya ve Katun kelimelerinin Türk dilinde karşılığı “bey” ve “hatun” ; Ob kelimesi ise “nine” anlamına gelmektedir.
Demek ki, dağların, nehirlerin ve göllerin adlarını, yani coğrafî adları inceleyerek, bir millet hakkında çok şey öğrenebiliriz. Bu da bir ilimdir. Bu bilim dalına Toponimi denilmektedir. Bu alandaki uzmanların sayısı bir elin parmaklarından biraz fazladır. Çünkü, bu alanda çalışan bir bilim adamının tarih, coğrafya, dil ve etnografya gibi ilimlerde derin bilgilere sahip olması gerekir. Hemen hemen her şeyi bilmek zorundadır.
Eduard Makaroviç Murzayev bir toponimi uzmanıdır. Murzayev’ in “Türk Coğrafya Adları” isimli kitabı, Altay’ın ve Avrasya’nın pek çok sırrını açıklamıştır. Bu kitabı okuduktan sonra, coğrafya atlasına başka bir gözle bakmaya başlıyorsunuz. Meselâ, herkes tarafından bilinen Yenisey Nehri’nin adı çok şey ifade etmektedir. Bu nehrin kıyılarında Altaylılara ait çok eski, pek çok yerleşim bölgesi bulunmuştur. İlk Türklerin millet olarak tam buralarda göründüğüne dair rivayetler muhafaza edilmiştir. Türkler bu nehri, “Anasu” diye adlandırmışlardı. Bu da “Ana Su” demektir.
Eski Türklerde nehir ile, başka bir deyişle, su kavramı ile çok şey ifade edilmektedir. Meselâ, yeni doğmuş bir bebeği nehrin buz gibi soğuk suyuna daldırıp çıkartıyorlardı. Bebek hâlâ yaşıyorsa sağlıklı demekti; değilse kimse fazla üzülmüyordu. Millet sağlığını buna borçluydu! Güçlü anlamına gelen “Türk” kelimesi buradan gelmiş olamaz mı?
Dünyanın en derin ve en temiz gölü Baykal’ın adı ile bu adın eski dildeki anlamı çoktan unutulmuştur. Kadim Türklerin dilinde bu gölün adının anlamı, “kutsal göl” idi ve insanlar ona gururla “Bay Göl” diyordu. Baykal dağlarından doğan nehir ise, her şeyini, eski adını da tarihini de kaybetmiştir. Bugün, bu nehrin adı Lena. Halbuki, bu nehrin eski adı İli idi, yani “doğulu”. İli Nehri kadim Altay’ın en doğusundaki nehir idi. Altay soyundan gelen bazı insanlar, zor günlerde evlerini bu nehrin kıyılarında yapmışlardı. Eski zamanlardan beri bu havzada Türk dilinde konuşmalar duyulmaktadır.
Saha-Yakutistan’ın geniş toprakları bugün bilinen kadim Türk Dünyasının en gerçek ve nadir hazinelerinden biridir. Kadim Altay, tam olarak Bay Göl’ den ve Saha-Yakutistan’ dan başlıyor ve uzaklara, yani batıya, Avrasya bozkırlarına kadar uzanıyordu.
Toponimi, net ve doğru bir bilim dalıdır. Her milletin kendine has bir adlandırma üslubunun var olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ, Türkler dağlara bir ad veriyordu, ama bu ad kötülüklere ve felâketlere yol açabilir diye telâffuz edilemiyordu. Dolayısıyla aynı dağın bazen iki, hatta üç adı olabilirdi… Dağların koruyucularına şirin gözükmek ve onların gözüne girmek için insanlar kurbanlar kesiyordu.
Kadim Türkler, bazı dağların tepesinde obo mabetleri kuruyorlardı. Günahlarından arınmak için buraya kurbanlar getiriliyordu. Bazı Kadim Altay dağlarının adlarında “Obo” kelimesi de bulunuyor. Meselâ Obo-Ozı, Obo-Tu. Günahkar kişi zirveye, günahının büyüklüğüne uygun ölçüde bir taş getirmek zorundaydı. Obo işte bu “af taşlarından” kuruluyordu.
Kadim Türkler, dağları kutsallaştırıyor ve affı da buralardan umuyordu. Altaylılar her dağı değil, sadece kutsal dağları ziyaret ediyorlardı. Bir dağ nasıl kutsal sayılıyordu? Neden? Elbette, bugün bunu kimse hatırlamıyor.
Üç tepeli Sümer Dağı her zaman için çok önemli olmuştu. Bu dağ, dünyanın, yani Meru’nun merkezidir. Burası Kadim Altay’ın en kutsal yeri idi. Kimse burada yüksek sesle konuşmazdı. Hiç kimse bu dağın etrafında ava çıkamazdı. Otlarını koparamazdı. Aksi günah sayılıyordu. Sonra daha başka kutsal zirveler olduğu da öğrenildi: Borus, Tanrı Han, Kaylas… Bayramlarda bu kutsal dağların eteklerinde binlerce insan bir araya geliyordu.
Kadim Türkler senede bir defa Çam Bayramı yapıyorlardı. Çam Bayramı büyükler ve çocuklar için çok beklenen bir bayramdı. Bu gelenek de unutulmadı.
ÇAM BAYRAMI
Altay’ da çam ağacının her zaman esrar dolu bir güzelliğe sahip olduğu kabul edilmiştir. Çam ağacı eski zamanlardan beri Türklerde kutsal sayılıyordu. Bu ağacın eve girmesine izin veriyorlardı. Üç-dört bin yıl önceleri, yani insanların çok tanrılı dinlerin tanrılarına inandıkları çağlarda, Çam ağacını ululamak için bayramlar yapıyorlardı. Törenler tanrıların ve ruhların dinlenme mekânında yaşayan, Yersu’ ya ithaf ediliyordu. Yersu’nun yanında aksakallı Ülgen² vardı. Ülgen, yeraltındaki altın çitli altın sarayında, altın bir tahtta oturuyor, gösterişli kırmızı bir kaftan giyiyordu. Güneş ve ay onun emri altındaydı.
Çam bayramı kışın tam ortasında, 25 Aralıkta başlıyordu. Bu tarihte gün geceyi yeniyordu. İnsanlar Ülgen’e dua ediyor ve iade edilen güneş için teşekkür ediyorlardı. Dualarının kabul edilmesi için de, Ülgen’in çok sevdiği bir çam ağacını süslüyorlardı. Eve getirdikleri çam ağacının dallarına parlak renkli, kurdele benzeri bezler bağlıyorlar ve yanına da hediyeler yerleştiriyorlardı.
İnsanlar güneşin karanlığı yenmesini kutluyor, bunun için bütün gece eğleniyorlar, “Koraçun, koraçun” diye naralar atıyorlardı. Bu bayramın adı Koraçun idi. Bu kelime, eski Türk dilinde “azalsın” anlamına gelmektedir. Gece azalsın, gün uzasın diye bağırıyorlardı.
Çam ağacı “Ülgen’in ağacı” olarak adlandırılıyordu. Çam ağacı bir mızrak gibi Ülgen’e yukarıyı, yani doğru yolu gösteriyordu.
Rusça’daki “yölka” kelimesi “yol” yani Türkçe’ deki “yol” kelimesinden doğmuştur; Yölka Rusça’ da çam ağacı demektir.
Aradan asırlar geçmesine rağmen bu eski bayram unutulmadı. Gerçi Ülgen’in adı değişti; Ded Moroz 3, Santa Klaus veya Noel Baba oldu. Ama onun bayramdaki rolü ve kıyafeti hiç değişmemiştir. Kaftan, şapka, kuşak ve keçeden yapılmış çizmeler, yani Ded Moroz’ un bütün kıyafeti Kadim Türklere ait.Murat ADJİ (1/4 bölüm)
Bilim Adamı Murat Adji, Moskova’da yaşayan, Türk soylu bir halk olan Kumuklara mensup bir Türk yazarıdır. Bu kitap, Türklerin ve Büyük Bozkırın, bir başka deyişle Deşt-i Kıpçak’ın tarihini anlatmaktadır. “Vatanımız Bozkır, beşiğimiz ise, Altay” diyor Murat Adji. Bu kitap Türk halkını, Türk halkının Altay’daki hayatını ve sonra da Avrasya kıtasının nasıl iskan edildiğini, yani az bilinen dünya tarihi hadiselerini, kadim Türklerin hayatını ve geleneklerini, başarılarını, zaferlerini ve mağlubiyetlerini anlatmaktadır.
Bilindiği üzere, Sovyetler Birliği döneminde, Türk Dünyası ile ilgili ilmi araştırmalar yapmak asla mümkün değildi. Buna karşılık İskitler konusu, onların yerleşim bölgeleri ve mezarlıkları araştırmalara açıktı; ancak İskitlerin hangi dilde konuştukları ve nereden geldikleri konusu gene de araştırmalara kapalı idi. Bu kitapta İskitlerin Altay’dan göç eden Türkler olduğu tartışılmaz bir gerçek olarak gösterilmektedir.
Murat Adji, “Kıpçaklar” adlı bu kitabı çocuklara; onların anne ve babalarına ithaf etmektedir. Bu çok önemli bir unsurdur; çünkü eğitim ve öğretim aileden başlamaktadır. Aile, bir toplumun temelini oluşturmaktadır.
GİRİŞ
Türk dillerinde konuşmuş ve konuşan insanların sayısı milyarlarla ifade edilir. Bu insanlar, Karlı Saha’ dan (Yakutistan) Orta Avrupa’ ya, Sibirya’dan sıcak Hindistan’a kadar büyük bir coğrafyaya yayılmıştır. Afrika’ da bile Türkçe konuşan yerleşim bölgeleri bulunmaktadır.
Gerçekten, Türk Dünyası çok büyüktür. Bu büyük dünya bilmecelerle doludur… Azeriler, Altaylılar, Balkarlar, Başkurtlar, Gagavuzlar, Kazaklar, Karaimler, Karaçaylar, Kırgızlar, Kırım Tatarları, Kumuklar, Tofalar, Tuvinler, Uygurlar, Özbekler, Hakaslar, Çuvaşlar, Şorlar, Sahalılar… Hemen hepsini bir çırpıda hatırlayamazsınız da.
Tofalar, ıssız Sibirya’nın bir kuytu yerinde bulunan sadece iki-üç köyde yaşamaktadır. Ama en eski ve en saf Türk dilini, belki de Tofalar muhafaza etmişlerdir. Asırlar boyu başka halklarla çok fazla bir münasebete girmeden sürdürülen bir hayat; dolayısıyla dillerinin bozulmasına ve başka dillerden kelimelerin karışmasına hiçbir sebep oluşmamıştı.
Akraba olmakla beraber, gene de özel ve nevi şahsına mahsus pek çok özelliğe sahip olan onlarca halk Türk Dünyası içinde bir araya geliyor. Bazı zamanlar aynı kelimenin farklı halklarda tamamıyla farklı anlamlar içerdiğine şahit olursunuz. Bu gayet tabiidir. Ayrıca bu durum, Türk dillerinin sınırsızlığını, hayret ettiren sadeliğini ve kadimliğini de göstermektedir.
Bir zamanlar bütün Türkler, herkesin anladığı aynı dili konuşuyordu. Bu dilin lehçelere ayrılma süreci günümüzden yaklaşık iki bin yıl önce başlamıştır. Edebî dilin başlangıcını bu ortak dil oluşturmuştur. Çoğu devletler de o çağlarda bu ortak Türk dilinde yazıyor ve konuşuyorlardı.
Dünyada kendilerinin Türk soyundan geldiğini bilmeyen bazı halklar bile mevcuttur. Bu insanların yüzleri, elbette eskiden olduğu gibi, atalarına benziyor; tersi de olamazdı. Meselâ, Avusturyalılar ve Bavyeralılar, Bulgarlar ve Boşnaklar, Macarlar ve Litvanyalılar, Polonyalılar ve Saksonlar, Sırplar ve Ukraynalılar, Çekler ve Hırvatlar, Burgunlar ve Katalonlar… Nerede ise hepsi de – kadim Türkler gibi ! – mavi gözlü, kumral ve geçmişten kalma hiçbir şeyi hatırlamayanlar. Acayip !
Buruk bir hikaye. Maalesef, buruk ve hüzünlü bir hikâye haline getirilmiş bir tarih, daha doğrusu sonu getirilememiş bir tarihî hikâye. Bu hikâyede Kozakların yeri ise çok özeldir. Millet mi, kabile mi, belli değil. Onlardan gerçek tarihleri gizleniyor. Bu sebeple, Kozaklar tarihin bir köşesinde kaybolanlardandır.
Kendilerini Slav olarak bilen, fakat anadili olan Türkçeyi unutmayanlardandır. Bazı Kozak bölgelerinde onlar bugün bile eskiden olduğu gibi ana dillerinde konuşuyor. Gerçi buna ana dilimiz demiyorlar veya diyemiyorlar; ama bu bizim ev dilimiz diyorlar !
MİLLET NEDİR?
Bu dünyada çok farklı milletler yaşamakta. Sayısı tam olarak ne kadar belli değildir. Kime “millet” diyebiliriz ? Millet denilen sosyal kavram sadece bir ülkede yaşayan insanlar topluluğu değildir. Bir insan topluluğu sadece bir araya gelip, fakat ortak bir tarihi olmadan, başka bir deyişle ortak bir geçmişi olmadan ve ortak bir atadan gelmemişlerse kendilerini bir millet olarak adlandıramazlar.
Bir milletin oluşması asırlar boyu süren bir vetiredir. Bu, pek çok sebebe ve bazen beklenmedik durumlara bağlı olan tarihî bir süreçtir.
Kadim zamanlarda insanlar birbirine dikkat etmeyi, birbirini gözetlemeyi öğrenmişlerdi. Yavaş yavaş insanlık tarihinde, milletlerin medeniyet ve hayat tarzlarının münasebetlerini ve farklılıklarını içeren bilgiler birikmeye başlamıştır. Bu bilgiler daha sonra ayrı bir bilim dalını oluşturdu. Bu bilim dalının adı Etnografya. “Etnos” kelimesi “millet” ve “kabile” anlamına gelmektedir ki, etnografya da dünya milletlerini araştıran bilim dalıdır.
Etnografyanın oluşması bir tesadüf değildir. Bir devlet içindeki veya komşu devletler arasındaki kavgaların ve savaşların, bir anlaşmazlık üzerine başladığı çoktan dikkat çekmekteydi. Bundan dolayı etnografya bilgileri çok önemlidir. Bu bilgiler, dünyada barışı sağlamak açısından önemli bir yer tutmaktadır. Bu, barışın ve dostluğun temelidir!
İnsanlara, diğer insanlar arasında doğru ve huzurlu yaşamayı öğretir.
NEDEN FARKLI KONUŞUYORUZ?
Dünya milletlerini, öncelikle dilleri farklı kılmaktadır. Dil ve yazı, insan hayatında en önemli unsurlardır. Her milletin kendi dili, kendilerine has konuşma ve düşünce tarzı mevcuttur. Etnografya bilimi bunu vurgulamaktadır. Bilimin olmadığı eski zamanlarda dillerin nasıl oluştuğunu efsaneler anlatır.
Efsaneye göre, eski zamanlarda insanlar aynı dilde konuşuyorlardı. Ama bir gün büyük bir tufana maruz kaldılar. Çok az kişi kendini kurtarabildi. Bu afetin yıkıcı ve yok edici tesirlerine karşı, insanlar Babil’de gökyüzüne uzanan bir kale inşa etmeye başladılar. Bu hareket tanrıların kızmasına sebep oldu. Tanrılar kaleyi yıkarak imha ettiler. İnsanların tekrar bir araya gelip anlaşmalarına mani olmak için Tanrı, dilleri karıştırıp insanları yeryüzüne dağıttı. O günden başlayarak her millet ancak kendi öz dilini anlayabiliyordu. Efsaneye göre, güya milletler bu şekilde oluşmuştu.
Eğer bu efsaneyi kabul edersek, yetişmiş ormanların bulunduğu yüksek dağlık bölgede, dünyanın gökyüzüne en yakın bu yüksek ve temiz yerinde, bir milletin ortaya çıkmış olmasına ilgimizi teksif etmeliyiz. Bu güzel ve efsanevî yerin, bu ebedî yurdun adı Altay. Dünyanın en güzel yeri. Canlara can katan bir yer.
“Altay” kelimesinin anlamı nedir? Bazıları şimdi bu adı “altın dağlar” olarak tercüme ediyor. Bu yanlıştır. Kadim Türkler bu söze farklı anlam veriyorlardı. Onlar Altay’ ı, daha doğrusu vatanlarını Ata Yurt ve kutsal bir yer olarak adlandırıyorlardı.
Eski zamanlardan beri buralarda konuşulan dil Türkçedir. Bu dili önce Çinliler duymuştu. Çinliler ilk defa bu kavmi “Türk” veya “Tükü” olarak kaydetmişlerdir. Bu kelime Çince “sert”, “güçlü” anlamına gelmektedir. Çinlilerin kuzey komşusu olan, sarışın ve mavi gözlü Altaylılar, askerî bilgileri ve güçleriyle temayüz etmişlerdi.
ASIRLARIN KARANLIĞINDAN GÖRÜNENLER
Elbette etnograflar için Çin vak’anüvislerinin bilgileri çok önemlidir. Ama sadece onların verdiği bilgileri esas almak doğru değildir. Vakayinameler de tıpkı insanlar gibi bazı şeyleri abartabilirler. En dürüst insan bile bazı olayların akışını tam bilmediğinden, istemeden de olsa abartarak hata yapabiliyor.
Eski Çinliler, uydurma hikâyeleri kullanarak, sadece duyduklarına dayanan ve temeli olmayan şeyleri yazıyorlardı. Bilindiği gibi, Türkler, o dönemlerde Çin yurdunu tamamen istilâ etmişti. İn ve Çjou İmparatorluğu hanedanının gurur kaynağı olan büyük Çin ordusu, Türkler tarafından mağlup edilmişti. Çin İmparatorluğu, Türklere baş eğmek ve haraç ödemek zorunda kalmıştı. Belki de bundan sonra, Çin’ in komşusu olan bu millet için, “sert” ve “çok güçlü” anlamına gelen kelime, yani “Türk” sözü ortaya çıkmaya başlamıştır. Başka bir deyişle “yenilmez”… Acaba Çinliler böylece kendi “yenilgilerinin” mazeretini mi arıyorlardı ?!
Çin vakayinamelerinde Türklerin dış görünüşündeki farklılıklar da ifade edilmektedir. Bu bilgiler ne kadar güvenilir? Kadim Altay sakinlerinin saçlarını sarı ve gözlerini mavi olarak ifade ediyorlardı. Çince “Tükü” veya “Dinlini” demekteydiler. Bilindiği gibi Çin’de Türklerin bu dış görünüşüne sahip başka insanlar mevcut değildi.
Vak’anüvislerden biri Türklerin maymunlara benzediğini yazıyor. Başka bir karşılaştırma unsuru bulamadığından yazmış olabilir. Kendince güney Çin’ de yaşayan mavi maymunlarla gök mavisi gözlere sahip Türkler arasında bir çağrışım unsuru bulmaktadır. Türk milletinin diğer bir kısmı, yani Altay’ın doğusunda yaşayanlar hakkında ise, Çinliler farklı şeyler yazıyorlardı. Çinliler, onların dış görünüşlerine fazla dikkat etmiyorlardı. Çünkü görünüşleri kendilerine tanıdık geliyordu.
Bir millet, fakat iki yüz mü? Evet, tek kelimeyle böyle. Çağdaş bilim adamları, Çin vak’anüvislerinin bu bilgilerinin doğru olduğunu mükemmel bir şekilde ispatlamıştır. Ünlü Akademik¹ Mihail Mihailoviç Gerasimov’ un bu süreçte özel bir yeri vardır. Gerasimov, kadim mezar kazılarında bulunan kafatasının ve kemiklerin incelenmesi neticesinde, ölmüş bir insanın yüzünü ve figürlerini yeniden şekillendirmeyi öğrenmiştir. Gerasimov, en küçük ayrıntılarına kadar insan yüzünü yeniden inşa etmeyi başarmıştır.
Nasıl? Bu da bir bilim mi? Elbette ! Bu bilimin adı Antropolojidir. Gerçekten antropoloji mucizeler yaratan bir bilim dalıdır. İnsan portrelerinin tam ve doğru oluşu, çalışmanın mükemmelliğini gözler önüne sermektedir. Meselâ bilgin, mazideki ünlü kişilerin bazı tasvirlerini yeniden canlandırdı. Meselâ, Rus çarı İvan Groznıy, amiral Uşakov, büyük Türk hakanı ve astronomi bilgini Uluğbek’ in portrelerini yeniden yaptı.
Mihail Mihailoviç Gerasimov, bazı meşhur kişilere ait heykelleri eski Türklerin mezarlığındaki kurganlarda bulunan kafataslarını esas alarak yapmıştır. O pek çok Türk tipini yeniden canlandırdı… Bu yüzlere bugün de bazı şehir ve köy sokaklarında rastlayabilirsiniz. Şimdi biz Türklerin Altay’ a nasıl yerleştiğini öğrenmeye çalışacağız.
ÇALIŞMA ODASININ SESSİZLİĞİNDE YAPILAN KEŞİF
Arkeoloji, mazideki insan topluluklarını binlerce yıl önce bıraktığı maddî izlere dayanarak tarihi araştıran ilimdir. Kadim Altay çoktan beri âlimlerin dikkatlerini üzerine çekmiştir. XVIII. Yüzyılda buralarda, meskûn olmayan yerlerde tesadüfen, eski yerleşim bölgeleri, dünyada benzeri olmayan büyük kurganlar, abideler, saray yıkıntıları, heykeller, mezarlıklar ve mezar taşları bulunmuştur.
Eski ressamlar tarafından kaya üzerine yapılan resimler ve esrarengiz yazıtlar âlimleri hayrete düşürüyordu. Her şey çok mükemmel bir şekilde muhafaza edilmiştir! Fakat o güne kadar araştırılmamıştır.
Bu, paha biçilmez hazine hangi millete aittir? Bu bölgede kim yaşamıştır? Bu sorular uzun zamandır cevapsız kalıyordu. Sır dolu bir duman, Kadim Altay’ ı kaplamaya devam ediyordu.
“Akademik “ unvanı Rusya’ da Profesörlükten sonraki bir ilmî derecedir.
Danimarkalı Prof. Vilhelm Thomsen arkeologların yapamadığını yaptı. Her şey, Altaylardan uzaklarda sessiz sedasız bir çalışma odasında gerçekleşti. Danimarka’ da yapılan bu keşif 15 Aralık 1893 tarihinde, resmî olarak dünyaya ilân edildi. Prof. Thomsen, tartışılmaz bilgileri içeren beyannamesini Danimarka Kraliyet Bilim Vakfına sundu.
Bütün dünya Kadim Altay’ da yaşayan ve güya “kaybolan milletin” sırrını öğrenmiş oldu. Profesör, Kadim Altay’da kayalar üzerindeki esrarengiz yazıları mükemmel bir şekilde deşifre etmişti. Thomsen, bu yazıların Türk dilinde yazılmış olduğunu ispatladı. Türklerin vatanı ve Türk milletinin beşiği Kadim Altay’dır.
Daha sonra Çin vakayinameleri de bulundu. Bunlarda da Altay’ da yaşayan Türkler hakkında bilgiler vardı… Türk tarihi üzerindeki sis perdesi sanki XIX. Yüzyılda açılmış gibi gözüküyordu. Ama hayır. Gene olmadı. Çünkü âlimlerin çalışmalarının arasına siyaset girdi; araya gerçeği gizlemek isteyenler girdi.
TAŞLARIN DİLİ
Siyasetçiler için tarihi tahrif etmek çok kolay ve aynı zamanda önemli bir iş haline gelmiştir. Profesör Thomsen’in doğruluğu tartışılamaz beyannamesini bile dikkate almadan sanki hiç olmamış gibi davrandılar.
Arkeolojik bulgulara göre, Altay’da ilk kabileler bundan iki yüz bin yıl önce ortaya çıkmıştı. Bu kabileler güneyden, Hindiçin tarafından gelmişti. Asya’nın en eski yerleşim bölgeleri de orada bulunmuştur. Bu yerleşkelerin tarihi yaklaşık olarak bir milyon yıla dayanmaktadır.
Altay dağları kadim insanlar tarafından neden bu kadar seviliyordu? Sebep, tabiatın güzellikleri mi? Çok küçük ihtimal… Emniyetli oluşunu ve beslenme şartları açısından uygunluğunu ileri sürsek belki de daha doğru olur.
Her şey, son derece basit bir olayla başlamıştı. Çok sık görmeye alışık olmadığımız âlimlerden biri olan, arkeolog Aleksey Pavloviç Okladnikov, bir gün Gorno-Altaysk ilinde bir parkta dolaşıyordu. Küçük Ulalinka Nehri boyunca, patikada düşünceler içinde gezerken, nehir boyunca sağda solda dağılmış taşlardan biri gözüne çarptı. Taşı kaldırdı. İşte bu bir keşif idi. Bu an… Bu andan sonra her şey değişti. Okladnikov, bütün dünya tarafından tanınan bir âlim oldu.
Bu taş, ilkel insanların kullandığı taştan bir alet idi! Bu keşif tesadüf değildi. Okladnikov, bütün hayatı ile bu keşfe kendisini hazırlamıştı.
İlk çağ insanı, taştan kesici alet yapmak için, çakılın bir tarafını sivriltmişti. Nehir suları bir taşı bu şekilde sivriltemezdi. Bunu ancak insan yapabilirdi. Gerçek arkeolog binlerce taşın arasında tek olan o taşı mutlaka görür.
Okladnikov, Ulalinka Nehrinin yanındaki tepeye bir araştırma grubuyla geldi ve kazı işlerini başlattı. Her akşam bando çalınan şehirdeki bu bahçede, ilk insanların yaşadığı en eski yerleşim yerlerinden biri bulunmaktaydı. Hayretler içinde kalan insanların gözü önünde mağarayı açtılar. Böylece Altay’daki ilk çağ insanının en eski yerleşim bölgesi bulunmuştu. Bu yere, yakınında akan Ulalinka Nehrinin adından dolayı, Ulalinka adı verildi.
Daha sonra ilk çağ insanının Altay’ da yaşadığı diğer yerleşim bölgeleri de bulundu. Taştan yapılmış baltalar, bıçaklar, ok uçları, başka eşyalar ve eserler… Altay artık meşhur olmuştu. Bütün dünya Altay’ın sesini duydu. Bazı arkeolojik buluntular o kadar nadir rastlanan cinstendi ki, gören pek çok âlimi bile şaşırtıyordu. Diğer yerleşim bölgelerinde rastlanan buluntulardan çok farklı idi. Meselâ, taştan yapılmış bıçaklar ve hançerler bir tıraş bıçağı kadar keskindi. Onlarla rahatlıkla tıraş olunabilirdi. Çağdaş insan bile bu kalitede taştan aletler yapamazdı. Çünkü bunların yapılması için de aletler ve tezgâhlar lâzımdı.
Altaylılar ise, hiçbir alet ve tezgâh kullanmadan yapabilmişlerdi. Nasıl yapıyorlardı? Bunun açıklaması çok basittir. Gerçi, bu basit dehayı anlamak için arkeologlar fizikçilerden yardım istemiş ve birlikte deneme yapmışlardı. Bu sorunun cevabına birlikte ulaşmayı başardılar.
Meğer Altaylı ustalar, ilk çağ insanlarının yaptığı gibi taşı diğer bir taşla işlemiyorlarmış. Altaylılar taşı ateş ve suyla işliyorlardı. Dolayısıyla onların yaptıkları aletler dünyada tek örnektir.
Elbette, böyle ciddî bir işleme her taş dayanmazdı. Ancak bu işlem için çok nadir bulunabilen nefrit taşı (yeşim) kullanılabilirdi. Siyah damarlarıyla bu yeşilimsi mineral, yüksek dayanım özelliğine sahiptir. Altay’ da nefrit kaynakları mevcuttu. Altay sakinleri de bunu keşfetmiş ve kullanmıştı.
ALTAYDAN İLK GÖÇ
Kadim Altay’daki mağara hayatı binlerce yıldır devam ediyordu. İnsanlar geçimini eskiden olduğu gibi avcılık ve balıkçılıkla sağlıyordu. Ama gene de sakin görünen bu hayatta bazı değişiklikler oluyordu: Meselâ arkeologlar metalden yapılmış eşyalara rastlamaya başladılar. Bu eşyalar bronzdandır, yani bakır ve kalayın karışımından. Demek ki, Kadim Altay’ da taş devri yerini bronz devrine bırakmıştır. Artık bronzdan yaptıkları baltalarla ağaç kesebiliyorlardı!
Ağaç kesmek, sanki büyük bir iş mi diyebilirsiniz! Öncelikle tabiatın gücüne bağlılık sonsa ermiştir. İnsan mağaradan çıkmıştı! Artık kendisine ev yapabilirdi. Demek ki artık ağaçtan sıcak evler inşa etmeyi öğrenmişti. Bu ahşap evlere kuren adı veriliyordu.
Kuren özel bir ev tipidir. Bu evlerin penceresi, kapısı ve tahta kaplı zemini yoktu. Sadece duvarları ve çatısı vardı. Duvarlar dıştan toprak dolgu içine alınıyor veya yerin altına gömülüyordu. Kurenler yukarıdan sekizgen olarak görünüyordu. Kurenlerin girişi doğu yönünde idi. Bu asırlar boyunca sürecek bir Türk geleneğidir. Bildiğimiz kapı yerine deriden yapılmış bir perde asıyorlar, zemini de kuru ot veya samanla kaplıyorlardı. Kurenlerin ortasında bir ocak bulunurdu. Dumanın çıkması ve ışığın girmesi için çatıda bir baca deliği açılıyordu. En soğuk havalarda, ayazlarda bile bu kurenler sıcaktı.
Eski insanlar, kurenler inşa ederek, daha doğrusu yeni köyler inşa ederek, yavaş yavaş Altay vadilerine doğru açılıyorlardı. Tomruktan yaşılmış evler şüphesiz Altaylıların ürünüdür. Bu keşif, ilk çağ insanlarını mağaralardan geniş dünyaya çıkartan büyük bir keşiftir.
O çağlarda bazı kabileler Altay’dan kuzeye doğru, Ural’ a gitmişlerdi. Buraya geldiklerinde bilgilerini de getirmişlerdi. Ural’ da da aynı tarz kurenler inşa ediyorlardı. Ormanlarda ve nehir kıyılarında yeni köyler kurulmaya başlanmıştır. Bu izler bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Altay evleriyle hemen hemen aynıdırlar. Ev eşyaları, çalışma aletleri ve diğer pek çok eşyalar da aynıdır.
Arkeologlar, Ural’ da o çağlardan kalan şehir izlerine de rastlamışlardır. Demek ki, Altay’da da buna benzer şehirler olmuştur. Kadim Altay şehirleri biliniyor. Ama bu şehirlerin hiç araştırılmadığını da büyük bir esefle belirtmek istiyoruz.
Ama her şeye rağmen bu şehirler vardı! Bugüne kadar Ural’ da en iyi araştırılmış Arkaim şehrinin tarihi beş bin yıla uzanmaktadır. Arkaim şehrinde metal işleme ustaları yaşıyordu. Arkaim şehrinin hemen hemen her avlusunda bir metal işleme ocağı vardı. Bu ocaklar gece gündüz sönmeden çalışıyordu. Ural sakinleri yaptıkları bu ürünleri Altay’ a götürüyorlardı.
Altay’dan gelen kabileler Ural’da koloniler halinde yaşıyorlardı. Zamanla bir kısmı daha ileriye, iklimi yumuşak ve tabiatı zengin olan batıya gittiler. Hâlâ bir devlet olmayan, ama gelecekte kurulabilecek bir devletin halkını oluşturacak her koloni veya kabile, asırlar boyu kalacakları, yerleşime uygun yerler arıyordu.
İnsanların hayat tarzları gibi, dilleri de asırlar boyunca değişikliklere uğruyordu. Çoğu jest ve mimikten oluşan basit konuşma tarzı ile anlaşmak çok zor oluyordu. Sesler dili zenginleştiriyordu, fakat bu dil, ancak aynı kabilede yaşayanlar tarafından anlaşılabiliyordu. Önceleri basit de olsa sadece aynı dili bilen insanlar, zamanla birbirlerini anlamaya başlamışlardır.
Bir milletin oluşumu tahmin edilemeyecek kadar uzun bir süreçtir. Şüphesiz, her kabile bir millet oluşturamaz.
KADİM ALTAY’ IN KEŞFİ
Altay ile ilişkisini kesmeyerek, ara sıra oraya, öz vatanına uğramayı ihmal etmeyen o Ural muhacirleri de belki Türk olarak adlandırılmışlardır. Zaten Altaylılar da öyle adlandırılmakta idi. Gene de bu fikir tartışılabilir.
Arkaim, Sintaşt ve diğer Ural şehirleri şöhretin zirvesinde iken, Altay gölgede kalmıştı. İlk kahramanlar, sarp dağlardan ve yol vermez ormanlardan geçerek yollar açıyorlardı. Zapt olunamaz, ormanlarla kaplı dağlara tayga demişlerdi. Tanıdık bir kelime değil mi? Bugünlerde bu kelime hemen her yerde biliniyor. Ama bu kelimenin nereden geldiğini, nasıl ortaya çıktığını düşünenler çok az.
İlk göçmenler nasıl seyahat ederdi? Rastgele mi yol alınırdı? Kesinlikle hayır. Onlar, yolunu güneşe göre tespit ederlerdi. Gökyüzündeki yıldız haritasını okumayı öğrenmişlerdi. Çok iyi bildikleri nehirleri pusula gibi kullanarak, yollarını tespit ediyorlardı. Çünkü onlar, nehirlerin nerede doğduğunu ve nereye aktığını çok iyi biliyorlardı. Kadim dönemlerde Altaylardaki nehirlerin özel adlarının olmadığı ortadadır. Bilim adamlarının tahminlerine göre, önceleri bütün nehirler sadece “Katun” diye bir kelime ile adlandırılmıştır.
Sonra bu eski ad, Katun adı muhafaza edilerek, Altay’daki büyük ve önemli nehire, Katun Nehri’ne özel ad olarak verilmiştir. Beyaz karlı tepelerden başlayan diğer bir nehir ise, Biya diye adlandırılmıştır. Asırlara dayanan bu eski adlar coğrafî haritalarda ebedî izler bırakmıştır.
Biya ve Katun nehirleri coşku ile dağlardan, vadilerden geçerek, Kuzey Buz Denizi’ ne kadar akan, başka bir büyük ve geniş nehirle, Ob Nehri’yle birleşmektedir. Dikkat edilirse, bu adların hepsi,Türk kökenlidir! Biya ve Katun kelimelerinin Türk dilinde karşılığı “bey” ve “hatun” ; Ob kelimesi ise “nine” anlamına gelmektedir.
Demek ki, dağların, nehirlerin ve göllerin adlarını, yani coğrafî adları inceleyerek, bir millet hakkında çok şey öğrenebiliriz. Bu da bir ilimdir. Bu bilim dalına Toponimi denilmektedir. Bu alandaki uzmanların sayısı bir elin parmaklarından biraz fazladır. Çünkü, bu alanda çalışan bir bilim adamının tarih, coğrafya, dil ve etnografya gibi ilimlerde derin bilgilere sahip olması gerekir. Hemen hemen her şeyi bilmek zorundadır.
Eduard Makaroviç Murzayev bir toponimi uzmanıdır. Murzayev’ in “Türk Coğrafya Adları” isimli kitabı, Altay’ın ve Avrasya’nın pek çok sırrını açıklamıştır. Bu kitabı okuduktan sonra, coğrafya atlasına başka bir gözle bakmaya başlıyorsunuz. Meselâ, herkes tarafından bilinen Yenisey Nehri’nin adı çok şey ifade etmektedir. Bu nehrin kıyılarında Altaylılara ait çok eski, pek çok yerleşim bölgesi bulunmuştur. İlk Türklerin millet olarak tam buralarda göründüğüne dair rivayetler muhafaza edilmiştir. Türkler bu nehri, “Anasu” diye adlandırmışlardı. Bu da “Ana Su” demektir.
Eski Türklerde nehir ile, başka bir deyişle, su kavramı ile çok şey ifade edilmektedir. Meselâ, yeni doğmuş bir bebeği nehrin buz gibi soğuk suyuna daldırıp çıkartıyorlardı. Bebek hâlâ yaşıyorsa sağlıklı demekti; değilse kimse fazla üzülmüyordu. Millet sağlığını buna borçluydu! Güçlü anlamına gelen “Türk” kelimesi buradan gelmiş olamaz mı?
Dünyanın en derin ve en temiz gölü Baykal’ın adı ile bu adın eski dildeki anlamı çoktan unutulmuştur. Kadim Türklerin dilinde bu gölün adının anlamı, “kutsal göl” idi ve insanlar ona gururla “Bay Göl” diyordu. Baykal dağlarından doğan nehir ise, her şeyini, eski adını da tarihini de kaybetmiştir. Bugün, bu nehrin adı Lena. Halbuki, bu nehrin eski adı İli idi, yani “doğulu”. İli Nehri kadim Altay’ın en doğusundaki nehir idi. Altay soyundan gelen bazı insanlar, zor günlerde evlerini bu nehrin kıyılarında yapmışlardı. Eski zamanlardan beri bu havzada Türk dilinde konuşmalar duyulmaktadır.
Saha-Yakutistan’ın geniş toprakları bugün bilinen kadim Türk Dünyasının en gerçek ve nadir hazinelerinden biridir. Kadim Altay, tam olarak Bay Göl’ den ve Saha-Yakutistan’ dan başlıyor ve uzaklara, yani batıya, Avrasya bozkırlarına kadar uzanıyordu.
Toponimi, net ve doğru bir bilim dalıdır. Her milletin kendine has bir adlandırma üslubunun var olduğu anlaşılmaktadır. Meselâ, Türkler dağlara bir ad veriyordu, ama bu ad kötülüklere ve felâketlere yol açabilir diye telâffuz edilemiyordu. Dolayısıyla aynı dağın bazen iki, hatta üç adı olabilirdi… Dağların koruyucularına şirin gözükmek ve onların gözüne girmek için insanlar kurbanlar kesiyordu.
Kadim Türkler, bazı dağların tepesinde obo mabetleri kuruyorlardı. Günahlarından arınmak için buraya kurbanlar getiriliyordu. Bazı Kadim Altay dağlarının adlarında “Obo” kelimesi de bulunuyor. Meselâ Obo-Ozı, Obo-Tu. Günahkar kişi zirveye, günahının büyüklüğüne uygun ölçüde bir taş getirmek zorundaydı. Obo işte bu “af taşlarından” kuruluyordu.
Kadim Türkler, dağları kutsallaştırıyor ve affı da buralardan umuyordu. Altaylılar her dağı değil, sadece kutsal dağları ziyaret ediyorlardı. Bir dağ nasıl kutsal sayılıyordu? Neden? Elbette, bugün bunu kimse hatırlamıyor.
Üç tepeli Sümer Dağı her zaman için çok önemli olmuştu. Bu dağ, dünyanın, yani Meru’nun merkezidir. Burası Kadim Altay’ın en kutsal yeri idi. Kimse burada yüksek sesle konuşmazdı. Hiç kimse bu dağın etrafında ava çıkamazdı. Otlarını koparamazdı. Aksi günah sayılıyordu. Sonra daha başka kutsal zirveler olduğu da öğrenildi: Borus, Tanrı Han, Kaylas… Bayramlarda bu kutsal dağların eteklerinde binlerce insan bir araya geliyordu.
Kadim Türkler senede bir defa Çam Bayramı yapıyorlardı. Çam Bayramı büyükler ve çocuklar için çok beklenen bir bayramdı. Bu gelenek de unutulmadı.
ÇAM BAYRAMI
Altay’ da çam ağacının her zaman esrar dolu bir güzelliğe sahip olduğu kabul edilmiştir. Çam ağacı eski zamanlardan beri Türklerde kutsal sayılıyordu. Bu ağacın eve girmesine izin veriyorlardı. Üç-dört bin yıl önceleri, yani insanların çok tanrılı dinlerin tanrılarına inandıkları çağlarda, Çam ağacını ululamak için bayramlar yapıyorlardı. Törenler tanrıların ve ruhların dinlenme mekânında yaşayan, Yersu’ ya ithaf ediliyordu. Yersu’nun yanında aksakallı Ülgen² vardı. Ülgen, yeraltındaki altın çitli altın sarayında, altın bir tahtta oturuyor, gösterişli kırmızı bir kaftan giyiyordu. Güneş ve ay onun emri altındaydı.
Çam bayramı kışın tam ortasında, 25 Aralıkta başlıyordu. Bu tarihte gün geceyi yeniyordu. İnsanlar Ülgen’e dua ediyor ve iade edilen güneş için teşekkür ediyorlardı. Dualarının kabul edilmesi için de, Ülgen’in çok sevdiği bir çam ağacını süslüyorlardı. Eve getirdikleri çam ağacının dallarına parlak renkli, kurdele benzeri bezler bağlıyorlar ve yanına da hediyeler yerleştiriyorlardı.
İnsanlar güneşin karanlığı yenmesini kutluyor, bunun için bütün gece eğleniyorlar, “Koraçun, koraçun” diye naralar atıyorlardı. Bu bayramın adı Koraçun idi. Bu kelime, eski Türk dilinde “azalsın” anlamına gelmektedir. Gece azalsın, gün uzasın diye bağırıyorlardı.
Çam ağacı “Ülgen’in ağacı” olarak adlandırılıyordu. Çam ağacı bir mızrak gibi Ülgen’e yukarıyı, yani doğru yolu gösteriyordu.
Rusça’daki “yölka” kelimesi “yol” yani Türkçe’ deki “yol” kelimesinden doğmuştur; Yölka Rusça’ da çam ağacı demektir.
Aradan asırlar geçmesine rağmen bu eski bayram unutulmadı. Gerçi Ülgen’in adı değişti; Ded Moroz 3, Santa Klaus veya Noel Baba oldu. Ama onun bayramdaki rolü ve kıyafeti hiç değişmemiştir. Kaftan, şapka, kuşak ve keçeden yapılmış çizmeler, yani Ded Moroz’ un bütün kıyafeti Kadim Türklere ait.Murat ADJİ (1/4 bölüm)