TÜRKOĞLU
Aktif Üyemiz
Biz genelde Romalı, Rum, Yunan, Helen ve Bizans kelimelerini birbirine karıştırıyoruz.
Anadolu’da yaşayan Hıristiyan Rumları, Yunan kabul ediyoruz.
Bizanslı denince de, aklımıza hemen Rumlar ve dolayısıyla Yunanistan geliyor.
Oysa Rum, Helen (Grek) ya da Yunan değildir.
Rum: Romalı, Roma İmparatorluğu halkı demektir. Selçuklular devrinde, Anadolu, Rumlar’ın yani Romalılar’ın yaşadığı yer anlamında Rumeli idi.
Anadolu’daki Ortodoks Hıristiyanlara, Arapçadan gelen bir uygulamayla Romalı yerine Rum deniyordu. Bunların Helenler’le hiçbir ilgisi yoktur.
Ancak, deniz ticaretinin ön plânda olduğu bazı önemli kıyı yerleşimlerinin Helen kolonistlerce kurulduğu bilindiğinden, buralarda yaşayan Ortodoks Rumlar, yerli halkla kaynaşmış Helen kökenliler kabul edilebilir.
Helen yazar Dr. Georgios Nakracas’ın kaleme aldığı, “ Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni” isimli kitapta, örneğin Yalova bölgesinde, Helen kolonistlerin kurduğu bir yerleşimin olmadığı açıkça belirtilmektedir.
Esasen Rum kelimesinin Yunan ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur.
Bizim Yunanistan dediğimiz ülkenin resmi adı Helen Cumhuriyeti’dir.
Kendi dillerinde Ellas ya da Elleniki Dimokratia’dır.
Bizim söylediğimiz Türkçe Yunanistan adı, İonya’nın bozulmuş biçiminden gelir.
Batı dillerinde kullanılan Greece adının kökeni ise, bir Boitia kabilesine verilen, ancak daha sonra bütün Helenleri kapsayacak bir anlam kazanan Lâtince Graeci’ye dayanır.
Yabancı dille yazılmış bir coğrafya atlasında, Yunanistan isimli bir ülkeyle karşılaşamazsınız.
İÖ. 336 – 323 yılları arasında, günümüzdeki Makedonya’dan Hindistan’a kadar uzanan topraklarda büyük bir imparatorluk kurmuş olan Büyük İskender, Makedon’du.
Anadolu da, Büyük İskender’in topraklarına dahildi.
Tekrar ediyorum, Büyük İskender Makedon du ve tahta geçtiği zaman yaptığı ilk iş Tesalya’ya yani Yunanistan’a saldırmak olmuştu. (Makedonlar, Büyük İskender’i Yunan değil Makedon olarak kabul ederler. Yunanlar ise Büyük İskender’in Makedon olduğunu tartışmak dahi istemezler. Onlar için sadece Yunandır.)
Biz son derece yanlış bir şekilde, Büyük İskender dönemini Anadolu’da Yunan hakimiyeti dönemi olarak kabul ediyoruz.
Yani, bir bakıma Yunan propagandasına alet oluyoruz.
Böyle bir şey olabilir mi?
Roma İmparatoru Constantinus I, İstanbul’u ele geçirince kente Constantinopolis (Konstantin’ in Şehri), diyerek kendi adını vermişti.
İmparator Constantinus I da, Helen değildi.
Yani bizim bu gün Yunan dediğimiz ülkeden değildi.
Babası Constantius I, İllirya’ya Orta Avrupa’dan göç etmiş bir aileden geliyordu, Makedon’du ; annesi Helena ise Anadolu doğumluydu.
Bizans ismini, o imparatorluğun insanları hiçbir zaman kullanmadılar. Onlar kendilerine “ROMAİO”, yani Romalı diyorlardı. Örneğin, İmparator Alexios I Komnenos’un kızı Anna Comnena’nın yazdığı “Alexiad” isimli kitapta, Bizans adı hiç geçmez, onun yerine bol bol “Romans”, “Roman Army”, Roman Empire”, Roman Territory” isimlerine rastlanır.
İstanbul, uzun süre Constantinopolis, Neo Roma (Yeni Roma) isimlerle anıldı. Araplar da buraya, Kostantiniye diyorlardı.
395 yılında Roma İmparatorluğu, parçalandı.Ancak, Neo Roma (yani günümüzde İstanbul) imparatorluğun merkezi olarak kaldı.
Tarihçiler, daha sonraları, Doğu ve Batı Roma’yı birbirinden ayırmak, devlet ve toplum yapısının geleneksel yapılardan belirgin bir biçimde farklılaşmasını vurgulamak amacıyla, Doğu’daki Roma İmparatorluğu merkezine Bizans İmparatorluğu demeye başladılar.
Bizans adını ilk defa, 16 ncı yüzyılda, Alman tarihçi Hieronymus Wolf, Fatih Sultan Mehmet’in Konstantinopolis’i 1453 yılındaki fethinden 104 yıl sonra, 1557 yılında kullanmıştır; uydurma bir isimdir.
Hieronymus Wolf’un kaleme aldığı “Corpus Historiae Byzantinae” (Bizans Tarihi Bütüncesi) adlı kitabında parçalanan Roma İmparatorluğu’nun İtalya’da kalan bölümü ile esasen asıl Roma İmparatorluğu’nun merkezi Konstantinopolis arasındaki farkı netleştirmek için, doğuda kalan imparatorluğun asıl merkezine “Bizans İmparatorluğu” adını yaratmıştır.
Wolf’un bu düşüncesi, 1721 yılına kadar kabul görmemiştir.
Kabul edilebilir bir iddiaya göre de Wolf, Yunanlardan aldığı maddi destekle, Yunanların Konstantinopolis üzerinde bir hak iddia etmeleri için böyle bir imparatorluk yaratmıştır.
Daha sonraları tam bir Türk düşmanı olan Fransız yazar Montesquie, Bizans İmparatorluğu tanımını kullanarak bunu Fransız tarihçilere benimsetmeyi başarmıştır.
Günümüzde ise, Yunan propagandası etkisini göstermiş, esasen Yunanlarla hiçbir bağı olmayan ve Anadolu kültürüyle bütünleşen Roma İmparatorluğu, tam da Yunanların istediği biçimde, okullarımızda bile “Bizans İmparatorluğu” adıyla anılır olmuştur.
Prof. Dr. İlber Ortaylı, bu durumu şöyle açıklar:
“Tarihte hiçbir zaman Bizans devleti diye bir devlet olmamıştır. Bizans denilen imparatorluk, gerçekte Roma İmparatorluğu’dur. Bizans ismini, o imparatorluğun insanları hiçbir zaman kullanmadılar. Bizans adı, 16 ncı yüzyılda Alman alimlerinden Hieronymus Wolf’un uydurduğu bir isimdir. “
Bizim bu gün, Yunanistan adını verdiğimiz ülkede yaşayanların, kendilerinin propagandasını yaptığı ve iddia ettiği gibi, Roma İmparatorluğu ya da Bizans’la hiçbir ilgileri, aralarında kan bağları yoktur.
İşin ilginç tarafı, 1453 yılında, İstanbul’un fethinin gündemde olduğu sıralar, İstanbul’da yaşayanlar, Atina civarında yaşayanlar tarafından hiçbir şekilde benimsenmemişti.
O kadar ki, Fatih Sultan Mehmet, Roma İmparatorluğu’nun meşru imparatoru denilecek kadar yakın ilgiyle kabul edilmişti.
Biz, her fırsatta “ İstanbul’u 1453’te Yunanlardan aldık” dedik.
Biz böyle dedikçe, (uyanan) Yunanlar da, (hiç ilgileri olmamasına rağmen) İstanbul’un kendilerine ait olduğunu söylemeye başladılar.
Tekrar ediyorum, tarihi bir realite olarak, Rum’un Yunanistan’la yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Doğal olarak İstanbul’un da Yunanistan’la bir ilgisi yoktur.
BİZANS’IN MİRASÇISI KİM ? YUNANLAR MI, TÜRKLER Mİ?
Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te yıktığı (başkent Konstantinopolis’le sınırlı kalmış) Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı kimdir?
Sadece bu bölümde, konunun daha iyi anlaşılması için, başkenti Konstantinopolis olan Roma İmparatorluğu’na “Bizans” denilecektir.
Bizans adı, Boğaziçi’nin Avrupa yakasında Bizantion adındaki eski bir yerleşimden gelir.
İstanbul’un ilk çekirdeği olan kent, (şimdilik bilinen verilere göre) Bizantion’dur.
Ancak, İstanbul’un tarihi çok daha eskilere dayanır.
Burada, çok daha önceden yaşadıkları bilinen Trak kavimlerine ait izler bulunmuş; Özellikle Yarımburgaz Mağaraları’nda İÖ. 100 000 yıllarına tarihlenen objelerle karşılaşılmıştır.
Bu da bu bölgedeki yerleşimin tarihinin çok eskilere gittiğini göstermektedir.
Marmaray projesi kapsamında Yenikapı’da yapılan arkeolojik kazıda 8 500 yıllık mezar bulundu. Neolitik (Cilalı Taş Devri) dönemine ait iskeleti inceleyen arkeologlar, tek görüşte birleştiler:
“Yunanların, ‘İstanbul’u Yunanlar kurdu’ tezi tamamen bitti.”
Bu günkü Yunanistan’ın, Attiki ilinde, Saron Körfezi kıyısında antik bir kent olan Megara’dan gelen kolonistler, İstanbul Boğazı’nın iki yakasına ve Marmara Denizi kıyılarına yerleşerek İÖ. 676’da Khalkedon (Kadıköy)’ü, İÖ. 660’da da eski bir yerleşim alanına (genel olarak bugünkü Topkapı Sarayı’nın bulunduğu bölgede) Byzantion’u kurdular.
Kabul edilen söylenceye göre, kolonistlerin şefinin adı, Byzas’tır.
Filolojik veriler, “ İON” ekinin İÖ. 13 ncü yüzyıl sonunda Trakya’dan Anadolu’ya geçen Frigler’e ait olduğunu, ortaya koymaktadır.
Bu İON adı, Küçük Asya yer adlarında çok rastlanan bir ektir.
“ Byzant” sözcüğündeki “NT” ekinin İÖ. 3 000 yıldaki yer adlarıyla bağlantısı bulunduğunu açıklamaktadır.
(Sonradan uydurulan ) Bizans adı, işte bu kolonistlerin şefinin adından esinlenerek yaratılmıştır.
Bazı tarihçiler, gelen kolonistlerin burada yaşayan yerli halkla kaynaştığını ve Bizantion’un kültürünün eski Trak halklarının kültürlerinden izler taşıdığını söylerler.
Roma İmparatorluğu bölgeye hakim olduktan sonra, önceleri Roma İmparatorluğu’nun dili olan Lâtince, doğudaki topraklarının birleştirici dili olan Grekçe ile birlikte kullanılırken, 6 ncı yüzyıldan itibaren yalnız Grek dili hâkim olmuş ve böylece kalmıştır.
Bizans medeniyeti, Akdeniz’in doğu bölgesinde, Roma İmparatorluğu’ndan miras kalan devlet sistemiyle yönetilen, Hıristiyan inancında ve eski Grek dilini kullanan bir topluluğa dayanır.
Bizans, ortaçağın en önemli dünya devleti olduğuna göre, yakın ilişkisi bulunan çevreler ve ülkelere etkileri olması ve onlardan da etkilenmesi doğaldır.
Bizans İmparatorluğu’nun medeniyet tarihindeki varlığı, Roma’dan miras kalan gelenekler, Helenistik çağın estetik bilgileri, Hristiyan inancının mistik duyguları, Anadolu insanının yaratıcı gücü ve tecrübesi, nihayet Yakındoğu’dan sızan çeşitli teknik ve estetik örneklerin az veya çok karışımı ile meydana gelmiştir.
Bütün bu akımların birleşip toplandıkları ve bir sentezden geçerek uygulandıkları yer ise imparatorluğun başkenti Bizantion (Konstantinopolis) şehri olmuştur.
Sir William Ramsey, Rum’lukla ilgili bir gerçeği dile getirir,
”Anadolu Rumluğu DİN üzerine yerleştirilmiş bir millettir. Doğrudan doğruya bir millet değildir. Anadolu’da milliyet ve millet manasında Rumluk yoktur.”
Anadolu Rumlarının Grekliği Prof. Manfreal Korfman’ın 1998 yılında Truva kazılarındaki bulgularıyla artık iyice tartışmalı bir hale gelmiştir. Bulgular Truvalıların Grek olmadığını, dillerinin bir Anadolu dili olan Luvice olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
BİZANS’TAN KALANLAR
Geçmişte de, Rum denince, bugünkü anladığımız anlamda Yunan değil, Romalı anlaşılıyordu.
Bu durum, Osmanlılar için de böyleydi.
Yıldırım Bayezid, Kahire’deki Halife’ye armağanlarla giden bir diplomatik kurul göndermiş, “ Rum Sultanı” unvanının kendisine verilmesini istemişti. Memlûklular da, o sırada Timur tehlikesi yaklaştığı için buna izin vermişlerdi.
Kısacası, Osmanlı sultanları için “Rum Sultanı” olmak çok önemliydi.
Sonunda Fatih Sultan Mehmet, diplomasiyle değil, kılıç gücüyle Rum Sultanı oldu; İstanbul’u fethettiğinde, neyi ele geçirdiğini çok iyi biliyordu. Mektuplarını “Kayser-i İklim-i Rum“ sıfatıyla imzalamaya başladı.
Bizanslı ve Osmanlı, birbirlerine paradoksal bir ilişkiyle bağlıdır.
Esasen Doğu Roma (Bizans) ile Osmanlı imparatorlukları, arka arkaya aynı bölgeleri (Anadolu-Balkanlar, Karadeniz ve Doğu Akdeniz) ve aynı başkenti (Kostantiniyye- İstanbul) kullanmışlardır.
Osmanlı, 1453’te İstanbul’u ele geçirdikten sonra kente Konstantiniyye demeye devam etmiştir.
İmparator Konstantin’in İstanbul’u başkent yapıp Konstantinopolis adını verdiği 330’dan günümüze kadar, sözü edilen hakimiyet bölgesine yeni halklar (Slavlar, Bulgarlar, Türkler, vb) girmiş ve yeni oluşumlar ortaya çıkmıştır.
Bu durumda bir süreklilikten söz etmemek mümkün değildir.
Stefanos Yeresimos’un da belirttiği gibi, en azından zamanda, mekanda ve toplumların evriminde bir süreklilik vardır.
Ancak süreklilik tartışması, en azından 19. yüzyıldan beri, imparatorluktan çıkan ulus devletlerin geliştirdikleri ideolojiler çerçevesinde cereyan etmektedir.
Milliyetçi ideolojiler, halkların kendilerine has ve nerdeyse ırsi yetenekleri olduklarına, ve bunların en iyi en üstün olanlarının kendi halklarına ait olduğuna inandıklarından, bu özellikleri ancak bozabilecek nitelikte olan dış etkilere ilke olarak karşıdırlar.
Onlar için etkilenme bozulma ile eşdeğerdir.
Bu durumda, Yunan ve Türk milliyetçi söylemleri, Bizans ve Osmanlı geçmişini sahiplenirken, bu iki medeniyetin birbirlerinden etkilenmiş olabileceği fikrini milli bir hakaret olarak algılaya gelmişlerdir.
Daha önce Batı’nın Katolik-Ortodoks karşıtlığından yola çıkarak geliştirmiş olduğu ve 11 yüzyıllık Doğu Roma İmparatorluğu tarihini sürekli bir gerileme dönemi olarak görmek isteyen Türk milliyetçiliği, “köhne Bizans” algılamasını sahiplenerek kendisini, çökmüş, iletecek hiç bir değeri olmayan bir medeniyetin yerine geçerek yöreye “taze kan” getiren bir öğe olarak kabul etmiştir.
Yunan milliyetçiliği ise, antik Yunan medeniyetinin Hıristiyan devamcısı Bizans’ın taşıdığı değerlerin, Türk “barbarlığına” bulaşmadan modern Yunanistan’a ulaşıldığına inanmaktadır.
Bu görüşler geniş ölçüde bilim dünyasını da etkilemiştir.
Bizans uzmanları “Bizans ve Bizans sonrası” kongreleri düzenlerken, Osmanlı araştırmacıları “Osmanlı ve Osmanlı öncesi” sempozyumları yapmaktadır.
Soru hep aynıdır: Kim, diğerinden etkilenmiştir?
Eğilim “bizim” tarafın karşı taraftan asla etkilenmediğini, karşı tarafın ise bizden etkilendiğini ancak bu etkilerin kötü bir kopyadan ileri gidemediğini kanıtlamaya çalışmaktır.
Etki asla bir sentez olarak değil, bir etken-edilgen ilişkisi olarak görülmüştür.
Dolayısıyla, etkiyi alan, edilgen olarak algılanıp küçümsenmiştir.
Aslında, genel değer yargılarına düşmeden, konuyu nesnel olarak ele almak kolay değildir.
Biz de, konuya bir ucundan yaklaşalım.
Bizans’tan çok şey, Osmanlı’ya geçmiştir.
Örneğin devlet yapısında Din’i ele alalım.
Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlık doğuda olduğu gibi batıda da yayıldı, ama doğuda devletle iç içe gelişti.
Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu Hıristiyanlığı alabildiğince yüceltti, aynı zamanda da kurum olarak kendi dünyevi egemenliği altına aldı.
Sonuçta Batı’da laiklik, Doğu’da bir çeşit teokratik devlet geleneği ortaya çıktı.
Bir görüşe göre, bu teokratik devlet tipi, Bizans’ın Osmanlı’ya bıraktığı bir mirastır.
Doğu Roma (Bizans) İmparatoru dünyevi iktidarın başı olduğu kadar, kilisenin de başıydı.
Ortodoks Kilisesi’nin patriği, imparatorun vekili ve memuruydu. Osmanlı’daki Şeyhülislâm’ın konumunu unutmayalım.
İslam’da da din ve devlet işleri ayrılmaz; ama arada önemli bir fark vardır: İslâm’ın teorisine göre din devlete egemendir.
Sayın Murat Belge, konuyla ilgili bir çalışmasında bunu şöyle yorumluyor:
“Sünni İslam’ın dört büyük kolundan Hanefilik, aslında bu yeni ihtiyaca verilmiş bir cevaptır. Devlet yöneticisine yeni yasa yapma hakkı tanır. Dolayısıyla bütün büyük İslâm imparatorlukları Hanefi olmayı tercih etmiştir.”
Bizans’tan çok şey Osmanlı’ya geçmiştir demiştik ya, bunlardan biri de tavla’dır.
Çok kişinin buna hemen “Hayır” diyeceğini biliyorum.
Tavlanın geliştirildiği oyunların geçmişi İÖ. 3000 yıllarına değin iner. Eski Romalılar, modern tavlanın aynısı olan bir oyun oynarlardı. Ama görünüşe bakılırsa biz tavlayı Bizans’tan değil, İran’dan aldık. Çünkü zarları Farsça sayıyoruz.
Kılıç ve Kalkan balıklarının adı Türkçedir, bunun dışında tüm balık adları Bizans’ın dili olan ve bizim Yunanca dediğimiz Grekcedir.
Gemicilik terimleri de böyledir.
Bugün Türkiye’de bulunan kaleler, su kemerleri ve kiliselerin çok büyük bir kısmı Bizans’tan kalmadır.
Anadolu’daki yolların çoğu, Bizanslılar tarafından yapılmış yollardan geçer.
Selçuklular ve Osmanlılar Bizans yollarını kullanmışlardır.
Cumhuriyet döneminde de genellikle bu yollar geliştirilmiş ve karayolu şebekesine çevrilmiştir.
Bizanslılar sarnıçlara da önem verirlerdi.
Bugün Anadolu’da kıyıda köşede karşımıza çıkan sarnıçlar hep Bizans’tan kalmadır.
Halen Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki kaplıcalarda, Roma ve Doğu Roma (Bizans) dönemine ait kalıntılar bulunmaktadır.
Anadolu’da kaplıcalar ve ılıcaların genelde Osmanlı öncesinden beri varlıkları bilinmektedir.
Harem ve Haremağası da, Osmanlı’ya Bizans’tan girmiştir.
Bir konutun kadınlara ayrılan bölümüne Harem deniyor. Osmanlı camilerinde iç avluya verilen isim de Harem… Ayrıca bu sözcük, haremdeki kadınların tümü için de kullanılıyor…
Harem genellikle Müslümanlara özgü bir uygulama olarak düşünülürse de, İslâm öncesi Ortadoğu uygarlıklarında da haremlerin olduğu bilinmektedir.
Kadınların örtünmelerini ve onların yaşadığı mekânların erkeklerinkinden ayrılmasını İslam ortaya çıkarmamış, ama bu uygulamayı pekiştirmiş ve ulaştığı bütün toplumlara yaymıştır.
Haremin, kadınların toplum yaşamından yalıtılmasının aracı olarak kurumsallaşması, İslâm toplumlarının sonraki evriminin ürünüdür.
Eski antik Yunan evlerindeki (Gynaikeion) ya da (Gynaikonitis) da kadınlara ayrılmış bir bölümdü.
Harem teşkilatı, Fatih Sultan Mehmet zamanında, Bizans sarayı örnek alınarak kuruldu.
Köle tüccarları, Afrika’nın çeşitli yerlerinde toplayıp hadım ettikleri siyah çocukları kısa bir eğitimden sonra satarlardı. Harem ağalarına yani bu tip erkeklere verilen EUNUQUE (yatak hizmetçisi) tabiri aslen Yunancadır.
Bunların yetiştirilmesindeki esas gayesi, kadınların yatak odalarına ait hizmetleri görmek teşkil ederdi. Bizim saray tabirleri arasındaki Harem Ağası sözü de Eunuque‘ün en yakın karşılığıdır. Yunanlılardan önce ilk defa nerede ve nasıl kullanıldığı bilinmemesine rağmen, Mısır, İran ve Roma saraylarında kullanıldığı kesindir.
Osmanlı sarayına ilk haremağası Yıldırım Beyazıd (1389- 1402) döneminde alındı. 1517’de Mısır’ın fethinden sonra, bu eyaletin Beylerbeyleri her yıl çok sayıda hadım edilmiş köleyi saraya göndermeye başladılar.
KÂZIM MİRŞAN’A GÖRE YENİ BİR BAKIŞ AÇISI:
Kâzım Mirşan, tarihi olgulara yaklaşımıyla dikkat çekmiş ve Türk tarihine yeni bir bakış açısı getirmiş, önemli bir tarihçimizdir.
Onun, konuyla ilgili yaklaşımını da, bu inceleme içinde, özet olarak almakta yarar görüyorum.
1. Drahmi, bir para birimidir.
Atina’da, çeşitli yerlerde yapılan kazılarda İÖ. 520/510’da Atina’da basılmış, madenden bir drahmi (para) bulunmuştur.
Bu drahminin bir eşi de Elmalı hazinesinde çıkmıştır.
Drahminin bir yüzünde, baykuş resmi vardır.
Baykuşun sağında, aşağıya doğru uzanan (A O E ) harfleri görülmektedir.
A O E, Ön-Türkçe birer damgadır.
A = AT, egemen.
O, ortasında noktası ile ON (Ong) başarı.
E= UÇ, lider.
Yani AOE = EGEMEN, BAŞARI(lı), LİDER demektir.
Buradan, İÖ: 600 yıllarında, Yunanistan Yarımadası’nda Ön-Türk kültürünün olduğunu anlıyoruz.
(Kâzım Mirşan, ayrıca Yunanistan’da 100 Pelasg yazıtını çözmüş ve bunların Ön- Türkçe olduğunu açıklamıştır. )
2. Latin Alfabesi A ile başlar.
Bunun çıkış noktasına gelince…
Etrüskçe’nin bugün artık Ön-Türkçe olduğu kesin kabul görmüştür.
Etrüksçe yani Ön-Türkçe:
AT ÖKÜDÜÇ, EB-İL UQUNUSUQ OLUMUN OQUŞUNUPULT ESİDİR EZİSİG UQUSUNUÇ cümlesi, (Düşünceleri halka anlatmayı sağlayan kutsal şekiller ) demektir. Bunun anlamı da alfabedir.
Cümlenin başındaki A diye okunan AT, Ön- Türkçe bir damgadır ve (Tanrıya erişmek üzere canın vücudun dışına AT/ılması) anlamını verir.
3. İstanbul’un tarihi anlatılırken, yörenin tarihi genellikle Bizans’la başlatılmaktadır. Oysa, bu tarih çok daha eskilere gitmektedir.
Yarımburgaz Mağarası’nda 100 000 yıl önceye ait buluntular ele geçmiştir. Bu bulgular arasında İÖ. 6 000 yıllarına tarihlenen OZ damgalı bir toprak kap, Fikirtepe’de de OQ damgası olan bir başka toprak kap bulunmuştur. Her iki kap, İstanbul Arkeoloji Müzesi katalogunda 7750 ve 3432 No. ile yer almaktadır.
Sarayburnu’nda, İÖ. 900 yıllarında LYGOS adlı bir balıkçı köyünün olduğu bilinmektedir.
İmparator Constantinus I, İS. 330’da burada yeni bir şehir kurmuş, daha sonra başkent yapmış ve adını Konstantinopolis koymuştur.
Lygos ile Konstantinopolis arasında 1330 yıllık bir boşluk vardır.
Yarımburgaz ve Fikirtepe’deki kalıntılar arasında bulunan ve İÖ. 6 000 yıllarına tarihlenen toprak kaplar üstündeki OQ ve OZ damgaları, Ön- Türk kültürünün bu yöredeki varlığının delilidir.
OZ damgalarının arka arkaya dizilmesi HASIR ÖRGÜ diye adlandırılmıştır. Çok sevilen bir kenar motifi olarak günümüze kadar gelmişlerdir; genelde, mozaik panoların etrafını bezemek için kullanılmıştır.
OQ motifi ise, toprak kap üzerinde 5’li grup halindedir; boşluklar ED damgasını verirler. Bu şekil halk arasında SİNEK AYAĞI diye geçer. Osmanlı giyim eşyasında BEYLİK MÜHÜR olarak kullanılmıştır.
İÖ. 2 000 yıllarında, Anadolu ve Rumeli Hisarları arasındaki bölgeden, atlarıyla boğazı geçen bir halk, günümüzdeki Erenköy civarında,, ak mermer sütunlu ve süslü mermer kornişli bir saray yaptırmışlar ve binanın giriş kapısı üzerine güzel bir Ön-Türkçe ile şu yazıyı yazmışlardır :
UW-ON : AT-ATA, UÇ ETİLİS ESİS
Bu yazının anlamı : (Kutsal On: At-Ata’nın lider ediliş anısına) demektir.
Bu alfabe, o dönemde bütün Anadolu’da kullanılmıştır.
4. Bu kültürel köken üzerinde, merkezi OY-OG (İstanbul) olan bir Ön- Türk devleti olan OY- URUM ATIN kurulmuştur. Bu durum, Şine Usu Bitig Taşı’ndan anlaşılmaktadır. Bu taşın tarihi İÖ. 600’ler olarak belirlenmiştir. Taşta anlatılan olaylar da İÖ. 516’yı kapsamaktadır.
Moğolistan’da, Şine Usu Irmağı yöresinde, Finliler tarafından 1909’da bulunan ve Ramstedt tarafından 1918’de yayınlanan SİNE USU BİTİG TAŞI’nın 15 nci bölümünde, İstanbul’da kurulmuş olan tarihteki ilk devlet OY-URUM ATIN, başkenti OY- OĞ (İstanbul)’da tahta geçen Ürün Beğ’in Persler’e karşı yardım istemesi ve Önre Binabaşı’nın 20.7. 516’da hücuma geçtiğini anlatır.
5. Prof. Dr. Metin Tekin’in, Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan Bizans Sikkeleri isimli kitabında açıkladığı Kandıra hazinesi bölümünde, ele geçen sikkelerin üzerinde (Oy- ÖG- ÜY) damgalarına rastlanmıştır. Tarih olarak da İÖ. 500’ler verilmiştir.
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde, Bizans Sikkeleri bölümünde 1 numarada kayıtlı olan para İÖ. 5 ‘nci yüzyıla tarihlenmektedir ve Kâzım Mirşan, bu paranın bir yüzündeki (OY ÖGÜY) yazısını “düşünme yeteneği” , diğer yüzündeki (ÖG,ÖG,ÖG,ÖG) yazısını “yüksek seviyede düşünce“ şeklinde okumuştur.
ÖG diye okunan damga, daha sonraları Grek alfabesine gama harfi olarak girmiş ve dört ÖG’ün döner şekilde tertip edilmesinden meydana çıkan haç şekli, Yunanca (Gamalı haç) diye okunmuştur.
Ön-Türklerde yüksek düşünceyi ifade eden bu damga, Nazilerde insanlık suçu sembolü olarak kullanılmıştır.
İstanbul Ayasofya, Trabzon Ayasofya, Roma’da San Giovanni in Laterano kiliselerindeki kutsal resimlerdeki yazılar, Ön-Türkçedir.
Umarım Romalı, Rum, Yunan, Helen ve Bizans arasındaki farkı birazcık da olsa açıklayabilmiş, konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşım sağlayabilmişimdir.
Alıntı
Anadolu’da yaşayan Hıristiyan Rumları, Yunan kabul ediyoruz.
Bizanslı denince de, aklımıza hemen Rumlar ve dolayısıyla Yunanistan geliyor.
Oysa Rum, Helen (Grek) ya da Yunan değildir.
Rum: Romalı, Roma İmparatorluğu halkı demektir. Selçuklular devrinde, Anadolu, Rumlar’ın yani Romalılar’ın yaşadığı yer anlamında Rumeli idi.
Anadolu’daki Ortodoks Hıristiyanlara, Arapçadan gelen bir uygulamayla Romalı yerine Rum deniyordu. Bunların Helenler’le hiçbir ilgisi yoktur.
Ancak, deniz ticaretinin ön plânda olduğu bazı önemli kıyı yerleşimlerinin Helen kolonistlerce kurulduğu bilindiğinden, buralarda yaşayan Ortodoks Rumlar, yerli halkla kaynaşmış Helen kökenliler kabul edilebilir.
Helen yazar Dr. Georgios Nakracas’ın kaleme aldığı, “ Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni” isimli kitapta, örneğin Yalova bölgesinde, Helen kolonistlerin kurduğu bir yerleşimin olmadığı açıkça belirtilmektedir.
Esasen Rum kelimesinin Yunan ile yakından uzaktan bir ilgisi yoktur.
Bizim Yunanistan dediğimiz ülkenin resmi adı Helen Cumhuriyeti’dir.
Kendi dillerinde Ellas ya da Elleniki Dimokratia’dır.
Bizim söylediğimiz Türkçe Yunanistan adı, İonya’nın bozulmuş biçiminden gelir.
Batı dillerinde kullanılan Greece adının kökeni ise, bir Boitia kabilesine verilen, ancak daha sonra bütün Helenleri kapsayacak bir anlam kazanan Lâtince Graeci’ye dayanır.
Yabancı dille yazılmış bir coğrafya atlasında, Yunanistan isimli bir ülkeyle karşılaşamazsınız.
İÖ. 336 – 323 yılları arasında, günümüzdeki Makedonya’dan Hindistan’a kadar uzanan topraklarda büyük bir imparatorluk kurmuş olan Büyük İskender, Makedon’du.
Anadolu da, Büyük İskender’in topraklarına dahildi.
Tekrar ediyorum, Büyük İskender Makedon du ve tahta geçtiği zaman yaptığı ilk iş Tesalya’ya yani Yunanistan’a saldırmak olmuştu. (Makedonlar, Büyük İskender’i Yunan değil Makedon olarak kabul ederler. Yunanlar ise Büyük İskender’in Makedon olduğunu tartışmak dahi istemezler. Onlar için sadece Yunandır.)
Biz son derece yanlış bir şekilde, Büyük İskender dönemini Anadolu’da Yunan hakimiyeti dönemi olarak kabul ediyoruz.
Yani, bir bakıma Yunan propagandasına alet oluyoruz.
Böyle bir şey olabilir mi?
Roma İmparatoru Constantinus I, İstanbul’u ele geçirince kente Constantinopolis (Konstantin’ in Şehri), diyerek kendi adını vermişti.
İmparator Constantinus I da, Helen değildi.
Yani bizim bu gün Yunan dediğimiz ülkeden değildi.
Babası Constantius I, İllirya’ya Orta Avrupa’dan göç etmiş bir aileden geliyordu, Makedon’du ; annesi Helena ise Anadolu doğumluydu.
Bizans ismini, o imparatorluğun insanları hiçbir zaman kullanmadılar. Onlar kendilerine “ROMAİO”, yani Romalı diyorlardı. Örneğin, İmparator Alexios I Komnenos’un kızı Anna Comnena’nın yazdığı “Alexiad” isimli kitapta, Bizans adı hiç geçmez, onun yerine bol bol “Romans”, “Roman Army”, Roman Empire”, Roman Territory” isimlerine rastlanır.
İstanbul, uzun süre Constantinopolis, Neo Roma (Yeni Roma) isimlerle anıldı. Araplar da buraya, Kostantiniye diyorlardı.
395 yılında Roma İmparatorluğu, parçalandı.Ancak, Neo Roma (yani günümüzde İstanbul) imparatorluğun merkezi olarak kaldı.
Tarihçiler, daha sonraları, Doğu ve Batı Roma’yı birbirinden ayırmak, devlet ve toplum yapısının geleneksel yapılardan belirgin bir biçimde farklılaşmasını vurgulamak amacıyla, Doğu’daki Roma İmparatorluğu merkezine Bizans İmparatorluğu demeye başladılar.
Bizans adını ilk defa, 16 ncı yüzyılda, Alman tarihçi Hieronymus Wolf, Fatih Sultan Mehmet’in Konstantinopolis’i 1453 yılındaki fethinden 104 yıl sonra, 1557 yılında kullanmıştır; uydurma bir isimdir.
Hieronymus Wolf’un kaleme aldığı “Corpus Historiae Byzantinae” (Bizans Tarihi Bütüncesi) adlı kitabında parçalanan Roma İmparatorluğu’nun İtalya’da kalan bölümü ile esasen asıl Roma İmparatorluğu’nun merkezi Konstantinopolis arasındaki farkı netleştirmek için, doğuda kalan imparatorluğun asıl merkezine “Bizans İmparatorluğu” adını yaratmıştır.
Wolf’un bu düşüncesi, 1721 yılına kadar kabul görmemiştir.
Kabul edilebilir bir iddiaya göre de Wolf, Yunanlardan aldığı maddi destekle, Yunanların Konstantinopolis üzerinde bir hak iddia etmeleri için böyle bir imparatorluk yaratmıştır.
Daha sonraları tam bir Türk düşmanı olan Fransız yazar Montesquie, Bizans İmparatorluğu tanımını kullanarak bunu Fransız tarihçilere benimsetmeyi başarmıştır.
Günümüzde ise, Yunan propagandası etkisini göstermiş, esasen Yunanlarla hiçbir bağı olmayan ve Anadolu kültürüyle bütünleşen Roma İmparatorluğu, tam da Yunanların istediği biçimde, okullarımızda bile “Bizans İmparatorluğu” adıyla anılır olmuştur.
Prof. Dr. İlber Ortaylı, bu durumu şöyle açıklar:
“Tarihte hiçbir zaman Bizans devleti diye bir devlet olmamıştır. Bizans denilen imparatorluk, gerçekte Roma İmparatorluğu’dur. Bizans ismini, o imparatorluğun insanları hiçbir zaman kullanmadılar. Bizans adı, 16 ncı yüzyılda Alman alimlerinden Hieronymus Wolf’un uydurduğu bir isimdir. “
Bizim bu gün, Yunanistan adını verdiğimiz ülkede yaşayanların, kendilerinin propagandasını yaptığı ve iddia ettiği gibi, Roma İmparatorluğu ya da Bizans’la hiçbir ilgileri, aralarında kan bağları yoktur.
İşin ilginç tarafı, 1453 yılında, İstanbul’un fethinin gündemde olduğu sıralar, İstanbul’da yaşayanlar, Atina civarında yaşayanlar tarafından hiçbir şekilde benimsenmemişti.
O kadar ki, Fatih Sultan Mehmet, Roma İmparatorluğu’nun meşru imparatoru denilecek kadar yakın ilgiyle kabul edilmişti.
Biz, her fırsatta “ İstanbul’u 1453’te Yunanlardan aldık” dedik.
Biz böyle dedikçe, (uyanan) Yunanlar da, (hiç ilgileri olmamasına rağmen) İstanbul’un kendilerine ait olduğunu söylemeye başladılar.
Tekrar ediyorum, tarihi bir realite olarak, Rum’un Yunanistan’la yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Doğal olarak İstanbul’un da Yunanistan’la bir ilgisi yoktur.
BİZANS’IN MİRASÇISI KİM ? YUNANLAR MI, TÜRKLER Mİ?
Fatih Sultan Mehmet’in, 1453’te yıktığı (başkent Konstantinopolis’le sınırlı kalmış) Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı kimdir?
Sadece bu bölümde, konunun daha iyi anlaşılması için, başkenti Konstantinopolis olan Roma İmparatorluğu’na “Bizans” denilecektir.
Bizans adı, Boğaziçi’nin Avrupa yakasında Bizantion adındaki eski bir yerleşimden gelir.
İstanbul’un ilk çekirdeği olan kent, (şimdilik bilinen verilere göre) Bizantion’dur.
Ancak, İstanbul’un tarihi çok daha eskilere dayanır.
Burada, çok daha önceden yaşadıkları bilinen Trak kavimlerine ait izler bulunmuş; Özellikle Yarımburgaz Mağaraları’nda İÖ. 100 000 yıllarına tarihlenen objelerle karşılaşılmıştır.
Bu da bu bölgedeki yerleşimin tarihinin çok eskilere gittiğini göstermektedir.
Marmaray projesi kapsamında Yenikapı’da yapılan arkeolojik kazıda 8 500 yıllık mezar bulundu. Neolitik (Cilalı Taş Devri) dönemine ait iskeleti inceleyen arkeologlar, tek görüşte birleştiler:
“Yunanların, ‘İstanbul’u Yunanlar kurdu’ tezi tamamen bitti.”
Bu günkü Yunanistan’ın, Attiki ilinde, Saron Körfezi kıyısında antik bir kent olan Megara’dan gelen kolonistler, İstanbul Boğazı’nın iki yakasına ve Marmara Denizi kıyılarına yerleşerek İÖ. 676’da Khalkedon (Kadıköy)’ü, İÖ. 660’da da eski bir yerleşim alanına (genel olarak bugünkü Topkapı Sarayı’nın bulunduğu bölgede) Byzantion’u kurdular.
Kabul edilen söylenceye göre, kolonistlerin şefinin adı, Byzas’tır.
Filolojik veriler, “ İON” ekinin İÖ. 13 ncü yüzyıl sonunda Trakya’dan Anadolu’ya geçen Frigler’e ait olduğunu, ortaya koymaktadır.
Bu İON adı, Küçük Asya yer adlarında çok rastlanan bir ektir.
“ Byzant” sözcüğündeki “NT” ekinin İÖ. 3 000 yıldaki yer adlarıyla bağlantısı bulunduğunu açıklamaktadır.
(Sonradan uydurulan ) Bizans adı, işte bu kolonistlerin şefinin adından esinlenerek yaratılmıştır.
Bazı tarihçiler, gelen kolonistlerin burada yaşayan yerli halkla kaynaştığını ve Bizantion’un kültürünün eski Trak halklarının kültürlerinden izler taşıdığını söylerler.
Roma İmparatorluğu bölgeye hakim olduktan sonra, önceleri Roma İmparatorluğu’nun dili olan Lâtince, doğudaki topraklarının birleştirici dili olan Grekçe ile birlikte kullanılırken, 6 ncı yüzyıldan itibaren yalnız Grek dili hâkim olmuş ve böylece kalmıştır.
Bizans medeniyeti, Akdeniz’in doğu bölgesinde, Roma İmparatorluğu’ndan miras kalan devlet sistemiyle yönetilen, Hıristiyan inancında ve eski Grek dilini kullanan bir topluluğa dayanır.
Bizans, ortaçağın en önemli dünya devleti olduğuna göre, yakın ilişkisi bulunan çevreler ve ülkelere etkileri olması ve onlardan da etkilenmesi doğaldır.
Bizans İmparatorluğu’nun medeniyet tarihindeki varlığı, Roma’dan miras kalan gelenekler, Helenistik çağın estetik bilgileri, Hristiyan inancının mistik duyguları, Anadolu insanının yaratıcı gücü ve tecrübesi, nihayet Yakındoğu’dan sızan çeşitli teknik ve estetik örneklerin az veya çok karışımı ile meydana gelmiştir.
Bütün bu akımların birleşip toplandıkları ve bir sentezden geçerek uygulandıkları yer ise imparatorluğun başkenti Bizantion (Konstantinopolis) şehri olmuştur.
Sir William Ramsey, Rum’lukla ilgili bir gerçeği dile getirir,
”Anadolu Rumluğu DİN üzerine yerleştirilmiş bir millettir. Doğrudan doğruya bir millet değildir. Anadolu’da milliyet ve millet manasında Rumluk yoktur.”
Anadolu Rumlarının Grekliği Prof. Manfreal Korfman’ın 1998 yılında Truva kazılarındaki bulgularıyla artık iyice tartışmalı bir hale gelmiştir. Bulgular Truvalıların Grek olmadığını, dillerinin bir Anadolu dili olan Luvice olduğunu açıkça ortaya koymuştur.
BİZANS’TAN KALANLAR
Geçmişte de, Rum denince, bugünkü anladığımız anlamda Yunan değil, Romalı anlaşılıyordu.
Bu durum, Osmanlılar için de böyleydi.
Yıldırım Bayezid, Kahire’deki Halife’ye armağanlarla giden bir diplomatik kurul göndermiş, “ Rum Sultanı” unvanının kendisine verilmesini istemişti. Memlûklular da, o sırada Timur tehlikesi yaklaştığı için buna izin vermişlerdi.
Kısacası, Osmanlı sultanları için “Rum Sultanı” olmak çok önemliydi.
Sonunda Fatih Sultan Mehmet, diplomasiyle değil, kılıç gücüyle Rum Sultanı oldu; İstanbul’u fethettiğinde, neyi ele geçirdiğini çok iyi biliyordu. Mektuplarını “Kayser-i İklim-i Rum“ sıfatıyla imzalamaya başladı.
Bizanslı ve Osmanlı, birbirlerine paradoksal bir ilişkiyle bağlıdır.
Esasen Doğu Roma (Bizans) ile Osmanlı imparatorlukları, arka arkaya aynı bölgeleri (Anadolu-Balkanlar, Karadeniz ve Doğu Akdeniz) ve aynı başkenti (Kostantiniyye- İstanbul) kullanmışlardır.
Osmanlı, 1453’te İstanbul’u ele geçirdikten sonra kente Konstantiniyye demeye devam etmiştir.
İmparator Konstantin’in İstanbul’u başkent yapıp Konstantinopolis adını verdiği 330’dan günümüze kadar, sözü edilen hakimiyet bölgesine yeni halklar (Slavlar, Bulgarlar, Türkler, vb) girmiş ve yeni oluşumlar ortaya çıkmıştır.
Bu durumda bir süreklilikten söz etmemek mümkün değildir.
Stefanos Yeresimos’un da belirttiği gibi, en azından zamanda, mekanda ve toplumların evriminde bir süreklilik vardır.
Ancak süreklilik tartışması, en azından 19. yüzyıldan beri, imparatorluktan çıkan ulus devletlerin geliştirdikleri ideolojiler çerçevesinde cereyan etmektedir.
Milliyetçi ideolojiler, halkların kendilerine has ve nerdeyse ırsi yetenekleri olduklarına, ve bunların en iyi en üstün olanlarının kendi halklarına ait olduğuna inandıklarından, bu özellikleri ancak bozabilecek nitelikte olan dış etkilere ilke olarak karşıdırlar.
Onlar için etkilenme bozulma ile eşdeğerdir.
Bu durumda, Yunan ve Türk milliyetçi söylemleri, Bizans ve Osmanlı geçmişini sahiplenirken, bu iki medeniyetin birbirlerinden etkilenmiş olabileceği fikrini milli bir hakaret olarak algılaya gelmişlerdir.
Daha önce Batı’nın Katolik-Ortodoks karşıtlığından yola çıkarak geliştirmiş olduğu ve 11 yüzyıllık Doğu Roma İmparatorluğu tarihini sürekli bir gerileme dönemi olarak görmek isteyen Türk milliyetçiliği, “köhne Bizans” algılamasını sahiplenerek kendisini, çökmüş, iletecek hiç bir değeri olmayan bir medeniyetin yerine geçerek yöreye “taze kan” getiren bir öğe olarak kabul etmiştir.
Yunan milliyetçiliği ise, antik Yunan medeniyetinin Hıristiyan devamcısı Bizans’ın taşıdığı değerlerin, Türk “barbarlığına” bulaşmadan modern Yunanistan’a ulaşıldığına inanmaktadır.
Bu görüşler geniş ölçüde bilim dünyasını da etkilemiştir.
Bizans uzmanları “Bizans ve Bizans sonrası” kongreleri düzenlerken, Osmanlı araştırmacıları “Osmanlı ve Osmanlı öncesi” sempozyumları yapmaktadır.
Soru hep aynıdır: Kim, diğerinden etkilenmiştir?
Eğilim “bizim” tarafın karşı taraftan asla etkilenmediğini, karşı tarafın ise bizden etkilendiğini ancak bu etkilerin kötü bir kopyadan ileri gidemediğini kanıtlamaya çalışmaktır.
Etki asla bir sentez olarak değil, bir etken-edilgen ilişkisi olarak görülmüştür.
Dolayısıyla, etkiyi alan, edilgen olarak algılanıp küçümsenmiştir.
Aslında, genel değer yargılarına düşmeden, konuyu nesnel olarak ele almak kolay değildir.
Biz de, konuya bir ucundan yaklaşalım.
Bizans’tan çok şey, Osmanlı’ya geçmiştir.
Örneğin devlet yapısında Din’i ele alalım.
Roma İmparatorluğu’nda Hıristiyanlık doğuda olduğu gibi batıda da yayıldı, ama doğuda devletle iç içe gelişti.
Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu Hıristiyanlığı alabildiğince yüceltti, aynı zamanda da kurum olarak kendi dünyevi egemenliği altına aldı.
Sonuçta Batı’da laiklik, Doğu’da bir çeşit teokratik devlet geleneği ortaya çıktı.
Bir görüşe göre, bu teokratik devlet tipi, Bizans’ın Osmanlı’ya bıraktığı bir mirastır.
Doğu Roma (Bizans) İmparatoru dünyevi iktidarın başı olduğu kadar, kilisenin de başıydı.
Ortodoks Kilisesi’nin patriği, imparatorun vekili ve memuruydu. Osmanlı’daki Şeyhülislâm’ın konumunu unutmayalım.
İslam’da da din ve devlet işleri ayrılmaz; ama arada önemli bir fark vardır: İslâm’ın teorisine göre din devlete egemendir.
Sayın Murat Belge, konuyla ilgili bir çalışmasında bunu şöyle yorumluyor:
“Sünni İslam’ın dört büyük kolundan Hanefilik, aslında bu yeni ihtiyaca verilmiş bir cevaptır. Devlet yöneticisine yeni yasa yapma hakkı tanır. Dolayısıyla bütün büyük İslâm imparatorlukları Hanefi olmayı tercih etmiştir.”
Bizans’tan çok şey Osmanlı’ya geçmiştir demiştik ya, bunlardan biri de tavla’dır.
Çok kişinin buna hemen “Hayır” diyeceğini biliyorum.
Tavlanın geliştirildiği oyunların geçmişi İÖ. 3000 yıllarına değin iner. Eski Romalılar, modern tavlanın aynısı olan bir oyun oynarlardı. Ama görünüşe bakılırsa biz tavlayı Bizans’tan değil, İran’dan aldık. Çünkü zarları Farsça sayıyoruz.
Kılıç ve Kalkan balıklarının adı Türkçedir, bunun dışında tüm balık adları Bizans’ın dili olan ve bizim Yunanca dediğimiz Grekcedir.
Gemicilik terimleri de böyledir.
Bugün Türkiye’de bulunan kaleler, su kemerleri ve kiliselerin çok büyük bir kısmı Bizans’tan kalmadır.
Anadolu’daki yolların çoğu, Bizanslılar tarafından yapılmış yollardan geçer.
Selçuklular ve Osmanlılar Bizans yollarını kullanmışlardır.
Cumhuriyet döneminde de genellikle bu yollar geliştirilmiş ve karayolu şebekesine çevrilmiştir.
Bizanslılar sarnıçlara da önem verirlerdi.
Bugün Anadolu’da kıyıda köşede karşımıza çıkan sarnıçlar hep Bizans’tan kalmadır.
Halen Anadolu’nun çeşitli yörelerindeki kaplıcalarda, Roma ve Doğu Roma (Bizans) dönemine ait kalıntılar bulunmaktadır.
Anadolu’da kaplıcalar ve ılıcaların genelde Osmanlı öncesinden beri varlıkları bilinmektedir.
Harem ve Haremağası da, Osmanlı’ya Bizans’tan girmiştir.
Bir konutun kadınlara ayrılan bölümüne Harem deniyor. Osmanlı camilerinde iç avluya verilen isim de Harem… Ayrıca bu sözcük, haremdeki kadınların tümü için de kullanılıyor…
Harem genellikle Müslümanlara özgü bir uygulama olarak düşünülürse de, İslâm öncesi Ortadoğu uygarlıklarında da haremlerin olduğu bilinmektedir.
Kadınların örtünmelerini ve onların yaşadığı mekânların erkeklerinkinden ayrılmasını İslam ortaya çıkarmamış, ama bu uygulamayı pekiştirmiş ve ulaştığı bütün toplumlara yaymıştır.
Haremin, kadınların toplum yaşamından yalıtılmasının aracı olarak kurumsallaşması, İslâm toplumlarının sonraki evriminin ürünüdür.
Eski antik Yunan evlerindeki (Gynaikeion) ya da (Gynaikonitis) da kadınlara ayrılmış bir bölümdü.
Harem teşkilatı, Fatih Sultan Mehmet zamanında, Bizans sarayı örnek alınarak kuruldu.
Köle tüccarları, Afrika’nın çeşitli yerlerinde toplayıp hadım ettikleri siyah çocukları kısa bir eğitimden sonra satarlardı. Harem ağalarına yani bu tip erkeklere verilen EUNUQUE (yatak hizmetçisi) tabiri aslen Yunancadır.
Bunların yetiştirilmesindeki esas gayesi, kadınların yatak odalarına ait hizmetleri görmek teşkil ederdi. Bizim saray tabirleri arasındaki Harem Ağası sözü de Eunuque‘ün en yakın karşılığıdır. Yunanlılardan önce ilk defa nerede ve nasıl kullanıldığı bilinmemesine rağmen, Mısır, İran ve Roma saraylarında kullanıldığı kesindir.
Osmanlı sarayına ilk haremağası Yıldırım Beyazıd (1389- 1402) döneminde alındı. 1517’de Mısır’ın fethinden sonra, bu eyaletin Beylerbeyleri her yıl çok sayıda hadım edilmiş köleyi saraya göndermeye başladılar.
KÂZIM MİRŞAN’A GÖRE YENİ BİR BAKIŞ AÇISI:
Kâzım Mirşan, tarihi olgulara yaklaşımıyla dikkat çekmiş ve Türk tarihine yeni bir bakış açısı getirmiş, önemli bir tarihçimizdir.
Onun, konuyla ilgili yaklaşımını da, bu inceleme içinde, özet olarak almakta yarar görüyorum.
1. Drahmi, bir para birimidir.
Atina’da, çeşitli yerlerde yapılan kazılarda İÖ. 520/510’da Atina’da basılmış, madenden bir drahmi (para) bulunmuştur.
Bu drahminin bir eşi de Elmalı hazinesinde çıkmıştır.
Drahminin bir yüzünde, baykuş resmi vardır.
Baykuşun sağında, aşağıya doğru uzanan (A O E ) harfleri görülmektedir.
A O E, Ön-Türkçe birer damgadır.
A = AT, egemen.
O, ortasında noktası ile ON (Ong) başarı.
E= UÇ, lider.
Yani AOE = EGEMEN, BAŞARI(lı), LİDER demektir.
Buradan, İÖ: 600 yıllarında, Yunanistan Yarımadası’nda Ön-Türk kültürünün olduğunu anlıyoruz.
(Kâzım Mirşan, ayrıca Yunanistan’da 100 Pelasg yazıtını çözmüş ve bunların Ön- Türkçe olduğunu açıklamıştır. )
2. Latin Alfabesi A ile başlar.
Bunun çıkış noktasına gelince…
Etrüskçe’nin bugün artık Ön-Türkçe olduğu kesin kabul görmüştür.
Etrüksçe yani Ön-Türkçe:
AT ÖKÜDÜÇ, EB-İL UQUNUSUQ OLUMUN OQUŞUNUPULT ESİDİR EZİSİG UQUSUNUÇ cümlesi, (Düşünceleri halka anlatmayı sağlayan kutsal şekiller ) demektir. Bunun anlamı da alfabedir.
Cümlenin başındaki A diye okunan AT, Ön- Türkçe bir damgadır ve (Tanrıya erişmek üzere canın vücudun dışına AT/ılması) anlamını verir.
3. İstanbul’un tarihi anlatılırken, yörenin tarihi genellikle Bizans’la başlatılmaktadır. Oysa, bu tarih çok daha eskilere gitmektedir.
Yarımburgaz Mağarası’nda 100 000 yıl önceye ait buluntular ele geçmiştir. Bu bulgular arasında İÖ. 6 000 yıllarına tarihlenen OZ damgalı bir toprak kap, Fikirtepe’de de OQ damgası olan bir başka toprak kap bulunmuştur. Her iki kap, İstanbul Arkeoloji Müzesi katalogunda 7750 ve 3432 No. ile yer almaktadır.
Sarayburnu’nda, İÖ. 900 yıllarında LYGOS adlı bir balıkçı köyünün olduğu bilinmektedir.
İmparator Constantinus I, İS. 330’da burada yeni bir şehir kurmuş, daha sonra başkent yapmış ve adını Konstantinopolis koymuştur.
Lygos ile Konstantinopolis arasında 1330 yıllık bir boşluk vardır.
Yarımburgaz ve Fikirtepe’deki kalıntılar arasında bulunan ve İÖ. 6 000 yıllarına tarihlenen toprak kaplar üstündeki OQ ve OZ damgaları, Ön- Türk kültürünün bu yöredeki varlığının delilidir.
OZ damgalarının arka arkaya dizilmesi HASIR ÖRGÜ diye adlandırılmıştır. Çok sevilen bir kenar motifi olarak günümüze kadar gelmişlerdir; genelde, mozaik panoların etrafını bezemek için kullanılmıştır.
OQ motifi ise, toprak kap üzerinde 5’li grup halindedir; boşluklar ED damgasını verirler. Bu şekil halk arasında SİNEK AYAĞI diye geçer. Osmanlı giyim eşyasında BEYLİK MÜHÜR olarak kullanılmıştır.
İÖ. 2 000 yıllarında, Anadolu ve Rumeli Hisarları arasındaki bölgeden, atlarıyla boğazı geçen bir halk, günümüzdeki Erenköy civarında,, ak mermer sütunlu ve süslü mermer kornişli bir saray yaptırmışlar ve binanın giriş kapısı üzerine güzel bir Ön-Türkçe ile şu yazıyı yazmışlardır :
UW-ON : AT-ATA, UÇ ETİLİS ESİS
Bu yazının anlamı : (Kutsal On: At-Ata’nın lider ediliş anısına) demektir.
Bu alfabe, o dönemde bütün Anadolu’da kullanılmıştır.
4. Bu kültürel köken üzerinde, merkezi OY-OG (İstanbul) olan bir Ön- Türk devleti olan OY- URUM ATIN kurulmuştur. Bu durum, Şine Usu Bitig Taşı’ndan anlaşılmaktadır. Bu taşın tarihi İÖ. 600’ler olarak belirlenmiştir. Taşta anlatılan olaylar da İÖ. 516’yı kapsamaktadır.
Moğolistan’da, Şine Usu Irmağı yöresinde, Finliler tarafından 1909’da bulunan ve Ramstedt tarafından 1918’de yayınlanan SİNE USU BİTİG TAŞI’nın 15 nci bölümünde, İstanbul’da kurulmuş olan tarihteki ilk devlet OY-URUM ATIN, başkenti OY- OĞ (İstanbul)’da tahta geçen Ürün Beğ’in Persler’e karşı yardım istemesi ve Önre Binabaşı’nın 20.7. 516’da hücuma geçtiğini anlatır.
5. Prof. Dr. Metin Tekin’in, Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan Bizans Sikkeleri isimli kitabında açıkladığı Kandıra hazinesi bölümünde, ele geçen sikkelerin üzerinde (Oy- ÖG- ÜY) damgalarına rastlanmıştır. Tarih olarak da İÖ. 500’ler verilmiştir.
İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde, Bizans Sikkeleri bölümünde 1 numarada kayıtlı olan para İÖ. 5 ‘nci yüzyıla tarihlenmektedir ve Kâzım Mirşan, bu paranın bir yüzündeki (OY ÖGÜY) yazısını “düşünme yeteneği” , diğer yüzündeki (ÖG,ÖG,ÖG,ÖG) yazısını “yüksek seviyede düşünce“ şeklinde okumuştur.
ÖG diye okunan damga, daha sonraları Grek alfabesine gama harfi olarak girmiş ve dört ÖG’ün döner şekilde tertip edilmesinden meydana çıkan haç şekli, Yunanca (Gamalı haç) diye okunmuştur.
Ön-Türklerde yüksek düşünceyi ifade eden bu damga, Nazilerde insanlık suçu sembolü olarak kullanılmıştır.
İstanbul Ayasofya, Trabzon Ayasofya, Roma’da San Giovanni in Laterano kiliselerindeki kutsal resimlerdeki yazılar, Ön-Türkçedir.
Umarım Romalı, Rum, Yunan, Helen ve Bizans arasındaki farkı birazcık da olsa açıklayabilmiş, konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşım sağlayabilmişimdir.
NOT
TARİHTE BİZANS DİYE BİR İMPARATORLUK HİÇ OLMAMIŞTIR, BU İSİM SONRADAN UYDURULMUŞTUR. YUNAN DEDİĞİMİZ HELENLERİN BİZANS’LA YAKINDAN UZAKTAN BİR İLGİLERİ YOKTUR. RUM’UN ANLAMI ROMALI’DIR.