Ayyüzlüm
Yeni Üyemiz
Kastamonu Yöresinin Dillere Destan Kahramanı:ŞERİFE BACI CEPHANE UĞRUNA HAYATINI FEDA EDEN ANA!
Yazar Can ALPGÜVENÇ
Anadolu; geçmişinden bugüne millî duyguları yoğun yaşayan insanların ülkesi olmuş, gerek erkeği, gerekse kadınıyla hep aynı duygu ve inancı yüklenmiştir. Erkeği cephede dini, vatanı ve namusu için çarpışırken, analar boş durmamış, bu büyük mücadeleye tepkisiz kalmamıştır. Bu yazımızda sizlere, Seydiler’in Satı Köyü’ndeki kahraman bir kadından, Şerife Bacı’dan söz edeceğim. Kurtuluş Savaşı’nın cepheleri genişledikçe cephane ihtiyacı artıyor, cephelerden Millî Müdâfaa Vekâleti’ne kumandanların gözyaşları ile yazılmış acı telgraflar çekiliyor, yalvaran dille yazılmış cephane talepleri birbirini kovalıyordu. Bu arada İstanbul’dan, düşman işgalindeki depolardan kaçırılan silâh ve cephane; geceleri kayıklar ve motorlarla İnebolu’da kıyıya çıkarılıyor, önce ambarlara taşınan emanetler, hareket eden ilk vasıtalarla Kastamonu üzerinden Ankara’ya gönderiliyordu. İnebolu-Ankara arasındaki bu nakliyat işleri, ağırlaşan kış şartlarının eklenmesiyle güçlükle yürüyor, ulaşımda ciddî gecikmeler meydana geliyordu. Yolculuğun zor kısmı, İnebolu’nun İkiçay’dan Çatalçeşme’ye kadar olan bölümüyle Topçuoğlu, Kayguncak, Küre-Ecevit yokuşlarıydı. Bu bölgelerin çamurunu aşmak, arabacılar için ölüm sayılırdı. Yokuş başlarında bütün arabalar çiftleniyor, yani yokuşlar, bir arabadan çıkarılan çift at, diğer arabanın ok başına takılarak aşılabiliyordu. Kısacası her türlü engel, fedakârâne yardımlarla geçiliyordu.
***
1921’in Kasım ayı başlarıydı. İnebolu’ya gelen motor ve vapurlarla sahile büyük miktarda topçu ve piyade cephanesi çıkarılmış, boşalan ambar ve depolar yeniden dolmuştu. İnebolu ve Kastamonu bölge kumandanları, mülkî makamlarla işbirliği yaparak, karlı dağların, çabuk hareket edilip yollar kapanmadan aşılmasını, cephanenin zamanında gönderilmesini emrediyordu. Bu emir bütün karakollara bildirildiğinden, jandarma ve bekçiler köylere dağılarak talimatı yaydılar. Türk köylüsünün hayatî ve zarurî saydığı İnebolu-Ankara yolu, kısa sürede binlerce araçla dolmuştu.
***
İşte bu cephane nakli esnasında meydana gelen olaylardan biri de Seydiler’in Satı Köyü’nden Şerife Bacı’nın acıklı hikâyesidir.
Şerife Bacı’yı 16 yaşında evlendirmişlerdi. Düğünden iki ay sonra Harb-i Umumî patlak verdi, kocasını askere aldılar. Altı ay sonra da Çanakkale’den kocasının ölüm tezkeresi geldi. Kimsesizdi, hiçbir geliri yoktu.
“Bu tazeliğiyle yapayalnız durması yakışık almaz.” diyen köyün yaşlıları, onu bir gaziyle, Topal Yusuf’la evlendirdiler. Üç yıl sonra Şerife Gelin’in bir kızı oldu. Ona Elif adını koydular. Evdeki işlerle birlikte dışarı işlerini de Şerife yapıyordu. Öküzlerle çift sürmek, merkeple dağdan odun getirmek, orakla ekin biçmek, döven sürmek... hepsi ona bakıyordu. Kocası Topal Yusuf’un sadece adı vardı. Savaşta sol bacağı kopmuş, yakınında patlayan bomba bir gözünü kör etmişti... Kulaklarının duyması ise günden güne ağırlaşıyordu. Bu hâliyle, onun iş yapması mümkün değildi. Günlük hizmetini bile Şerife Gelin yapıyordu. Bir akşamüzeri tellâl bağırdı:
“Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin. Cuma günü her haneden bir kağnı, İnebolu’ya yük taşımaya gidecektir!”
O akşam köy bekçisi; gelmeyenlerin evlerini tek tek dolaşıp, yola ne zaman ve nasıl çıkılacağını bildirdi. Bunlar arasında Şerife Gelin de vardı.
Cuma sabahı şafak vakti, sıra ile cephaneler yüklendi, yola çıkıldı. Şerife Gelin, köyde bakacak kimsesi olmadığı için Elif’i de yanına almıştı. Kağnısına top mermileri yüklenince, o da yola çıktı. Şerife Gelin, İnebolu çıkışında kağnıyı durdurdu. Oraya kadar sırtında taşıdığı Elif için top mermilerinin arasında bir yer hazırladı. Tek varlığı olan yün yorganını; top mermilerini ve kızını yağıştan korusun diye, kağnının üzerine örttü. Sonra; «Bismillâh» diyerek öküzleri sürmeye başladı. Bu görevi onlarca köy, binlerce kağnı yaptığı için güvenlik endişesi yoktu. Fakat 1921 Aralık’ında birden bastıran kar, bütün yolları kapatmıştı. Cepheye giden araba kolları, geceye kalmadan birer birer yakın hanlara ve köylere sığınıyorlardı. Böyle tipili ve fırtınalı gecelerde sabaha kadar yağan karın ardından, hep kara haber beklenirdi.
***
Şerife Gelin öküzleri çekmeye devam ediyor, kar ise durmaksızın yağıyor, yağıyordu. Kağnı tekerleri karla karışık çamurlu yollarda gönül daraltıcı bir gıcırtıyla ilerliyordu. Şerife, ne kadar yol aldığını hesaplamıyordu. Karnı açtı, lâkin dert etmiyordu. Biricik Elif’i aklına geldi, tabiî O’nun da karnı acıkmıştı. Onu azıcık da olsa emzirmeyi düşündü. Ama Elif uyuyordu; zaten uyansa da bu soğuk havada çocuk emzirilemezdi. Kendi kendine mırıldandı:
“Elif uyanmadan Kastamonu’ya varmalıyım, ha gayret!”
Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Soğuktan donmak üzere olan elleri titriyor, iki de bir üvendireyi elinden düşürüyordu. Kağnıdaki küçük Elif’in ağlaması duyuldu birden. Yavaş giden kağnıyı durdurmadan, düşe kalka telâş içinde arabanın ardına koştu. Yorganı açıp, el yordamıyla kuru otları karıştırdı. Zavallı yavrucak orada, otların arasındaydı. Boğuk boğuk ağlayıp hıçkırıyordu. Soğuk, dondurucu bir hâl aldığı için; Şerife Bacı yün yorganı Elif kızıyla top mermilerinin üstüne iyice sıkıştırdı, ama asıl korkusu, top mermilerinin kaymasıydı. Eğer böyle bir şey olursa bebeği -Allah esirgesin- ezilir, yamyassı olurdu. Tekrar kağnının önüne geçip, öküzleri çekmeye başladı. Nice arkada kalanlar onları geçip gitmiş, görülmez olmuşlardı. Herkes arabasındaki cephaneyi yerine teslim etmekten başka bir şey düşünmüyordu.
Öküzler çok yorulmuştu, kağnı uzun molalardan sonra güçlükle yol alıyordu. İyice üşümüştü, çene kemikleri birbirine vuruyor, bütün âzâları titriyordu. Tipi o kadar artmıştı ki, ilerleyemiyorlardı. Durmanın ölüm olduğunu bildiğinden ilerlemeye çalışıyor, fakat elinin, ayağının uyuşmaya başladığını hissediyordu. Âniden karlar içine yuvarlandı. Yıkıldığı yerden kalkabilmek için uzun süre çabaladıktan sonra kendini güç-belâ kağnının üzerine attı. Tatlı bir uykunun etkisine girmişti, bedeninin varlığını hissetmiyordu. Öküzlere kısık bir sesle, son bir defa bağırdı. Sonunda bütün ışıklar söndü, her şey karanlığa gömüldü.
***
Sabaha karşı Kastamonu’nun kapısı sayılan kışla önündeki kule nöbetçileri, alaca karanlıkta belli belirsiz bir kağnı gördüler. Kimdi bu gelen ve ne zaman kara saplanmıştı? Hemen haberdar edilen Bölge Müfettişi Osman Bey, merkez komutanlığı inzibatlarından Devrekânili Cemil Çavuş ile Beşiktaşlı Rıfat Çavuş’u derhâl olay yerine gönderdi. Kağnının yanına ulaşan çavuşlar dehşet içinde ürperdiler. Kağnının arkasındaki genç kadın, arabasındaki kıymetli yükü korumak için, üstüne yorganını örtmüş, kendisi de bir elinde üvendire olduğu hâlde kollarını açarak yorganın üzerine abanmıştı. Cephanenin üstüne örttüğü yorganı kucaklamak ister gibiydi. Bağırdılar duymadı. Her nasılsa kafilesinin gerisine düşen bu kadın, cephane yüklü kağnısıyla yorgun-argın, ancak kışla önüne kadar gelebilmiş, cephanesini askerimize teslim etmesine çok az mesafe kala, kağnısının üzerinde donarak şehid olmuştu. Oysa yorgana kendi sarınsaydı donmaktan kurtulacaktı.
Rıfat Çavuş, öküzleri yönetirken; Cemil Çavuş, şehidin üzerindeki karları süpürdü. Sonra birlikte, gözyaşları içinde şehidi kol ve bacaklarından tutup kaldırırlarken, buz kesmiş yorganın altından, çığlığı basıp ağlayan bir çocuk sesi yükseldi. Şehid anayı yana çekip, hemen yorganı kaldırdılar. Gözlerine inanamamışlardı. Çullar içine kundaklanıp, otlara sarılı top mermileri arasına yerleştirilmiş olan bebek, çevresindeki sesler üzerine uyanıp açlıktan ağlamaya başlamıştı. Şehid ana, ölene kadar bedeninin sıcaklığını yavrusuna vererek onu donmaktan kurtarmıştı. Askerler ağlaşarak, cephanesi ve yavrusu uğruna hayatını feda eden bu kahraman ana ile bebeğinin bulunduğu kağnıyı, tugay karargâhının önüne kadar çektiler.
Bu hazin tabloyu gören, Osman Bey ile maiyetinin de gözleri yaşardı.
“Arkadaşlar! Türk kadını dünyada eşi-benzeri bulunmayan kahraman bir anadır. Millî Mücadele’yi kazanacağımızın en büyük delili işte önümüzde duruyor, biri ölü diğeri diri olarak şurada yatıyor.” diyen Osman Bey, üzüntüden daha fazla konuşamadı. Sözleri boğazında düğümleniyordu. Genç kadının kimliği tespit edilerek Seydiler’in Satı Köyü’ne, bebek ise kışla yakınlarında oturan, emzikli bir kadının evine gönderildi.